İyi Geldik Birbirimize

ŞEBNEM FERAH HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ
19 EYLÜL 2015


“Sevgili arkadaşlarımız,” diye başlıyor her defasında söze. Sanırsınız ki Harbiye Açık Hava’da konser vermeye çıkmış bir “rock star” değil, lise çayında sunuculuk yapması için öğretmenleri tarafından görevlendirilmiş ürkek genç kız. Şarkı söylerken hiç öyle değil ama konser boyunca her konuştuğunda hep öyle. O kanlı şarkıları yazan o değilmiş gibi. Öyle sakin, güleç, masum, sempatik, öyle evimizin kızı…





Rüküş bir “rocker”dır Şebnem Ferah. Hani “rocker”lık müessesinin giyim kültürü içerisinde “grunge”ı anlarsınız, “gothic”i de öyle. Ama Şebnem’in sözgelimi o gece giydiği ve kendisini olduğundan çok daha geniş gösteren metalik duman rengi, bir omuzu dişli paltoyu, altındaki alakasız botları, çorapları filan anlayamazsınız. O da bunu itiraf etti zaten. “Buraya çıkan arkadaşlarımı izlemeye geliyorum bazen; hepsi iki dirhem bir çekirdek. Ben de öyle olmak istiyorum. Ama olmuyor,” dedi gülerek. Olmamıştı sahiden. Çok da üstünde duracak değildik. Müzik iyiydi; biz de oradan yürüdük.


Zımba gibi bir orkestrası vardı Şebnem Ferah’ın (klavyede Ozan Tügen, gitarlarda Metin Türkcan, bas gitarda Buket Doran, davulda Aykan İlkan, yan flütte Serdar Barçın ve vokalde Ceren Tügen.) Böyle bir orkestrayla ben bile şarkı söylesem, alır götürürüm herhalde. Ama Ferah, solist olarak orkestranın hakkını öyle bir veriyor ki işte ben onu yapamam. Kolay kolay kimse yapamaz. Bu güçte şarkıları bu volümde ve bu entervalde aralıksız ve kayıpsız söylemek yorar biraz (kibarlık olsun diye “sıkar biraz” demiyorum ama öyle aslında.) 


Ne Şebnem Ferah, ne de orkestra bir şarkıda olsun aksadı, tekledi, taca düştü. Ne fazladan bir dekor, köstüm, aksesuar ne de dansçılar vardı. Peki solist dâhil 7 kişi o koca sahneyi nasıl dolduracaktı? Doldurdular vallahi. Her bir müzisyen tek başına bir “star”dı her şeyden önce. Davulu ayrı, gitarı, bas gitarı, klavyesi ayrı, yan flütü, vokalisti ayrı göz dolduruyordu. Hem yaptıkları müzik, hem de çalarken aldıkları zevki ve heyecanı yansıtma biçimleriyle… Sözün özü, başrolde müzik olunca fazladan bir atraksiyona hiç gerek kalmıyormuş; onu şöyle bir iyice görmüş olduk.


Konserin başlarında bir yerlerde yaptığı konuşmada: “Zor zamanlarda müzik yapmak çok tartışılan bir şeydir her zaman, kimse tam olarak ne yapması gerektiğini bilemez, ben de bilemiyorum.  Biz sadece birbirimize biraz daha iyi gelmek için, içimizden geleni yapmaya karar verdik. Öyle görüyorum ki siz de öyle yaptınız, tekrar hoş geldiniz,” dedi Şebnem. Zaten bu ara hangi konseri izlesek sahnedekiler bir şekilde mahcubiyetini ifade etmek zorunda kalıyor, “böyle bir zamanda” konser verdikleri için adeta özür diliyorlar dinleyiciden. Ama Şebnem’in sözlerinde geçen “iyi gelmek” tabiri duyduğum en geçerli mazeretti sanırım.  


Daha önce nedense hiç Şebnem Ferah konserine gitmemiş bir masum köylü olarak, ilk kez şahit olduğum kimi şeylerin, Şebo konserlerinin ritüeli olduğunu da o gece öğrendim. Mesela her şarkı arasında bir an sessizlik olduğunda mutlaka seyirciler arasında birileri “Şebneeeeem” diye çığlıklar atıyor. Şebnem onların her birini duyduğunu ısrarla vurguladı birkaç kez; hatta bazen “Efendiiiiiim” diyerek yanıt da verdi. Böyle bir iletişim dili kurmuşlar aralarında. Bu şekilde yazınca komik gelebilir ama değil. Aksine, seyircide hâsıl olan yüksek enerjinin ve duygu patlamasının doğal süreci gibi kabulleniveriyorsunuz bu durumu oradayken. Herhangi bir insan, herhangi bir Şebnem Ferah konserinde kendini bir anda sahneye doğru “Şebneeem” diye haykırırken bulabilir ve bunu yaptığı için de hiç utanmayabilir. Öyle bir gaza geliniyor çünkü.


Meraklılarının yazının bu noktasında Şebnem’in hangi şarkıları hangi sırayla söylediğini yazmamı beklediğini biliyorum ama yazmayacağım bu defa. Çünkü konser esnasında aldığım tüm notların kayıtlı olduğu dosya, telefonumun küçük bir azizliği sonucu gaibe karıştı ve ben de bunu hiç dert etmeden konserin kalanının tadını çıkardım, not almayı bıraktım. Konser sonrası kulise de gitmediğim için içeride sağa sola asılı duran “setlist”lerden birini aşırmam da mümkün olmadı. Ezberim de kuvvetli değil ki şimdi sayıp dökeyim ne söylendi, ne söylenmedi. Ama çok kısa bir özetle şunu söyleyebilirim: İlk albümünden son albümüne hemen bütün “hit” şarkılarını sığdırmıştı konsere Şebnem. Bazı şarkıları yarım söyledi, sanırım bununla da ilgili. Zira ara vermeden kemiksiz iki saat süren ve haliyle emsallerine kıyasla erken biten bir konserde o kadar şarkı nasıl söylendi ben de anlamadım.


Her bir şarkıyı daha “intro” melodisi duyulduğu anda kapıyordu seyirci. İtiraf edeyim ben “rock” şarkılarında “aranjman”larda olduğu kadar başarılı değilim bu anlamda. Seyirci hiç sektirmedi. Ama en çok kıyamet “Sil Baştan”da, “Fırtına”da, “Bu Aşk Fazla Sana”da, “Sigara”da, “Yağmurlar”da, “Mayın Tarlası”nda… Yok yok, çok şarkıda kıyamet koptu. Az buz “hit” yazmamış Şebnem de; böyle topyekun dinleyince idrak ediyor insan.


Fazladan bir dekor, kostüm, aksesuar, dansçı filan yoktu dedim ya... Buna karşılık bir “rock” konserinin hissiyatına uygun bir ışık düzeni, lazerler, ateşler, sisler, buharlar filan hiçbir masraftan kaçınmaksızın kullanıldı konser boyunca. Ama öyle rast gele değil… Belli ki çalışılmış, planlanmıştı. Hangi şarkının hangi cümlesinde ateşler çıkacak, hangi kısımda gökten kıvılcımlar yağacak, konfetiler nerede patlayacak filan hepsi ince ince hesaplanmıştı önceden ve yerli yerince de yapıldı. Verdiler coşkuyu, verdiler coşkuyu… Eve döndüğümüzde, ayıptır söylemesi oramızdan buramızdan hâlâ pırıltılı konfetiler çıkıp duruyordu; o derece…


Konserin bir kısmında ise sahneye getirilen kadife bir koltuğa oturdu Şebnem. Orkestradakiler de birer ikişer yanına yöresine ilişti. Tek bir akustik gitar eşliğinde söylediler böyle birkaç şarkıyı (Basın bülteninden alıntıyla; “Uçurtma”, “Mülteci”, “Sana Bilmediğin Bir şey Söyleyemem" ve “Bırak Kadının Olayım”ı.) Hani evde oturmuş da meşk eder gibi. Ama hafif rokoko havasında bir evdi ki o esnada yukarıdan dört tane eski görünümlü avize iniverdi tabloyu tamamlamak üzere.


Konserin başında sahnedeki “led” ekrana yansıyan ülkedeki kadına şiddet haberlerinin manşetleri, sahnede söylenen şarkılarla koşut bir duyarlılığa işaret ediyordu. Konserin “bis” bölümünde “Eski” ve “Hoşça Kal”  şarkıları söylenirken yine aynı ekrandan geçen, ülkenin sanatına, müziğine, edebiyatına, tiyatrosuna imzasını atmış isimlerin fotoğrafları da öyle… 

Büyük alkış alan o bölümün ardından son selamını vermeden önce “Fırsatları değerlendirmeyi seven biri değilimdir ama gördüğünüz resimler de Türk de vardı Kürt de; biz onları ne olduklarına bakmaksızın sevdik,” dedi. Siyasetin ayrıştıran dilini sanat inkar ediyordu böyle; hep etmişti, edecekti. Bu “zor zamanlar”da bunu söyleyebilmek de ne acayiptir ki cesaret işiydi artık.      


Sözün özü, küçük ve sade detaylar ama en çok ışık kullanımıyla yaratılmış atmosfer, konser boyunca müziği iliklerimizde hissetmemizi sağlayan ses düzeni ve iyi çalıp iyi söyleyen bir ekiple Şebnem Ferah, “Burası Türkiye, yok öyle!” mazeretini kalkan edinip bu işi yurt dışındaki emsallerinden daha eksik ya da daha kusurlu yapmayı kader sayanların ders alabileceği bir konser verdi o gece Harbiye Açık Hava sahnesinde. Ben çok etkilendim. Tam da onun başta söylediği gibi “iyi gelmiştik” birbirimize. Demek ki iyilikten yana her zaman umut vardı. Yapan için de, yaptığını alkışlayan için de… O gece rahat uyurdum ben bu iyimserlikle. Öyle de yaptım.



EYLÜL 2015  

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder