Kaç Masanız Var?



(20 Haziran 2014 tarihinde muzikonair.com 'da yayımlanmıştır.)

Şarkıcı olmak, müzisyen olmak ne “kıyak” iş değil mi? Hafta sekiz gün dokuz şarkılar, türküler, vur patlasın çal oynasın eğlence, alkışlar, hayranlar filan… Bir de üstüne para kazanıyorsun; yatlar, katlar, lüks arabalar… Şehir şehir gezmeler de cabası… Kim istemez ki böyle bir hayatı? Herkes ister. Herkes de istiyor zaten. Çalıştığım mekânlarda şahit olduklarımdan biliyorum ki kimin eline mikrofon verseniz bir coşkuyla başlıyor söylemeye. Vermezseniz de gelip kendisi alıyor mikrofonu senin elinden çekiştirerek. Öyle bir şarkı söyleme hevesi, öyle bir sonsuz özgüven… Hani Yeşilçam filmlerindeki gibi eline bir kart tutuşturup, “Yarın gel burada programa başla,” desen hiç tereddüt etmeden gelip başlayacak çok insan var. Emin olun, tahmin ettiğinizden daha çok.


Peki sahiden bu kadar düğün bayram iş bir iş mi bu şarkıcılık, müzisyenlik denilen şey? Hayır, “renkli ışıkların altında yaşanan yalnız ve mutsuz hayatlar” hikâyesi yazacak değilim, merak etmeyin. Elbette şarkı söylemek, sahnede olmak, alkış duymak çok ama pek çok güzel şeyler; en azından vergi dairesinde memur olmaktan daha fazla tatmin edici olduğu kesin. Gelin görün ki bu tatmin, bu ruh doygunluğu, bu kendini iyi hissetme hali beraberinde sanıldığı kadar çok şey getirmiyor. Özellikle de orta ya da küçük ölçekli bir şarkıcı ya da müzisyenseniz (yani ülke çapında büyük bir şöhretiniz yoksa, öyle Allah’ın her günü adından söz ettiren, gazetelere, televizyonlara çıkan, büyük konserler yapabilen bir isim değilseniz.) Neden ve nasıl mı? Şöyle ki…


Diyelim ki mütevazı bir şarkıcısınız ve mütevazı bir mekânda, kendi çapınızda müzik yapmak istiyorsunuz. Bir kere kimsenin sizi sahnesine çıkarmak için sıraya gireceğini, kapınızı aşındıracağını, teklifler getireceğini zannetmeyin. Yok öyle bir şey. Dünyanın en iyi şarkıcısı da olsanız, ya kendiniz ya da bu işi sizin adınıza yapmak üzere anlaştığınız birileri tarafından mekânlara “satılmak” zorundasınız. Biraz tuhaf gelebilir ama piyasa jargonunda kullanılan tabir tam olarak bu. Peki nasıl satılacak ya da kendinizi nasıl satacaksınız? Bir kere ilk soru şu: “Mekâna ne kadar müşteri getirebilirsiniz?” (Eskiden bu soru “Kaç masanız var?” diye sorulurdu.) Evet, ne tarz müzik yaptığınız, nasıl yaptığınız, iyiliğiniz, kötülüğünüz filan hep daha sonraki meseleler. Öncelikle müşteri potansiyelinizi bilmek isteyecekler.


Çaresiz, uydurdunuz bir şeyler diyelim. Sahiden de eşi dostu, ahbabı çağırdınız. Hadi ilk gece, ikinci gece, üçüncü gece… E eş, dost, ahbap da bir yere kadar değil mi? Sonra ne olacak? Hem sonra ısrar kıyamet davet ettikleriniz, bu davetin karşılığında para ödemeyeceklerini, o gece misafiriniz olacaklarını sanmayacaklar mı? Elbette sanacak ve hatta bunu bekleyecekler. O zaman ne yapalım? “Benim müşteri getirme durumum yok,” diyelim mekân sahibine. Bir kere iş alma şansınızı neredeyse sıfırladınız ama biz yine de devam edelim.  İkinci soru: “Ne kadar para istiyorsunuz?”


Şimdi mekân sahibinin gözünü de korkutmamak lazım. Kaba bir hesap yapalım hemen. Beş müzisyene 100’şer lira verseniz, şarkıcı olarak da kendinize 500 lira alsanız, gecede 1000 lira sizi kurtarır gibi. Şansınız varsa bu “kaşe”ye (bu da piyasadaki bir başka tabir) işi bağlayabilirsiniz ama çoğunlukla kazın ayağı öyle olmayacaktır, onu da bilmeniz lazım. “Yüzde hesabı çalışalım,” teklifini duymaya hazır olun. Bu da şu demek; o gece müşteri varsa, mekân dolduysa paranı alırsın, olmazsa Allah bana ben sana! E genellikle birlikte çalışacağın müzisyenlere böyle bir teklifle gidemeyeceğine göre sana düşen bu riski üstlenmek olacak. Yani gerekirse müzisyenlere parasını verirsin, kendine kalanına da razı olursun; şayet mekândan aldığın para müzisyen parasını karşılamazsa da cebinden ödersin. Bu durumu hiç mekân sahibine anlatma, zira ona göre beş müzisyen çok fazladır; üç neyine yetmiyordur? Mesela illa bas gitar şart mıdır? Ya da ritim?.. Aman zaten müşteri öyle de eğleniyordur, böyle de eğleniyordur. Kaldı ki seni dinlemeye değil, eğlenmeye geliyordur. Üstelik siz bu şartlarda çalışmayı kabul etmezseniz, 750 liraya çalışacak ekip de bulunur mutlaka. Hatta 500 liraya. O da olmazsa gecede 50 liraya bir “dj” çalıştırmak da pekala mümkündür.


Diyelim ki parada da anlaştınız. Sıra geldi programa. Neler söylüyorsun, neler yapıyorsun sahnede? Yeterince eğlendirebiliyor musun mesela? Yani aslında yeterince eğlendiriyorsan sorun yok. İyi söylemen, kötü söylemen, iyi repertuar yapman, sahne hâkimiyetin, seyirciyi kavrama durumun filan çok da dert değil. Eğlensinler, oynasınlar yeter.


“Yok canım, o kadar da değil!” dediğinizi duyar gibiyim ama sahiden de öyle olduğunu sahneye çıkmaya başladıktan sonra görürsünüz zaten. Kendinizce özene bezene bir sıralama yaparsınız mesela. Yavaş şarkılarla başlar, bir ara hızlanır, sonra dans ettirir, sonra tekrar hızlanırsınız. Dans edilecek şarkılarınız vardır, oynanacak şarkılarınız vardır, içki içerken eşlik edilecek, yemek yerken dinlenilecek şarkılarınız vardır. Bir de bu şarkıların sıralamasında doğal olarak müzikal bir kurgu, bir denge vardır. Ya da siz öyle sanırsınız. Oysa daha ilk şarkınızda “Ama biz akşam 7’den beri buradayız, oynayalım azıcık,” diyebilir bir müşteri oturduğu yerden işaret ederek. Ya da bir başkası şarkının en can alıcı yerinde kulağınıza eğilip, “Ankara havası yok mu?” diye sorabilir. Herkesin oynamaya kalktığı bir başka anda bir başkası gelip en ağırından bir alaturka şarkı isteyebilir ve siz söyleyene kadar da sizi taciz edebilir. Bir bakmışsınız, ne sıralama kalmış, ne kurgu, ne repertuar. Zira bir banka memuru işine karışan, müdahale eden bir müşteriyi tersleyebilir ama bir müzisyenin böyle bir şansı hiç yoktur.

Nasıl? Hâlâ eğlenceli mi şarkı söylemek sizce? Bitmedi…


Gece boyu ter dökersiniz. Bazen sahneden inmeniz gereken saat çoktan geçer ama mekân sahibi işaret eder, “devam devam” der ya da müşteri bırakmaz yakanızı. Çaresiz devam edersiniz siz de. Gece bittiğinde ise asıl sıkıntı başlar. Acaba ne kadar para alacaksınız ve ne zaman alacaksınız? Başlarsınız beklemeye. Nedense mekânlarda hiç hazır para bulunmaz ve müzisyenlerin ödemesi o gecenin hasılatı toplandıktan, son müşteri de gittikten sonra yapılır. Yani işinizi yapmış, bitirmiş olmanız döktüğünüz terin karşılığını almanız için yeterli değildir. Beklersiniz, beklersiniz.


Yine de “Gecede 500 lira az para mı?” diye sorabilirsiniz. Evet ülke şartlarında az para değil. Diyelim ki paranızı eksiksiz aldınız ve alıyorsunuz. Peki ya sahne için harcamak zorunda olduğunuz meblağ ne olacak? Mesela her gün aynı kıyafetle sahneye çıkamayacağınıza göre, arada bir de olsa yeni kıyafetler, şayet kadınsanız kuaför ve makyaj masrafları, mekâna gidip gelmek, prova yapmak için harcadığınız yol paraları? Bunlar için fazladan bir bütçeniz asla olmayacak, onu bilin. Hepsi kazandığınız paraya dâhil.


Bu yazıyı okuyunca üzerine ekleme yapmak isteyecek çok kişi olacaktır eminim. Ben de yıllardır duyduklarım ve gördüklerimin sadece kısa bir özetini yaptım aslına; yoksa bu mesele bu kadar kısa anlatılacak gibi değil. Bildiğim bir tek şey var; bu yazıda bahsi geçen herkes için bir farkındalık, bir uyanış, bir silkelenme zamanı geldi de geçiyor bile. Belki kalanları da bir başka yazıda toparlarız.

HAZİRAN 2014 

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder