TAVERNADA PİYANİST ŞANTÖRLER
Oysa ben Seyyal Taner’in “longplay”ini istiyordum. Gelibolu’ya kırk beş dakika mesafede bir köyde oturuyorduk. Şehre öyle her zaman inme şansımız yoktu. Zaman zaman babam iş icabı giderse, ona mutlaka bir siparişim olurdu.
Yosun kokulu rıhtımdaki cıvıl cıvıl çay bahçelerini, az önce denizden ağlarla çektikleri balıkları kırmızı tablalara, çınar yapraklarının üzerine dizmiş balıkçıların sattıkları balığın tazeliğinden emin nidalarını geride bırakarak devam eder, tarihi Alaeddin Konserveleri dükkânının karşısındaki yoldan içeri girip on-on beş metre ilerleyince, bir pasajla karşılaşırdınız.
O zamanlar pasajlar, birden fazla dükkanı bir arada
bulabileceğiniz, şimdilerin alışveriş merkezlerinin işlevini gören havalı
yerlerdi. Nitekim şimdi adını hatırlamadığım o pasajda da bir parfümeri dükkânı
(annem Havilland marka çiçek özlü kremini, acı badem sütünü, Misslyn marka
ojelerini ve Parizyen naylon çoraplarını hep oradan satın alırdı), bir butik
(şehirdeki en güzel moher kazaklar ve jarse elbiseleri o butik satardı), bir
terzi dükkanı (23 Nisanda giyeceğim ront kıyafetini orada diktirmiştik) ve bir
de plakçı vardı.
Benzerini İstanbul’da bile görmediğim plak dükkânı, kocaman
kocaman renkli kartondan yapılmış daireler, yaldızlı pullarla dekore edilmiş,
plakların durduğu raflara rengârenk peluşlar döşenmişti. Tam da o sıralar annem
yatak odamızda serili duran mavi peluş halıyı, süpürmesi çok zor oluyor
gerekçesiyle kesip biçmiş, Ford Consul marka arabamızın şoför mahalli ve arka cenahına
küçük küçük döşemelikler yapmıştı. Plakçı dükkanıyla aramdaki duygusal bağa bu
peluş kardeşliğini de böylece dâhil etmiş, ama beni saplantılı bir çocuk
sanmasınlar diye bunu elbette kimseye söylememiştim.
Sözün özü, Türk filmlerinde görüp bildiğimiz diskoteklerin ihtişamını taşıyan plak dükkânı, her defasında İstanbul’dan henüz gelen yeni plaklar ve çok ama çok özendiğim Dual marka pikaplarla, bıraksalar hayatımın geri kalanını rahatlıkla geçirebileceğim bir yerdi benim için. Ama ne çare, ayda yılda bir Gelibolu’ya inersek görebiliyordum o dükkânı. Aksi takdirde ancak babama sipariş verebiliyor, uzun bir bekleyişten sonra elime geçen her yeni plağı, o dükkândan geldiğini bildiğim için daha da bir seviyordum.
Son verdiğim sipariş Seyyal Taner’in “longplay”i idi. Son
günlerde bayılıyordum bu kadına. Hem şarkıları çok güzeldi, hem kendisi. Hele
bir dans edişi vardı ki, aklımı başımdan alıyordu. Henüz Milliyet Çocuk dergisi
okumaya devam ettiğim ve Hey’e terfi edecek yaşa gelmediğim için kim ne plak
yapmış, ne zaman çıkmış pek bilmiyordum, Plakçılarda ne varsa, televizyonda,
radyoda ne duyuyorsam onların peşinde koşuyordum. Haliyle Seyyal Taner’in henüz
bir “LP” çıkarmadığını bilmiyordum. “Son Verdim”in, “Gülme Komşuna”nın, “Usul
Usul”un bir arada olduğu bir “LP” hayal etmiş ve babama siparişi vermiştim.
Bir akşamüstü babam gazete kağıdına sarılı bir plakla eve geldiğinde benden mutlusu yoktu. Ta ki ambalajı açana kadar. Plağın adı: “Ferdi Özbeğen’le 45Dakika”. Kapakta siyah bir fon önünde gülümseyen, 30-35 yaşlarında, yakışıklı bir adam portresi.
İyi de kim bu Ferdi Özbeğen? Daha önce ne televizyonda gördüm, ne radyoda duydum, ne de bir 45’liği var bende. Plakçının babama söylediğine göre o günlerde en çok satan plak oymuş. Herkes bu adamı dinliyormuş. Babam daha önce bir keresinde bana Yaşar Özel’in plağını da alıp getirmiş olduğu için bu konuda sabıkalıydı zaten. Muhtemelen bu plağı da iade etmek zorunda kalacaktık öyleyse. Ama yine de bir kez dinlemekte fayda vardı tabi.
Takvimler 1977 yılını gösteriyordu. Ferdi Özbeğen’le ilk kez böyle tanıştım.
Bir piyano, bir bas gitar, bir gitar, bir de bateri tarafından son derece sade düzenlemelerle çalınmış ve bir o kadar abartısız seslendirilmiş şarkılardan oluşan o albümü, düşündüğümün aksine çok sevecektim kısa bir süre sonra. Bazıları bildiğim şarkılardı üstelik. “Birisine Birisine”, “Aldırma Gönül”, “Kim Arar Seni” ve babamın zaman zaman keyiflenince söylemeye başladığı üç şarkıdan biri olan “Bekledim de Gelmedin”.
Takvimler 1977 yılını gösteriyordu. Ferdi Özbeğen’le ilk kez böyle tanıştım.
Bir piyano, bir bas gitar, bir gitar, bir de bateri tarafından son derece sade düzenlemelerle çalınmış ve bir o kadar abartısız seslendirilmiş şarkılardan oluşan o albümü, düşündüğümün aksine çok sevecektim kısa bir süre sonra. Bazıları bildiğim şarkılardı üstelik. “Birisine Birisine”, “Aldırma Gönül”, “Kim Arar Seni” ve babamın zaman zaman keyiflenince söylemeye başladığı üç şarkıdan biri olan “Bekledim de Gelmedin”.
Peki bu türün bir adı var mıydı? Şimdilik yoktu. Ama her
şeye bir etiket yapıştırmaya çok meraklı yurdum insanı, ona da bir ad koymakta
gecikmeyecekti. Ferdi Özbeğen bir piyanist-şantördü. “45 Dakika” adı verilmiş
bu albüm ise tüm seksenler boyunca başımızı alamayacağımız piyanist-şantör
modasının ilk örneği.
Taverna tabiri asıl memleketi Yunanistan’da ifade ettiği mananın çok dışında bir anlam taşıdı Türkiye’de genellikle (Yunanistan benzeri tavernalar yok muydu vardı, ama bu yazıda bahsi geçecek tavernaların onlarla pek bir ilgisi yok). Bir gecede on beş şarkıcının sırası ile arz-ı endam ettiği şaşaalı ve pahalı gazinoların alternatifi olarak yaygınlaşmaya başlayan tavernalar, hem daha samimi, hem de daha ucuz bir eğlence vaat ediyordu Türkiye’de.
Bir kere sadece bir, bilemediniz iki şarkıcı oluyordu. Bu
şarkıcılar ya bir iki parça saz eşliğinde, ya da tamamen tek başlarına sahneye
çıkıyorlar, kendileri çalıp kendileri söylüyorlardı. Üstelik on beş şarkıcının
söylediği türden şarkıların hepsi birden vardı onların repertuvarında.
“Dertliyim ruhuma hicranımı sardın da yine” diye başlayıp, “Şimdi bana kaybolan
yıllarımı verseler”, derken “Bir mumdur iki mumdur”, oradan “Bana
kaderimin bir oyunu mu bu” ve nihayet “Oy oy emine”…
Elbette bu kadar şarkıyı repertuvarda barındırmak, gece boyunca hem çalıp hem söylemek, hem salonun nabzını tutup, hem istekleri tek tek yerine getirmek ve bunu istisnasız haftanın her gecesi yapmak kolay iş değildi. Nitekim tavernalar kısa sürede kendi starlarını yarattı. Bu işi iyi kötü becerebilen herkes piyanist-şantörlüğe soyundu ve genellikle Tarabya sahili boyunca sıralanmış tavernalar bir süre sonra anlı şanlı gazinolara kafa tutar hale geldi.
İkinci albümle birlikte o dönemde Orhan Gencebay ve Yaşar
Kekeva’nın ortak şirketi olan Kervan Plak’a transfer olan Ferdi Özbeğen,
Kekeva’nın ortaklığı ayırıp kendi firmasını kurmasıyla birlikte Yaşar Plak’a
geçecek ve ta 1992 yılına dek aynı firmayla çalışarak bu konuda da görülmemiş
bir rekor kıracaktı.
Ben dâhil bir çok kişi, Ferdi Özbeğen’in 1965 yılında düzenlenen ilk Altın Mikrofon yarışmasında kendi orkestrasıyla birlikte yarıştığını ve tüm yarışma şarkıları gibi o şarkıların da o dönemde plak olarak yayınlandığını bilmiyordu. İlk albümden önce dört şarkılık bir 45’lik çıkardığını da. Şöhret on yıldan fazla bir süre sonra yakalamıştı Özbeğen’i. Ancak kolay kolay bırakacağa da benzemiyordu.
Nitekim artık yaptığı her albüm, 33lük plak satışlarının yerlerde süründüğü o günlerde hatırı sayılır satış rakamları yakalıyordu. Herkese, her zevke hitap ediyordu yaptığı plaklar çünkü. Eğlence dünyasında gittikçe daha fazla popüler olmaya başlayan tavernaları adeta evimize getiriyordu bu plaklar. Genelde alaturka bir şarkıyla başlayan bu plaklarda, aranjmanla eğleniyor, arabeskle efkâr dağıtıyor, en sonunda da genellikle bir türküye bağlanmış oyun havasıyla göbek atıyorduk.
Elbette Rıza Silahlıpoda, Oktay Tem ve Atilla Yelken gibi birkaç isim de aynı dönemde plak yaparak türün yaygınlaşmasına katkı sağladı ama bu plakların hiç biri Ferdi Özbeğen plakları kadar yankı uyandırmadı. Yunanistan’daki manasına epeyce yakın bir üslupla Türkiye’de taverna geleneğini sürdüren ve Türk usulü taverna ekolüyle pek ilgisi olmayan Hayko bile o dönemde “Tavernalar Kralı” adı verilmiş bir plak yaptı ama o da ilgi görmedi. Derken Ümit Besen fırtınası başladı.
Ümit Besen’in ilk albümü “Şikayetim Var”, müzik piyasasına
tam anlamıyla bomba gibi düştü. O da çalıştığı lokallerde her telden, her
türden şarkılar söylese de, albümünde yeni şarkılar söylemeyi yeğlemişti ve
"light-arabesk" diye adlandırılabilecek bu şarkılar bir anda yepyeni
bir star yaratmıştı.
Genellikle Ahmet Selçuk İlkan imzalı şarkı sözlerinde hep
terk edilmiş, aldatılmış ve kaderine boyun eğmiş, hemen hiç isyan etmemiş, bir
köşeye çekilip acısını kendi kendine çekmiş dertli ve mazlum aşığın öyküleri
anlatıyordu. Ümit Besen bütün bu öyküleri o ezik ve içli yorumuyla öyle bir
gerçek kılıyordu ki, hepimiz sevgilisinin nikâh şahidi bile olmayı göze
alabilecek kadar onurlu ve mağrur o adama tüm kalbimizle inanıyor ve bu drama
salya sümük ortak oluyorduk.
Ferdi Özbeğen’in aksine Ümit Besen, albümlerinde bilinen
şarkıları pek kullanmadı ama şarkıların müzikal tavrı aşağı yukarı aynıydı.
Yine piyano ön plandaydı. Henüz kısaca “org” diye adlandıracağımız klavyeler ve
“ritm-box” lar pek yaygınlaşmadığı için canlı bateri ve gitar kullanılan ve bu
nedenle kulağa epeyce lezzetli tınılar bırakan bu şarkılar, taverna müziğinin
eli yüzü düzgün örnekleri olarak akıllarda kaldı. “Org”ların devreye girmesiyle
birlikte de iş çığırından çıkacaktı zaten.
“Islak Mendil”, “Nikah Masası”, “Nişan Yüzüğü”, “Tahta Masa”, “Posta Kutusu” ve benzeri onlarca tamlamayla türetilmiş ve genellikle aynı armoni, aynı melodik tema ve aynı hikayeler üzerinde dönüp duran Ümit Besen şarkılarından Besen’in kendisi de sıkılmış olacak ki, tüm Türkçe popüler müziğin en “kitsch” şarkılarından biri olacak “I Love You” ile sınırlarını zorlamayı denedi bir ara. “I love you, i love you, do you love me, yes i do,” şeklinde sürüp giden şahane sözleriyle bu şarkı Türkçe ve Tarzanca İngilizce ekolünü doğurdu.
Pek uzun ömürlü olmayan bu ekolden benim hatırladığım ve ne yazık ki zamanında saklamaya değer bulmadığım için elden çıkardığım bir kaset var ki bugün bile hala gerçek olduğuna inanasım gelmiyor. Şöyle ki kapakta dönemin popüler grubu Bananarama’nın resmi var ama kasette şarkı söyleyenler elbette üç Türk genç kız. Şarkılar dönemin meşhur şarkıları ancak kaset boyunca yarısı Türkçe, yarısı İngilizce (?) olarak söyleniyorlar. Hatırladığım en vahim örnek “Mavi mavi masmavi” şarkısına dair. Şarkı önce Türkçe söyleniyor, sonra “Blue blue deep blue” diye devam ediyor! Dedim ya, inanılması güç ama böyle bir kaset var. Adını hatırlamıyorum ama belki birileri arayıp bulur da hep beraber dinler, eğleniriz.
(Bu yazının yazılmasından üç-dört yıl sonra, bir okurdan
çıkıp geldi bu kaset sahiden. Yıllar sonra tekrar dinlemek çok heyecan verici
olduysa da, pek eğlendiğimi söyleyemem!)
Ferdi Özbeğen’in ilk albümünden son albümüne dek yanından
hiç ayırmadığı isim Ülkü Aker’di. Özbeğen hem Aker’in kendisi için yazdığı
şarkılara yer verdi albümlerinde, hem de Aker tarafından başka şarkıcılar için
yazılmış şarkıları yeniden seslendirdi. Bu yorumların kimileri var ki, ilk
söyleyeninden kat be kat güzel ve etkileyici ama bu konuda örnek vermek abesle
iştigal olabilir, dinleyenler biliyorlardır zaten.
Plak satışlarının durma noktasına geldiği o günlerde, bu
kadar sık aralıklarla albüm yayımlayabilen ender isimlerden biriydi Ferdi
Özbeğen. Onu çalıştığı tavernalarda dinleyip müdavimi olanlar kadar, hiç
sahnede izlememişler de satın alıyordu plaklarını. Şarkıları TRT Denetim
Kurulundan geçemese de, televizyona ancak yılbaşından yılbaşına çıkabilse de,
plakları çok satıyordu. Nitekim dönemin gözde konser mekânı Şan Tiyatrosu’nda
40 kişilik senfonik orkestra eşliğinde konser verebilen ilk ve tek
piyanist-şantör o oldu. Büyük ilgi gören bu konserler sonrası konser
kayıtlarından oluşan çift plaklık bir albüm yapıldı. Türkiye’de eşi emsali
görülmemiş bu konser albümü, Özbeğen diskografisinin hala en zor bulunan ve en
kıymetli parçalarından biri.
Daha önce olsaydı ben Seyyal Taner’in o müthiş “Çırpınış” filmini, Ayten Gökçer’li “Yedi Kocalı Hürmüz” müzikalini, Ajda Pekkan’ın 1979 yılı albümünü yaptığı günlerde kıyametler koparan o muhteşem televizyon konserini ve dahi ancak uyduruk teybimi televizyonun hoparlörüne dayayıp sesini kaydedebildiğim bütün o Eurovision Şarkı Yarışmalarını video kasetlere kaydedip milyonlarca kez yeniden izlemez miydim? Ama bundan kelli hiçbir fırsatı kaçırmaya niyetli değildim. Yazın Marmaris’e gidilecekse video da mutlaka bizimle birlikte gelecekti. Nitekim geldi de.
Gerçi bizim tatilde kaldığımız süre boyunca yan komşumuzun çok mağdur olduğu da bir gerçek ama ne yapalım. Anten kablosuna T girişi takmak ve bir kablo uzatmak suretiyle yan komşumuza bizim videodan bir hat çekmiştik. Biz videoda ne izlersek, o da izleyebiliyordu böylece. Bir nevi ikinci kanal olmuştu bizim video komşuya.
Birilerine bir şeyler izlettirip dinlettirmeye karşı, karşı konulamaz bir arzu duyan bir çocuktum ya ben de, artık komşu izliyor diye hababam de babam film üstüne film takar, onlar bitince televizyondaki eğlence programlarından çektiğim karışık şarkılardan oluşan kasetleri “yayına” verirdim. Gelsin Hakan Peker Dans Grubu, gitsin Samime Sanay. Pera Palas’ta envayi çeşit şarkıcının tıklım tıkış doldurulup eğleniyorlarmış gibi görüntülendiği yılbaşı çekimleri mi istersiniz, Zeki Müren’in illa ki bel üstü hizasından çekilmiş bayrama özel şarkılarını mı?
Ya o günlerde videoculardan kiralanabilen ve ne kıymetli olduklarını ne yazık ki çok geç anladığım dönemin meşhur müzikal ve sahne gösterilerinin kasetlerine ne demeli? “Neşe-i Muhabbet”, “Büyük Kabare”, “Artist Mektebi”, “Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra” ve daha neler neler... Konuyu dağıtacağım gene ama Ulusal Video ya da şimdiki adıyla Erler Prodüksiyon şu görüntüleri arşivinden çıkarıp DVD, hadi geçtik VCD haline filan getirip satışa sunsa fena mı olur? Bugüne dek yazılarımda dile getirdiğim nice hayal gibi gözüken dilek yerine geldi, kim bilir bir gün bu da gerçek olur, biz de bayram ederiz hep beraber.
(Maalesef bu hayalim hala gerçek olmadı. Bu müzikallerin bazıları bir televizyon kanalında döne döne yayınlandı ama telif sorunundan mıdır nedir bilinmez, içindeki bütün şarkılar kesilmiş, sadece skeçler kalmıştı.)
Nerede kalmıştık? Marmaris’te! Hayır elbette uzun konçlu Converse ayakkabılarıma fosforlu ve turuncu renkli ayakkabı bağcıkları takıp pantolonumun paçalarını da konçlarımın içine soktuğumu, suratımın yarısını kaplayan Rai-Ban gözlüklerimin kocaman kılıfını ise belimdeki ucu yandan sarkıtılmış ve bağcıklarıma uysun diye yine illa ki turuncu renkten seçilmiş örme kemerime taktığımı ve gömleğimin içine tişört, onların üzerine de vatkalı bir keten ceket giyip, ceketin kollarını da dirsek hizasına kadar kıvırdığımı anlatmayacağım. Bilinmez en çok Tolga Savacı’dan mı yoksa Yaşar Alptekin’den mi etkilenmiştim. Bütün bunları belgeleyen fotoğraflarım olmasa elimde, unutmaya çoktan hazırım o utanç verici halimi. Neyse, kısaca seksenler deyip geçelim.
İşte o '80'lerin tam ortasında ben Marmaris’te en çok Ferdi
Özbeğen’in son iki albümünü dinliyordum; “Belki Bir Gün” ve “Sana İhtiyacım
Var”. Hatta dönemin en ama en havalı tatil mekanı Marmaris Martı Motel’in
diskosunda bile “Şiir Gibi” çalmıştı da ben ne kadar keyiflenmiştim. Bir Ferdi
Özbeğen şarkısı bir Modern Talking şarkısı kadar prim yapıyordu ya diskolarda,
daha ne olsundu?
“Sen Ağlama”nın Ferdi Özbeğen yorumuna, Özdemir Erdoğan’ın bestesi “Sen Ah Sen”e ve en çok da Orson Welles’in “I Know What It Is To Be Young” adlı ağır melankolik şarkısının Türkçe versiyonu “Sana İhtiyacım Var”la, 1984 Olimpiyatlarının seremoni kısmında sahne alarak büyük sükse yapan Lionel Richie’nin yine alabildiğine ağdalı “Hello”sunun Türkçe versiyonu “Aradığın Ben miyim”e bayılıyordum. İnsan on altı yaşında melankolik olmayacaktı da ne zaman olacaktı yani?
Marmaris’te evini bize açan teyzemin kocası da piyanist-şantördü işin enteresan tarafı. Akşamları külah külah çekirdek alıp sahil boyunca yürüyüşe çıktığımızda, eniştemin çalıştığı otelin de önünden geçer, onun içeride omuzlarını oynata oynata org çalıp şarkı söylemesini seyrederdik. Ben Boğaz kıyılarında ailece arabayla dolaşmalarımız esnasında tavernaların dışarıya taşan seslerini duymak ve içerde eğlenenlerin hallerini görmek dışında bir taverna tecrübesi yaşamadığım için takılıp kalırdım öyle eniştemin hallerine.
Eniştem espriler, şakalar ve alabildiğine sempatik tavırlarla müşteriyi avucunun içine alır, orgun en “şıkkıdı şıkkıdı” ritimlerini coştururken, sabah birlikte kahvaltı ettiğimiz uyku mahmuru adamın o olduğuna inanmakta zorlanırdım.
Günün moda şarkılarını pek takip etmezdi. Evlerinde hep piyanist-şantör kasetleri vardı. Atilla Kaya, Metin Kaya, Zihni Cinan, Kurtuluş (ki aslında gitaristtir, piyanist değil) gibi isimleri ondan öğrenmiştim ama o sahnede o hep aynı, bildik şarkıları söylerdi (“Ayva çiçek açmış, yaz mı gelecek” gibi.)
Arif Susam ismini de o yaz öğrendim. Biz ne zaman denizden dönsek akşam üstleri, hamile olduğu için evde vakit geçiren teyzemin teypte hep aynı kaseti çaldığını duyardım. Bildiğimiz taverna müziğiydi ama biraz farklıydı. Şarkıların aralarında boşluklar değil, alkışlar ve konuşmalar vardı. Taverna ortamı bu defa sadece şarkılarıyla değil, konuşmaları ve gürültüleriyle de aktarılmıştı kasete.
Kasetin açılışında Arif Susam programa başlıyor, hoş geldiniz anonsları yapıyor, plak yapımcısı Şahin Özer ve eşlerine de orada oldukları için teşekkür ediyor ve müşterileri dansa davet ediyordu. Sonrasında da bu konuşmalar devam ediyordu. Yeri geliyor “Ooooohhhhh yandan yandan, hadi bakalım,” diyor, yeri geliyor “Ooooo Ahmet Bey’ler de buradaymış, hoş geldiniz efendim, iyi eğlenceler,” diyerek hayali salondaki herkesin gönlünü alıyordu. Bu son cümle hala piyanist-şantörler dendi mi akla gelen ilk espridir ya, çıkış noktası biliniz ki bu kasettir.
Elbette stüdyoda doldurulmuş bir kasetti. Alttan gelen alkışlar ve gürültüler de sonradan eklenmiş efektlerdi ama bu haliyle kaset yaklaşık bir saatlik bir taverna programını canlı canlı ulaştırır gibiydi dinleyene.
“Şu adamı yolda görsem tutup alnından öpücem,” diyordu teyzem kaseti her dinleyişinde. O derece seviyordu Arif Susam’ı. Bunun kocasına olan aşkıyla bir ilgisi var mıydı hiç bilemedim. Ama sadece teyzem değil, tüm Türkiye bayılmıştı bu konuşmalı taverna kasetine. Böylece gün geçtikçe çığırından çıkmaya başlayan taverna müziği yeni bir ekol edinmişti kendisine. Konuşmalı, alkışlı ve bol “çıstak”lı, yeni bir ekol.
Arif Susam’ın özellikle “Nikah Memuru” ve “Evliler de
Sevebilir” adlı şarkıları, evliliğe, nikah, gelin ve düğün üçgenine fena halde
kafayı takmış olan taverna müziğinin birer klasiği olarak bugün dahi zevkle
dinleniyor.
Ferdi Özbeğen’in yolunu açtığı o sakin ve hakikaten lezzetli müzik, orgların yaygınlaşmasıyla birlikte bambaşka bir mecraya akmıştı. Kaset maliyetleri yarı yarıya düşmüştü artık. Çünkü zaten her gece sahnede program yapan şantörler, bir gece de stüdyoya giriyor, sahne programlarından birini yapar gibi şarkılarını söylüyor, konuşmalarını yapıyor ve çıkıyordu.
Ferdi Özbeğen’in yolunu açtığı o sakin ve hakikaten lezzetli müzik, orgların yaygınlaşmasıyla birlikte bambaşka bir mecraya akmıştı. Kaset maliyetleri yarı yarıya düşmüştü artık. Çünkü zaten her gece sahnede program yapan şantörler, bir gece de stüdyoya giriyor, sahne programlarından birini yapar gibi şarkılarını söylüyor, konuşmalarını yapıyor ve çıkıyordu.
Enstrüman olarak org kullanıyordu ve onu da zaten şantör
çaldığı için hiç masraf olmuyordu. Yeni nesil orglarda her türlü ses vardı
çünkü. Gitardan kemana, saksofondan envai çeşit ritme kadar. O tahammül edilemez
derecede sentetik sesler, o korkunç kakofoni, o günlerde her nedense kulağımıza
çok hoş geliyordu.
Ferdi Özbeğen, Ümit Besen ve Arif Susam üçlüsü birbirinden çeşitli noktalarda ayrılan müzikal anlayışlarına rağmen türü uzun süre ayakta tutan isimler oldu. Tabi Arif Susam’la aynı çizgide giden Nejat Alp’i de unutmamak lazım. Ve stil olarak Ümit Besen’e yakın duran Cengiz Kurtoğlu’nu da.
Cengiz Kurtoğlu da tıpkı Ümit Besen gibi mazlum aşıktı.
Sevgilisi ya bir liseliydi, ya yol arkadaşı, ya da büyümeyen bebek. Ama sonunda
mutlaka ellere gidiyor ve elbette gelin olup gidiyordu. Bu sevgilisinin
başkasıyla evlenmesine içlenip duran mağrur delikanlı hikâyesi çok tutmuştu. Bu
konuda ne kadar çok şarkı yapılsa, hepsi dile düşüyordu. Sanırdınız ki
memlekette gelin olan her kızın ardında bıraktığı gözü yaşlı bir sevgili var.
Yine '80'lerin ortalarında bir yerlerde, ilk kez yalnız başıma bir tatile gitmiştim. Gerçi pek tatil sayılmazdı. Okuldaki en samimi arkadaşımın ağabeyi evleniyordu ve onun düğünü için birkaç gün Samsun Havsa’da kalacaktım ama benim için Jamaika’ya gitmek gibi bir şeydi o tek başına yolculuk durumu.
Hiç unutmam, Nilüfer’in “Geceler” kaseti yeni çıkmıştı ve ben otobüse binmeden hemen önce almıştım o kaseti. Demek ki sene 1987 imiş. Yol boyunca Sony marka (ayıptır söylemesi) “walkman”im de o kaset döndü durdu. Çünkü biliyordum ki arkadaşım Ercüment, Havsa’da bana Nilüfer milüfer dinletmezdi. Onun müzikal beğenisi Orhan Gencebay’la başlar, oradan da Müslüm’e kadar devam ederdi ama asla bir aranjman çocuğu değildi ki beni de Müslüm Gürses’le tanıştıran odur.
Nitekim düğün evine gittiğimiz günden itibaren geceli gündüzlü Cengiz Kurtoğlu dinledik. Kaset yeni mi çıkmıştı, yoksa Ercüment mi Kurtoğlu’na yeni takmıştı kafayı bilmiyorum. Kına gecesinin selamlık kısmında hayatımda ilk kez rakı içip o kadar tanımadığım insanının içinde bağlama eşliğinde göbek atmamı saymazsak hiç de fena geçmeyen o tatilden aklımda kalan her anıya Cengiz Kurtoğlu’nun sesi eşlik ediyor hala: “Yârimi ellereeeeeee gelin etmişleeeeeeeerrrrrr...” İyi de burası da düğün evi yani, kim kimi kime gelin etmiş?.. Ya buna ne buyurulur: “Gelin olmuş gidiyorsun, bana veda ediyorsunnnnnnn?!"
Her satırın sonundaki heceyi uzatma konusunda sonsuz bir
becerisi vardı Cengiz Kurtoğlu’nun. Özellikle “i” ve “u” gibi zor harfleri bile
ince gırtlak nağmeleriyle ağdalandırması inanılmazdı. Ama Ercüment’in ağabeyi
de bu konuda Kurtoğlu’ndan aşağı kalmıyordu.
Havsa’da düğün salonu mu yoktu, yoksa aileler mi öyle istemişti bilinmez ama düğün, bir sinema salonunda yapılmıştı. Kocaman, ihtişamlı ama artık film gösterilmeyen bu yetmişli yıllar sinema salonu krapon kağıtlarından yapılmış kedi merdivenleri ve balonlarla süslenmiş (hatta biz de yardım etmiştik süslemeye), sahnenin ortasına da bir nikah masası konulmuştu (“nikah masasına oturdun işteeeeeeee”.)
Nikahtan sonra sıra eğlence bölümüne gelmiş. Ercüment’in ağabeyi, bağlamasını alıp eline, şarkılar türküler söylemişti damatlığıyla. Cengiz Kurtoğlu’nun “Yıllar yıllaaaaaaaaaarrrrrrr, yıllar senindir,” şarkısını da aynı onun gırtlak nağmeleriyle söylemesi büyük alkış almıştı. Sonra tüm davetliler, sinema salonunun koltukları arasında ve aralardaki boşluklarda göbek atmaya başlamıştı. Ben henüz kına gecesinin utancını üzerimden atamadığım için bu defa oynamaya kalkmamış, C3 numaralı koltukta gece boyu oturakalmıştım.
Taverna diye adlandırdığımız eğlence yerleri, doksanlarla
beraber gündemden düştü ve zamanla tamamen yok oldular. Piyanist-şantörler bir
ara türkücü İsmail Türüt’ün “Etiler’de yumuşaklar, Tarabya’da bizim uşaklar”
sözleriyle gündeme geldiyse de bu spekülasyon bile tavernaların eski süksesini
geri getirmedi.
Çünkü onların yaptığı albümler artık eskisi kadar ses getirmiyor. Ne zaman ki doksanlarda pop patladı, taverna albümleri de o günlerde gözden düştü ve sadece kendi sadık dinleyicisine hitap eder oldu.
Bugünlerde altmışlar ve yetmişler popunun nostaljisini yapmaktan sıkılanların yeni eğlencesi seksenlerin taverna klasikleri. Özellikle Arif Susam’ın bir klasiğe dönüşmüş ilk albümü, Ümit Besen ve Cengiz Kurtoğlu’nun nikâhlı, düğünlü, gelinli şarkıları ve Ferdi Özbeğen’in her biri birbirinden güzel onlarca albümünün peşine düşenlerin sayısı az değil.
Tüm taverna ekolünün en çok satmış kaseti olan ve adını hatırlamadığım bir grup tarafından doldurulmuş “Taverna ‘87” ve Nurtaç Düzgit, Devran Düzgit, Asya Sabancı ve Rüya Çağla’dan kurulu Grup Turbo’nun zamanında kıyametler koparmış taverna albümleri arşivcilerin en çok aranılanlar listesinde bir numara.
'90'ları da nostaljiden saymaya başladığımız şu günlerde, seksenlerle barışmamıza pek bir şey kalmadı. Yakındır, fosforlu ayakkabı bağcıklarımızı ve deri montlarımızın üzerine iliştirdiğimiz Rocky armalarını filan sempatik bulmaya başlayabiliriz. Baksanıza taverna müziğini bile sever olduk. Hadi öyleyse, Arif Susam’la nihayete erdirelim satırlarımızı:
“Gülüyorum haline, aşk dediğin şeye bak
Bildiğin bir şey varsa, nerde trak orda bırak”
NİSAN 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder