EBRU'NUN "GÖZYAŞI SORUNU"
Bugüne kadar kendi janrında hep eli yüzü düzgün albümlere imza atmış, her albümden birkaç "hit" birden çıkarmayı başarmış Ebru Gündeş'in son albümü "Evet" 2008 yılında piyasaya çıkmıştı. Gündeş'in üç yıllık bir aradan sonra kaydettiği yeni albümü "Beyaz" geçtiğimiz günlerde Emre Plak etiketiyle yayınlandı.
Azerbaycan kazandı!.. Ve ben ne kadar kötü bir Eurovision tahmincisi olduğumu bir kez daha görmüş oldum. Elhan bunu defalarca söyledi, Azerbaycan’ın birinci olma ihtimali var dedi. Ama ben zerre ihtimal vermiyordum. Zaten günlüğün dünkü yazısını okuduysanız, Azerbaycan’ın adı bile geçmiyor.
Kötü mü oldu? Elbette hayır; aksine şahane oldu! Kırk yılda bir yaban ellere yarışma izlemeye geldik, iki bayrak salladık, nasılsa her sene dereceye giriyoruz diye hava yaptık falan filan derken finale kalamamak, ne kadar çaktırmıyor olsak da asap bozucuydu tabii. Yıkılmadık, ayaktayız durumunda iken bir anda “green room”da sallanan Türk bayrağını görmek, oylama boyunca Azerilerin aldığı her puanda coşup, hop oturup hop kalkmak ve sonunda aynı bayrağın ekibin solistlerinden Nigar’ın elinde birincilik coşkusuyla sahneye getirildiğine şahit olmak da az şey değildi. Kazanmış kadar olduk desem yeridir.
Türkiye iyi ki finale kalamamış! Resmi olarak açıklanan oylama sonuçlarına göre yarı finali onüçüncü sırada bitirmişiz. Ve onuncu sırada bitirenle aramızda sekiz puan varmış. Yarı finalde Türkiye’ye Azerbaycan ve Arnavutluk 12, San Marino ise 10 puan vermiş. Ufak tefek birkaç puan veren de var. Yani anlayacağınız, zaten finale kalsak da, Yüksek Sadakat’in iddia ettiği gibi ilk beşe filan girmemiz çok zor, hatta imkansızmış. En iyi ihtimalle 10 ile 15 arası bir yerlerde olurmuşuz. Tabii bu durumda, dün gece Azerbaycan’ın birinciliğini kutluyor olamaz, seneye yarışmanın İtalya’nın hangi şehrinde yapılacağını konuşuyor olurduk, o da ayrı mesele.
Türkiye ilk yarı finalde elenince, Avrupa’nın başka başka ülkelerinde yaşayan Türk nüfusunun oyları Azerbaycan’a gitti dün gece. Yani biz finalde yarışıyor olsaydık, kendimize bir faydamız olmadığı gibi Azerbaycan’ın da oylarını bölecektik. “Her şeyde bir hayır vardır,” deriz ya hani teselliye ihtiyaç hasıl olduğunda; hah işte tam da o durum bu durum.
Tabii ki sadece Türk oyları değil Azerbaycan’a birinciliği getiren. Bir kere mahnıları çok yahşiydi. Böyle pamuk şekeri gibi, bembeyaz, köpüklü, yumuşacık, kulağa okşar gibi yerleşen bir şarkıydı. Mugannilerinin hamısı çok sempatikti ve temaşaları gayet gözeldi.
Yunanistan’ın bir yanı Akdeniz maçosu, bir yanı köprü altı “rapper” sentezi, Rusya’nın demode John Travolta reprodüksiyonu, İrlanda ve Danimarka’nın çok ergen, çok zıpır zıp zıplığı, İsveç’in yandan yemiş Michael Jackson şovu, İngiltere’nin orta yaşlı erkek güzelleri… Şöyle bir arka arkaya geçit yapınca sahneden hepsi, seyircinin ve jürinin neden daha enerjik, daha gürültülü, daha sıçramalı hoplamalı, daha seksi, daha artistik, daha sert, daha melankolik ve daha daha dahasına değil de en basit, belki de diğerlerinin arasında en iddiasız, en samimi durana oy verdiğini anlamak mümkündü aslında.
Geçen sene Almanya adına yarışan Lena kazanınca şoke olmuştum. O şokla hiç listemde olmayan bu şarkının nasıl birinci olduğunu anlamaya çalışırken de Twitter’a şöyle bir cümle yazdığımı hatırlıyorum: “Eurovision’da basitlik kazanır.” Buradaki basitlikten kasıt elbette ucuzluk değil, yanlış olmasın. Karmaşıklıktan uzak anlamında basitlik, anladınız mı? (Artık herkes birbirine bir şey anlatırken “anladın mı” diye soruyor ya her cümlenin sonunda, işte ben o sorunun hastasıyım.)
Nitekim yine basit olan, sade olan kazandı. Üstüne üstlük, herkes kadar politik olacaksak şayet, Özveren’in deyimiyle “Azeri kardeşlerimiz” kazandı!
Ukrayna’ya oy geldikçe malum ülkelerden, sinire kestim gayri ihtiyari. O kadar sıradan, tatsız tuzsuz bir şarkının, sadece sahnenin bir kenarında hatun kişinin biri kumdan şekiller yapıyor diye bir takım ülkelerden, sadece komünizm artığı olduğu için de SSCB kopuklarından puan üzerine puan alıp ilk sıralara yerleşmesi hakikaten sinir bozucuydu. Dün gece Twitter’da biri yazmıştı zaten (kim olduğunu hatırlamıyorum, okuyorsa beni bağışlasın); “Madem birbirinizi bu kadar seviyordunuz, neden parçalandınız, ayrı ayrı ülkeler oldunuz kardeşim?”
Hayır şayet böyle el çabukluğu marifet işler puan getirecekse, seneye biz de Karagöz oynatalım ya da ne bileyim kadının biri bir kenarda ıspanaklı gözleme yapsın, başka biri dantel örsün filan. Bu mudur yani?
Gecenin sonunda bulunduğu yeri en hak etmeyen Ukrayna idi bence. Ukrayna’nın dördüncülüğü ile İrlanda’nın altıncılığı yer değiştirmeliydi bence. Hala fikrim değişmiş değil. İrlanda ve Almanya’nın şarkıları bugünün popüler müzik anlayışına en yakın, en modern şarkılardı. Buna karşın Almanya’nınki daha Eurovision dışı bir kulvardaydı. İrlanda’nınki ise hem Eurovision için de yeterince renkli olmasına karşın, tahminimce jüri oylamalarından pek puan alamadığı için yeterince yükselemedi.
Yunanistan, Danimarka ve İtalya’nın ilk onda olması şaşırtıcı değil. Ama Fransa’nın onbeşinci sırada kalması şaşırtıcı. Gerçi Fransız şarkıcı, performansı esnasında çok ciddi bir problem yaşadı. Anlayabildiğim kadarıyla monitör kulaklığında ses yoktu ve bu yüzden detone girdi, toparlamakta da zorlandı. Birkaç kez elinin arkaya götürüp, pantolon beline takılı cihazın düğmesini açmaya çalıştı ve bunu kameralar gördü mü görmedi mi bilmiyorum ama biz çok net gördük.
Sanırım sonrasında problem bir şekilde halloldu ki 22 yaşındaki Fransız tenor, şarkısının en azından kalanını toparladı ama ne çare. Tabii listede geride kalmasında bu talihsizliğin etkisi ne kadar onu kestirmek zor ama Avrupalıların bu yarışmada opera duymak istemediğini biz ta 1983 yılında öğrenmiştik zaten; sorsalardı Fransızlara da söyler, hatta yetinmez, “Siz biraz Fransız kalmışsınız galiba,” bile derdik.
Salonda kıyamet koparan her şarkının oylamadan sağ çıkamadığını ilk yarı finalde Norveç’le test etmiştik. Büyük finalde aynı şey İspanya’nın başına geldi. Arena’da günlerdir en çok dilden dile dolaşan şarkılardan biri olan İspanyol şarkısı, yarışmada ancak yirmi üçüncü olabildi.
Moldovya ve Sırbistan’ın hiç de öngörmediğim şekilde aldığı yüksek puanlara karşın, Rusya’nın ve Finlandiya’nın da daha yukarılarda olmasını beklerdim. İngiltere’yi ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Bu sonucu bekliyordum aslında Blue’dan ama bu kadar da beklemiyordum doğrusu. İsviçre ise eski stil şarkılarıyla hak ettikleri kadar puan alıp, sonunculuğa yerleştiler.
Dün gece salondaki atmosfer öyle böyle değildi. Her şarkıda ayrı bir cümbüş, alev şelaleleri, patlayan havai fişekler, yükselen alevler, sis bulutları, konfeti yağmurları ve bütün salonu boydan boya yıkayan muhteşem ışık seli, rengarenk bayraklar, bayraklardan ilham almış acayip tasarımlı kostümler, ışıl ışıl şapkalar, yüz boyaları, flamalar, balonlar… Aklınıza ne gelirse hepsi, binlerce kişilik çığlık çığlığa, coşkulu, gürültülü ama bir o kadar da neşeli ve eğlenceli bir kalabalıkla birlikte Esprit Arena’yı doldurdu dün gece. Televizyonda gördükleriniz, salonda yaşadıklarımızın ya yarısı, ya da yarısından da azıdır; onu da söyleyeyim.
Ama hepsinden daha göz kamaştırıcı olanı, gece boyu süren o teknoloji şovunun doruk noktası, sahnenin arkasını çepeçevre saran “led” ekranın ortadan ikiye bölünüp ayrılması ve arkadan “green room”un çıkması idi bence. Bu sahne tasarımı, oylama için yapılmıştı. Oylama esnasında hem puan tablosunu, hem oylarını açıklayan ülkenin sunucusunu, hem de “green room”da oturan ve heyecandan yerinde duramayan, oy geldikçe sevinen, hoplayan zıplayan, bayrak sallayan finalist ekipleri görebiliyorduk ve bu muazzam görüntü karşısında duyduğum şaşkınlık ve coşku uzunca bir süre geçmedi.
Gecenin sonunda elimizde Türk bayrağı görenler bizi de tebrik ettiler. Kimse kızgın, öfkeli, kırgın değildi. Gece boyunca ön sıralarımızda oturan ve en çok hayal kırıklığı yaşayan “fan” gruplarından biri olan İspanyollar bile bizi tebrik etmekten geri durmadılar. E biz de Azerbaycan birinciliğini sahiplenmeye hazırdık çoktan. Zafer sarhoşluğunu emaneten de olsa yaşamak çok güzel oldu. Biz de elimize bir de Azerbaycan bayrağını alıp, bizi tebrik etsinler diye ortalarda dolanıp durduk. Halimiz görülmeye değerdi.
Daha anlatacak çok şey var. Bu yazının bir kısmını Düsseldorf-İstanbul uçağında, bir kısmını ise gecenin geç bir saatinde nihayet dönebildiğim evimizde yazdım. Yol yorgunluğumu attıktan sonra kalanları anlatacak, dedikoduları, yorumları ve komik anıları da araya sıkıştıracağım. Takipte kalın.
MAYIS 2011
Bu gece büyük final var. Yarışmaya katılan kırk küsur ülkenin tamamı bu gece yarışacak 25 ülkeye oy verecek. Dün aldığım bir bilgiye göre bu sene finalde ülkelerin oylama sırası olmayacakmış. Bu sırayı bilgisayar o anki verilere göre tespit edip oylamanın son ana kadar heyecanlı gitmesini sağlayacakmış. Hani genellikle ilk birkaç ülkenin oylamasından sonra birinci üç aşağı beş yukarı ortaya çıkar ya, bunu engellemek için bu sene gelen puanlara göre ülkelerin oylarının açıklanmasına dayanan yeni bir sistem kurmuşlar. Yani işin oylama kısmı epeyce çekişmeli geçecek, muhtemelen de son ana kadar birinci belli olmayacak.
Burada sürekli gerek Türk ekibi olarak kendi aramızda, gerekse diğer ülkelerden gelenlerle yarışma tahminleri üzerine konuştuğumuzda herkes başka bir şey söylüyor. Kesin favori yok gibi bir şey. Blue’nun şarkısı çok iyi değil ama şöhretleri onları bir adım öne çıkarıyor. Burada da ağırlıklı olarak İngiltere lehine bir hava esiyor. Buna karşın dün geceki provada bir kez daha gördük ki, İrlanda birinciliğe en yakın adaylardan biri. Hatta ben kendi adıma favorimin İrlanda olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
İtalya ve Fransa da bu sene başa güreşecek. Balkan ülkelerinden Bosna-Hersek’in şarkısına çok oy çıkacağı kesin. Kuzey ülkelerinde ise Rusya ve İsveç ön plana çıkacak gibi. Danimarka, Yunanistan ve Finlandiya da ilk on adayları arasında.
Dün geceki provayı seyretmek için bilet almak gerekiyordu. Epeyce çok bilet alan vardı gördüğüm kadarıyla, zira sanki final gecelerinden biriymiş gibi kalabalıktı Arena. Oylama hariç birebir finalin aynısını daha ucuz fiyata canlı izlemek isteyenlerin genel prova iyi bir fırsattı tabi. Biz ise Basın Merkezindeki koltuklarda yayıla yayıla televizyonlardan izlemeyi tercih ettik. Böylesi daha iyi oldu çünkü salonda o gürültü patırtı, tezahürat arasında hem sesi iyi duymak pek mümkün olmuyor, hem de bazen sahnede olan biteni izlemek zorlaşıyor.
Bir çok şarkıda herkes ayağa kalkıyor, görüş çok azalıyor. Otursalar bile sallanan bayraklar görüşe engel oluyor. Tabii öyle bir atmosferde kimseye bayrak sallama, oturduğun yerden kalkma diyecek halimiz yok. Orada maç izler gibi izleniyor yarışma; detaylar içinse televizyondan izlemek şart.
Dün geceki provayı yarışmaya katılan bütün ülkelerin jürileri de sadece onlara özel yapılan canlı yayınla izlediler ve jüri oyları dün gece verildi. Yani aslında şu an jürinin birincisi belli. Bugün yarışma süresince devam edecek telefon oylaması sonucuyla jüri sonuçları birleştirilince de ülke puanları ortaya çıkacak.
Almanlarla ilgili düşüncelerim burada kaldığımız gün sayısı arttıkça değişiyor. Mesela dün gece, aslında sandığım kadar da medeni olmadıklarına dair kanaatim epeyce kuvvetlendi. Bunlarda özgürlük anlayışı gelişmiş ama biraz fazla gelişmiş anladığım kadarıyla. Kimse kimseye karışmıyor, kimse kimseyle ilgilenmiyor ya, herkes her yerde her istediğini yapıyor. Hani bize daha ilkokuldan itibaren hep derle ya “senin özgürlüğün başkalarının özgürlüğünün başladığı yere kadardır,” diye. Bunlarda öyle bir sınır yok.
Mesela dün gece sokaklarda sarhoş sarhoş bağıran çağıran, şarkı söyleyenin haddi hesabı yoktu. Trende, gecenin üçünde, yanımızdaki koltuktaki ergen çocuklar çantalarından kolonları çıkarıp bangır bangır dım tas dım tas müzik çaldılar, vagonda kimsenin gıkı çıkmadı. Sonra kadının biri sigara yaktı. Başka birileri yol boyunca bağıra çağıra sohbete devam etti. Uyuyanlar da vardı. Kimse kimseyi rahatsız eder miyim acaba diye düşünmediği gibi, kimse kimseden rahatsız da olmuyordu galiba, nasıl şeyse artık.
İstasyonda tren beklerken yanımda oturan genç bir Alman çocuğa “Neden bu kadar yüksek sesle konuşuyor insanlar?” diye sordum. Gülerek “Bana normal geliyor,” dedi. “Sizin ülkenizde böyle değil mi?” diye de sordu. “Yok be hacı, biz gayet de medeniyiz,” diyecek oldum ama elin Alman’ı kıt İngilizcesiyle anlamaz nasılsa diye çok da kasmadım.
Bundan sonraki yazımda artık bu maceranın sonuna gelmiş olacağız. Yarışmaya katılan bütün ülkelere şimdiden hayırlı başarılar diliyorum.
MAYIS 2011
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
“Aman sakın ha şarkılarınızı noterden tasdikletmeden filanca kişiye dinletmeyin!”
-
Nebahat Çehre tramplene çıkan basamaklardan birine oturdu. Ellerini de dizlerinin üzerinde kenetledi. Serçe parmağında altın bir halka ...
-
Bazı seslere zaman hiç değmiyor. Bunun ne kadarı kendini ve sesini korumakla ilgili, ne kadarı Allah vergisi, onu bilemiyorum. Gelin görün k...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...