Zeki Güner Röportajı


"Pırlanta Uzmanıyım Ben Aslında"

ZG: Bu işten para kazanabileceğimi bile düşünmüyordum. Pırlanta uzmanıyım ben aslında.

YHT: Nasıl yani?

ZG: Tabii tabii, aktif olarak yapıyordum. O kadar da güzel bir kariyerim vardı ki…




“Hikayenin en başından başlayalım mı?” dediğimde, aramızda kelimesi kelimesine bu konuşma geçti. İzmir’de yaşayan, henüz yirmili yaşlarının ikinci yarısında, pırlanta uzmanı bir genç, ülkenin dört bir yanında ezbere söylenen şarkıların bestecisine nasıl dönüşmüştü peki?..

Yapmaya koyulduğumuz röportajın bana beklediğimden de cazip bir hikaye sunacağını o dakika anlamıştım. Karşımda oturan güleç yüzlü, iri mavi gözlü, sakin ve ikna edici bir ses tonuyla konuşan, sarışın genç adam hakkında herkes gibi ben de çok az şey biliyordum. Adeta birden bire ortaya çıkmış ve yazdığı usta işi şarkılarla popüler müzik gündeminin tam ortasına düşmüştü. “Üzüm”, “Emanet”, “Düştüysek Kalkarız”, “Kıyamazdın” ve diğerleri…


ZG: Aslında ilk okuldan beri ben bir şeyler yazıyordum. Herkes bayılıyordu yazdıklarıma. Arkadaşlarım kızları tavlamak için bana şiirler yazdırırlardı. Herkes için ayrı şiir yazardım ve onlar mutlaka kızları tavlarlardı. Benim için kelimelerle oynamak güzeldi.

Göksu sırtlarındaki evin geniş pencereleri, yüksek ve koyu gölgeli çam ağaçlarının yeşiliyle dolduruyor mobilyası az, güneşi çok, huzurlu oturma salonunu. Salonun bir köşesinde bir bilgisayar, klavye ve gitar var. O karenin fotoğrafını çekiyor hafızam. Çünkü biliyorum ki o şarkıların yazıldığı yer tam da o köşe.

"Hayatım Kadın Çok Elit Yaaa!"

YHT: Peki ne oldu sonra?     

ZG: Levent Üzümcü’nün ailesi bizim İzmir’deki evimize kapı komşusuydu. Levent ağabey almış başını gidiyordu. Ünlü bir tiyatro oyuncusu olmuştu, Avrupa Yakası’nda oynuyordu. Ben de ondan rica ettim. Benim yazdıklarımı Sezen’e ulaştırır mısın dedim. Sezen de o dönemde Avrupa Yakası’nda konuk oyuncu olmuştu. Veririm tabi dedi Levent Ağabey.


Üç ay boyunca hiç ses çıkmadı. Sonra bir gün sordum. “Hayatım kadın çok elit yaaa, veremedim ben,” dedi. Günlerden Cumartesiydi. Pazartesi akşamı da Fuar Açık Hava’da Sezen’in konseri var. Biz ailece çok severiz zaten. İzmir’de kaç gece konser verecekse, her geceye bilet alırdık biz, her gece giderdik. Ve pazartesi de gidecektik.

Şekersiz Türk kahvelerimizi getiriyor. “Ben kahveyi çok güzel yaparım,” diyor. Kahve kokusu çam kokusuna karışıyor. İstanbul erken sıcak bir Mayıs öğleden sonrasında. 

ZG: Eğer şarkı yazıyorsan mutlaka Sezen’e dinletmek, okutmak, onaylatmak gerekir diye bir şeyler yerleşmiş ya bilinç altımıza... Ben de okutmak istiyordum. Ama “Bakın ben şarkı yazıyorum,” diye değil; “Bak yazdıklarınla neler yapıyorsun başkalarına, bana neler katmışsın” demek, bunu göstermek istiyordum.


O gece konserde en önde oturuyoruz. Bir Sezen’e bakıyorum, bir kendime bakıyorum. Üç metre mesafe var aramızda ama o kadar uzak ki… Konser devam ederken yanımda oturan kız kardeşim, “Üçe kadar sayalım, sonra sen Sezen diye bağır,” dedi. Yaparsın yapamazsın derken ben sahiden bağırdım. Durdu, döndü, “Ne var?” dedi. “Bir hikayem var,” dedim. “Aaa ne güzel, hadi gel anlat,” diye cevap verdi.

Bizim de seneler, uzun seneler evvel Sezen’ e ulaşma niyetiyle oynadığımız oyun geliyor aklıma. Okan Bayülgen’in “Gece Kuşu”na konuk olmuşlardı maaile. Sezen, Levent, Sertab… Programdan sonra kanalı arayıp bir arkadaşımızı Uğur Yücel diye konuşturmuştuk. Bağlamışlardı Sezen’i ama Sezen durumun farkına varır varmaz telefonu yüzümüze kapatmıştı.   

ZG: Kalktım gittim ben de sahneye. Yanına gidince kulağıma eğilip “Sen hikayeni anlat, ben üstümü değiştirip geleyim,” dedi. “Olmaz!” dedim. “Benim hikayem sizle ilgili.” “E bana mı anlatacaksın yani?.. Peki o zaman,” dedi.


Salonda üç bin beş yüz kişi var ve rahat bin kişisi tanıdık. Ben mikrofonun karşısına geçip ilk cümlemi kurdum: “Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyorum.” Bu cümleyi duyunca Sezen memnuniyetsiz bir mimik yaptı. Tam gözlerinin içine bakıyordum, bunu çok net gördüm ve o an her şey benden uçup gitti.

Sezen’in sesini telefonun öbür ucunda duyduğumuzda yaşadığımız zafer sevincinin, telefonun yüzümüze kapatılmasıyla birlikte koyu bir hüsrana dönüştüğü anın buruk acısını bunca yıl sonra bile unutmadığımı fark ediyorum. 

"Bu muydu Senin Hikayen?"

ZG: Her şeye rağmen hikayemi tamamlamak istedim ve “Size bir tiyatro oyuncusu vasıtasıyla yazdıklarımı okutmak istedim ama aldığım cevap neydi biliyor musunuz?..” Merakla baktı gözlerime. “Neydi?” diye sordu. Levent Ağabey’in bana söylediği cümleyi aynen söyledim. Sezen şöyle bir baktı, hafif azarlar gibi,” Nasıl yani,” dedi. “Bu muydu senin hikayen?”


“Hikayem buydu evet ama ben şimdi size bir soru sormak istiyorum bu insanların huzurunda. Az önce yerimde otururken aramızdaki mesafeye baktım, üç metre kadardı. Bana bu kadar yakınken, nasıl bu kadar uzak olabiliyorsunuz?” O an herkes alkışlamaya başladı.

YHT: Bu bir eleştiri miydi?

ZG: Hayır bu bir isyandı.

YHT: ”Sana daha yakın olmak istiyorum” mu?

ZG: Evet. Bir insanı sadece şarkılarından tanımak güzel bir şey. Ama ya o tanıdığım sen değilsen? Ben biraz da özü yakalamak derdinde olduğum için, hayran olduğum kadının özünü görmek istiyordum.

YHT: Peki sonra ne oldu?

ZG: “Sen yerine git, ben sana neden bu kadar uzak olduğumu anlatayım,” dedi. Ben yerime dönerken herkes benim ne kadar şanslı olduğumu düşünüyordu. Bense ne kadar şanssız olduğumu. “Ben sana neden bu kadar uzak olduğumu anlatayım,” demek, uzak olduğunu kabul etmekti aslında.

Sonra Sezen anlatmaya başladı. Dünya başıma yıkıldı sandım. Çekip yakaladığım bir cümle vardı; “Bu ülkede herkes şarkı sözü yazıyor, kendini farklı mı zannediyorsun?”

“Koskoca” Sezen Aksu’yu, konserinin ortasında, binlerce kişinin önünde bu şekilde eleştirmek, “Ben buradayım beni fark et,” demek miydi aslında? Bazen yazdığım yazılarda ben de kendimi bunu yaparken yakalamıyor muydum? Eleştirmek bir miktar da kendini ifade etmek kaygısı mı taşıyordu yani? Anlattığı anı yeniden yaşar gibi. Aramızda yeni tanışlığın olağan resmiyeti olmasa, gözleri doldu dolacak.

ZG: Çok mutsuz oldum. Gece eve döndükten sonra bilgisayarımın başına geçtim. Sezen’in ne demek istediğini düşündüm uzun uzun. Ne yapacağımı düşündüm. Aklıma Sezen’in öğrencileri geldi. Kimlerle çalışmıştı? Sertap, Levent, Aşkın, Işın… İnternetten araştırmaya başladım.

Işın’ın ilk albümü tamamen Sezen Aksu prodüksiyonuydu. Sonraki albümlerinde ise Sezen şarkıları giderek azalıyordu ve sonunda kalmıyordu. Işın’ın “web” sitesine bir “mail” gönderdim. “Mail”in sonuna da bir şarkı sözü yazdım.


Ertesi gün cevap geldi. “Öncelikle içtenliğiniz için çok teşekkür ederim,” diye başlıyordu. Bütün şarkı sözlerimi istiyordu benden. Sonra ben ona sürekli şarkı sözleri göndermeye başladım. İki-iki buçuk ayda bir de gönderdiklerime yorum yapan bir cevap geliyordu Işın’dan. İnanır mısınız, üç yıl boyunca beş bin “mail” göndermişim.

"Sen Yazmaya Devam Et"

Biz böyle yazışmaya başladığımızın altıncı ayı filandı galiba, İzmir’e bir programa gelmişti. O gece tanıştık, konuştuk. O günlerde albüm çalışması olmadığı için “Sen yazmaya devam et,” dedi bana.

O gece nasıl ilk kez yüz yüze tanıştıklarını da anlatıyor her detayıyla. Işın Karaca’nın program yaptığı otelin salonunda kağıt peçeteye yazdığı notu, Işın’ın “Lütfen içini açın okuyun” cümlesini “Lütfen içten okuyun,” diye anlamasını, notu yazanın o olduğunu anlayınca programı kesip onu kucaklamasını, programdan sonra kuliste görüşmelerini…    


ZG: Üç yılın sonunda bir gün “Çalışmaya başlayacağız,” dedi. Hafta sonları İstanbul’a gelip gitmemi istiyordu. Oysa ben Cumartesileri de çalışıyordum. İş yerimden bu konuda izin çıkmadı. Madem öyle, ben de işi bırakırım dedim ve işi bıraktım. Yaz aylarıydı. Tatilimi yaptım geldim. Işın’dan haber bekliyorum. Ses seda yok. Aylar geçti. Uzun süredir çalışmıyordum. İstanbul’a gitmeye karar verdim. Uçak biletimi bir arkadaşım aldı. Cebimde İstanbul’da üç gün kalabilecek kadar param vardı sadece.

İstanbul’a inince Işın’a geldiğimi haber vermek için bir mesaj gönderdim. “Görüşebilecek miyiz?” diye sordum. “Allah büyük,” diye bir cevap geldi. Şaşırdım. Üç gün geçti. Işın aramadı. Yapacak bir şey yoktu. Daha fazla da kalamazdım. Bakırköy’e gitmek üzere deniz otobüsüne bindim, telefonumu kapatmadan önce de Işın’a son bir mesaj daha gönderdim. “Ben bu kadar kalabilecek durumdaydım, artık gidiyorum,” yazdım.

Deniz otobüsünde yolculuk boyunca ağladım. İzmir’e geri dönünce aileme, arkadaşlarıma ne diyeceğimi bilmiyordum.

Hepimizin benzer hikayeleri vardı oysa. Eğer soran o, anlatan ben olsaydım, belki de değişen sadece isimler ve tarihler olacaktı. Konuştuğum kişi beni gereğinden fazla gülümseyerek ve sürekli kafa sallayarak dinlerse, genellikle “dinliyorum” mesajının bu kadar abartılı veriliyor olmasından işkillenir, aslında o kadar da can kulağıyla dinlenmediğim şüphesine kapılırdım. Meğer boşuna kapılırmışım. Bir yandan can kulağıyla dinliyor, bir yandan da kafa sallayarak onaylıyorum her söylediğini. O kadar benim hayatımdan da geçmiş ki tüm bu detaylar…

"Sadece 20 Liram Var"

ZG: Deniz otobüsünden inip telefonumu açınca altı tane mesaj gördüm. Hepsi Işın’dan gelmişti ve hepsinde “Neredesin?” yazıyordu. Aradım. Stüdyodalarmış meğerse. “Taksiye atla gel,” dedi. “Sadece 20 liram var,” dedim. “Eğer oraya geldiğimde sizi bulamazsam sokakta kalırım.” Neyse ki asistanı beni karşılamaya gelmişti ve biz bir araya geldik.


O akşam beni evine götürdü. Oğlu Erda’yla, kedisiyle, köpeğiyle tanıştık. Hatta hiç unutmuyorum, akşam yemeğinde taze fasulye ve pilav yedik. İnanılmaz bir geceydi benim için. O gece çatı katında oturup çalışmaya başladık. Işın’ın “Uyanış” albümündeki “Ben Bilirim” adlı şarkı sözü, benim onunla birlikte yazdığım ilk şarkı sözüdür.



ZG: Işın sayesinde ben bu camiaya da girmiş oldum. Onunla günde neredeyse on iki saat beraberdik. O nereye giderse ben de yanındaydım. Besteci Müfit Bayraşa’nın oğlu Ozan Bayraşa ile böyle tanıştım ve babasının bir bestesine yazdığım sözler çok beğenilince o şarkı Ayşegül Aldinç’in o günlerde hazırlanmakta olan albümüne girdi. Çeşitli nedenlerle o albüm çıkamadı ama şarkı hala Ayşegül Aldinç’te ve önümüzdeki aylarda yayımlanacak.   

Ozan Bayraşa’nın birlikte çalıştığı isimlerden biri de Niran Ünsal’dı. Bu sayede Niran Ünsal’ın iki bestesine söz yazdım.


O günlerde Erkan Güleryüz’e de bir şarkı sözü verdim. İlk Işın’la çalışmaya başladığım halde, ilk yayımlanan şarkı sözlerim Niran Ünsal’ın “Sesler ve İzler” albümündeki o iki şarkıdır. Erkan’a verdiğim şarkı sözü onlardan sonradır. Işın ise en son çıktı.


Erkan Güleryüz’ün “Yegane” albümünde Sezen Aksu’nun şarkıları da vardı. Böylece ben Sezen’le aynı albümde yer aldım. Hayatın seninle ilgili hayal ettikleri, bazen senin hayal ettiklerinden çok daha farklı oluyor; daha fazla oluyor. Bu öyle bir şeydi benim için.


Işın’ın “Uyanış” albümünde birlikte yazdığımız altı, benim tek başıma yazdığım bir şarkı vardı. Yazık ki albümün çıkışından sonra Işın bir takım özel sebeplerden dolayı albümü geriye itti, promosyon yapmadı. Bence anlaşılamamış bir albümdür o. Yoksa çok güzel şarkılar vardı içinde.


“Uyanış” albüm kartonetinden Işın Karaca’nın Zeki Güner’e teşekkür paragrafı: “Hiç sıkılmadan, İzmir’den bana ulaşmak için çok çaba gösterdin. Sabrın Zeki beni hiç germedi. Seninle içimdeki şaire ulaşmanın  mutluluğu, üretmenin keyfini yaşamak çok şahane oldu. Eksik yanımı tamamlayan küçük kardeşime sonsuz sevgiler.”

YHT: Buraya kadar hep şarkı sözlerinden bahsettik. Peki Zeki Güner besteleri nerede?

ZG: O ana kadar yayımlanan şarkı sözlerimi herkes beğeniyordu ama çok büyük ses getirmemişlerdi. Bir şeyler yapmalıydım. O aralar ben beste bulamamaya başladım. Bana söz yazmam için getirilen besteler arasından “A plus” bir şey çıkmıyordu, ben de hissedip yazamıyordum. Ben bu işin üstesinden gelirim diye düşündüm. Dört yıl kadar eğitim almıştım, kanun çalıyordum. Müzik de biliyordum az çok. Kendi bestelerimi yapmaya başladım.

Herkesin hayatında en az bir kırılma noktası vardır. Bazen bir, bazen birden çok daha fazla kere kırılır hayatınızın dümdüz çizgisi. Başka bir yöne, başka bir istikamete saparsınız hiç ummaz, beklemez, aklınızın ucuna dahi gelmezken.


”Bir şey içer misiniz?” diye soruyor. Göz ucuyla kayıt cihazının ne alemde olduğuna bakıyorum. Yine kaptırmışım kendimi. Röportaj yapıyor olduğum gerçeğini tamamen unutmuş, sohbete dalmışım. Ben bir şey istemiyorum. O kendine bir soda alıp geliyor. Sessizliği kuş cıvıltıları dolduruyor. Kayıt cihazının duyabileceği kadar da yüksek sesle cıvıldıyorlar üstelik. Kuş cıvıltıları bana Twitter’ı hatırlatıyor. Gelene kadar açıp baksam mı diye geçiriyorum içimden. İki saattir açmadım. Kim bilir neler neler yazılmıştır. Hikayenin asıl heyecanlı kısmı şimdi başlıyor oysa. Zeki Güner elinde soda şişesiyle mutfaktan çıkıp geliyor ve kaldığı yerden anlatmaya başlıyor…

ZG:Yayımlanan ilk bestem “Emanet”ti. “Emanet” piyasaya çıktı ve benim dünyam değişti. 


"Bütün Şarkıları Masmaviydi"

Oturduğum sitede çok yakın bir arkadaşım var, adı Turan. Sitenin de kuaförüdür. Onunla bir gün kahve içerken elimde bir şarkı olduğundan ve bunu Yonca Lodi’ye yakıştırdığımdan bahsettim. Ben Yonca Lodi’yi dinlerdim. Çok iyi bir şarkıcıydı ama bütün şarkıları masmaviydi.

YHT: Masmavi?

ZG: Bir türlü halka inemiyordu. Ben bunları aynen Turan’a söyledim. Ve dedim ki “Elimdeki şarkı tam da halka inebilecek bir şarkı.” Ben bunları anlatırken Turan eline telefon aldı, birini aramaya başladı. Ben lafımı böldüğü için kızarken, o meğer Yonca Lodi’yi arıyormuş.

Yonca Lodi de bizim sitede oturuyordu ve Turan sitenin kuaförü olduğu için Yonca’yı tanıyordu ama benim bundan haberim yoktu doğal olarak. Benden ve şarkıdan bahsetti. Sonra ona benim telefon numaramı verdi. O gün Yonca Lodi bana geldi ve şarkıyı dinledi. Şarkının “demo”sunu Ferhat Göçer seslendirmişti.

YHT: Ferhat Göçer mi? Bu nasıl oldu?

ZG: O sıralarda biz “Üzüm”ü kaydediyorduk Ferhat Göçer ile. Ben de “Emanet”i yeni yapmıştım. Mırıldandım bir gün. “Bunu ben bir okuyayım,” dedi ve stüdyoda kaydettik. Hatta Ferhat Göçer talip de olmuştu şarkıya. Elimdeki bu kaydı Yonca Lodi’ye dinletince, şarkının “demo”sunu Ferhat Göçer’den dinleyince, haliyle etkilendi tabii. “Bu şarkı benim,” dedi.

YHT: Sonrasına geçmeden, Ferhat Göçer’e “Üzüm”ü nasıl verdiniz?

ZG: Ferhat Bey’in menajeri ile arkadaştım ben. Ona dinletmiştim şarkıyı. Nakarat kısmında başka sözler vardı. Eğer o kısmı daha güçlü hale getirirsem şarkıyı alacaklarını söyledi. Henüz Ferhat Bey şarkıyı hiç dinlememişti. Ben de oturdum ve şarkının şimdiki halini yazdım. Aldılar, iki gün içinde de okundu ve param ödendi. Çok temiz, sıkıntısız bir işti.


Ferhat Bey herkese eşit mesafede durur, kimseyle arkadaş değildir. Duvarları vardır, saygısı vardır ve bu yüzden onunla aranız asla bozulmaz. Bunu nasıl başarıyor bilmiyorum. İşini çok ciddiye alır. İyi şarkının peşinde koşar. Şimdi arasam bir şarkı var diye, koşar gelir. Ve şarkının hakkını verir. Piyasada ender bulunabilecek adamlardan biridir.

YHT: Galiba başarısının sırrı da burada yatıyor. Peki Yonca Lodi’ye dönersek tekrar, “Bu şarkı benim,” dedi. Sonra?..

ZG: Doğal olarak para konuştuk. Ben şarkının bedelini söyledim; o bağlı bulunduğu firmanın bu miktarın ancak yarısını ödeyebileceğini söyledi. Sonra aranjörüyle birlikte şarkının “demo”sunu hazırladılar. Dinlediğimde çok beğendim. Kendince bir lezzet katmıştı şarkıya, çok güzel olmuştu. Sonra Yonca beni firmasıyla tanıştırmaya götürdü. TMC’ye birlikte gittik ve Mustafa Karahan bana, bestelerimin edisyon haklarını  yürütmeyi teklif etti.

Çok sıcak baktım çünkü güvenli, korunaklı bir yer arıyordum zaten. Ancak edisyon bünyesine girince aileden biri muamelesi görmeye başladım ve emeğimin karşılığını alamaz oldum. Yonca Lodi “Sen bu rakamlara ikna ol, ben iş yaptıkça aradaki farkları sana ödeyeceğim,” şeklinde bir söz verdi. Ben Canım Ailem dizisinde kullanılması için “Emanet”i ücretsiz verdim. Şarkı diziyle tanındı ve bir anda popüler oldu.


Burada Yonca Lodi’nin o güne dek ardında getirdiği tertemiz bir geçmiş ve benim tertemiz bir bestemin ortak başarısı vardı aslında. Şarkı ikimize de yaramıştı. Ben tanındım, Yonca ilk defa halka inmeyi başardı. Üstüne bir de “Düştüysek Kalkarız”la aynı başarıyı sürdürdük. Eğer iş sadece şanstan ibaret olsaydı, ikinci kez aynı başarıyı yakalayamazdık.


“Emanet” çok başarılı oldu evet ama benim para kazanmaya başlamam “Üzüm”le oldu biliyor musunuz? Şarkıyı Ferhat Göçer’in seslendirmiş olması çok dikkat çekti ve “Üzüm” yayımlandıktan sonra benim telefonlarım hiç susmamaya başladı. Gülben Ergen aradı mesela ve bu şarkıyı kaçırdığı için sitem etti bana. Aynı şekilde Yeşim Salkım da öyle, ki hiç tanımıyordum ikisini de.


Hep öyle olurdu. Eğer isminiz bilinmiyor, tanınmıyorsanız kimse umursamazdı sizi şarkılarınız ne kadar güzel olursa olsun. Sonra umursayan biri çıkar, onun sesinden şarkının popüler olunca da herkes peşinizden koşmaya başlardı. Bu hikaye de hiç yabancı değildi.

Bir sigara daha yakıyor. Aslında hikayenin anlatması en zor, en yorucu kısmına geldiğimizi anlıyorum. Bana bir gün telefon açıp “Çok doluyum. Birilerine anlatmam lazım. Beni en iyi siz anlar ve yazarsınız,” demesinin bir sebebi vardı mutlaka ve sanırım şimdi o sebebe gelmişti sıra.

ZG: O günlerde Yonca’nın kazandığı başarıyı sadece kendine mal etme gayretini sezinliyor ve üzülüyordum. Feci hırslanmıştı ve ben bunun sebebini çözemiyordum. Albüm için başka şarkılar da vermiştim ona. Hepsini aynı düşük bedelle vermiştim üstelik. O ise işlerini ikiye, üçe katlamıştı. Sürekli “extra”lara gidiyordu. Bense hakkımı alamamıştım. Oysa benimle çalışmanın karşılığını ödeyen insanlar da vardı ve bu yapılan benden çok onlara haksızlıktı.


Bu düzen hep böyle işliyor aslında. Şarkıcılar bestecilerin şarkılarıyla gündeme geliyor, işten işe koşmaya başlıyorlar. Bestecilerse iki üç yıl sonra dönecek telifleri beklemek zorunda kalıyorlar. Ondan sonra da bestecilerin albüm yapması eleştiriliyor. Bakın ben bu kadar konuşulan besteye imza attım, bana bir tek radyo televizyon röportaj teklifi gelmedi. Ne zaman ki kendi söylediğim bir şarkıyı yayımladım, o zaman röportaj teklifleri gelmeye başladı. Bestecinin tek başına bir haber değeri yok ki.

YHT: Yeri gelmişken onu da konuşalım. Evet “Haberin Olsun” adlı bestenizi kendiniz seslendirdiniz ve dijital platformlarda satışa sunuldu. Buna neden ihtiyaç duydunuz? Daha fazla tanınmak mıydı maksat ya da para kazanmak?

"Bülent Ortaçgil Gibi Olmak İstiyorum"

ZG: Benim ünlü olmak gibi bir derdim yok. O kadar çok şey biliyorum ki şu camia hakkında. İki gazeteye konuşsam bu beni zaten ünlü eder. Ya da her şarkı verdiğimle birlikte olurum, manşetlere çıkarım. Ama ya iki ay sonra ne olacak? Benim başka bir derdim var. Ben Bülent Ortaçgil gibi olmak istiyorum. Şarkılarımla uzun soluklu olmak ve öyle anılmak istiyorum.



Mesela Atilla Özdemiroğlu ile çalışıyoruz. Bugüne dek hep en iyilerle çalışmış. Çok başka bir çalışma stili var. Bir cümleyi çalıyor kemanla ve “Ben kahve almaya gidiyorum, gelene kadar sözler hazır olsun,” diyor. O an orada bir şeyler yazmak zorundasınız. Çok başka şeyler öğreniyorum Atilla Beyden. Yeni jenerasyondan Atilla Özdemiroğlu ile çalışan hiç kimse yok. Bunun gururunu duyuyorum. Ama bu hiçbir yerde haber olmadı, kimse bilmiyor. Yakında Ziynet Sali’nin albümünde yayımlanacak Atilla Bey’le birlikte yaptığımız şarkılar.

Benim için şarkımın haftalarca liste başı kalması değildir başarı. Ama Atilla Özdemiroğlu ile çalışıyor olmak bir başarıdır. Ben kalıcı olanın peşinde koşuyorum.


Röportajın sonunda bana henüz çalışma aşamasındaki o şarkıları dinletecek. Her çalan şarkıda nasıl coşkuyla dolduğunu, nasıl eşlik etmeye başladığını, sonra da şarkı hakkında nasıl övgülü sözler sarf ettiğini görünce üretmenin, yazıp çizmenin insanı onurlandıran, yükselten, besleyip büyüten Tanrısal gücüne bir kez daha şahit olacağım. Ama henüz değil. Şimdilik sadece adı geçen Atilla Özdemiroğlu – Zeki Güner şarkılarını deli gibi merak ettiğimle kalıyorum.   

"Ferhat Göçer Neden Senin Adını Hiç Telaffuz Etmiyor?"

YHT: Tekrar dönelim Yonca Lodi’ye. Şarkılar bu kadar başarı kazanmışken sizin aranızda soğuk rüzgarlar esmeye başladı. Neden?..

ZG: “Üzüm” çıkmıştı o günlerde ve her yerde çalınıyordu. Yonca Lodi bana geldiği bir gün “Ferhat Göçer neden senin adını hiç telaffuz etmiyor,” diye sordu. Oysa kendisi de Beyaz Şov’a çıktığı gün elbisesinin terzisinden bile bahsetmiş ama benim adımı hiç anmamıştı. “Yonca uzaktan bakıldığında sen de farklı durmuyorsun,” diye cevapladım. O da bana “Nankör” diyerek çıkıp gitti.

Şunu söylemeliyim. Hiçbir şarkıcı, bestecinin adını telaffuz etmek zorunda değil. Ama yapmalı. Çünkü o şarkının asıl sahibi benim ve ben de televizyon başında en az senin kadar heyecan duyuyorum şarkım çalınır, söylenirken. Yonca Okan Bayülgen’in programına çıktı. Şarkı bittikten sonra salondaki seyirciler susmadı, devam ettiler şarkıya. Bu belki de Yonca’nın hayatında ilk defa başına geliyordu. Ama o gece de o benim adımı anmadı. Bunlara kırılıyorsunuz tabii.

Bundan birkaç sene önce kırk yıllık Ajda Pekkan – Fikret Şeneş dostluğunun da aynı nedenle hasara uğradığını geçiriyorum aklımdan.  

YHT: O gün mü bozuldu aranız peki?

ZG: Hayır. Bu olaydan on on beş gün sonra bana bir mail gönderdi ve kimseyle küs kalamadığını yazdı. Birkaç gün sonra da doğum günümdü zaten. Aramızdaki buzlar eridi. Hatta benim doğum günüme de katıldı.

Bir süre sonra Burak Yeter’in “Düştüysek Kalkarız”ı “cover” yapmak istediğini öğrendim. Beni aradılar. Bütçede anlaştık, ben de onay verdim. Sonra Yonca’yı aradım. Durumu anlattım. Yonca ise aynı şarkıyı Murat Uncuoğlu’na “remix” yaptırmakta imiş. O “remix” için bana bir ödeme yapılmayacaktı çünkü şarkı için TMC öyle bir muvaffakatname almıştı benden. Ve bana sorulmamıştı bile bu “remix” olayı.

Sonra Yonca firmasıyla da görüşmüş, muvaffakatnâme de  vermiş. Ancak iş benden muvaffakatnâme almaya gelince, Burak Yeter’in firmasından ilk konuştuğumuz rakamın sekizde biri gibi düşük bir rakam teklif edilince ben onay vermedim ve Yonca’yı arayıp durumu anlattım. Meğerse o da izin vermesi karşılığında  Burak Yeter’in yapacağı “remix”i bedelsiz kullanma taahhüdü almış firmadan. Ve benim vazgeçtiğimi duyunca buna tepki gösterdi.

Bir süre sonra bana bir mesaj yolladı. “Senin bu yaptığın dengesizliktir. Beni şirketime rezil ettin,” gibi ağır cümleler vardı bu mesajda. O gün stüdyodaydım, yeni şarkımın kaydını yapıyordum. Yerle bir oldum. Ne çalındı, ne yapıldı bilmiyorum. O kadar üzüldüm ki…

Aslında mesele onunla ilgili değildi. Ortada bana yapılan bir haksızlık vardı ve ben onun benden yana tavır koymasını beklerdim. Bunları mesajla yazdım ona. Cevap vermedi. Bir süre sonra menajerimi arayıp “Bir daha onunla çalışmayacağım,” demiş.

Kırgınlığı, üzüntüsü gözlerinden okunuyor. Haksızlığa uğramışların mutsuzluğu, hayal kırıklığıyla tınlıyor cümleler. Dışarıda kuş cıvıltıları. Evin ara kapısı kapalı diğer bölümünden tıkırtılar geliyor. “Işın’ın kedileri,” diyor gülümseyerek. “Hamileyken bakamayacağı için bende duruyorlar. Camlar açık diye ara kapıyı kapattım.” İki bembeyaz tüylü, iri İran kedisiyle birazdan müşerref olacağız.


ZG: Bu arada şunu da söylemeliyim. “Düştüysek Kalkarız” için çok ünlü bir erkek şarkıcı benim önüme açık çek koymuştu. Sırf şarkıyı Yonca Lodi’ye değil ona vermem için. Ama kabul etmedim çünkü Yonca’ya söz vermiştim.

Yine aynı şarkıyı yeni çıkacak bir şarkıcı istemişti üstelik korkunç bir meblağ karşılığında. Yine kabul etmedim. Ben şarkı satmıyorum çünkü. Yaptığım işi şarkı satmak olarak görmüyorum. Ben şarkı veriyorum insanlara; satmıyorum. Ama bir yandan da benim de hayatımı geçindirmem, faturalarımı ödemem lazım çünkü benim başka bir işim yok, bu işten para kazanıyorum. Kaldı ki bu işin garantisi de yok. Şarkıcı her şekilde bir yerlerde sahneye çıkıp para kazanır ama besteci bir şarkı verir, sonra bir daha üç yıl veremeyebilir. Garantisi yok.

"Şarkıların Hiç mi Hatırı Yok?"

Röportaj süresince birkaç kez çalan telefonunu hiç açmıyor, hep “No”ya basarak sonlandırıyor aramaları. Ancak bu defa çalmadığı halde eline alıyor telefonunu, tuşlara basarak bir şeyler aramaya başlıyor.


ZG: Menajerimi arayıp bir daha benden şarkı almayacağını söylemesinden sonra ben ona bir mesaj yazdım. Her şeyi bir kenara bıraktım ve bütün samimiyetimle yazdım.

“Sen nasıl aklıyorsun kendini,
Ben siyaha karıştım çok
Bizi bir araya getiren o şarkıların hiç mi hatırı yok?
Yol aynı yol da yolcular başka
Getirmiyor senin kadar beni aşka
Ben çekildim sen de daha çok savaşma
Alt edelim gururu gitsin,
Bu küskünlük bitsin
Ve bu siyah yağmur dinsin
Kimleri affettik ikimiz de
Biz de geçmiyorsa vicdan
Bence ikimiz de çöpe atalım gitsin!”

“Aşık soyunur sazıyla,” diyecek Çiğdem Erken bu röportajdan bir iki hafta sonra yayımlanacak “Kız Kafası” albümündeki “Soyunamazsın” adlı şarkısında. Duyar duymaz da aklıma bu şiir gelecek. Zeki Güner sazıyla değil belki, ama cümleleriyle soyunuyor. Kendini en iyi ifade edebildiği yolla ifade ediyor. “Bir gün şarkı yapacağım bunu,” diyor ben daha bir şey söylemeden. Her yazan gibi onun da yazdığı her cümlede hayatından izler olduğunu, söylemese de anlıyorum.  

YHT: Ne cevap verdi peki?

ZG: Tek bir satır cevap vermedi.

Ben şarkılarımı konserlerinde üçer defa söylediğini biliyorum. Ben şarkılarımı çeksem, insanlar konserlerinde “Emanet”i ,“Düştüysek Kalkarız”ı istediğinde ne söyleyecek? Bu mudur? Buraya mı gelmeliydi her şey?

En son Twitter’da isim vermeden şöyle bir şey yazdım: “İnanmamıştım ikna oldum, artık yerine sessizlik koydum. Yine de açık olsun yolun, hakkındır. Ama bu okudukların benden son şarkındır.”

Ben ayrılıkların iki tarafa da bir şey kazandırmadığını düşünenlerdenim. Her veda kötüdür. İkimiz de bir şeyler kaybettik sonuçta. Ölür müyüz, ölmeyiz elbette. Ama yanlıştı ve ben bu yüzden çok mutsuzum. Ben her şeye rağmen benim şarkılarımı okuyan birine saygı duydum ama o bana aynı saygıyı duymadı.


Akşamın hüznü çöküyor çam ağaçlarının koyu gölgelerine. Güneşin yakıcı ışıkları pencerelerden süzülüp, ufuk çizgisine doğru kırılarak azalıyor. Birkaç saat önce Kavacık’tan Anadolu Hisarı sahiline yürüyerek inerken soluduğum deniz havası, her nasılsa içinde bulunduğumuz sitenin yükseldiği tepelere kadar ulaşıyor.

Yol boyunca her biri gece konmuş şekilsiz evler, dışı sıvanmamış apartmanlar,  plansız, nizamsız, anlamsız sokaklarla Göksu ve Küçüksu derelerinin arasından denize uzanan kara parçası bir zamanların elinde oyalı mendil ve süslü şemsiyelerle dolaşan feraceli genç kızlarını, ince bıyıklı, fesli, setreli delikanlılarını, sandal sefalarını, yenilip içilip, alem-i âb eylendiği günleri çoktan unutmuş. Buralar nicedir “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisinin çekildiği yer olarak rağbet görüyor. Fatmagüllerin evi ve civarı ise çekim olmadığı günlerde adeta müze gibi, gelen giden eksik olmuyor.

Hisar’ın denize en çok el verdiği küçücük bir alan vardı iskelenin hemen yanında. Orada oturmuş, bir demli çay içmiştim. Sonra röportajda neler soracağımı düşüneyim derken Müjde Ar’lı “Aşk-ı Memnu”nun Göksu’daki piknik sahnelerine (ki stüdyoda dekor önünde çekilmişti onlar) kadar gitmiş, oradan çocukluğumun uçsuz bucaksız yemyeşil mesire yeri Küçüksu Çayırına kadar gelmiştim.


Küçüksu Çayırı, Fatih Sultan Mehmet Köprüsünün yapımı esnasında şantiye alanı olarak kullanılarak mahvedilmiş, bir daha da iflah olmamıştı zaten. Küçüksu Kasrının hemen önünde dedem, beş yalındaki beni elimden tutup denize sokmak için bekliyor olmalıydı. Randevu saatine çok az kalmıştı. İçtiğim çayın parasını ödeyip geldiğim yolu gerisin geriye yürümeliydim.

"Yonca Lodi'ye Bir Daha Şarkı Vermeyeceğim"

ZG: Ve ben o kadar kırgınım ki, inanın ona verdiğim şarkıları onun sesinden açıp dinleyemiyorum. Canım acıyor. Üzülüyorum. Bunu bana yaşatmaya hakkı yoktu.

YHT: Kayahan gibi şarkılarınızı yasaklamayı geçirdiniz mi içinizden peki?

ZG: Bunu yapamam, öyle biri değilim. Bu her şeyden çok dinleyicilere haksızlık olur. Ama ben Yonca Lodi’ye bir daha şarkı vermeyeceğim. Aslında para pul şöhret filan hiçbir şey umurumda değil. Yonca benim inandığım bir değerdi ve ben inancımın kırılmasına çok üzgünüm.

YHT: Acaba insanın derisinin biraz daha kalın mı olması gerekiyor bu işleri yaparken?

ZG: Evet evet bunu seçebilirsiniz. Ama şarkı yazan birisinin istese de derisi kalın olamıyor.

Bu kırgınlık öyle gelip geçici gibi görünmüyor. Her iki taraf için de kırılan fayların yarattığı hasar kolay kapanacak gibi değil. Bu hikayeye tek taraflı şahit yazılmaktan rahatsızlık duyuyorum biraz. Belki de karşı tarafı da dinlemeliyim diye geçiriyorum içimden. Tabii eğer karşı taraf bunu isterse.


Henüz yayımlanmamış şarkılarını dinlemeye başlayınca dağılıyor akşamı puslandıran o kırgın cümleler. Şarkılar ikimize de iyi geliyor. Bir süre önce “demo” haliyle internet sitesinde koyduğu şarkısının stüdyoda tamamlanmış halini dinletiyor bana. Bu şarkıyı yakında “single” olarak yayımlayacağını, ama bu defa mekanik baskı da yaptıracağını anlatıyor.

"Ben Niye Şarkı Söylüyorum?

Şarkı söylemeyi seviyor ve önemsiyor. Son zamanlarda bildik bütün besteci ve aranjörlerin şarkı söylemeye başlamasını ise kendi adına bir dezavantaj olarak görüyor. O genellemenin içinde yer almak istemediği için, “single”ı erteleme kararı aldığını söylüyor.  

ZG: Ben niye şarkı söylüyorum? Çünkü ben eskiden beri şarkı söylemek istiyordum; bu yeni bir şey değil. Bir insanın illa üç beş oktav sesi olması gerekmez şarkı söylemesi için. Sesinizin bir karakteri varsa, küçük bir sesle de şarkı söyleyebilirsiniz.

Sonra Ziynet Sali’ye verdiği şarkılar, Atilla Özdemiroğlu ile birlikte yaptığı çalışmalar, yayımlanmış bazı şarkıların “demo” versiyonları derken benim gibi şarkı oburu birinin kulağını da, gönlünü de doyuruyor nasıl geçtiğini anlamadığım son bir saat.

Kapıya gelen taksiyle Kavacık’a doğru çıkarken, kafamın içinde yeni “single” şarkısı “Pamuksuz Kumaşlar” dönüp duruyor. Şarkılarıyla tanıdığım, uzaktan izlerken piyasadaki duruşunu ve ağır ve emin adımlar atışını çok beğendiğim ve işin ilginç tarafı, sağda solda pek görünmediği, hakkında pek fazla şey yazılıp çizilmediği için “röportaj yapılacaklar” listemin başına koyduğum Zeki Güner’in, benden önce davranıp beni aramasının, anlattıklarının, konuştuklarımızın, birlikte geçirdiğimiz bütün bir öğleden sonranın sebebi de özeti de “Pamuksuz Kumaşlar” oluyor, sözleri dikkatle aklımdan geçirince.

Akşama durmuş köprü trafiğinde güzelim Boğaz’dan “Pamuksuz Kumaşlar” akıyor.

"Uyandım bu sabah, baktım kendime

Ne çok acı, ne çok keder biriktirmişim
Yarım yarım aşklar, bitmeyen telaşlar
Pamuksuz kumaşlar giyinmişim

Akıllı durup içten içe yavaş yavaş gizliden delirmişim
Aslında ben uzun zaman önce bütün savaşlardan çekilmişim
Benim derdim bende gizliymiş
Ben başkalarında aramışım

Artık ben sadece kendime söylüyorum şarkılar
Çok eskide kaldı acıtan, canımı yakan aşklar
Yeniden katlanamam duruldu da zira fırtınalar
Acıtmıyor beni hatıralar”

MAYIS - HAZİRAN 2011

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder