Mabel Matiz - "Mabel Matiz"

BEN “MATİZ”İM, DÜNYA KEDER!


Müzik yazarları ve eleştirmenleri için alternatif olanı, az bilineni yazmak bir prestij meselesidir. Ne kadar ince ve seçkinci bir müzik algısına, öngörüsüne ve zevkine sahip olduklarını ispatın tek yolu gibidir bu, aslında her şeyden klişe tavır. Bundandır ki alternatifi yüceltmek adına çoğu kez tatsız, tuzsuz, renksiz, ruhsuz isimlere/işlere fazladan prim verilir. Sanat için sanat yapılmış, ne ki seyircinin bir nebze ilgisine mazhar olamamış filmleri yere göğe sığdıramayan sinema eleştirmenleri gibi, müzik eleştirmenleri de çoğu zaman kendileri yazar, kendileri dinlerler.



Türkiye’de Hey dergisinden bu yana uzun soluklu ve yüksek tirajlı bir müzik dergisinin hayata geçememesinin, büyük iddialarla yayın hayatına başlayan müzik dergilerinin bir bir kapanmasının sebebi de budur. Tamamen “teenage” duyarlılıklarıyla, posterle, çıkartmayla okuyucu tavlamaya çalışanları bir yana koyarsak, eli yüzü düzgün müzik dergilerinin hemen hepsi memlekette sadece “rock” müzik ve alternatif işler yapılıyor ve dinleniyormuş sanrısında içeriklerle yayımlandı sürekli. Bu dergilerin yazarları da, editörleri de popüler olandan bucak bucak kaçtılar, adeta utandılar yazmaya.

Sözgelimi ülkede en çok satan albümler Serdar Ortaç, İsmail YK ve Demet Akalın’a aitken, Rolling Stones’un yayın hayatı boyunca herhangi bir sayısında bu üç isimden birinin kapak yapıldığına şahit olmadık. Kapaktan geçtim, bir haber, bir röportaj, bir albüm eleştirisi?.. Mümkün değil! Popülerin tam ortasında duran isimler, zamanla birer birer kapanacak o dergilerde sadece alay ve küçümseme konusu olarak yer bulabilmişlerdi çünkü.

Üretilen, yazılan, çekilen, kaydedilen, yayımlanan ve piyasaya sürülen üzerine sürekli ahkam kesiyorsanız, günün birinde ortalamanın beğenisinden uzaklaşma, herkes tarafından sevileni küçümseme eğilimi kaçınılmaz oluyor galiba.

Bu kaygılarla büyütülmüş, şişirilmiş, kağıt üzerinde tozu dumana kattığı halde, ortalama müzik dinleyicisinin semtine bile uğramamış alternatif işlere mesafeli durmuşumdur hep bu yüzden. Bu yanılsamanın içinde olmaktan, hele ki alternatif olayım derken çer çöp olmuşu bile popüler olandan koşulsuz şartsız yeğ tutan elitizmin bir parçası haline gelmekten hep çekindim. Bilerek ve isteyerek, ana akım üzerine kalem oynatırken, alternatif olanı ancak gerçekten iyiyse, gerçekten üstünse ve gerçekten önemliyse dinlemeyi ve yazmayı tercih ettim.

Bu girizgahtan sonra şimdi gelelim asıl mevzua. Mabel Matiz, müzik piyasası için gayet bereketi bol geçmekte olan 2011 yılında, ardı ardına yayımlanmış bir dolu albüm arasında ayrı bir yere konulacak, sadece bu yıl değil, yıllar boyunca, geniş zamanlara yayılarak dinlenilecek bir albümle çıkıp geldi ve taşları yerinden oynattı. Haberimiz bu.


Evet, Mabel Matiz’in kendi adını taşıyan bu ilk albümü, alternatif bir albüm. Hem de belki de bir on beş-yirmi yıldır; yani o seksenlerin katran karasında hayat bulup sesini duyurabilen Bulutsuzluk Özlemi, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü, Kumdan Kaleler, Mozaik ve benzerlerinden bu yana yapılmış en iyi alternatif albüm.

Bir kere Mabel Matiz’in genç yaşına rağmen çok ama çok güçlü bir yazı dili ve ondan hiç de aşağı kalmayan bir müzik dili var. Bu enlem ve boylamda şarkı cümleleri kurmak, nicelerinin olgun yaşta bile sahip olamadığı bir yeti. Muhalif ama didaktik politik değil, felsefi ama filozof değil, acıklı ama “ağlak” değil, eğlenceli ama sulu zırtlak değil.

Mabel Matiz’in bir değil, bir çok bildiği var. Ve bunları kendi imlâsında, kendi zengin melodik lisanında şarkılıyor. Ne “rock”çıyım diye kasmış, ne romantik serseriliğe, ne ağır abiliğe soyunmuş, ne de entelektüel sayıklamalarla ayaklarını yerden kesmiş. Bu genç adam, piyasada makbul rollerden birine bürünmeden kendi çıplak gerçekliğiyle duruyor karşımızda ve bu albüm en çok da bu yüzden diğerlerinden ayırt edilebiliyor.


Bu albümü dinlerken “Elinde bir paslı makas, kestikçe zaman, uzuyor acının saçları”, “Tırnak kontrollerini sevmedim hiç aslında, şefkatten uzattım hep ellerimi” ve benzeri bir dolu düşünen, düşündüren, kalp oyan, acı çıkaran, kan oturtan cümleyle başa çıkmanız gerekecek ki, muhtemelen başa çıkamaz hale geleceksiniz bir süre sonra. Şarkılara eşlik edebilmek için çok uzun, çok ağır dinlemeniz gerekecek. Gözünüz korkmasın yine de. Bu anlamda ne kadar hazmı zorsa, müzikal anlamda da o kadar kolay tadılacak şarkılar Mabel’in şarkıları. Sihri de burada zaten.

Belli ki müzikal birikimini uzaklardan değil, bu topraktan, bu havadan, bu sulardan almış. Albüm kartonetindeki teşekkür yazısında Sezen Aksu’ya (Serçe), Yıldız Tilbe’ye (Tilbe) ve Nazan Öncel’e (Sokak Kızı) teşekkür etmesi boşuna değil. Şarkı sözlerinin satır aralarından okunabilen şiirli etkileşimler de belirgin bir şekilde bu aidiyet duygusunun izlerini sürüyor.

Mabel’in sesi ilk dinleyişte Nejat Yavaşoğulları ile Murat Yılmazyıldırım arasında bir yerlerde tınlıyor kulağınıza. Hani bazı insanlar için “güzel değil ama havalı” derler. Bebek gibi bir yüzü, ideal bir fiziği yoktur ama bir “aura”sı vardır, karizmatiktir, etkiler, kendine hayran bıraktırır. İnsan sesleri için de mümkün galiba bunu söylemek. Bildik kriterlerle değerlendirdiğinizde, Mabel’in sesi güzel değil ama çok karizmatik ve etkileyici. Şarkı sözlerinin yer yer rahatsız edici etkisi, Mabel’in sesinde demleniyor, anlam buluyor bu sayede. Sanki pürüzsüz, çapaksız, billur gibi bir sesle sanki eksilirmiş gibi bu şarkılar. Oysa bu haliyle tam yerinden dokunuyor.


Albüm aynı zamanda ilk klip şarkısı olarak da seçilen “Arafta” ile başlıyor. On iki şarkı arasında en etkileyici olanı hiç kuşkusuz bu. Aynı yoldan yürüyen “Filler ve Çimen” ve “Kül Hece”nin ardından “Söylese O Ben Söyleyemem”le Ege/Balkan sularında dolaşmaya çıkıyor Mabel.

Derken “Mori’nin Meyhanesi” başlıyor.  Ayçiçeklerinin yüzünü güneşe döndüğü nemli , sarı yeşil bir öğleden sonra Trakya’dan yola çıkan bu şarkı, çocukluğumuzun siyah beyaz Pazar sabahı filmlerinden ezber ettiğimiz vahşi Batı kovboy kasabalarından birinde, iki kanatlı kapısı iki yöne de açılabilen, içki kokulu, ter kokulu, tozlu bir bardan taşan yersiz bir “country” şarkısıyla buluşuyor. İçinden meyhane geçen, Trakyalı  bir şarkının West Virginia kırsalına uğraması, Mabel Matiz müziğinin uçsuz bucaksızlığına ispat gibi.   

Mabel’in gerçek adı Fatih Karaca. Çok etkilendiği “Kumral Tuna Mavi Ada” roman kahramanı Tuna’nın takma adını kendine ad olarak seçerken, “çok sarhoş, düşkün kimse”  anlamına gelen “matiz” kelimesini de soyadının yerine koymuş Mabel. Akdeniz güneşinin ısıttığı çocukluğu ve ilk gençliği Mersin’de, Erdemli kasabasında geçmiş. Daha o zamanlar başlayan müzik tutkusu ise, gitar çalıp şarkı söylemeye, zaman içerisinde kendi şarkılarını yazmaya doğru götürmüş onu.


2003 yılında üniversite okumak için geldiği İstanbul’da bir yandan bir diş hekimi diploması alabilmek için uğraşırken, bir yandan da müziğe sarılmış dört elle. Yazdığı şarkılara yaptığı ev kayıtlarını internet ortamında paylaşmaya başlamış.

Buraya kadar klişe bir seyir izleyen hikayesinin (gitar çalan, geceleri küçük barlarda şarkı söyleyerek masraflarını çıkaran üniversite öğrencisi) dönüm noktası ise, menajer Engin Akıncı ile tanışması olmuş. Mabel’in amatörlükten profesyonelliğe geçişi, şarkılarının birer “demo”dan bir albüme dönüşmesi işte tam da bu noktadan sonra gerçekleşiyor. Alper Gemici ve Alper Erinç’le stüdyoya giriyorlar ve ortaya bu albüm çıkıyor.

Bu zamanda yeni bir ismi yoktan var etmek, büyük büyük müzik firmalarının bile iki kere düşünerek kalkıştığı bir işken, Engin Akıncı’nın tek başına bu riskin altına girmesi ve Mabel Matiz adını internet ortamından popüler müzik piyasasına taşıması yürekli, gözü kara, ne çok alkışlansa da yetmeyecek bir cesaret. Kaybetmenin kazanmaya kıyasla yüksek ihtimal taşıdığı bu kumar, belki çok kısa vadede değil ama, zaman içerisinde mutlaka Akıncı’nın kar hanesine (ama başarı, ama para olarak)yazılacak; iş ki birbirlerinin elini bırakmasınlar.


Engin Akıncı’nın Mabel projesini tanıtırken kullandığı dozunda, nazik, rahatsızlık vermeyen, taciz etmeyen, etki yaratan, merak uyandıran ama yormayan üslubu, taktiği, sakin ve kararlı yürüyüşü, onunla aynı işi yapan nice kocaman kocaman isime/firmaya, “bu alemde “PR” böyle de yapılır, yapılabilir”i göstermesi açısından ciddi bir ders olmalı.   

Albüm kartonetine şarkıların yazıldığı tarihler ve yerler de not düşülmüş. Söz gelimi, albümdeki en çarpıcı şarkılardan biri olan “Öteki”, 2007 yılında Edirnekapı Erkek Öğrenci Yurdunda yazılmış. Bu notlar şarkıların gerçekliğini, hayatın içindenliğini teyit eder gibi. Öyle ki “Öteki”, bir öğrenci yurdunda kalan genç adamın, dışındaki dünyaya bakışını onun gözlerinden gösteren bir şarkı. Tıpkı hemen ardından gelen “Barışırsa Ruhum”un Mabel’in halen yaşamakta olduğu Cihangir’de yazılmış olması gibi. O genç adam, biraz büyüdüğünde, dışarıdan baktığı hayata bu defa içeriden şahit yazıldığı; yani daha fazla farkında olduğunda, “dişleriniz canıma batıyor, ama can da uçucu” diyecek kadar öfkeli ama aldırmaz, bitmeyeceğini bildiği bir şarkıya döküyor içini.


“Peruk Gibi Hüzünlü”, Mabel tarafından Yalçın Tosun’un şiirinden bestelenmiş ve Aysel Gürel’e ithaf edilmiş. Peruk denilen şeyin hüznünü şeker pembesi, fıstık yeşili, ateş kırmızısı ve daha ne alengirli renklerde, onurlu bir delilik nişanesi gibi taşımış Aysel Gürel’in dağ deviren, duvar yıkan, ateş çıkaran şiirinin acısını, tadını, zekâsını taşıyor bu şarkı. Şarkı, şiire, şiir Aysel’e yakışıyor.

“Matiz’in Şarkısı”nda yine Balkanlara düşüyor yolumuz, “Hercai Menekşe” ise Ege havalarından çalıyor. Her iki şarkıdaki hüzünlü neşe, Mabel’in bir karakteristiği olarak en çok bu arada yürüyor dinleyenin kulaklarına, oradan da kalbine.

Birhan Keskin’in şiirinden müziklenmiş “Zaman” albümün bir başka ağır vurgunu. Şiirle şarkının ortak sırrına erebilmiş, az bulunur şarkılardan.


Son sıradaki kayıt, Mabel’in 2008 yılında Firuzağa Kahvesi’nde yazıp, Edirnekapı Erkek Öğrenci Yurdu A Blok, 125 numaralı odada kaydettiği bir şarkı. Bu kayıt albümde aynen kullanılmış ve şarkı stüdyoda yeniden kaydedilmemiş. Bu bir sürpriz, bir “hidden track” etkisi yaratıyor tam da albümün sonuna ulaşmışken. Keşke kaydın dip seslerini temizleme gayretiyle sesin bu kadar dijitalleşmesine izin verilmese, orijinal kayıt bütün kusurlarıyla kullanılsaymış. Çok daha etkileyici olabilirmiş.

Albüm kapağında yer alan pastel boya Mabel Matiz portresi Fatih Öz tarafından yapılmış ve albümün siyah saçlı ama renkli bakışlı tavrını neredeyse kelimesi kelimesine özetlemiş. Kartonetteki el yazıları ise bizzat Mabel tarafından yazılmış. Grafik tasarım ve illüstrasyonlar son derece şık ve yerli yerinde.

Merak edip alır ya da bir şekilde dinlerseniz albümü, sakın acele etmeyin. Tıpkı ilk sayfaları sıkıcı gelen kitaplar gibi, biraz sabır, emek ve zaman harcamanız gerekebilir Mabel’in dünyasına girebilmek için. Ama girdikten sonra göreceksiniz ki hayata anlam, değer, kıymet, renk, ümit, umut, heyecan katan romanlar, öyküler, şiirler, filmler, resimler gibi iyi gelecek Mabel’in şarkıları. Kim bilir, “matiz” bile olabilirsiniz hiç farkında olmadan. Demedi demeyin!

TEMMUZ 2011

Yavuz Hakan Tok

2 yorum:

  1. mabeli başka bir ağızdan, bu kadar kendi anladığım gibi beklemezdim. teşekkürler emeğiniz için.

    YanıtlaSil
  2. Mabel'in yüreğine,sizin de emeğinize sağlık... Keyifle okudum, Mabel'i dinlerken Matiz olmuş şekilde...

    YanıtlaSil