Seyyal Taner - "En İyileriyle 2"


“KORSAN” NACİYE, “YASAL” LEYLA’YA KARŞI


(Şubat 2007 tarihinde birzamanlar.net'de yayımlanmıştır.)

Korsan kaset işine ben de bulaştım! Evet bunu itiraf ediyorum. Hiç bana öyle bakmayın... Bir kere eskidendi, çok eskiden (hani herkes arkadaş, hani oyunlar sürerken), sonra zaman aşımı denen bir şey var Ceza Yasasında. O yüzden gönül rahatlığı ile anlatabilirim artık ki Ahu Tuğba’lı Nuri Alço’lu eroin filmleri gibi bir ders versin memlekete, millete, bir ibret vesikası olsun.

Şimdilerde internette çeşitli forum sitelerinde ve haberleşme gruplarında sıklıkla rastladığım cümlelerden biri: “Elinde filanca şarkı ya da falanca albüm olan var mı? Çok aradım ama bulamadım.” İnsan ister istemez bunu yazanın yaşadığı yerde kaset, CD filan satan bir dükkan olmadığını düşünüyor ilk önce. Sonra aslında aranıp da bulunamayanın mp3 olduğunu anlıyorsunuz. Hatta bu durum artık o denli doğal ki, dinlemek istediği albümü satın almak, bir çok bilgisayar ve internet kullanıcısı için aklın ucundan bile geçmeyen bir alternatif.

Sanat denilen şey paylaştıkça, elden dile, dilden dile, gözden göze dolaştıkça değer kazanıyor, ona şüphe yok. Sanatçılar da ürettikleri duyuldukça, görüldükçe, çoğaldıkça mutlu oluyor, besleniyor, büyüyor, bu da bir gerçek. Ama ortada bir de emek var. Bırakın ortaya çıkardığı ürün için harcadığı parayı, pulu bir kenara, harcanılan emeğin ve zamanın hırsızı olmuyor muyuz aslında sadece ve mutlak bir iyi niyetle “paylaşım” yaptığımızı sanırken diye şüpheye düşmüyor da değilim doğrusu. 

İşin burası çok karmaşık. Kimileri internet sayesinde iyiden iyiye yuvarlacık (nasıl derler İngilizce de buna, “globalish” ?!..) oluveren yeni dünyada artık buna alışmamız lazım geldiğini ve bundan kelli müzik üretenlerin ziyadesiyle emek de, zaman da, para da harcasalar, eserlerini ortalığa atıverip, üstüne bir getiri beklememeleri gerektiğini (“iyilik yap, denize at” gibi) iddia ediyor. İşin “globalish” kısmına katılmak ve halihazırda “paylaşım” denen şeyin kökünü kazıyacak bir teknolojinin icat edilememiş olmasını da göz ardı etmemek gerekirse, kısmen hak veresi geliyor insanın ilk bakışta.

Denen o ki, bu yeni anlayış çerçevesinde basılı materyal meraklıları da zamanla azalacak, hatta kalmayacakmış. CD, kaset, plak ve dahi daha icat edilecek ne varsa, hepsi toptan tarih olacak, müzik seti denilen şey nostalcik (özellikle “c” ile) Winamp arayüzleri, tarih boyu formattan formata geçmiş ses taşıma materyalleri ise 4 bilemediniz 5 megabaytlık dosyalardan ibaret olucekmiş. Arşiv meraklısı tek dişi kalmış canavarların derdine ise, albüm kapaklarının ekranda görüntülenebildiği ya da kağıt üzerine çıktı alınabildiği programcıklar icat olunmuş deva niyetine.

Bu tezin tam aksini savunanlar da var tabi. Onlar da içme suyu örneğini veriyorlar. Çok değil, yirmi-yirmi beş sene evvel birileri çıkıp ileride içme suyuna para vereceğimizi, şişeler içerisinde satın alacağımızı söylese martaval okuyor demez miydik ? Allah’ın suyuna niye para veresiydik ki? Ama veriyoruz işte ve buna o kadar alıştık ki artık katiyen yadırgamıyoruz. İşte mp3’leri (ya da ileride adı ve formatı ne olacaksa onları) para ile satın almak nasıl acayip geliyorsa şimdilerde kulağa, zamanla buna da alışacağız diyorlar.

Ben gibi müzik dinlemeyi, su içmekle eşdeğer tutanlar, üç gün müzik dinlemese, üç gün su içmemiş gibi sararıp solacaklar için gayet de mantıklı bir örnek bu. Ancak duygularla mantığı ayırmak gerekirse birbirinden (ki gerekir), müziğe para ödemeye kısa vadede alışacağımızı düşünmüyorum. Kaldı ki daha kocaman kocaman oteller, moteller, barlar bile kamuya açık yayın yaptıkları alanlarda kullandıkları müziklerin parasını ödemeye yanaşmıyor memlekette. Küçücük odasında uyduruk bilgisayar kolonlarıyla ya da bilemediniz Tahtakale montajı mp3 çalarının tizden bastan nasibini almamış Kore imali kulaklıklarıyla naçizane sevdiği şarkıyı, şarkıcıyı dinleyen gariban niye para ödesin ya da bırakın ödemeyi, ödemesi gerektiğini aklından geçirsin ki?

Yazının asıl maksadı bu olmadığı içün (özellikle “ü” ile), daha çok uzun tartışılabilecek bu mevzuları bir son yargıya varmadan, öyle ortada bırakıyor (Allah biliyor ya, o son yargının ne olduğunu kendisi de bilmiyor) ve ilk cümleye geri dönüyor bu satırların yazarı: Korsan kaset işine ben de bulaştım!

Çok yakın bir tarihte bir vesileyle gittiğim, ismi lazım değil bir Anadolu şehrinde, bir değil, birden fazla sayıda kapısında “Bilmem Ne Müzik Market” yazan dükkan dolaşmış, ivedilikle almam gereken bir albümün orijinal CD’sini aramıştım (yeni çıkan her albüm ivedilikle alınır niyeyse, üç gün sonra alsam öleceğim ya). Fekat (özellikle “e” ile) gelin görün ki onca “müzik-market”in biri olsun yasal CD satmaz mı ? Satmaz ve dahası hepsi tepeleme kopya film VCD’si dolu bu dükkanlarda bırakın orijinal CD’yi, kaset dahi bulunmazmış meğerse. E ben ille de orijinal CD istiyorum deyince, dükkan sahiplerinden biri bana ne dese beğenirsiniz: “Abi, ne yapacaksın, orijinali 10 milyon, ben sana 1 milyona kopyasını vereyim”.

“Korsana Hayır” diye cümbür cemaat yırtınıyoruz ya senelerdir, yazarından çizerine, üreteninden, yayınlayanına, medyasından, bakanına, başbakanına... Sanıyorum ki pek etkili oluyor, korsancılar utançtan yerin dibine giriyor, hepsi tövbekar! Adam meğer korsanlık yaptığının farkında değilmiş ki, sadece iyilik yapıyor, kesemizi düşünüyormuş. Döndük mü başa? Geldik mi seksenli yılların o ilk günlerine... Nihayet gelebildik ki zaten asıl konumuz da buradan itibaren başlıyor.

Yaşadığımız şehre İstanbul’dan trenle aşağı yukarı üç günde gidebiliyorduk. Cumartesi akşam saatlerinde Haydarpaşa Garı’ndan biniliyordu Kurtalan Ekspres’e ve Pazartesi sabah iniliyordu Elazığ Tren Garına. Tehir (rötar) olursa, varış pazartesi öğleden sonrayı da bulabiliyordu ki tehir denilen şey, trenin yolun olmadık bir yerinde, diyelim ki bir dağ başında, kuş uçmaz kervan geçmez bir ovanın ortasında ve yolcuların asla bilmediği bir nedenle saatler boyunca sessiz sedasız beklemesinden ibaretti.

O zamanlar oraya uçak var mıydı yok muydu onu hatırlamıyorum ama olsa da fark etmezdi zira o kadar zengin değildik (“fakir bir ananın öksüz kızıııııı”). Otobüsler ise şüphesiz trenlere göre daha kısa sürede gidiyorlardı ama saatler boyu bir otobüse tıkılıp hareketsiz kalmak, bacaklardaki kangrenden hallice uyuşma durumları filan pek tercih sebebi değildi. Trende kalkıp dolaşmak da, tuvalete gitmek de, yemekli vagona geçip yemek yemek de (çok pahalı da olsa o yemekli vagonlar ki neyimize yetmezdi evde pişirilmiş köfte, haşlanmış yumurta) mümkündü. Kuşetli vagonların kompartımanlarındaki koltuk arkalıklarını askılarla tavana tutturmak suretiyle yatağa dönüştürmek ve yan gelip yatmak da...

Dolayısıyla bütün o tıngır mıngır gürültüsüne, yüzümüze gözümüze bulaşan is karasına ve tehiriyle, rötarıyla günler süren seyrine rağmen trene binerdik. Her trene binişimizde kendimi bir Reşat Nuri Güntekin romanının içinde sanır, Anadolu’nun kim bilir hangi şehrine gitmek üzere yola çıkmış feraceli, yeldirmeli Sezen Aksu’yla trenin koridorlarında karşılaşmayı umardım. Çalıkuşu’nu yeni okumuştum ve Feride’nin kesinlikle Sezen Aksu olduğuna kanaat getirmiştim çünkü. O muzip, zıpçıktı, hatta fırlama, ama bir o kadar da hisli kızcağız olsa olsa Sezen olabilirdi. Ne gariptir ki Sezen Aksu hakikaten Çalıkuşu’nun fotoromanında Feride’yi oynadı sonraları. Ben ne Aydan Şener’in pürüzsüz ve mimiksiz yüzünü, ne de sonradan izlediğim siyah beyaz filmdeki cilvenaz Türkan Şoray’ı yakıştırabildim Feride’ye, hala da yakıştıramam.

İşte bu derece uzun ve meşakkatli yolcuklarla vardığımız Elazığ şehrinde de tıpkı yirmi beş yıl sonra bir Anadolu şehrinde şahit olacağım gibi, orijinal plak satan da alan da pek yoktu. İki, bilemediniz üç dükkan vardı (ki “plak ve bant stüdyosu” denirdi onlara da, ortada ne Şafak Karaman vardı, ne de “müzik-market” lafı haliyle). İşte o stüdyolara gidip plak alasınız varsa, sadece bulduğunuzla yetinirdiniz en fazla. Yeni çıkan bir plak, ancak bir ay sonra filan gelir, o da tek kopya gelir ve kaset çekimlerinde kullanıldığı için kolay kolay satışa sunulmazdı. Ancak plağın modası geçmişse, kimse artık o plaktan bir şarkıyı kasete kaydettirmek istemiyorsa, bu eskimiş ve hayli yıpranmış kopyalar satılık raflarına konurdu.

Diğer alternatif de plağın yeni bir kopyasını sipariş etmekti ki, bu da neresinden baksanız yine en az bir ay beklemek demekti. İşte bu ahval ve şeraitte, mecburiyetten girmiştim korsan kaset işine. Artık ben de her normal vatandaş gibi gazetelerden, dergilerden, televizyon ve radyodan duyup, görüp, beğendiğim şarkıları bir liste haline getiriyor ve ayda bir götürüyordum plak ve bant stüdyosu’na (aybaşından aybaşına bir kaset doldurtma hakkım vardı heyhat, fakr-ü zaruret had safhadaydı, “dinmedi yıllarca kalbindeki sızıııııı”).

Birçoğu televizyon ya da radyodan duyulup beğenildiği için, bu listelerdeki şarkıların ya da şarkıcıların adları her zaman doğru olmayabiliyordu tabi. Çeşitli notlarla açıklamaya çalışıyordum hangi şarkıdan ya da şarkıcıdan bahsettiğimi. Mesela: “Yeni bir şarkıcı, Sezen Aksu’ya benziyor, şarkıda sürekli ‘güzelim, bir tanem, tatlım’ diyor” gibi (Nazan Öncel’in “Sana Kul Köle Olmuştum” adlı şarkısı aslında istediğim)...

Tabi stüdyodakilerin birebir listeye uygun kaset doldurmaları söz konusu değildi. Bu hem zahmetli olur, hem de ekonomik olmazdı haliyle. Onlar da şöyle bir formül bulmuşlardı; en son plakların en moda şarkılarını topladıkları karışık kasetler yapıyorlar ve bunlara genellikle “Karışık Aranjmanlar” adını takıyorlardı. 1, 2, 3, 4 diye sırayla giderdi bu seriler.

Beğenirseniz, o serinin herhangi bir kasetini beklemeksizin satın alabilirdiniz. Yok eğer illa liste verecekseniz, o zaman birden fazla müşterinin listesi birleştirilir, tek bir kasette toplanır, artık üç beş, ne kadar sipariş varsa, o kadar sayıda kopya çoğaltılırdı. O arada sizin istediğiniz bazı şarkılar kasete girmez, bazı istemediğiniz, ya da daha önce çektirdiğiniz şarkılar da sürpriz bir şekilde karşınıza çıkardı ama buna razı olmak durumundaydınız artık. Sizin özene bezene yaptığınız sıralamalar da altüst olurdu bu arada. Genellikle de benim pek popüler olmamış ama Hey Dergisindeki Doğan Şener ya da Hulusi Tunca plak eleştirilerinden yola çıkarak mutlaka dinlemem gerektiğine inandığım ve listeye dahil ettiğim şarkılar çıkmazdı kasetten. Ancak buna da şükürdü tabi. Tüp gaz, ayçiçek yağı ve daha bilmem nelerin kuyruklarında saatler, günler geçirmiş bir kuşağın çocukları olarak bulduğumuzla kanaat etmeyi biliyorduk vesselam.   

Bu korsan kasetlerden payıma düşen en büyük sürprizlerin biri “Petrol” (daha doğrusu “Pet’r Oil”), diğeri de “Naciye” olmuştu kuşkusuz. 24 Şubat 1980 günü televizyonda sadece dört kez yayınlanan “Pet’r Oil”, 1980 Eurovision Şarkı Yarışmasında Türkiye’yi temsil etme hakkı kazanmış ve o gün herkes daha ilk dinleyişte bu şarkıya bayılmıştı. Bizim kasetçiler de artık nasıl bir öngörüyse bu, hiç vakit kaybetmeden şarkının televizyondan kaydedilmiş kötü kaliteli ses kaydını, o günden kelli dolduracakları bütün kasetlere koymayı ihmal etmemişlerdi. Aman nasıl sevinmiş, nasıl da ezber etmiş ve sonra okulda, dersin ortasında bilmem neden ve nasıl bahis açıldıysa artık, öğretmenin ve arkadaşlarımın ısrarlarına dayanamayıp, herkesin deli olduğu bu şarkıyı ezberden patlatıvermiştim (bu utanç verici anımı da niye anlatıyorsam size ?!).

İkinci sürpriz şarkı “Naciye” ise “Pet’r Oil” den yaklaşık bir sene sonra doldurttuğum bir karışık kasette çıkıverecekti karşıma. O da tıpkı “Pet’r Oil” gibi sadece televizyonda yayınlanmış olmasına rağmen kıyametler koparmıştı kısa sürede. Zaten her şarkısına ayılıp bayıldığım Seyyal Taner’in bu yeni bombası nedense bir türlü plak olmamış, yayınlanmamıştı. Ama artık televizyon başında elimde kağıt kalem bekleyip, şarkının sözlerini bir telaş yazmaya çabalamama gerek kalmamıştı (hala o günlerden kalma fuzuli bir yetenekle, dinlemekte olduğum bir şarkının sözlerini eş zamanlı olarak yazabiliyorum).

“Naciye” tam da 45’liklerin tükenmekte olduğu bir dönemde üretilmiş bir şarkıydı. Dergilerde yazılıp çizilenlere göre ise, aslında aynı adlı rock-opera’nın şarkılarından biriydi ve bir Olcayto Ahmet Tuğsuz - Seyyal Taner projesi olarak hazırlanmakta olan bu çalışma, pek yakında sahnelenecekti. O yüzden plak yapılmamış, ancak artık nabız yoklamak mı ne diyelim, TRT denetimine tek şarkı olarak gönderilmişti. Şarkı, alışılmadık şarkı sözlerine karşın umulmadık bir şekilde denetimden geçmiş ve uzun zamandır yeni şarkılarla televizyonda boy göstermemiş Seyyal Taner’e yeni bir çıkış yapma şansı kazandırmıştı. “Naciye”nin dramatik öyküsü herkesi derinden etkilemiş, neredeyse otuz yıldır Yeşilçam filmlerinden aşina olduğumuz o bildik “kötü yola düşen kız” (“yıldız olacaktı, paraya doyacaktıııı”) klişesi, beş dakikalık bir şarkıya alabildiğine ustalıkla sığdırılırken, Seyyal Taner’in çok etkileyici şarkıcılığı ve dramatik yorumuyla da hedefi tam on ikiden vurmuştu.

Tıpkı “Pet’r Oil” gibi “Naciye” de plak olarak yayınlanmamış olmasına karşın herkesin dilinde, korsan kasetçilerin televizyon kaydıyla da karışık kaset listelerinin birinci sırasındaydı artık. “Pet’r Oil” kısa süre sonra yeni düzenlemesi ve “Petrol” e dönüşen yeni adıyla 45’lik olarak yayınlandı ve epeyce de sattı. Ne var ki “Naciye”nin yayınlanabilmesi için üzerinden beş-altı sene kadar bir zaman geçmesi gerekecekti.

Benim korsan kasetlerle haşır neşirliğim, okumak için İstanbul’a gelmemle (“kaçtı evden gitti verilen adreseeeee”) nihayete erdi. Sonrasında öğrenci harçlıklarımla her çıkan plağı satın alacak ekonomik gücüm olmasa da, en azından yasal kaset satın alır oldum. Ancak kaset doldurtma hikayesi yurt sathında daha bir süre devam edecekti. Ta ki bandrol yasası çıkıp da kaset dolduran dükkanlara ağır yaptırımlar uygulanacağı ilan edilene dek. O aralar da bu defa çift kasetçalarlı teypler çıkmıştı piyasaya ki artık ev yapımı korsan kaset devri başlayacaktı. Bugünlerin “paylaşım” mantığının çıkış noktası olacak o şahane çift kasetçalarlı teypler...

Ben her ne kadar daha ziyade kendime, “walkman”de dinlemek için karışık kasetler hazırlamışsam da, zaman zaman arkadaşlarıma da bu hizmeti vermişliğim vardır. Arkadaşlarımın hem her yeni çıkan kaseti satın alıyor olmamı, hem arşivimin büyüklüğünü, hem de şarkıları arka arkaya dizmekteki ustalığımı ballandıra ballandıra birbirlerine anlatmaları esnasında (“çık dediler sahneye, başla dans etmeyeeee”) çok defa gaza gelmiş olmam da sebeptir bu baba hayrına yaptığım hizmete. Yani karşılığında para ve hediye kabul etmediğim gibi, çok kere boş kaset de benden gitmiştir ne çare (Polar marka boş kasetleri katiyen beğenmiyorum, ya Cabrio olacak, ya Raks, krom olursa daha da ala, altmış dakikalık kasetlerde sanatımı yeterince gösteremiyorum, en fazla 14 şarkı sığıyor, doksanlıklar tercih sebebi gibi takıntılar nedeniyle, “şöhret kolay değil, dönüş yok geriyeeee”).

Seyyal Taner “Naciye”yi defalarca söyledi televizyonda. En çok İzzet Öz’ün çektiği klip tadında görüntüler kaldı hafızalarda. Bir de Seyyal Taner’in başına sardığı tülbentler. Şarkının başında henüz “fakir bir ananın öksüz kızı” iken, başında allı güllü bir tülbent olurdu mutlaka. Ne zamanki “çık” derlerdi “sahneye”, “başla dans etmeye”, o vakit çıkarıp atılırdı tülbent, hatta üzerindeki mintanımsı kıyafet ve bildiğimiz taytlar, deriler içindeki frapan Seyyal’e dönüşürdü Naciye (“Naciyeeeeee, Naciyeeeeee”).

Aradan yıllar geçmiş, “Naciye” handiyse unutulmuştu artık. Ne o rock-opera sahnelenmiş, ne de Naciye’nin sevgilisi “orta üçten belgeli Ali”nin şarkısı duyulmuştu. 1986 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemelerinde yarışmak üzere seçilen beş besteciden biri olan Olcayto Ahmet Tuğsuz, yarışma şarkısı için de Seyyal Taner’le birlikte çalışacak ve hazırlanan “Dünya” adlı bu şarkı, ikilinin “Naciye”den sonra ortaya çıkardığı ikinci çalışma olarak müzik tarihine geçecekti.


Çok çarpıcı, çok etkileyici bir şarkıydı bu. Başından beri bu yarışmada Seyyal Taner’in ülkeyi mutlaka temsil etmesi gerektiğini düşünenlerden biri de bendim. Şarkı söylerken bir çok şarkıcımızın yaptığı gibi sağa sola salınıp endam göstermiyor, adamakıllı dans ediyor, enerjisi ve vücut diliyle her defasında gösterisini bütünlemeyi başarıyordu. Neredeyse eşi benzeri yoktu o yılların popüler müziğinde. En çok o günlerde yaban ellerde yeniden popüler olmuş Tina Turner’a benzetiliyordu bu haliyle. Gitsindi Seyyal bir Eurovision sahnesine de görsündü yedi düvel bizim yerli Tina’mızı.

Sadece Seyyal Taner’in kişisel karizması ve sahne gücü değildi “Dünya”yı yarışmada favori kılan elbette. Şarkı tam anlamıyla Eurovision’luktu. İsrail bu formülle yarışmadan yıllar boyu ekmek yemiş, üst üste iki kez birinci bile olmuş, her yıl da ilk ondan, hatta ilk beşten aşağı inmemişti. Yerel bir motif üzerine Batılı bir armoni ama pek ritmik, pek tempolu bir bileşim (yani “Halay” kadar aksak ve “Petrol” kadar oryantal değil), bununla beraber sahnenin orasında burasında Hoy-Tur Halk Oyunları Ekibi misali “hoydara hoydara” dönenip duran kalabalık bir ekip... “Dünya” tam da böylesi bir şarkıydı işte. Şarkı sözlerinin kadercilikten savaş karşıtlığına, yerküredeki açlık sorunundan (“We are the world, we are the children”), barışa, dostluğa, aşka ve sevgiye giden evrensel duyarlılığı da cabasıydı.

Barış Manço yarışmadan çekilip de finalist şarkı sayısı dörde inince, “Dünya”ya rakip kalmamıştı bence. Her ne kadar o sene şarkılar final gecesinden önce yayınlanmadığı için henüz “Dünya”yı dinleyememiş olsam da, benim oyum Seyyal’eydi. Gerçi değil benim, “yoz müzik” müptelası yurdum halkından kimsenin oyuna itibar edilmeyecekti o sene. Kararı jüri verecekti. Verdi de netekim (özellikle “e” ile). Melih Kibar’ın bestesi “Halley”le Klips ve Onlar topluluğu birinci oldu. Kötü bir seçim değildi. “Halley” yabana atılır şarkı da değildi. Atılmadı da velhasıl ve Norveç’te yapılan finalde dokuzuncu sıradan da olsa ilk ona girerek  bize bayram ettirdi.


Gelin görün ki olan “Dünya”ya olmuştu. Bu canım şarkı da “Naciye”nin akıbetine uğrayıp, unutulup gidecek miydi yoksa? Bereket artık videolar vardı. Görüntüyü kopyalama, çoğaltma ve ille de “paylaşma” histerisiyle tüm dünya sakinleri topyekun “You Tube” manyağı olacağımız günlerin hayalini bile kurmak mümkün değildi henüz ama en azından kendi kişisel video kaset kopyamı defalarca izleme şansım vardı ki bu da az şey değildi doğrusu.

Seyyal Taner ve “Dünya”, sadece bir oy farkla kaçırmıştı birinciliği. Jüri oylama esnasında uzun süre mütereddit kalmış, nihayetinde jüri başkanının oyu iki oy sayıldığı için birinciliği “Halley” almış götürmüştü. Tabi Seyyal Taner’i ve Olcayto Ahmet Tuğsuz’u bir sonraki yarışmaya dek bileyecek bu sonucun, 1987 yılında gelecek birinciliğin habercisi olduğunu henüz bilmiyorduk. Zaten ondan önce, piyasaya sürülecek bir kaset vardı. Ne “Naciye”, ne “Dünya”ydı bu kasetin adı. “Leyla” geliyordu.

Henüz firmalar plak basmaktan tamamen vazgeçmemişlerdi aslında. Daha bir-iki sene vardı plak fabrikalarının kepenk indirmesine. Ancak nedendir bilinmez, “Leyla” sadece kaset olarak basıldı Yavuz Plak tarafından. Yavuz Plak’ın yetmişlerde yayınladığı Seyyal Taner 45’liklerinden ve “Lider” adlı tek 33’lüğünden derlediği şarkılar “Kalbimi Affettim” adı altında ve yine sadece kaset olarak “Leyla”dan önce mi, sonra mı yayınlanmıştı ona emin değilim ama o kaset benim yıllardır hayalini kurduğum ilk Seyyal Taner 33’lüğünün yerine konulabilirdi pekala (Bknz.: “Tavernada Piyanist Şantörler” başlıklı Yavuz Hakan Tok yazısının ilk paragrafı). “Leyla” ise tamamı ilk kez yayınlanan şarkılardan oluşuyordu. Tamamı Olcayto Ahmet Tuğsuz bestesi 11 şarkı.


Tabi bu “ilk kez” lafı “Dünya” ve “Naciye”yi de içine alıyor, zira her iki şarkı da ilk kez basılı formatta yayınlanıyordu. Ancak bir farkla; her ikisi de televizyonda dinlediğimiz hallerinden farklı düzenlemelerle girecekti bu albüme. Albümün bütününde renk unsuru olarak kullanılan alaturka sazlarla zenginleştirilmiş bu yeni düzenlemeler şarkıların eski halleri iyiden iyiye hazmetmiş, sindirmiş birisi olarak beni önceleri pek rahatsız etse de, hiç de fena değildi aslında. Nitekim zamanla alışacak ve bu hallerini de çok sevecektim.

Bu albüm, “Naciye” kadar “Leyla” ile de ön plana çıkacaktı. Daha birkaç sene evvel Orhan Gencebay, Gülşen Bubikoğlu’yla beraber Şile çöllerine düşüp “Leyla ile Mecnun” olmuştu. Belki bin beş yüz senedir dilden dile dolaşmış, yazılmış, okunmuş, bin beş yüz şarkıya konu olmuş bir efsane aşktı bu. Orhan Gencebay meraklısı arkadaşım Ercüment ne yaptıysa beni o filme götürememişti ama sayesinde ben de en az bin beş yüz kez dinlemiştim filmin “soundtrack”i sayılabilecek kaseti. Önce erkekler korosu giriyordu “Leylaaaaaaa,” diye, hemen ardından kadınlar başlıyordu içli içli “Mecnuuuuuuunnnn”... Bu karşılıklı sesleniş birkaç kez yineleniyordu sonra. Pek dokunaklıydı ama bana nedense hep Kemal Sunal  ve Meral Zeren’in karşılıklı olarak “e” harfleri alabildiğine kalın “Saffeeeeeeeet” ve “Emineeeeeee” deyişleri geliyordu ki, şarkının bütün o ağır dramı uçup gidiyordu haliyle.

Ancak Seyyal Taner’in “Leyla”sı bizim bildiğimiz “Leyla”ya hiç benzemiyordu. Bir kere Gülşen Bubikoğlu’nun aynı anda hem masum hem fettan, büyüleyici güzel gülümseyişi, insanın Mecnun olasını getiren tutkulu bakışları, efil efil saçları, metrelerce kumaşı peşinden sürüklediği (şifon mu desem ipek mi) tiril tiril, rengarenk, kostümleri filan hak getireydi bu Seyyal Taner’in suretinde can bulmuş yeni nesil Leyla’da. Pek bir şehirli, pek bir gözü açıktı bu Leyla. Saçlar deseniz kah Tina Turner’dan hallice saçak saçak, güldür güldür, kah simsiyahın en ortasına vurulmuş sarı perçemle sıra dışı ve hatta (abartalım madem öyle) marjinal. Kılık deseniz o ara pek moda taytların üzerine giyilmiş en vatkalısından kot ceketler, yırtık pırtık gömlekler, spor ayakkabılar... Işıltılı makyajlar, pembe pembe rujlar, ojeler, frapan göz farları da cabası.

Bir gülüşü, bakışı vardı ki Seyyal’in ekrandan insanın gözüne gözüne... Bir de “Zamandır bu değişti, ne çöl kaldı ne sahra, kendine Mecnunsuz bir yol seçti Leyla” deyişi vardı ki... O dakika anlayacaktım masalın tersten okunduğunu... Tıpkı Prens’in elindeki tek ayakkabının Külkedisi’nin ayağına da uymaması, ya da Prens’in öpmesine rağmen yüz yıllık uyuyan güzelin uyanmaması gibi... Tıpkı yedi cücesi olmayan Pamuk Prenses gibi (Bknz.: “Kırk Oda” by Murathan Mungan).

Ritim ve armoni itibariyle Azeri etkileri de taşıyan bu şarkı, “Naciye”yle ilk örneği verilmiş, “Dünya”yla perçinlenmiş bir müzikal anlayışın tezahürüydü aslında. Yerelin evrenselle çok dozunda bu bileşimi, daha sonra “sentez” klişesiyle suyu çıkarılacak bir arayışın çok ustalıklı bir örneğiydi ve aslında zamanının epeyce ilerisinde bir işti. Gerek Seyyal Taner’in okuyuşunda, gerek gitarların, gerekse (ne kadar elektronik olsa da) davulların yürüyüşlerinde saklı rock tadı da hissediliyordu inceden inceye. Albümün tamamı böyleydi gerçi ama en çok, doğruyu bulmuş, zamana uymuş Leyla’nın öyküsü çiziyordu tüm bunların altını.

Seyyal Taner “Leyla” şarkısıyla dönemin en fenomen televizyon dizisi “Perihan Abla”ya da konuk olmuştu bir gün. Sanırım Şakir’in, ya da Perihan’ın rüyasına giriyor, şarkıyı o mizansende söylüyordu. Konuyla nasıl bir bağlantısı vardı onu net hatırlamıyorum. 

Henüz klip denilen şey memleket televizyonculuğunun lügatinde yoktu ve İzzet Öz’ün yetmişlerden beri yaptıklarını nasıl adlandıracağımızı da bilemiyorduk. Tuvaletli hanımlar ve takım elbiseli beyler, “Bizden Size”nin ışıklı panolardan ibaret stüdyo dekorları önünde gayet mazbut şarkı söylerlerdi. Taş çatlasın Aydoğan Ergezen “Bir Cumartesi Gecesi” için dış mekan çekimi yapmış olur, şarkının konusuyla ilintili iki üç mizansenle renklendirilmiş ve kameralara kadın çorabı geçirilerek filtrelenmiş bu görüntüler, Ayşe Egesoy’un insanda bayram boyunca ev ev dolaşıp da tabaklar dolusu baklava yemişçesine bir şişkinlik, peklik duygusu uyandıran şiirli anonslarını müteakip ekrana gelirdi ki onlar da tıpkı bu cümle gibi uzadıkça uzayan görüntüleri ve ağır kurgularıyla şimdilerin klip anlayışının yanından geçemezdi. Yine de şu veya bu şekilde bir eğlence programında yeni albümünden şarkılarla boy göstermek çok büyük bir reklamdı bir şarkıcı için. Hele hele “Perihan Abla” gibi müptelası olunmuş bir mahalle dizisinde (mahalle adabına tamamen aykırı mavi saçlar, en rock’n roll makyajlarla bile olsa) görünmek sahiden büyük hadiseydi.

Ancak “Perihan Abla” bile bu albümün hak ettiği ilgiyi görmesine yetmedi. Aslında en önemli sorun Seyyal Taner’in hitap ettiği genç kesimin yüzünü artık neredeyse tamamen yabancı müziğe dönmüş olması idi. O aralar tıpkı eski Yeşilçam filmleri gibi, Türk pop şarkıları da gençler arasında küçümseniyor ve onları beğenmemek kalburüstü olabilmenin şartlarından biri sayılıyordu. Şimdilerde seyrederken televizyona yapıştığımız o filmlerle az dalga geçmedik o günlerde. Benim için değil elbette ama, çevremdeki bir çok arkadaşım için Ajda’dan Sezen’e, Nükhet’ten Seyyal’e hepsi eski nesil şarkıcılardı ve devirlerini çoktan doldurmuşlardı. Yerlerine konacak yeni yetme şarkıcılar da olmadığına göre, en iyisi yabancı müzik dinlemekti. Gelsin Michael Jackson, gitsin Nena... O günlerde bahis konusu eski nesil şarkıcılarımızın yaptığı yeni işleri ukela (özellikle “e” ile) arkadaşlarıma “prezante” etmek için ne ter döktüm bir ben bilirim, bir Allah. Aslında pekala hepsinin bayıla bayıla dinleyebileceği “Leyla” da en çok bu önyargının kurbanı olmuştu sanırım.

Orta yaş kesimi kafayı Hafif Türk Sanat Müziği’yle bozmuştu zaten o sıralar. Gülgun (özellikle değil, sahiden “u” ile, uzatmalı “u”) Feyman, tek kaşı havada asabi haber spikerine dönüşmeden çok önce “Hoş Sada” adlı bir programla en yeni meşhur sunucumuz olarak gönüllere taht kurmuş, o programda hangi şarkıyı sunmuşsa, hepsi dillere düşmüş, dinleyenleri Samime Sanay senin, Faruk Tınaz benim, terennümlerden terennüm beğenir etmişti.

Bir kesim, seksenlerin ilk yarısındaki hızını yavaş yavaş yitirmiş ve git gide daha fazla acılanmış, buna mukabil daha fazla kenar mahalle kokusu sinmiş arabeskle oyalanırken, aşağı yukarı aynı büyüklükte bir kesim de tavernada piyanist şantörlerle şıkır şıkır göbek atmakta, “nerde trak orda bırak”maktaydı.

Sözün kısası, ortalık pek alaca bulaca, pek cavala cos (sen çok yaşa Uğur Akdora!) idi ve Barış Manço’nun “Düriye” şarkısında sorduğu “altın çöpe düşse değerin kaybeder mi?” sorusuna verilecek cevap o ara biraz ikircikliydi. “Leyla” “değerin” kaybetmemişti belki ama çöp yığınının içinde de ışıltısı belli olmamıştı ne çare. Birinin onu çöpün içinden çekip çıkarabilmesi, parlatıp yeniden vitrine koyabilmesi içinse epeyce bir zaman geçmesi gerekecekti (bu şahane teşbihimin yazıya getirdiği edebi tadı lütfen es geçme ey parantez yorgunu cefakar okur!)

“Leyla” albümünün bütün şarkıları, iki bonus şarkıyla birlikte ve elbette orijinal kayıtlarıyla “Naciye” adı verilmiş yeni bir albümle karşımıza çıktığında takvimler 2007 yılını gösteriyordu. Yani tam on yıl sonra, (teşbihin suyunu çıkaralım madem) “altın” yeniden vitrindeydi. Bütün ışıltısı, pırıltısı ve dahası “bonus”larıyla.

Bu işin altından kalkan kayyum yine Hakan Eren’di tabiatiyle. Albümün orijinal stüdyo bantlarını bulmuş olması çok önemliydi çünkü bugüne dek bandı bulunamayan şarkılar plaklardan kaydedilmişti ama bu albümün bir plağı da yoktu ve kasetten yapılacak kayıt ne kadar uğraşılsa da çok parlak bir teknik sonuç vermeyecekti. Oysa şimdi “Leyla” albümünün 11 şarkısı pırıl pırıl bir kayıtla elimizin altında. “Bonus”lar da cabası. Bakalım onlar neymiş...

Öncelikle “Dünya”nın Eurovision versiyonu. Albümde alaturka sazlarla renklendirilmiş bu şarkının, Eurovision finalindeki orijinal halini de dinleyebilmek meraklısı için müthiş bir sürpriz. Aynı şey keşke “Naciye” şarkısı için de olabilse ve bu şarkı da kaset çıkmadan çok önceleri TRT’de yayınlandığı haliyle de bu albümde yer alabilseydi. Ne yazık ki şarkının o versiyonunun kaydı bulunamadı. Hakan Eren benim Elazığ’daki plak ve bant stüdyosu tarafından kasete aktarılmış televizyon kaydımla hiç mi hiç ilgilenmeyince de şarkının o versiyonu bu albüme giremedi (benzer bir kayıt onda da varmış meğer, Hakan Eren de korsan kaset işine bulaşmış yani).


Albümün bir diğer sürprizi ise 1988 Eurovision Şarkı Yarışmasında Seyyal Taner ve Grup Lokomotif’in Türkiye’yi temsil ettiği şarkı: “Şarkım Sevgi Üstüne”. Yukarıda bahsi geçtiği üzere Seyyal Taner ve Olcayto Ahmet Tuğsuz, 1987 finaline, bir yıl önce yaşadıkları hayal kırıklığının etkisiyle olsa gerek, çok sıkı hazırlanmış ve birinciliğe kement atmaya bu defa kesin niyet etmişlerdi. Şarkının o çok yüksek tempolu koreografisindeki kement sallama hareketi boşuna değildi. Her yerinden püsküller sarkan güderi kostümleri ve üç dakika içinde seyredeni tepe sersemi eden müthiş danslarıyla Seyyal Taner ve Grup Lokomotif hakikaten fişek gibiydi sahnede. Hele ki onca koşturmaya rağmen Seyyal’in şarkıyı nefes nefese kalmadan gümbür gümbür söylemesi görülecek şeydi. Ben seyrederken bile yorulmuştum oysa. Nitekim gecenin sonunda beklenen birincilik onların olacaktı. Seyyal Taner ve Olcayto Ahmet Tuğsuz ortaklığının son halkası da çok ses getirecekti böylece. O yıllarda her Eurovision mevsiminde yaptığımız gibi yine aylarca yarışmayı konuştuk, şarkımız, şarkıcılarımız, rakiplerimiz derken bir iyice oyalandık.

Ben kendi adıma sanırım en çok o yarışmada hayal kırıklığı yaşadım. “Petrol” ve “Opera”da da yanılma payım büyük olmuştu ama bu derece değil. Bir kere bir sene önce kazanılmış bir “Halley” başarısı vardı ki biz yarışmayı asla sadece bir şarkı yarışması olarak görmediğimiz için, Avrupa milletlerinden bize gelen oyların Türkiye’ye karşı nihayet doğmuş olması muhtemel bir sempatinin (ne de olsa “ton ton” bir başbakanımız vardı ve pek de icraatkardı, “liberal alaturka, hicaz taksim, darbuka”ydık nicedir) tezahürü olduğuna inanasımız vardı ve artık öyle eskisi gibi son sıralarda boy göstermez idik eğer yanılmıyorsak (ki yanılıyorduk hem de fena halde). Kaldı ki bahis konusu Seyyal’di. Yani hani şu yerli “Tina”, Haldun Dormen’in tabiriyle “tam bir sahne hayvanı” o güzeller güzeli Seyyal. Yakıp yıkacaktı Eurovision sahnesini. Öyle de yaptı nitekim. Ne var ki (şimdi burada bahsederek konuyu macunlamayalım) türlü çeşitli sebeplerle şarkı beklenen puanı alamadı. Hatta hiç puan alamadı (tek sıfırzede “Opera”dır sanılır ama değildir). Olsundu, ne gamdı, yarışmayı eskisi kadar kale almazdık olur biterdi. Seyyal üzerine düşeni yapmış, benim yıllardır hayalini kurduğumdan bile daha kocaman bir performansla sallamıştı elin derme çatma sahnesini. Zaten Eurovision’un o vakitler hala yüzde seksen bayıntı Anglosakson şarkıların prim yaptığı ve böylesi delibozuk gösterilerin ancak ikibinlerde kabul göreceği bir platform olduğu düşünülürse bugün, Seyyal’in gene vaktinden evvel yol almış olduğunu görmek de mümkün.

Bu arada final gecesi ekibimizin giydiği süt beyaz kostümleri ve Grup Lokomotif’in tüm elemanlarının saçlarının bir perçemini tıpkı Seyyal gibi sarıya boyayarak sahneye çıkmaları ve Melis Sökmen’in şahane mini eteği de o geceden hatırımda kalan ayrıntılar...

Bu albümde yer almamakla birlikte “Şarkım Sevgi Üstüne”nin bir de Fransızca versiyonu var. O versiyon, yarışma için basılan tanıtım plağının B yüzünde yer alıyordu. Umarız ve dileriz ki günün birinde şarkının o versiyonu da yeniden yayınlanır.

Hakan Eren benden “Naciye” albümünün kartonet yazılarını yazmamı istediğinde herkesin yıllardır bıkmadan dinlediği radyo programlarının ve iki yıldır Ossi Müzik etiketiyle yayınlanan albümlerin yaratıldığı, üretildiği, kotarıldığı o meşhur evinin meşhur odasındaydık. O an etraf bulanıklaştı ve yukarıda yazıya döktüğüm bütün anılar ve  düşünceler bir bir geçti aklımdan...

Kurtalan Ekspres’le yapılan Elazığ yolculukları, Seyyal’le ilk tanıştığım gün ona öylece sus pus bakakalmam, Naciye’nin allı yemenisi, Babylon’daki gecede Seyyal’in şarkı söylerken, onunla aynı sahne üzerinde duruyor olmanın heyecanıyla feleği şaşmış bir vaziyette dj masasının arkasında dikilmekte olan bana doğru dönüp, candan gönülden gülümsemesi, “Perihan Abla”nın dizinin bilmem hangi bölümünde ve ne vesileyle, pavyon kadını kılığına girip “Kahpe felek, ne felaket verdi başıma” diye sürüp giden tuhaf bir şarkı söylemesi, Melis Sökmen’in beyaz mini eteğiyle sütlü kahveye benzeyen görüntüsü, “Çalıkuşu” Sezen’in büyük aşkı Kamuran tarafından getirilmiş fondan çikolataları iştahla mideye indirmesi, Hakan Eren’in evine ilk gittiğim gün, daha ortada firma mirma yokken Ossi Müzik etiketi basıp dolabına yerleştirdiği onlarca CD’yi kıskançlıkla seyredişim, Seyyal’in bir gün bana “Hakancığım” diye hitap edişi sonrasında ağzımın kulaklarıma varışı ve uzun süre geri dönmeyişi, tıngır mıngır tren sesleri, kız kardeşimin daha onaltı yaşındayken Seyyal’e özenerek boyattığı sarı perçemi, Naciye’nin şalvarı, en sevdiğim şarkısı “I Can’t Stand The Rain”le beni kendimden geçiren Tina Turner ve onun havai fişek gibi patlamış saçları, Meraklı Melahat, Şoför İsmet, tek kelime Almanca bilmememe rağmen Nena’nın aşkına ezberlediğim “Rette Mich” adlı şarkı, Naciye’nin mintanı, aklımdan geçenleri kaleme aldığım zaman ortaya çıkacak yazıyı düzeltmek için redaktörün kaç gün uğraşacağı (yazının başından beri parantez içerisinde yazılış özelliklerini vurguladığım kelimeler ondandı keza; redaktör düzeltmesin diye), sonra yine dönen, habire dönen, durmadan dans eden Naciye... Yıllar sonra yine Naciye (“hala çıkar sahneye, her gece dans etmeye, mutlu gülümsüyor, baktıkça geriyeeee”).

Ben hala albümleri ister plak olsun, ister CD, ister başka şey, gidip bir müzik-marketin raflarında arayıp bulmak, onu eve gidene kadar heyecanla elimde taşımak, ambalajını açmak, kabından çıkarıp çalınacağı yere koymak, kapağına göz gezdirmek, sonra arşivimde ona açacağım yere koymak, canım istedikçe de oradan alabilmekten hoşlanıyorum. Sanırım bundan da şartlar gerektirmedikçe vazgeçmeyeceğim. Anında erişim teknolojilerinin içini boşalttıkları arasına bu sonsuz haz aldığım ritüeli katmaya, en azından şimdilik hiç niyetli değilim.

Bu yazıyı “Naciye” albümünün kartonetindeki yazımdan bir alıntıyla nihayete erdirirken, hepinize bol “Naciye”li günler dilerim (o nasıl olacak derseniz, ekranlardaki star yarışmalarından herhangi birini işaret eder ve bu en son parantezimi de sosyal içerikli bir mesajla kapatmanın haklı gururunu doyasıya yaşarım).

“Seyyal Taner diskografisinin nicedir kayıp parçalarından biri daha böylece ortaya çıkarken, bu çok çarpıcı albüm şimdi yeniden keşfedilmeyi bekliyor. Hala tek düşü bir yıldız olmaktan ibaret “Naciye”ler, hala kendine Mecnunsuz bir yol seçen “Leyla”lar ve hala savaşları, yarışları, kederleriyle durmadan dönen bir “Dünya” var çünkü.”
 
ŞUBAT 2007

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder