Eurovision Günlüğü 2


Ancak bir “charter” uçağından beklenebilecek konforsuzluğu ve makul süreli rötarı saymazsak, sakin ve sorunsuz bir yolculuk sonrası Düsseldorf Havaalanına indik. Daha önce hiç gelmediğimiz bir şehirde, dilini bilmediğimiz bir ülkede, rehbersiz ve yol gösterensiz ne yaparız, metroya nasıl bineriz, otele nasıl gideriz derken, bir şekilde üstesinden gelip kendimizi şehir merkezine attık.

Büyük bir metro/tren istasyonu var burada ve şehrin her tarafına giden trenlerin kesişme noktası. Hauptbahnhof denilen bu istasyonun epeyce insanın gelip geçtiği, aynı zamanda bir çok “fast-food” restoran ve dükkanın olduğu ana koridorunun tavan kısmı boydan boya ülke bayraklarıyla süslenmişti. Çıkış kapısının yakınına da bir Eurovision standı açılmıştı şükür ki. Oradaki hanım teyze gayet güler yüzlü ama bir o kadar da otoriter ve eğitici bir tavırla (ki biz buna tipik Alman diyoruz) bize gideceğimiz caddeyi tarif etti, biz de elimizde haritamızla yola düştük.


Haritaya göre biraz yol yürümemiz gerekiyordu. Allahtan herkesin valizi tekerlekliydi. Valizlerimizi sürüye sürüye ilerlerken ilk dikkatimizi çeken, o geniş caddeler ve kaldırımlarda gelip geçerken valiz tekerleklerinin hiçbir engele takılmamasıydı. Bütün yükseltiler belirgin bir şekilde ona göre ayarlanmıştı. Yani bu şehirde tekerlekli sandalyeyle dolaşan da, bebek arabası süren de, bisiklete binen ya da bizim gibi valiz sürüyenler de zorlanmadan, yardıma ihtiyaç duymadan istedikleri yere gidebiliyorlar ki bunda şaşılacak bir şey yok aslına bakarsanız; olması gereken bu ama bizim pek alışageldiğimiz bir şey olmadığı için mevzu ettik haliyle.

Yine çok doğal olmakla beraber bizi şaşırtan bir başka şey de adım başı bir Türk izi olmasıydı. Ya bir dönerci, ya bir kebapçı, ya bir seyahat acentesi ya da bir banka şubesi… Haliyle etrafta Türk de çoktu. Daha havaalanındaki pasaport kontrolünde görevli memurun biz İngilizce konuşmaya çabalarken “Cümleten hoş geldiniz,” demesiyle başlayan şaşkınlığımız gün içerisinde artık bir şakaya, bir espriye dönüşecekti zira bu şehirde Türkler her ama her yerde.

İstanbul’un isli, sisli, puslu havasından sonra burası bir hayli sıcak geldi. Öyle ki bahar bitmek, yaz başlamak üzereymiş gibi bir yerde hava sıcaklığı. Her yer yemyeşil. Şehir toprak tonlarının hakimiyetindeki mimarisini, yeşilin bin bir tonuyla öyle bir sarmalamış ki asla biri birine düşman değil, kardeş kardeş geçiniyorlarmış gibi gözüküyor. Özellikle trenle geçip gittiğimiz banliyö evleri tablo zarafetindeydi.


Yarışmanın yapılacağı Esprit Arena şehir merkezine yedi-sekiz durak ötede. Dolayısıyla otele yerleşip eşyalarımızı bıraktıktan sonra tekrar ana istasyona gittik ve metroyla günün ikinci ulaşımını yaptık. Esprit Arena’nın giriş kapısını bulana dek çevresinde neredeyse bir tam tur attık. Çok amaçlı bir merkezdi burası. Spor müsabakaları, fuarlar, kongreler ve daha kim bilir ne etkinlikler düşünülerek tasarlanmış devasa büyüklükte bir kompleks. Otel bile var içinde. Burayı görünce yarışma ve öncesi/sonrası etkinlikleri için ideal bir mekan olduğunu anladık. Muhakkak ki  ki Düsseldorf’un seçilmesinde bu tesisin payı olmuştur. Zira bu organizasyon sadece yarışmanın yapılacağı bir salondan ibaret değil. Basın için ayrı bir merkez, delegasyonlar için ayrı mekanlar ve benzeri bir çok başka mekana ihtiyaç duyuluyor ve üstelik buralarda internet bağlantısı başta olmak üzere bilumum yüksek teknolojiye de ihtiyaç var çünkü Avrupa’nın bir ucundan diğer ucuna farklı ülkelerden gelmiş herkesin her türlü yoldan haberleşme ihtiyacı duyduğu bir etkinlik bu.


Biz Esprit Arena’ya ulaştığımızda günün provaları bitmişti ama Almanya temsilcisi Lena’nın basın toplantısı devam ediyordu. Akreditasyon kartlarımızı teslim alıp yarışma alanına resmen adım attık. Akredite olabilmek için bir şekilde işin içinde olmalısınız. Yarışmaya dahil hemen hemen bütün ülkelerin kendi Eurovision yapılanmaları var. Bunlara OGAE adı veriliyor ve OGAE üyeleri önceden baş vurmak kaydıyla akreditasyon alabiliyor. Biz ilk kez akreditasyon aldığımız için “fan” kategorisinden turuncu kart hak etmişiz. Sarı basın kartı içinse daha önce en az bir kez akredite olmak gerekiyormuş. Gerçi basın ve “fan” kartları arasında pek bir fark yok. Basın merkezindeki bilgisayar masaları bölgesine giremiyorsunuz “fan” kartınız varsa şayet ama “fan” kartı olanlar için de başka bir alanda 20 bilgisayar bulunduruluyor.


Lena’nın basın toplantısına şöyle bir bakıp çıktık. Lena geçtiğimiz yıl Almanya’ya birincilik kazandıran şarkıcı. Almanlar bu sonuçtan gayet memnun kalmış olmalı ki bu sene de yine o temsil ediyor memleketini. Geçen sene birinciliği kazanırken de çok sarsak, çok heyecanlı duran Lena, basın toplantısında gördüğümüz kadarıyla hala aynı. Toplantıya gelirken kostümlerinin olduğu çantanın içindeki elma suyu şişesinin kapağı açılmış ve her şey ıslanmış. Bu yüzden basın toplantısına günlük kıyafeti ile ve ayakkabısız çıkmış. Bunu “Size çok komik bir şey anlatacağım,” diyerek anlattı, anlattıktan sonra pek güldü ve sonra da bacağını kaldırıp ayakkabısız ayağını gösterdi.

Bu arada Lena’nın bu seneki şarkısı geçen senekinden daha güzel. Yeniden kazanır mı bilinmez ama basit ve akılda kalıcı şarkıların bu yarışmada her zaman şansı var.

Arenanın basın merkezinde yüzlerce bilgisayar, çok rahat oturma grupları, bedava internet bağlantısı ve kahve var. Sabahtan akşama vakit geçirilebilecek bir yer. Eurovision ruhunun en fazla hissedildiği yer burası zira etrafta dolaşan herkesin derdi gücü Eurovision. Her köşeye yerleştirilmiş ekranlardan basın toplantılarını ve provaları izleyebilmek de mümkün.


Bize akreditasyonumuzu alırken birer de çanta verdiler. İçindeki yarışmayla ve Düssldorf’la ilgili bilgilendirme kitapları ve bilumum sponsor mamülleri var. Vodafone’dan sim-kartlar, Swarzkopf’tan saç bakım ürünleri, kalemler, post-it’ler, Metro’dan şekerleme ve çikolatalarla dolu eğlenceli bir çanta.


Yarışmanın ana sponsorlarından biri olan Metro, basın merkezinde kahve servisinin yanı sıra elma da dağıtıyor. Evet, burada herkes elma yiyor. Herkesin elinde üzerine Metro ismi kazınmış elmalar var. Buna mukabil etrafta doğru dğrğst başka bir yiyecek ve su yok. Sadece domuz etinden yapılmış iri sosisler kullandıkları “hot-dog” ve tatlı, gazlı tuhaf bir içecek (su demeye dilim varmıyor) var.


Arena dönüşü şehir merkezindeki bir İtalyan restoranında bir şeyler yiyelim diye oturduk. Sahibi olan kadın bir Türk çıktı. Otele gitmeden önce su almak için bir markete girdik, sahibi Türk çıktı. Metroda hangi taraftan bineceğimizi sormak için konuştuğumuz güvenlik görevlisi, Mc Donalds’da siparişimizi alan çalışan, basın merkezinde kahve servisi yapan kızlar, herkes ama herkes Türk’tü. “Alamanya acı vatan” denirdi ya eskiden, acısı bir yana da, vatan eylemişiz iyiden iyiye, orası kesin.

Biraz dinlendikten sonra gece geç saatte tekrar yola düşüp Euro Club’a gittik. Yarışmanın geleneklerinden biri de bu Euro Club’lar. Yarışmanın yapıldığı şehirde büyücek bir kulüp Euro Club haline getiriliyor ve yarışmayla ilgili herkes her gece soluğu orada alıyor. Tabii gece boyunca kulüpte sürekli eski yeni Eurovision şarkıları çalındığını söylememe bilmem gerek var mı?

Düsseldorf şehir merkezi, sanırım Cumartesi gecesi olmasının da etkisiyle epeyce kalabalıktı. Sokaklar eğlenen, gülen, içen ve haliyle coşan insanlarla doluydu. Euro Club’ın kapısında ise inanılması güç bir kalabalık ve kuyruk vardı. Akreditasyon kartlarımız burada da işe yaradı (burada da diyorum zira kart sahiplerine metro ve ring otobüsleri de ücretsiz) ve kuyruk beklemeden içeri girdik.


Euro Club’da gerçekten deli bir eğlence vardı beklediğimiz üzere. Çalana her Eurovision şarkısını bilen kalabalık, her şarkıya sadece söyleyerek eşlik etmekle kalmıyor, aynı zamanda koreografisini de birebir yaparak dans ediyorlardı. Eurovision denilen şeyin çok başka bir fenomen, bir tutku olduğuna bir kez daha kanaat getirdim. Ben bu kanaati getirirken içerinin klimasız sıcak havası ve sigara dumanı (evet evet kapalı alanda sigara) bizi bunaltmaya devam ediyordu o ayrı. Fazla kalmadık. Otele döndük.

Bu satırları size Basın Merkezinden yazıyorum ve şu anda BBC 3 kanalından bir ekip bizimle röportaj yapmak için izin istedi. Yedi sekiz kişilik Türk grubu olarak hem sohbet ediyor, hem de televizyondan provaları izliyoruz. Kızım çok mesut çünkü aylardır şarkılarını ezberlediği yarışmacılar etrafta dolanıp duruyor ve o her biriyle ayrı ayrı fotoğraf çektiriyor. Özellikle favorisi olan Fransız şarkıcıyla resim çektirdiğine çok memnun oldu. Evet Fransa’nın bir opera aryasına benzeyen şarkısı gerçekten çok etkileyici. Gencecik solistin vokal performansı da müthiş. Ama böylesi bir şarkının yarışmada şansı ne olur bilemiyorum.


İzlenimler devam edecek, takipte kalın.

MAYIS 2011

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder