Şenay Lambaoğlu Röportajı


"Kendimi Bir Yere Ait Hissetmiyorum"


Müzik konusunda uzun uzun sohbet edecek birilerini bulmuşsam, ederim hiç kaçırmam. Hatta bana kalsa müzik dışında konuşulacak pek az konu var hayatta. Zaten yaş aldıkça daha az ve öz konuşmak, daha az ve öz sosyalleşmek istiyor insan. Fazlasını, lüzumsuzunu elemek, sadeleşmek istiyor ya da en azından bende öyle tezahür ediyor bu yaşların ruh hali. Tam da bu sebeplerle, donanımlı, deneyimli, bilgili ve görgülü müzisyenlerle sohbet şenlik gibi geliyor bana. Şenay Lambaoğlu bunlardan biri. Geçenlerde röportaj bahane, sohbete oturduk Şenay’la. Yine donandım, öğrendim, tazelendim, zihin jimnastiği yaptım. Payını almak isteyen için de yazıya döktüm. Dedim ya, röportaj bahane.




YAVUZ HAKAN TOK: “Rüyalarıma Gir” albümü bence daha sıcakken, “Aman Avcı” teklisini geliverdi. Senden hiç türkü dinlememiştin önceki albümlerinde. Nereden çıktı bu sürpriz tekli?     

ŞENAY LAMBAOĞLU: “Rüyalarıma Gir” albümünden sonra çok fazla dinleyicilerle arayı açmadan, olabildiğince yeni projelerle, yeni şarkılarla o buluşmayı, o dokunma duygusunu soğutmamak kararı almıştım. Bu, albümdeki şarkılarıma güvenmediğim anlamında değil. Hâlâ üçüncü bir şarkıya klip çekmeyi konuşuyoruz fakat ben de yeni bir enerjiye her zaman ihtiyaç duyuyorum. Bir dost meclisinde Tolga Görsev “Şöyle bir şarkım var dedi, stüdyoya girip söyleyeceğim,” dedi, ben de “Hayır sen söyleme, ben söyleyeceğim,” dedim. Çünkü çok hoşuma gitti. Türküleri çok seviyorum. Bir türkü albümü yapacak motivasyonum hiçbir zaman olmadı ama herkesin kalbine dokunan bir türkü mutlaka vardır. Herkesin bir türküsü olmalı zaten.


Bu Azerbaycan türküsü aslında benim yapmayı düşüneceğim bir türkü değildi; doğruya doğru. Fakat Tolga’nın düzenlemesinin yeni jenerasyona da ulaşabileceğini düşündük. Türküyü orijinal dokusu ve ritminden tamamen koparırsak daha güncel, daha ana akım bir yerde durabileceğini düşündük. Ve bunun hoş bir ara durak olacağını düşündük aslında. Sonra geçtiğimiz kış aylarında parçayı kaydetmeye başladık. Fakat o kadar “fresh”, böyle çok taze, baharı hatırlatan bir şeye dönüştü ki  şarkı bahar gelsin, yaz gelsin, insanların üzerindeki ağırlık bir kalksın üzerlerinden, öyle bir zamanda dinleyiciyle buluşturalım noktasına geldik. Yani parçayı bitirdik ve üç ay güneşin gelmesini bekledik diyebilirim.


YHT: Klip de baharı, yazı anımsatıyor zaten.

ŞL: Klip yönetmeni Ahsen zaten çok sevdiğimiz bir arkadaşımız ve bütün bu süreçte zaten bizimle beraberdi. Klip çekme noktasına geldiğimizde teklif Ahsen’den geldi. Ahsen dünya şekeri bir fotoğrafçı ve aynı zamanda yönetmenlik de yapmaya başladı. Gençlere her zaman çok güveniyorum ve onların enerjisinin çok doğru bir kılavuz olduğunu düşünüyorum. Herkes enerjisini ve emeğini koydu ve çok güzel bir çalışma çıktı ortaya.


YHT: Albüm mü tekli mi daha heyecan verici sence?

ŞL: Elbette albüm. Albümün lezzeti çok başka bir şey. Çok emek isteyen, çok sabır isteyen, maddi manevi adanmışlık isteyen bir şey albüm yapmak. Hayatınızın bir dönemini böyle bir şeye kapatıyorsunuz. Neresinden baksanız bir buçuk, iki seneden bahsediyorum ama o kadar süre ayrı kalmak da benim çok fazla hoşlandığım bir şey değil. Olabildiğince arayı sıcak tutalım istedim. Bazen beş altı sene hiçbir şey yapmazsın, yaptıklarının enerjisiyle beslenirsin. Bazen de hazır kontağı çevirmişken o yaratıcılık ve o enerjiyle devam edersin. Sürekli yeni arayışlar içinde olmak insana iyi geliyor. Ben herhalde biraz öyle bir dönemdeyim. Olabildiğince yeni şeyler üretmeye kendimi çok hazır hissediyorum.


Bir de kendi şarkılarınızı yapıyorsanız, albüm çok uzun bir süreç tabii. O şarkıların dinleyicilere ulaşması, algılanması, şarkıların paylaşılacağı mecraların aktif olması… İletişim ağını doğru kurmakta da bazen sıkıntı yaşayabiliyoruz. Bunların hepsi bir ekip işi. Mesela şarkılarımın radyodan dinletilebiliyor olması, en ücra köşelere kadar ulaşabiliyor olması benim için manevi olarak çok güzel bir şey. Kendi şarkılarımın bu şekilde ulaşabiliyor olmasını çok isterdim ama tabii türkülerin sınırları olmayan, bariyerleri olmayan kodları var hayatlarımızda. Bu tekli bir beste olsaydı belki yine farklı bariyerlere takılabilirdi fakat türkü olmasının sınırları genişlettiğini düşünüyorum. Bir Azerbaycan türküsü olmasının da ayrı bir güzelliği oldu çünkü ortak bir dil ve tarih birliğimiz var Azerbaycanlılarla.


YHT: Peki kendi şarkıların mı “cover”lar mı diye sorsam ne dersin?

ŞL: Kendi şarkılarım. Onun verdiği haz ve mutluluk başka. Hayata bir şekilde imzanızı atıyorsunuz aslında ama illa kendi şarkılarım diye bir diretme durumum da yok. Tabii kendi şarkılarımdan vazgeçemiyor olmamın bir noktada insanlara ulaştığını da görüyorum. Bunu en son Bodrum Caz Festivali’nde gördüm. İnsanlar benimle birlikte şarkılarımı söyleyebiliyorsa demek ki onlara dokunabilmişim diye düşündüm. Tabii var olan dinleyici kitlesinin çemberini biraz daha genişletmek istiyorsak farklı kaynaklardan da beslenmenin hiçbir sakıncası olduğunu düşünmüyorum. Zaten önümüzdeki süreçte bu defa kendi şarkılarımdan birini yine tekli olarak dinleyici ile buluşturacağım.


YHT: Dört albüm yaptın bugüne dek. Albüm yapmak zaten zorken bir de caz gibi bu ülkede hiçbir zaman ana akıma değmemiş bir türde albüm yapmak daha da zor olmalı.

ŞL: Aslında benim müziğimi cazcılar da çok fazla kendinden bulmuyor, pop müzik, ana akım müzik yapanlar da… Bu da benim kendime ait bir dil oluşturmak konusunda daha fazla mesai harcamama neden oluyor. Çünkü hiçbir janra ait olmayan bir müzikse yaptığınız, o zaman kendi dilinizi oluşturmak zorundasınız. Aslında bu durum bir yandan hoşuma da gidiyor. Şu an zorluk yaşıyor olsam da zamanla bir şekilde kabul görecek ve yaptığımız işi belki de bambaşka bir noktada kategorize edeceğiz. Bu yüzden ben yaptığım müziği caz müziği olarak tanımlamak istemiyorum; hatta alerjim bile var bu işe. Çünkü değil aslında. Evet, ben bir caz şarkıcısıyım. Olabildiğince özgür bir çerçeve içinde tutmaya çalışıyoruz yaptığımız müziği. İçinde doğaçlamalar da var ama biz canımız ne isterse onu yapıyoruz aslında. Bunun adını ben koymayayım artık.


YHT: Alternatif mi diyelim, ne diyelim?

ŞL: Ben caza da popa da alternatif olduğumu düşünüyorum. Kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum. Alternatif caz ya da alternatif pop… Ama bu yancı olmak değil. Var olan bir şeyin dışına taşabiliyor olmak… Sınırların dışına çıkabiliyor, köşeleri kırabiliyor olmak… Neyse onun adı… Bu anlamda durduğum noktanın beni çok doğru anlattığını da düşünüyorum çünkü ben Almanya doğumlu bir Türk çocuğuyum. Orada kendimi oraya ait hissetmiyordum, buraya geldiğimde de buraya ait hissetmedim. Yaptığım müzikte de kendimi bir yere ait hissetmiyorum. Bu, zaman içerisinde belki benim müziğimi çok daha “unique” bir yere koyacak, bunu çok çok isterim. Her sanatçı “İleride nerede durmak istersin?” diye sorulduğunda biricik ve tek bir yerde durmak istediğini söyler. Diğerlerinden ayrıştığımız noktada kendimi var edebildiğimi düşündüğüm için eğer bu noktada kabul görmeyeceksem eminim başka bir noktada birileri tarafından kabul göreceğim.


YHT: Almanya doğumlu olduğunu söyleyince… Biraz geriye doğru gidelim… Müzik nasıl girdi hayatına?

ŞL: 10 yaşında babam bana bir gitar almıştı. Çok kısa bir süre gitar kursuna gittiğimi hatırlıyorum Almanya’da. Bulunduğum sınıf benden bir yıl öndeydi ve başka sınıf da yoktu. Bilenlerin yanında bilmiyor olmak o yaşta çok acı bir şey tabii. Herhalde benim bu işe hiç yeteneğim yok diye düşünüyordum ama ondan öncesinde kendimi hep şarkı söylerken, çocuk şiirlerine şarkı uydururken hatırlıyorum. Bir de onları kasete kaydediyordum.


YHT: Caza nasıl meylettin?

ŞL: Türkiye’ye geldiğimde yine babamın bana aldığı radyo sayesinde cazla tanıştım. TRT 3’de caz kuşağı, klasik müzik kuşağı filan vardı. Ders çalışırken fonda gelen şarkıları kasete kaydedip o yaşlarda İngilizce bilmememe rağmen onları ezberliyordum. Sonra okul orkestrasıyla Milliyet’in Liselerarası Müzik Yarışması’na katıldık. Faris Akarsu çalıştırmıştı bizi ve ben Vaya Con Dios’un “Neh Na Na Na” şarkısını söylemiştim. Vaya Con Dios benim için bir dönüm noktası oldu o zamanlar çünkü okuldaki müzik öğretmenim bana “Sen Vaya Con Dios” gibi şarkı söyleyebilirsin,” demişti. Öğretmenlerin söylediği şeyler beynimize dövme gibi işlenir ya… O kaseti alıp bütün şarkılarını ezberlemiştim. Öyle bir motivasyon yarattı bende. 


YHT: Böylece müzik eğitimi almaya karar verdin…

ŞL: Okul orkestrasının solistiydim ve lise mezuniyetinde bir konser vermiştik. İlk konserim o oldu. Liseden sonra Pera Güzel Sanatlar müzikal bölümüne girdim. İki sene okudum. Oradan çıktıktan sonra Yıldız Teknik Üniversitesinde şan bölümüne girdim. Orada Yıldız Dağdelen inanılmaz bir hocaydı; aynı zamanda bir müzik terapistiydi. Hayatımı değiştiren insanlardan biridir. Benden bir operacı çıkmayacağı belliydi. Fakat iyi bir şan eğitimi almam, sesimi doğru kullanmam konusunda ve müzik hakkında entelektüel düzeyde konuşabilecek kadar bir şeyler öğrenmemde Yıldız Dağdelen, Ahmet Yürür, Alper Maral, Şirin Pancaroğlu gibi çok değerli hocalarımın çok büyük katkısı vardır.


Piyano hocam da Çiğdem Erken’di bu arada. O mesela “Sende yetenek var, sen piyano çalmalısın,” demişti bana ve ben şan derslerini aksatarak günde sekiz saat piyano çaldığımı hatırlıyorum. O insanların elinden geçmiş olmak benim için çok büyük bir kazanç. Aynı dönemde Bilgi Üniversitesinden de bir burs kazanmıştım ama burs yarı zamanlıya çevrilince maddi olarak zorlanacağımı düşünerek ona gitmedim. Ancak Randy Esen’le tanıştım ve ondan iki buçuk seneye yakın süre caz stili konusunda ders alma şansım oldu. O zamanlar aynı zamanda hayat arkadaşım olan İlyas Mirzayev’den de çok destek gördüm çünkü o da Azerbaycan kökenli, çok yetenekli bir müzisyendi. Şarkı söylemem dışında kendi bestelerimi yapmam konusundan bana her zaman cesaret veren isimlerden biridir.


YHT: Bu bahsettiklerin ‘90’lı yıllar değil mi? Tam da şarkı söyleyebilen herkesin popçu olduğu yıllar. Sen neden o topa girmedin o sıralar?

ŞL: Lisedeyken çok kısa bir dönem Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde Sertab Erener’in ders verdiği sınıfa yazılmıştım. Levent Yüksel de orada bas gitar dersi veriyordu. Yaşım tutmadığı halde beni çok sevdikleri için sınıfa almışlardı. Oradan Selmi Andak’a kadar giden bir yolculuk var aslında. Henüz Selmi Andak hayattaydı ve onun “10 Kadın” diye bir projesi vardı. Ne yazık ki o projeyi hayata geçiremedi. Kaydı yapıldığı halde piyasaya çıkmayan bir albümdür o. Olsaydı, o benim için küçücük bir ilk adım olacaktı. Fakat işte siz neyle yoğrulup neyle besleniyorsanız hayat sizi oraya doğru sürüklüyor. 


Daha sonra büyük orkestraların, mesela ENBE Orkestrası’nın solisti oldum. Selçuk Sun’la tanıştım, onun grubunda şarkı söylemeye başladım. Rahmetli Ajlan Büyükburç bana ilk vokal çalışma kitabını hediye eden şarkıcıdır mesela. Şarkı söyleme konusunda onun da çok desteğini görmüştüm. Hep o çevrenin içinde var oldum. Kendi iletişim ağınızı da ister istemez o çevre içinde kuruyorsunuz zaten. Doğal olarak da kendime o yönde bir kariyer planlaması yaptım. Tanıştığınız, tanıdığınız insanlar sizin aslında bir anlamda kaderinizi de belirliyor. O tarafa doğru gitti hayat.


YHT: Yine de etrafında bir sürü insan bir anda şöhret olurken, popüler olurken, para kazanmaya başlarken insan hiç mi o yönde bir adım atmak istemez?

ŞL: Bana her zaman biraz ürkütücü geldi galiba o alan. Bir de o zamanlar orası daha kapalı bir kutuydu. Bir plak şirketine gideceksin, oradakiler seni beğenecek filan… Farklı durumlar hep anlatılırdı o zaman. O dünya bana her zaman daha kapalı gelmiştir. Bir de caz müziği öyle bir derya ki içine düştüğünüz zaman çıkmak istemiyorsunuz. O müzisyenlerle sahnede ortaya çıkan o müzikal paylaşımlar sizi o kadar çok besliyor ki zaten popüler kültüre, oradaki o dünyaya burun kıvırıyorsunuz. Derdim hiçbir zaman popüler olmak değil fakat insan biriktiriyor olmanın, dinleyici biriktirmenin çok kıymetli bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu yolda atılabilecek küçük adımlar, dinleyicinin gönlünü kazanabilecek hamleler yapılması gerekiyorsa eğer, bunları da yapmak lazım. 


YHT: Resmi internet sitendeki biyografini okudum da… Birden fazla kez şu kişiyle ya da bu kişiyle “çalışma fırsatı yakaladı” kalıbına denk geldim. Nasıl yakalanır bu fırsatlar bunu gerçekten merak ediyorum.

ŞL: Bahsettiğim yıllar usta-çırak ilişkisi çok yoğun yaşandığı bir dönemdi. O zaman internet yok. Bir kaseti, CD’yi yurt dışından sipariş vereceksiniz de gelecek… Ustalardan öğreniyorsunuz her şeyi. Ben Şenova Ülker’in peşinden koşup “Ne dinleyeyim Şenova Abi?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Bir taraftan da sizde de bir yetenek var ve o yetenek görüldükçe birlikte çalıştığınız insanlar bunu değerlendirmek istiyorlar. Bir yerde tanıdığınız müzisyenin aynı zamanda dışarıda yaptığı başka işler var. Biraz da takip etmek… TRT’ye giderdim, Neşet Ruacan’ı görürdüm, “Ben de bir şarkı söyleyeyim sizinle,” derdim. Şimdi baktığımda birçok gencin de aslında benzer yollardan geçtiğini görüyorum. Eğer birinin kızı, oğlu, akrabası değilseniz, o zaman tırmalaya tırmalaya, koklaya koklaya, adres alarak ilerliyorsunuz.


Lise yıllarında akşamları okul çıkışında karşıya geçip Dame De Sion’daki koro çalışmalarına katıldığımı hatırlıyorum mesela. Yahshua diye bir adamcağız vardı koro şefi… Onu sıkıştırıp “Ne dinleyeyim?” diye sorardım. Oradaki diğer öğrencilerden onların neler yaptığını öğrenirdim. “Jam session”lara gidersiniz, orada şarkı söylersiniz, orada bir başka müzisyenle tanışırsınız, onunla bir başka kafede müzik yaparsınız… Bu işler aslında biraz da arkadaş edindikçe, çevre yarattıkça ortaya çıkıyor. Ama her şeyden önemlisi çok çalışmak ve ondan da önemlisi yetenek. Eğer sizde o ışığı, o malzemeyi göremezlerse bir şey olmaz zaten.


Ben de ders verdim bir dönem ve gerçekten yeteneği olmaya insanlara “Boşuna paranızı harcamayın”, diyordum. Olmayacak bir hayalin peşinde koşmaktansa olabilecek başka bir şeye yönelmek lazım. Galiba ben hayatta biraz şanslı oldum. Buna inanıyorum. Çevremde hep iyi müzisyenler, iyi kalpli insanlar oldu. Hiç umut hırsızlarının eline düşmedim.


Yani onlar birer fırsat değil aslında. Doğru insanlarla, doğru buluşma noktalarını kendim yarattım. Bana herkes “Neden bu kadar geç albüm yaptınız?” diye sordu mesela. İz süre süre ancak bu kadar olabildi. Ben 18-20 yaşlarındayken bütün bu insanları tanımış olsaydım ve o zamanki müzik sektörü yeniliğe şimdiki kadar açık olsaydı, alternatife bu kadar sıcak baksaydı belki ben de ilk albümümü 15 sene önce çıkarırdım.


YHT: Eğitimi önemsediğini görüyorum sen bütün bunları anlattıkça. “Nasıl olsa ben bu işi okulunda öğrendim,” deyip yola devam etmemişsin.

ŞL: Okul size sihirli değnekle bir şeyler vermiyor. Ama ne veriyor? Özgüven. Bir şeyleri bilinçli olarak yapmanıza fırsat veriyor. Bir sanatçı için yaptığı işten kuşku duymamak çok önemli. Eğer kuşku duyuyorsan orada bir sıkıntı vardır. O özgüven bu yüzden çok kıymetli bir şey. Yeni şeylere hevesli, heyecanlı ve cesaretli olmamızı sağlıyor. Bu anlamda okulun bana en büyük katkısının özgüven olduğunu düşüyorum.


Okuduğum okulun Tasarım Fakültesi olmasının da şöyle bir faydası oldu: Fikir herkeste var. Sokakta sorun, herkesin bir fikri, projesi vardır ama bunu uygulamaya dökmek, o hayalleri bir çerçevenin içine sokabiliyor olmak başka bir şey. Burada tasarım giriyor devreye. Çünkü müzisyenler biraz dağınık kafalı oluyor. Bugün dünyayı kurtarır, acayip bir projesi vardır, sabah kalkar hiçbirini hatırlamaz. Biraz inatçı olmak, bildiğin yolda ilerlemek ve insanların senin cesaretini kırmasına fırsat vermemek de çok önemli.


YHT: Sahnede caz standartları söyler misin?

ŞL: Bir iki tane söylüyorum ama söylemekten hoşlanmıyorum. Çünkü 20 sene zaten sahnede söyledim zaten. Dünyada caz standartları söyleyen milyon tane kişi var. Milyon birinci kişi olmanın nasıl bir esprisi var anlamış değilim. “Fly Me To The Moon”u çok severim mesela ama Frank Sinatra’dan daha iyi söyleyemeyeceğimi biliyorum. O zaman neden söyleyeyim? Onun yerine “İçinde Aşk Var” söyleyeyim. Belki dünyaya küçücük bir iz bırakmış olurum. O şarkıları elbette çok seviyorum ve hepsiyle de bir sürü anım vardır, ama ben yeni bir şeyler söylemek istiyorum. Dünyayla, kendiyle derdi olan her insanın kendi cümleleriyle kendi dünyasından bir şeyleri paylaşması gerektiğini düşünüyorum.


Geçtiğimiz günlerde Bülent Forta ile Ada Müzik’te bir toplantı yapmıştık. “Aman Avcı”ya pek sıcak bakmadı mesela Bülent Bey. “Sen kendi şarkılarınla çok güzel bir yerde duruyorsun, bunu bozma. Biz kendi bestelerin konusunda her zaman senin arkandayız, destekliyoruz,” dedi. Bunu kolay kolay hiçbir plak şirketi söylemez aslında. Çünkü insanlar genellikle risk almayı sevmiyorlar. Mesela daha önce yaptığım “cover” albüm çok güzel bir albümdü ama en kıymetli şarkı hangisidir diye sorsan, Hayyam’ın rubailerine yaptığım kendi bestem derim. Çünkü o benim, benden bir iz var. Beslendiğim harika besteciler, şairler, yazarlar var, hepsinin yeri ayrı. Onlara bir saygı olarak bir şeyler yapabilirsin ama devamını getirmek ister misin dersen, onun yerine kendime ait şarkıları paylaşmayı tercih ederim.


YHT: Senin yaptığın müzik aslında en çok canlı çalındığında tadını bulan bir müzik ve içinde doğaçlamalar da var. Stüdyoda kayıt altına alındığında biraz eksildiğini düşünmüşümdür hep. Katılır mısın bu düşünceme?

ŞL: Ben “Başka Türlü Bir Şey” albümü dışındaki diğer albümlerin bütün şarkılarını hep hücum kayıtla yaptım. Davul, bas, piyano, vokaller de dâhil her şeyi birlikte, o esnada, orada kaydettik; renk sazları hariç. Ve o kayıtları olabildiğince orijinal halleriyle muhafaza edip öyle yayınladık. Güzel olan şeyin çok fazla makyaja ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. İyi bir yemeğin de fazla sosa ihtiyacı yoktur. Müzik de böyle bir şey. Şarkıları fazla dijital oynamalara müsaade etmeden, doğal haliyle, sanki yanında çalınıyormuş hissinden çok uzaklaşmadan, akustik halleriyle dinleyiciye sunmak gerektiğine inanıyorum. Tabii bizim hücum kayıt yapmamız da “Girdik stüdyoya hemen kaydettik,” gibi bir şey değil. Bunun bir hazırlık süreci var. Notalar yazılıyor, prova ediliyor. Birlikte nefes almayı, aynı duraklarda durabilmeyi, saymadan aynı anda müziğe girebiliyor olmayı sağlayana kadar çalıştıktan sonra stüdyoya giriyoruz. Son albümüm iki günde kaydedildi; iki günde dokuz parça. Çok kolay bir iş değil aslına bakarsanız. Ama hazır olunca zor da değil.


Sahnede canlı çalarken yapılan doğaçlamaların güzel tarafı bir daha tekrarlanmayacak olmaları. Onları kıymetli kılan şey o. O anda çıkan her ses temiz değil; belki bir sürü falso sesler var, kirli sesler var. O an o hâliyle canlı olarak dinleyebilirsiniz ama bir kayıtta tekrar tekrar dinlediğinizde bu bir işkence olabilir. Doğaçlamalara sahnede yer verilmesinden ama albüm söz konusu olduğunda dinleyici memnuniyetine öncelik verilmesinden yanayım. Çünkü müzisyenler zaman zaman o işin ayarını kaçırabiliyorlar. Bazen bir doğaçlama, müzisyenin sandığı kadar keyif vermeyebiliyor dinleyene. Albümde mutlaka bir tasarım devrede olmalı.


YHT: İnsanlar geceleri dışarı çıktığında ya da bir konsere gittiğinde daha çok eğlence müziğini tercih ediyorlar sanki. İşin bu tarafı bir handikap mı senin için?

ŞL: Çevreme bakıyorum, insanlar ayda bir dışarıya çıkıyor. O çıktığında da eğlenmek için kimi, neyi tercih edeceğinin bir garantisi yok. Bizim yaptığımız da sıkıcı bir iş değil, biz de insanları eğlendiriyoruz aslında ama burada eğlence anlayışının farklılığı devreye giriyor. Bodrum Caz Festivali’nde insanlar şarkılarımla dans ettiler ya da oturdukları yerde ritim tuttular. Bu da bir eğlence. Eğlence müziği denilen şey aslında sadece Türkiye’de sanıldığı gibi “cıs tak cıs tak” eller havaya kopma durumu değil ki. O da bir eğlence anlayışı, evet insanların büyük çoğunluğu ondan hoşlanıyor olabilir ama bir başka kesim de hoşlanmıyor. Ben o hoşlanmayan insanları yakalamaya çalışıyor olabilirim.


YHT: Son dönemde stüdyolara girilip yapılmış büyük prodüksiyonlardansa tek bir gitarla, en yalın haliyle kaydedilmiş akustik işlere ilgi göstermeye başladı dinleyici. Bu konuda ne düşünüyorsun?

ŞL: Ben bunu biraz aslında ekonomik şartlara bağlıyorum. İnsanlar eskiden eğlenmek için daha sık dışarıya çıkarken şimdi evde rakısını koyuyor, oradan akustik versiyonunu açıyor, sanki ona çalıyorlarmış gibi şarkıyı dinliyor. Arada filtre yok. Hatasıyla sevabıyla makyajsız bir şekilde dinleyicilerle buluşuyorsunuz. Belki klip çekmek bile dinleyiciyle araya bir bariyer koyuyor.


YHT: Bir de mırıl mırıl, neredeyse konuşur gibi şarkı söyleyen bir genç müzisyen ordusu var. Bozuk diksiyon da çok moda…

ŞL: Aslında bu dünyada bir “trend” olarak çıktı. Türkiye’ye ait değil, tamamen yurt dışından kopya edilmiş. Bunun bir furya olduğunu düşünüyorum. Çünkü kimse ömrünün sonuna kadar mıyıldayarak şarkı söyleyen birini dinlemek istemez. Acayip kurslara gidersiniz, bilmem ne ödüllü piyanistsinizdir, bilmem be ödüllü şarkıcısınızdır filan, bu da bir şey değil aslında… Müziğin sertifikalarla tescillenebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Müziğin eğer insanların kalbine ulaşabiliyorsa kıymetli olan şey bu. Benim aradığım da bu.


Bahsettiğimiz genç arkadaşlara gelince… Aslında ne kadar güzel bu kadar fazla genç insanın bu işe gönül veriyor olması... Çok seslilik ve çok renklilik adına aslında bunları çok sağlıklı buluyorum. Bunlar olmalı ama burada tıkanıp kalırlarsa kendini tekrar eden ve yok eden bir duruma dönüşecektir. Eğer buradan bir yere doğru evrilecekse ve büyüyecekse, o zaman harika.


YHT: Her sosyal medya platformu kendi müzisyeni yaratıyor gibi bir durum var öte yandan. Bu duruma bakışın nedir?

ŞL: Bugün dünyaya baktığınızda milyonlarca şarkıcı var. Ama şarkı söyleyebiliyor olmak çok kolay bir iş değil; ciddi bir iş aslında. Bakıyorum mesela, biri biraz tanınıyorsa, ne bileyim, mavi tıkı filan varsa bir şekilde elini mikrofon veriliyor ve üç ay boyunca insanlar ondan bahsediyorlar. Siz o zaman üç aylığına evinizde oturup bu furyanın bitmesini beklemek zorundasınız ya da bildiğiniz yoldan ağır ağır gitmek zorundasınız. Bir dönem “rock” diye bir şey yoktu hayatımızda ya da bir dönem çok popülerdi. Bir dönem gruplar çok modaydı. “Underground” bir grup çıkıyor, bakıyorsunuz sonra popüler bir noktaya geliyor. Her dönem kendi müzisyenini yaratıyor. Benim üniversite yıllarımda dinlenilen grupları şu anda kimse hatırlamıyor. O yüzden zamanın ruhunu yakalayabiliyorsanız iyi bir yerde kalıyorsunuz, yaptığınız işler devam ediyor. Benim de 14 yaşında bir oğlum var mesela, eğer onun dilini, onun derdini anlayamıyorsanız, bir şekilde yok olmaya mahkumsunuz.


YHT: İyi hoş da sen bu işin eğitimini almış biri olarak eğri büğrü şarkı söyleyenleri gördükçe saçını başını yolmuyor musun mesela?

ŞL: Eskiden güzel şarkı söyleyebiliyor olmak bir özellikti. Günümüzde farklı olmak bir özellik. Güzellik algısı değişti aslında. Güzel kadın kavramı, güzel müzik kavramı, güzel ses kavramı diye bir şey kalmadı. Onlar klasik olarak her zaman var. Güzel ve çirkin, iyi ve kötü, birer kriter olarak gece ve gündüz gibi var olacaklar. Bunun karşısında güzel olmayan, yamru yumru duran, eciş bücüş olan da bir değer aslında. Çünkü farklı. Çirkin sesler bazen benim de hoşuma gidiyor. Güzel olan şey artık sadece estetik olan değil, estetik dışı olan da aslında çok kıymetli. Ben çoğu zaman onlardan besleniyorum, bunu söylemek zorundayım. Beni de öyle acayip virtüöz sesler, Adelleler filan çok fazla heyecanlandırmıyor.               


Tabii artık sanat da, spor da, her şey fazla kolaylaştı. Eskiden birinin şarkıcı olabilmesi için şarkı söyleyebilmesi gerekiyordu; şimdi gerekmiyor. Çünkü “auto-tune”larla, bir şeylerle sesinizi öyle bir yere getiriyorlar ki bir anda inanılmaz bir şarkıcı olabiliyorsunuz. Gitar çalamıyor olsanız bile iki tane akor basıyorsunuz, onun altına öyle bir şey döşüyorlar, öyle bir şey yapıyorlar ki siz bir anda Santana oluyorsunuz. Tabii bu bir noktada bizim yaptığımız işi de ucuzlatıyor. Bir müzisyenin, bir yazarın, bir ürün ortaya koyabilmesi için belki ömrünün yirmi senesi geçiyor. Bunun maddi tarafını hiç katmıyorum. Ama bir bakıyorsunuz sonra yaptığınız iş bir başkasının hiç çaba sarf etmeden, hiç emek sarf etmeden sizinle aynı kategoride yan yana durmasına sebep oluyor. Burada ciddi bir haksızlık olduğunu düşünüyorum ben. Doğrunun ve iyinin hakkını teslim etmek müzik yazarlarına, müzik eleştirmenlerine düşüyor bu noktada. Bu ayrımı yapması gereken sizlersiniz aslında.


YHT: Ben elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum ama sapla saman bu kadar karışmışken dinleyiciye “şunu dinle, bunu dinleme” diye değnek göstermek de sevimsiz kaçabiliyor bazen. Peki son olarak sosyal medyayla aran nasıl, onu sorayım. Artık yaptığınız işin bir parçası oldu çünkü sosyal medya kullanmak.

ŞL: Bakıyorum, herkes her şeyini paylaşıyor ama ben yine de ev ortamında, yataktan kalktığım halde filan hikâye çekip paylaşmayı doğru bulmuyorum. Bana da “Yapmalısınız, evde şarkı söyleyip hikayelerinizde paylaşmalısınız,” filan diyorlar. Ben bu konuda biraz eski kafalı olabilirim. O samimiyet ne kadar doğru, nereye kadar doğru, bunu belki sosyolog ya da psikologlarla tartışmak gerekiyor. Süper starların olduğu dönemde dokunamadıkları yıldızlar cazip geliyordu insanlara. Şimdi herkes ellerinin altında olsun istiyorlar. Kendinden biri gibi görmek için mi? Nereye kadar?.. Artık herkes kendi içinde bir star çünkü. Belki bunu zamana bırakmak gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder