"Bütün Dünya Bizi İzliyor"

Gittim, Gördüm, Yazdım...
17. KRAL TV MÜZİK ÖDÜLLERİ 
(Haliç Kongre Merkezinden naklen)



“Sirk sevmem ama yine de gidesim var!” yazmıştım Twitter’a. Eh, üç aşağı beş yukarı tahmin ediyor insan neyle karşılaşacağını. Bir de Sezen yeni şarkısı “Ayar”ı söylerken sahnede şenlik kıyamet bir sirk atmosferi yaratmaz mı? Gülümsedim haliyle. Sezen’inki ne ki?.. Sirkin büyüğü salondaydı o gece.






Tahmin ettiğiniz üzere, Kral TV Müzik Ödüllerinden bahsediyorum. Gezegen Mehmet gecenin açılışında icraatın içinden arz eylerken, eskiden “Video Müzik Ödülleri” olan bu al gülüm ver gülüm temaşasının artık “Türkiye’nin Ödülleri” olduğunu beyan etti. Çok duygulandım. Birik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, bu ödüllere de çok ihtiyacımız vardı.



Başa döneyim, en başa. Ne toplantılar, ne toplantılar. Dinleyicilerden, izleyicilerden, müzik yapımcılarına, menajerlerden, şarkıcılardan, gazetecilere dek tuz koymayan kalmamıştı bu çorbaya. Bir kere adayların seçimi çok detaylı, çok kılı kırk yararak ve daha önemlisi çok adilane yapılmıştı. İkincisi, gecenin organizasyonu için çok emek harcanmıştı. Türkiye’nin “Oscar”ları olacaktı, olmalıydı. Çünkü dedim ya; bizim buna ihtiyacımız vardı.



Sanatkârlarımızın, uzun mu uzun bir kırmızı halıda yürürken hayranlarının çığlıklarını duymaya, hayranların bir iş günü akşamının darında, acı bahar soğuğunda, gayet de sapa bir muhite, çok da anlaşılabilir olmayan bir nedenle koşa koşa gelip, hayran olduklarını kırmızı şeridin gerisinden izlerken çığlıklar atmaya, magazin basınının kim ne giymiş kim ne takmışlarına altı ay yetecek malzeme toplamaya, sözün özü; hepimizin eğlenmeye fena halde ihtiyacı vardı.



Seçim derdi, geçim derdi derken gergindik nicedir. Sigara yasakları hepimizde sinir yapmıştı. Şehrin dört bir yanında, seks otobüslerinde, kafelerdeki çift kişilik koltuklarda ve internetin olduğu istisnasız her yerde ahlaksızlık ve porno kol gezerken, gazetelerin üçüncü sayfa haberleri artık üçüncü sayfalara sığmaz olmuştu. Fatmagül suçsuz olduğunu bir türlü ispat edememişti. Muhteşem geçmişimiz akide şekeri rengi boyalar uğruna çarpıtılırken, küçük Osman’ın bitmek bilmeyen gözyaşları ciğerlerimizi dağlıyordu. Toptan delirmek üzereydik. Bizi ancak bir “Oscar” töreni kendimize getirebilirdi.



Sonradan öğrendiğime göre, o gece Haliç Kongre Merkezinin otoparkında dört yüzü aşkın araç varmış. Otopark ne kadar yeterliyse, salon da o kadar yetersizdi oysa böyle bir organizasyon için. Bilmiyorum neden orada yapıldı. Belki de bir tek kırmızı halı yolunun çok havalı olmasından. Sağ tarafta akşam alacasının tütsülediği muhteşem Haliç… Karşı kıyıda ulu servi ağaçlarının gölgelerine doğayı yeniden canlandıran mevsimden utanırcasına soğuk mermer taşlarını gizlemiş Eyüp mezarlığı… Acemi bir ressamın fırçasından oraya buraya gelişigüzel dökülüvermiş gibi duran şekilli, şekilsiz, renkli, renksiz, irili, ufaklı evler… Derinden derine, o dillere destan Lale Devrine son noktayı koyan büyük isyanın, yangının, talanın yüzyıldır dinmeyen uğultusu…



Lale Devrinde üzerinde mumlar yanan kaplumbağalar gezdirilir, mumların titrek alevleri Haliç’in sularında çoğalırmış her gece. Biz salona bir an önce girmek için kırmızı halıdan hızlı hızlı yürürken, fotoğraf makinelerinin flaşları yıldızlıyor bu defa Haliç’in sularını. Ece Gürsel, Murat Boz ve Gökhan Tepe’yi suratlarına doğru uzatılan mikrofonlarla baş başa bırakıp, seksenli yıllar Ahu Tuğba saçları ve kimono/sabahlığı ile haşmetli Yeliz Yeşilmen’i de sollayarak kendimizi içeri atıyoruz.



Fuayeyi çabucak geçip salona giriyoruz. Giriyoruz da iyi mi oluyor? Hayır! Daha geçen hafta Eurovision sahnesini görmüş adamı üç beş “led” ekran keser mi şimdiden sonra? Memleketin gerçeği bu diyorum ve teselli ediyorum kendimi Tuğba Özay’ı gördüm, Nilay Dorsa’yı gördüm, Tülin Şahin’i, Demet Kutluay’ı gördüm diye. Böyle bir gecede müzik sektörüne emek veren herkesin burada olması ne güzel!



Efil efil sarı saçlarını uçura uçura Sevim Emre önden gidip yolu açıyor, Orhan Baba peşinden geliyor. Bakınıyorum Nur Yerlitaş da buralarda mı diye ama göremiyorum.



Bir sürü “botox”lu, dolgulu, kirpikleri ekstra hacimli, kuaför yorgunu platin saçlı, kalın ve asimetrik dudaklı, şaşkın bakışlı, bedeni 60, suratı 30 yaşında, parfümünün kokusu sekiz metre öteden duyulan sosyal kelebek sosyetik kadın var etrafta. Bir de bir sürü Aksaray Şenyuva Düğün Salonuna yengesigilin dayısının kızının düğününe gitmek için mahalle kuaföründe saçlarına maşayla krape yaptırıp, gözlerine mavi far sürmüş, balon etekli parlak saten nişan tuvaletleri içerisinde, sahte parfümünün kokusu sekiz metre öteden duyulan varoş tikisi genç kız…


Erkekler çoğunlukla koyu renk takım elbise içerisinde; göbeklerini pantolon kemerlerinden taşıran beyaz gömlekler, ayaklarını olduğundan üç numara büyük gösteren parlak rugan ayakkabılar yerli yerinde. Genç delikanlılar ise bacaklarını sıkı sıkı saran ama ağı bir karış aşağı sarkan ölümüne taşlanmış “jean” pantolonlar, spor yapmaktan başka her maksatla giyilebilecek çok pahalı ama çok da ucuz spor ayakkabılarla törene katılmayı tercih etmişler. Her klan kendi kıyafet seçiminde sözleşmiş gibi. Bu kılık kıyafet birliği bana gecenin amacına ulaşacağı umudunu veriyor. Hani yanımda bir Türk bayrağı olsa, çıkarıp salmaya başlayacağım oracıkta; o derece his doluyum.



Birkaç kez üst üste anons yapılıyor ama davetliler bir türlü yerine oturamıyor; çünkü kimse nerede oturacağını doğru dürüst bilmiyor. Aslında bir oturma planı yapılmış, hatta koltuklara isim de yapıştırılmış ama ters giden bir şeyler var. Koltuklarda isimlikleri söküp oturanlar da olmuş, kendisine ayrılan yerden fazla sayıda misafirle gelip ayakta kalan da… Ufak tefek atışmalar, huzursuzluklar, dolu koltukların başına dikilip çaresizce bakanlar kalbimi dağlıyor. Gecenin ihtişamına yakışmıyor bu durum ama kimsenin de bir kabahati yok gibi. Bir salonda gelen davetlileri oturma planına göre oturtmak çok yüksek ve pahalı bir teknoloji gerektiriyor, biliyorsunuz.


Kimse yerine oturamadan yayına giriliyor. Sahnede dört hatun kişi yaylıları coştururken, yazılarımda sıklıkla olduğu üzere, yine görüntüler bulanıklaşıyor ve Kral TV’nin hayatı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akmaya başlıyor.



Bir dönem “Prestij Müzik Ailesi”, bir dönem de Erol Köse hükümranlıklarında ne klipler, ne şarkılar ne şarkıcılar gelip geçmişti Kral TV ekranından… Ne çok, şarkı söyleme, şöhret olma heveslisi insan albüme harcadığının fersah fersah fazlasını dökmüştü klibini yayınlatmak için o ekranda... Kimler yasaklanmış, kimler pohpohlanmış, para veya hatır karşılığı kimler listelerde haftalarca bir numarada kalmıştı? Nice “vj” ergen yaşlarının ilk cümlelerini bu ekranda kurmuş, 35 kelime marifetiyle “yeni saatimizde çok güzel iki çalışmayla bizlerle birlikte” olmuştu.



Ya o göbek yağlarını eriten, “abdominal”leri şişiren titreşimli cihazlar, kilo verdiren sauna eşofmanları ve onları kullanıp, böyleyken böyle olan, ağzı bir karış açık mutlu insanlar?.. Sebzeleri, meyveleri inanılmaz muntazamlıkta kesen, şekil şekil doğrayan rendeler, İsviçre bıçak setleri?.. Ne güzel reklamlar seyretmiş, ne şahane şeyler öğrenmiştik Türkiye’nin müzik kanalından.



Hepsi ama hepsi dün kadar yakındı. Hatta adeta bugündü.


Gecenin meçhul kahramanının, dış sesin sesiyle kendime geliyor ve gece boyu sunucu kullanmayacaklarını anlıyorum. Oysa eline her nedense son dakikada tutuşturulmuş kartlardan, okuma bayramında kırmızı kurdele kazanmaya azmetmiş küçük çocuğun coşkusuyla anons okuyabilen Şebnem Dönmez olsun, Demet Tuncer olsun, Cansu Dere olsun, bağrında nice sunucu yetişmiş bu verimli topraklarda, hele ki kadın ve erkek sunucu arasındaki o dünya şirini espriler, şakalar olmadan bir ödül töreni izleyecek olmak, ilk etapta canımı sıkıyor haliyle.


Neyse ki sahneye ödül vermeye ve almaya gelenler de dört dörtlük organize olmuş. Özelikle Nilgün Kasapbaşoğlu’nun Ayşe Egesoy tadındaki buram buram tiyatrocu anonsu, Oğuzhan Koç’un Geveze ve Bay J’den bile daha komik teşekkür konuşması, Atilla Özdemiroğlu’nun “Arkadaşlar bir şeyler yazmışlar,” diyerek elindeki karttan okuduğu dallı güllü cümleler, geceye fıstıklı lokum ve akide şekeri renkleri katıyor.



İbrahim Tatlıses’in ödülünü alması için sahneye davet edilen kardeşi (ki ağabeyi olarak anons edildi)  telefonda konuşuyor olması sebebiyle gelemediğinde ve dış ses bu mazereti bildirerek bu defa menajerini sahneye çağırdığında, tam tamına 5 dakika 58 saniye süren “Batsın Bu Dünya Remix” şarkısını Venedik Büyükelçisi asaletiyle okurmuş gibi yapar iken Orhan Gencebay’ın alnından akan terler altı metre öteden bile görünür hale geldiğinde, ödül vermek üzere sahneye çağrılan Selami Şahin, mikrofona doğru, kafasından kim bilir ne espriler geçerek ağır adımlara yürümeye başladığında, her ödül alışı ve bu nedenle adı zikredilişinde, salonun bir yerlerinden sahnedeki “led” ekranlardan bile parlak ceketiyle Tarkan çıkacak mı acaba diye ürpermeyle karışık merak duyduğumda ve eski Kral TV törenlerinin “VTR”leri dönerken aralarda, Sibel Can kim bilir kaç senesinde aldığı ödül için ısrarla “inanılmaz” teşekkür edip durduğunda soğuk terler dökmüş olabilirim.



O anlarda, birkaç metre ötede, sağ çaprazımda oturan Nez’in saçlarına bakıp rahatlıyorum. Hayatta bazı şeyleri anlam yüklemeden sevmeli insan. Nez’in saçlarını da işte aynen öyle seviyorum.



Gecenin başında yaptığı konuşmada Gezegen Mehmet “Bütün dünya bizi izliyor” deyince nasıl gerildiysem ben artık, bütün dünya salondaki koltuklar boş sanmasın diye gece boyu tuvalete bile gidemiyorum. Acaba onlar da şu anda canlı yayında bizim Bülent Özveren’in Eurovision’da yaptığı gibi, kendi izleyicilerine anlatıyorlar mıdır acaba olan biteni?



“Sayın seyirciler, ‘Sevişin sevişin,’ diyor şu an ödülü alan kırmızı saçlı kadın. Kendisi Türkiye’nin ünlü bir oyuncusu ve aldığı ödül de, kafasındaki kırmızı saçlar da aslında annesine ait. Aaa! Duydunuz mu politikacılara taş attı konuşmasında! İşte maalesef bu ödül töreni de yine politik sevgili seyirciler; herkes komşusuna ödül veriyor!”


Aslında ilk bakışta çok saçma görünen o an, gecenin en, belki de tek gerçek anı. Tamer Karadağlı, “Sevdanın Son Vuruşu”yla en iyi şarkı sözü ödülünü kazanan Aysel Gürel’i sahneye davet ediyor ve Aysel Gürel kırmızı saçları, pembeli sarılı çiçekli elbisesiyle kulisten çıkıp geliyor. Sonra ödülü alıyor, mikrofon başına geçiyor ve “Eee, ne de olsa annemin kızıyım,” diyor Müjde Ar.



Ödül mödül, alkış malkış, para, pul, dünyalık, her nevi iktidar savaşları, “ben senden daha iyiyim” kavgaları, muhtelif dünya telaşları… Hepsinin ne hafif, ne mana yoksulu, ne içi boş şeyler olduğunu orada, öylece anlatan, öldükten sonra bile sözünü söyleyen, Aysel’in ta kendisi şu anda. Müjde’nin ağzından çıkan onun sözleri. Şarkılarda yaşayan ve hep yaşayacak olan da… Yazmanın Tanrısal gücünü, ölümsüzlüğünü bir kez daha hissediyorum. Bu beni hem çok üzüyor, hem de umutlandırıyor… Biraz ağlıyorum, içim yıkanıyor…


Ödüllerin dağılımına gelirsek… Aslında o kadar çok şey yazıldı ve söylendi ki, hiç tekrar edesim yok. Ama ödüllerden önce kategorileri sorgulamak lazım gibi görünüyor.


Kategoriniz “en iyi kadın sanatçı” ise adaylar arasında neden bir kadın yazar, bir ressam, tiyatro oyuncusu yoktu mesela? “En iyi kadın pop şarkıcısı” daha makul ve mantıklı olmaz mıydı?



“En iyi beste” ve “en iyi şarkı sözü” varsa, “en iyi şarkı” niye vardı? Şarkı, söz ve besteden başka bir şey midir?


“Rock” müzik son yıllarda daha önce hiç olmadığı kadar popüler olmuşken, “rock” kategorileri neden yoktu?


“Radyolarda en çok çalınan şarkı” kategorisi vardı da, “Kral TV’de en çok çalınan şarkı” kategorisi neden yoktu? Parayı veren düdüğü çaldığı için mi acaba?


Peki muğlak ve hatta anlamsız “en iyi proje” yerine “en iyi konsept albüm” denseydi ne olurdu? Sordukça sorası geliyor insanın.



Geceye beraber iştirak ettiğimiz bizim tayfa, gece bitmeden kalkıyor. Kırçiçeği’ne gidiyorlarmış. Bacak bacak üstüne atmışım, elimdeki deftere notlar alıyor, bu yazıyı nasıl köpürteceğimi kuruyorum kafamda. Kaldı ki Sezen Aksu çıkacak birazdan ve ilk kez yeni şarkılarını söyleyecek.


Bir an için Kırçiçeği’nin benzersiz yeşil ceviz tatlısı ile Sezen Aksu arasında kalmış olabilirim ama sadece bir an için, emin olun. Oturuyorum oturduğum yerde. Nitekim Sezen de fazla bekletmeden çıkıyor sahneye.



Ses teknisyeni artık nasıl bir heyecan duyduysa o an, verdikçe veriyor coşkuyu tesisata. Sezen muhteşem, şov şahane. Ama şarkılardan anladığım ya üç, ya beş kelime. Gerisi safi uğultu. Kadın şöyle ya da böyle mest ediyor, o ayrı. Bir ara “Burası Agora meyhanesi değil; açık hava tımarhanesi” dediğini duyuyorum Sezen’in. “Yok canım,” diyorum “Herhalde bu geceyi önceden sezip yazmadı bu şarkıyı bu kadın!” 



Yeni şarkıların lansmanı için Sezen’in bu geceye ihtiyacı var mı, zaten ödül gecesi baştan sona DMC şova dönüşmüş (19 ödülün 15’i DMC işlerine gitti) gecenin yine bir DMC starının promosyonuyla taçlandırılması isabetli bir karar mı, onu bilemiyorum.


Sezen sahneden inince, biz de kalkıp gidiyoruz. Kırmızı halıdan bu defa ters istikamette yürürken Sezen’in şarkısında geçen “Daha karpuz keseceğdik,” cümlesini hatırlayıp, gülümsüyorum içimden. Sahiden keseceklerini ve içinden Tarkan’ın çıkacağını bilmiyorum tabii, nereden bileyim.


Bu arada Sezen-Levent-Sertab ve Aşkın dörtlüsünü aynı sahne üzerinde görmek tarihi ana bir şahit yazılmaktı, bunu inkar edemem. “Playback” söylediler; ne gam, yüreklerimiz canlıydı.



Levent Yüksel bir gün gelse, bizim eve yerleşse, “N’apıyorsun kardeşim, yürü git!” demem; sofraya bir tabak da onun için koyarım. Öyle severim kendisini. Kimseyle de kötü olmamıştır Levent. Sezen’le arasını hiç bozmayan yegane talebesidir diyebiliriz. Amma velakin, Aşkın ve Sertab’ın gerek birbirleriyle, gerekse Sezen’le gel-git zamanları oldu; her zaman can ciğer kuzu sarması olmadılar. E malum Levent ve Sertab da “ex” karı-koca.


Sahne üzerinde böyle bir tablo pek de hayal edilesi değildi velhasıl. Ne ki gece boyu birkaç kez “led” ekrana yansıyan klip görüntülerinde deniz kenarında poposu kocaman güllü kırmızı bir tuvaletle dolanan Sertab, sahnede “ben çok fitim canım” taytıyla, Aşkın ise üst batın bölgesinden alaca bir gül pörtlemiş ışıl ışıl Muazzez Ersoy kostümüyle birbirine tezattı yine. Kan tutmadı mı tutmuyor işte. 



Eve gelip baktığımda, televizyonda Kral TV Müzik Ödülleri gecesinin devam ettiğini ve Tarkan’ın sahnede şarkı söylediğini görüyorum. Gece boyu “Maalesef aramızda değil,” denilen “mega-star” güya sürpriz yapmış. Ayıp değil mi? Ayıp, hatta çok ayıp! Ama yapmış. Zaten ona ödül vermek üzere davete icabet edip gelen, ancak  Samsun Demir’e ödül vermek zorunda kalan, yani kelimenin tam anlamıyla tongaya düşürülen Hülya Avşar, birkaç gün sonra bu duruma öfkesini Fatmagül’ün yengesini dahi utandıracak bir üslupla ifade etti. Konuyu daha fazla macunlamayayım ben.

İşin şakası iyi hoş da, aslında siz bakmayın benim bunca vıdı vıdı ettiğime… Memlekette bugüne dek dağıtılan en adilane olmaya yakın müzik ödüllerinin bu olduğu çok açık. Ortada bir zamanların “Prestij ailesi” gibi bir “DMC ailesi” vakası olduğunu düşünenlerden değilim. Çünkü burada bahsi geçen Tarkanlar, Sertablar, Aysel Güreller, Ozan Çolakoğlular filan; boru değil yani.


Kral TV ise her şeye rağmen, şarkıların söz yazarı, besteci ve aranjörleri ile klip yönetmenlerinin adlarını kliplerin başında ve sonunda ekrana getirdiği için (zaman zaman vahim hatalar yapsalar da) alkışı hak ediyor. Bu kadarcığını bile yapmayan müzik kanalları var çünkü (ne “power”sın ne Türksün, seni gören yollara dökülsün.) Kim bilir, bakarsınız zamanla bir müzik kanalının yapması gereken başka şeyleri de yapıp, müziğe gerçekten hizmet etmeye de başlar Kral TV’miz. Sezen’in yeni şarkısından alıntıyla “Böyle diyor sufi Mazhar… Benim hala umudum var!”



Davetli olan herkesin önceden planlanmış yerlerinde oturabileceği, bir kategoride kazanan kişi veya kişiler açıklanmadan önce kameraların salondaki beş adayın beşini de yakalayabileceği, seyrederken daha çok mutlu olacağımız, hatta belki de gurur duyacağımız ve bittikten sonra da daha az tartışacağımız ödül törenleri de görebilmek ve yazabilmek temennisiyle, yazımı nihayetlendiriyorum saygıdeğer okuyucularım. Sürç-i lisan ettiysem affola. Ne demişler; “Beşer bu şaşar, çizmeyi aşar; varsa bir makbul bahanesi!” (Bu da Sezen’den alıntıydı.)


MAYIS 2011

Yavuz Hakan Tok

1 yorum:

  1. Demli cayla pogaca tadinda olmus bu yazi. Tadindan yenmiyo :) Karpuz keseceksin sonunda diye bekledim ;)

    YanıtlaSil