2008 yılı Mart ayı başında ikisi de merakla beklenen iki yeni albüm aynı günlerde piyasaya çıkmış ve her ikisi de takip eden aylar boyunca her yerde çalınmış, dinlenmişti. Bunlardan biri Demet Akalın’ın “Dans Et”i, diğeri de Gülben Ergen’in “Aşk Hiç Bitmez”iydi. İster Abdurrahman Çelebi hikâyesi deyin, ister bilişim çağında görselin işitsele zaferi… Bir gerçek var ki Demet Akalın ve Gülben Ergen tüm eksik gediklerine, defolarına ve yetmiş, seksen ve hatta doksanlardaki star algımızın epeyce dışında olmalarına/kalmalarına rağmen, bulundukları yerlere de tesadüf eseri gelmemiş, kendi meşreplerince meşru her yoldan geçerek, her kapıyı çalarak, nicesinden disiplinli bir gayretkeşlikle iki köşe başını tutmuşlardı.
Henüz albüm çıkmadan ilk şarkı “Yakar Geçerim” radyolara servis edildiğinde, Twitter’da şuna benzer bir yorum yazmıştım: “Bu yazın şarkısını Ajda Pekkan yapmış, herkese geçmiş olsun!”
Aradan bunca zaman geçtikten sonra bunu hatırlatmamın sebebi, kehanetimin doğru çıkması. Yok hayır, öyle “aman da ben nasıl da iyi bilirim bu işleri” diye bağlayacak değilim lafı; aksine genellikle yanılırım bu tip tahminlerimde. Adına popüler müzik denilen karmaşık işte kimin, neyin, nasıl, ne derece sevilip tutulacağını önceden kestirebilmek her babayiğidin harcı değildir. Bu işi meslek edinmiş prodüktörler bile ters köşeye yatar kimi zaman; kaldı ki bir gariban müzik yazarı niye yatmasın? Mesele o değil. Mesele görünen köyün kılavuz istememesi. Şöyle ki…
Bir kere Tarkan eli değmiş ne varsa kredisi yüksek oluyor dinleyici gözünde. Bunu daha önce de deneyimledik birkaç kez. Tarkan’ın Sibel Can’a verdiği B sınıfı şarkılar bile iyi iş yaptıysa, Ajda’ya verdiği haydi haydi yapacaktı, burası belliydi.
Sonra ortalıkta bir düet lafı dolaştı ama Tarkan tıpkı Nazan Öncel’in albümündeki gibi burada da düet filan yapmamış, olsa olsa “vokal” denilebilecek bir “sesli dokunuş”la yetinmişti. Ama dedim ya Tarkan’ın sesinin (tabirimi mazur görün) ölüsü bile para ederdi havada karada. Değil “Aaaaaaa” demesi, “intro”nun üzerine öksürmesi bile yeterli olurdu. Bu memlekette pop müzik pop müzik oldu olalı gündem teşkil etmiş bir (süper müper değil artık) starlar ötesi yegane sanatkârımızla, muhtemelen gelecek kuşakların hafızasına benzer sıfatlarla kazınacak şimdilik sadece “mega” starımızın aynı şarkıda şu veya bu şekilde buluşması hiç de az şey değildi.
Tamam düetlerden/müzikal ortaklıklardan hepimize fenalıklar geldi kabul ama takdir edersiniz ki bu bir Ferhat Göçer-Petek Dinçöz ya da ne bileyim Mustafa Ceceli-Elvan Günaydın ortaklığı değil. Koskoca Ajda ve koskoca Tarkan’dan bahsediyoruz. Destur çekelim. Çekmeliydik yani. Çekmeyenler oldu; fena da yanıldılar. Tüm sayısal/fiziksel veriler (tıklanma, dinlenme, radyolarda çalınma, kulüplerde bangırdatma oranları) kadar genelin ortak fikir paydası da gösteriyor ki, 2011 yazına damgasını vuran şarkı “Yakar Geçerim” oldu.
Fark ettiyseniz “Bu şarkı Ajda’ya yakıştı mı?” sorusunun cevabını saklı tuttum yukarıdaki paragrafları yazarken. Çünkü asıl eleştirilen nokta tam da burasıydı. Ajda “ufak ufak uzarım” der mi? Ya da “pılımı pırtımı”?.. Bu zamanda “sevene zulmetmek” alaturkalığı mı kaldı? Ya da üstat Dilmener’in dört başı mamur bir Ajda hayranı olarak tek cümleyle özetlediği gibi; “Koskoca Süper Star çoluk çocuğun elinde oyuncak” mı edildi?..
Peki o zaman bir de başka bir pencereden bakalım. Ajda Pekkan’ı Ajda Pekkan yapan nedir sizce?.. Sadece şarkıları mı?.. Bence değil. Ajda Pekkan daha ilk günden beri (altmışlı yıllardan bahsediyorum) hep görüntüsüyle koşut bir şarkıcılık başarısını sürdürdü. Tam da bir “star”da olması gerektiği gibiydi her şey. Bir illüzyon gösterisiydi. Oysa o aslında “Kapı açık arkanı dön ve çık” derken de öyle bir kadın değildi. Öyle olsa, o şarkıyı söyledikten beş yıl sonra evinin kadını olup, kocasına kendi elleriyle pişirdiği kahveyi servis ederken mutlu mesut görüntülenmeyi göze alabilir miydi?
Ajda’nın hangi şarkısı ya da hangi albümü Türkiye’de popüler müziğin gidişatını değiştirdi; yeni, farklı, denenmemiş, çığır açan ve benzeri sıfatların her hangi birisine layık görüldü? Tabii ki bir çok konuda örnek ve öncü oldu ama örnek olduğu konu hiçbir zaman müzikal duruşu değildi. Hatta kim bilir belki müzikal bir duruşu da yoktu!
Mesela bahis konusu ettiğimiz “Bambaşka Biri” bugün hâlâ Demet Akalın ve türevlerinin ekmek yemesini sağlıyor. Peki Ajda o şarkının neresinde?.. Ben söyleyeyim; sadece taşıyıcısı ya da başka bir deyişle mankeni. Evet, Allah için güzel bir manken. Öyle dik duruyor, öyle yürüyor, öyle bir taşıyor ki ona biçilen şarkıları, biz onu gerçekten şarkıdaki kadın sanıyoruz. Ama aslında şarkı(lar)daki kadın Fikret Şeneş’ten başkası değil!
Denilebilir ki, başından beri Ajda Pekkan’ın bir bütün olarak elbiseyi güzel taşıma kaygısı, elbisenin kendisinden daha önemli oldu. Nitekim üzerinde en kötü elbise bile güzel durdu bu yüzden. Çünkü onun derdi kendini en güzel, en genç, en hayranlık uyandırıcı, en popüler kılacak elbiseleri giymekti. O elbiseleri kimin, nasıl yarattığı hiç önemli değildi. Bundan kırdı geçti birlikte çalıştığı herkesi. Bir Fikret Şeneş’i küstürdü, bir Şehrazat’ı… Elli bin yeni söz yazarı (buna ben de dahilim), besteci ve aranjör denedi, bugün beğendiğini yarın hiç beğenmedi; üç gün birlikte can ciğer kuzu sarması çalıştığını, dördüncü gün kapının önüne koyuverdi. Çünkü o “ne yazık ki çerçeve değil; resim arıyor”du! (Ajda’nın bütün hayatını özetleyen bu tuhaf cümlenin Serdar Ortaç’ın kaleminden çıkmış olmasındaki paradoksu ne kadar yazsam bitmez, o ayrı.)
Şimdi elli yıla yaklaşan müzik yolculuğu boyunca müzik adına duyduğu tek tük kaygı da hep kendine baktığı aynada görmüş bir “star”dan bahsediyoruz. Bu kadın altmış beş yaşından sonra neden bu minvalde kaygılara bulansın ki? Ne yapmasını bekliyoruz mesela? Bir caz albümü (ki mutlaka şahane yapar yapsa)? Zuhal Olcay, Bülent Ortaçgil ayarında kalburüstü bir şeyler? Opera aryaları ve klasik “balad”lar dolusu bir albüm?.. Hadi hepsinden geçtim; o çok sevdiğimiz yetmişli, seksenli yılların Ajda’sına geri dönse?..
Ajda’nın istediği bunların hiç biri değil. O bugünün Kral Tv’nin Top 20 listesinde Demet Akalınlarla, Hande Yenerlerle, Gülşenlerle yarışmak istiyor. Ve yarışıyor da nitekim. Nasıl mı?.. Bir Tarkan bestesiyle tabii ki! Bu kadar basit.
Eğer bugün Ajda’nın “Yakar Geçerim”i söylemesini eleştireceksek, o zaman starımız şahanemizin tam da Fransalara gidip gelmelere doyamadığı, yurt dışına açılıp açılıp sarı saçları ve yapma çilleriyle geri döndüğü, gözümüze Batılıdan da Batılı gözüktüğü günlerde plak yaptığı “Kaderimin Oyunu”nu, “Dert Bende”yi ne yapacağız?
İlk kez tamamen yerli bestelerden oluşturulan ve “jazzy” bir “sound” yakalamak için özellikle Garo Mafyan’la çalışılan 1982 çıkışlı “Sen Mutlu Ol” albümündeki aynı adlı şarkı ve hemen ardından gelen zır arabesk “Felek”i nereye koyacağız?
Ya o ayılıp bayıldığımız “Ajda ‘90” albümündeki onca şahane şarkı arasında bir anlamsızlık abidesi gibi duran “Hayırdır İnşallah” (nam-ı diğer “Ne ala Mualla”) neyin nesiydi? Ondan daha da anlamsız “Sarıl Bana”yı, “Tazem”i ve daha nicelerini duymadık, dinlemedik mi?
Yani Ajda bunu ilk kez yapmıyor sizin anlayacağınız. Çünkü onun dert ettiği duruş, müzikal bir duruş değil. Popülerin tam ortasında durmak istiyor. Ve biz de onu orada seviyoruz zaten. Gerisi yersiz “aman hiç beğenmedim”cilikten öteye geçmiyor.
Bütün bunları üst üste koyduğunuzda, yukarıda bahsettiğim nedenlerden dolayı defalarca kalıp değiştirmiş, son dakikaya kadar da son halini alamamış “Farkın Bu”, tek bir şarkısıyla bile başarıya ulaşmış bir albümdür. Ajda’nın yaşına geldiğinde , peşi sıra sürüklediği neredeyse bir insan ömrü kadar uzun bir kariyere rağmen, yenilenip, yeni kalıp, ayakta durabilen ve torunu yaşındakilerle aşık atabilen ikinci bir “star” çıkarsa günün birinde, Ajda’nın hatalarını o zaman tartışmaya başlayabiliriz. Ama şimdilik averaj Ajda’da!
“Yakar Geçerim”in gözle görülür başarısını ve (fazla geç kalmadan üzerine gidildiği takdirde) en az üç “hit” daha çıkarabilme potansiyelini bir kenara koyar ve bir bütün olarak albümü ele alırsak, bambaşka bir tablo çıkıyor karşımıza.
“The Best Of Ajda”yla doksanlı yılları tam da son dönemecinde, kıl payı kârda kapatan Ajda’nın, iki binlerin başından beri derli toplu bir albüm çıkaramadığı ortada. “Farkın Bu” ne yazık ki bu genellemeyi değiştirmeyecek bir çalışma olmuş.
“Diva” felaketinden sonra “Sen İste”yle tekrar yol almaya başlayan Ajda, “Cool Kadın”da sadece birkaç şarkılık sükse yapmış, albümün tamamı dişe dokunur çıkmamıştı. “Aynen Öyle” nispeten daha derli toplu dursa da, tam da Ajdalık Şehrazat şarkılarının (muhtemelen yine Ajda’nın isteği doğrultusunda yapılmış) fazla sentetik düzenlemeleri, müzikal açıdan tatsız bir albüm çıkarmıştı ortaya.
Kuşkusuz ki gelecekte iki binlerin Türk popu bahis konusu edilirken “Sen İste”, “Vitrin”, “Aynen Öyle” ve “Flu Gibi” başta olmak üzere, bu albümlerden bir çok şarkı da listeye girecek; ama yine de bu albümlerin hiç biri “Süper Star” serisinin ilk üç albümünden biriyle bile denk olamayacak, bunu da kabul etmek lazım. İşte “Farkın Bu” da aynı kararsız ve yarım yamalak yoldan gitmişe gibi görünüyor.
Bu albümdeki şarkıları iki ayrı kategoride toplamak mümkün. Öncelikle “Yakar Geçerim”in öncü olduğu “bugünün popu” kategorisi. “Arada Sırada”, “Hadi Gel” ve “Özetle” bu başlığın altına alınabilecek diğer şarkılar. Bu dört şarkı da başka bir kaygı taşımaksızın, doğrudan doğruya bugünün dinleyicisi yakalamak maksadıyla albüme konulmuş, bu çok belli.
Bir Sinan Akçıl bestesi olan ve aslında çıkış şarkısı yapılması düşünülürken neden sonra vazgeçilen “Arada Sırada”, üç versiyonla albüme girdiğine göre, albümü kotaranların beklentisini yüksek tutmuş bir şarkı olsa gerek. Haksız da sayılmazlar. O kadar yapışkan bir melodisi var ki şarkının, nakarat bölümünün bir türlü akmayan, dile takılan şarkı sözlerine rağmen, “hit” olması neredeyse kesin gibi. (Tam da bu satırları yazdığımın ertesi günü Sinan Akçıl’ın Twitter’da (imlâsını değiştirmeden alıntılıyorum) “ARADA SIRADA''sarkısını aynı albumun çıkış sarkısından daha cok sahiplenen Turk halkına tesekkur ederim..sevgiler..” yazması konusunda bir yorum yapmamak için kendimi zor tuttuğumu bilmenizi isterim.)
“Arada Sırada”nın Ajda’ya, Ajda’nın da bu şarkıya kattığı hiç bir şey yok. Sözgelimi Ziynet Sali de söylese dile düşermiş bu şarkı. Hatta Ajda’nın doksanların başında her nasılsa kapıldığı ve artık kurtulmuş görünse de, bulduğu her fırsatta tekrar ortaya çıkardığı şu boğum boğum gırtlak nağmelerinden, o abartılı Ebru Gündeş soslarından arınsa, daha bile etkili bir şarkı haline gelebilirmiş.
“Hadi Gel” ise tam tersine, çok sıradan bir Serdar Ortaç şarkısı olabilecekken, Ajda’nın sesinde dikkat çekici ve akılda kalıcı bir hale dönüşüyor. Ne ki bu şarkının sözleri tam anlamıyla deli saçması. Evet, Serdar Ortaç şarkılarında hiçbir zaman edebi mısralar aramadık, hatta yeri geldi onu böyle de kabul ettik ama “Yürekte yara küsmeden” ne demektir Allah aşkınıza? “Olası gözyaşı”nı geri istemek nasıl bir şeydir? Peki bir insan nasıl “servet” olur?.. Bu ve buna benzer, neredeyse her cümlede başka türlü bir akıl durgunluğu (dumur) yaşatan tanımlar, tabirler, ifadelerle dolu bir şarkı “Hadi Gel” (“Biraz erkek olalım” kısmına hiç girmiyorum farkındaysanız). Hani o sözlerinden dolayı eleştirilip duran “Yakar Geçerim” var ya, gayet masum kalıyor “Hadi Gel”in yanında inanın.
Albüm piyasaya çıkmadan ve son halini almadan çok önce Ajda Pekkan bu şarkıyı bir televizyon programında ENBE Orkestrası eşliğinde “playback” yaparak söylemiş, sonra Serdar Ortaç, henüz izni için imza bile vermediği şarkısının televizyonda seslendirilmesinden rahatsız olunca bir takım gel-gitler yaşanmıştı. Şarkının albüme girmeyeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Ancak iş sonradan tatlıya bağlanmış olacak ki şarkı albüme girdi ama epeyce geri plana itilmiş olarak. “Single” olarak çıksa “Resim” kadar olmasa da ona yakın ses getirebilecek “Hadi Gel”in bu albümde pek şansı yok gibi gözüküyor.
Söz ve müziği Onur Baştürk’e ait “Özetle” ise diğer üçünün arasında en genç duran, buna karşın en zayıf kalan şarkı. Melodiye değil, ritme yüklenmiş bu şarkının dans edilen, eğlenilen mekânlarda çalınma ihtimali yüksek evet ama öyle kolay eşlik edilebilecek, ezbere alınıp, birlikte söylenecek bir şarkı değil. Keşke Ajda bu şarkının nakarata doğru yürüyen bölümlerini böyle Ferhat Göçer janrından bir pes bir dik söylemek yerine sadece pesten ama adeta fısıldar gibi, seksi bir sesle söyleseydi. Çok başka bir etki yaratılabilirdi sanki.
Albümdeki bir diğer kategori ise eski Ajda şarkılarını hatırlatan, daha ziyade seksenlerdeki Ajda’nın rüzgârını estiren dört şarkı; “Farkın Bu”, “Yine Tek”, “Heves” ve “Asla”. Zaten “Heves” dışındaki diğer üç şarkının üçü de yabancı şarkılar üzerine yazılan Türkçe sözlerle oluşturulmuş (eskiden “aranjman” adı verilen yöntem) “cover”lar. Ajda’nın her dönem, her devirde şarkıcı olarak en iyi olduğu alan tam da bu zaten. Özellikle “Farkın Bu”, adeta “Süper Star ‘83” albümünden arta kalmış gibi duruyor, gerek şarkının melodik yapısı, gerekse Ajda’nın vokal tekniği açısından.
Yakın ya da uzak çevremden, albümü dinleyen, bilen hemen herkesten edindiğim izlenim, “Yine Tek”in açık ara önde olduğunu gösteriyor. Hareketli “hit”ler bir yana konulursa, “Yine Tek” sahiden de farklı bir etki bırakıyor dinleyende. Bu şarkı da “Sen Mutlu Ol”dan çıkıp gelmiş gibi. O albümdeki Garo Mafyan düzenlemelerinin tadı çok belirgin hissediliyor. Ajda’nın Doğulu olmaktan da, Batılı olmaktan da vazgeçmemiş yorumu ise en çok bu şarkıya cuk oturuyor.
“Asla” diğer ikisine göre daha yeni duran, doksanlar civarında gezinen bir “cover”. Ciddi bir şarkıcılık performansı gerektiren, enteresan bir melodik yürüyüşü var bu şarkının ama haliyle Ajda haydi haydi üstesinden geliyor. Her ne kadar Nazan Öncel’in yazdığı Türkçe sözler, Öncel’den beklenecek kadar şaşırtıcı olmasa da, “Asla”, albümün çıtasını yükselten şarkılar arasında rahatlıkla sayılabilir.
Söz ve müziği Muraz Aziret imzası taşıyan “Heves” ise, klasik Ajda tarzının izinden giderken biraz daha “Cool Kadın” albümüne yakın duran, biraz “Vitrin”, biraz “Amazon” etkisi hissedilen bir şarkı. “Başıma taç olsun, canıma yoldaş olsun,” başta olmak üzere klişeler üstü şarkı sözleri ise hayal kırıklığı yaratıyor. Keşke biraz daha özen gösterilseymiş.
Albümün bence en kötü şarkısı ise bu iki kategoriye de dâhil edilemeyecek tek şarkı olan “Ucuz Roman”. Ne Ajda’ya, ne de Yüksek Sadakat’e yakışıyor bu “Ucuz Roman”. Adeta zorla yapılmış gibi. Hani Ajda’nın “rock” söyleme hevesi deseniz, şarkının “rock”la da pek bir ilgisi yok. Enerjisi düşük, gidişi yoran, niye başlayıp niye bittiği belli olmayan, sıradanın da altında seyreden bir şarkı bu. Albüm sıralamasında “Ucuz Roman”ın hemen ardından “Arada Sırada”nın Seda Sayan versiyonunun gelmesi de bir başka ironi (Aslında Sinan Akçıl ve Tolga Kılıç versiyonu ama, stili “ver Seda Sayan söylesin” ya, o bakımdan).
Yeri gelmişken, “ay çok şahane bir şarkı bulduk, hadi dinleyicilere versiyonlardan versiyon beğendirelim” mantığıyla “Arada Sırada”nın suyunu çıkarmaktansa, başka birkaç şarkıya daha farklı versiyon yapılsa daha iyi olabilirmiş. “Yine Tek”in hareketli bir versiyonu hiç de fena olmazmış mesela.
Albümde çok sayıda aranjörle çalışılmış. Ozan Çolakoğlu, Volga Tamöz, Sinan Akçıl, Emrah Karaduman, Selim Çaldıran, Tolga Kılıç ve albümün müzik direktörlüğünü de yapan Cem İyibardakçı. Her biri üzerine düşeni hakkıyla yapmış olsa da, müzikal bütünlüğün önündeki en büyük handikap galiba bu çok çeşitlilik olmuş.
Bir de atlanmaması gereken önemli bir husus var. Herkesin bildiği üzere altmışlı yıllarda ve yetmişlerin bir kısmında şarkı kayıtları stüdyolarda canlı çalan enstrümanlar eşliğinde, bir defada yapılırdı. Sonra teknoloji geliştikçe enstrümanlar önceden kaydedilmeye, şarkıcılar bu “playback”lerin üzerine söylemeye başladı. Şimdilerdeyse hepsi birbirinden ayrı yapılıyor desem yeridir. Yani bırakın şarkıcının bir şarkıyı bir kerede baştan sona okumasını, her bir kelimesini başka bir gün söylemesi dahi mümkün. Nitekim bu rahatlığı, kolaycılığı, hileyi (artık adına ne derseniz deyin), kullanmayan yok gibi. Peki sizce Ajda’nın buna ihtiyacı var mı?
Yani Ajda stüdyoya girip dört dakikalık bir şarkıyı “playback” üzerine (elbette birkaç provadan sonra) bir defada söyleyemeyecek bir şarkıcı mı? Bence değil. Hatta şu an ülkede bunu yapabilecek yeterlilikteki sayılı şarkıcıdan biri. Ama her nedense Ajda’nın vokal kayıtları hep kesik kesik, kopuk kopuk. Belli ki kesilmiş, yapıştırılmış, “edit”lenmiş, hatta belki de “Pro Tools”lanmış (bir çeşit ses düzeltme programı).
Aslında bu problem son birkaç yıldır yayımlanan tüm albümlerde var ama doğrusu bu ya, Ajda’ya yakışmıyor. Ben Ajda Pekkan olsam, girer bir defada okur ve sesimin üzerinde bu kadar çok oynanmasına, ruhunu, duygusunu kaybedip mekanikleşmesine izin vermezdim naçizane.
Bir hayli “Photoshop”lanmış olmasına karşın, Ajda’nın şahane göründüğü Nihat Odabaşı imzalı kartonet resimleri ve genel olarak kartonetin tüm tasarımı gayet şık ve albenili. “Yakar Geçerim”in klibinde albüm kapak resimlerinin görselliğine gönderme yapılması ise görsel bütünlük açısından son derece yerinde bir tercih. Ajda tam da görmek istediğimiz gibi. Yaşsız, kusursuz, çok çarpıcı ve hatta eni konu seksi.Belki “Farkın Bu” gibi iddialı bir ismin içini doldurmayacak bu albüm. Belki “Farkın Ne?” sorusunun Ajda kariyerindeki karşılığı olmayacak. Ama kabul etmeli ki Ajda’nın bu albüme kadar gelmiş kariyeri de öyle böyle değil. En iyilerinizi yolun çok başında yapmışsanız, sonra ne yapsanız dudak bükülür, kolay hazmedilmez. Yine de yazının başında saydığım nedenlerden ötürü, bu albüm görevini yerine getirmiş, 2011’i de Ajda dinleyerek, (dinlemesek bile) Ajda konuşarak geçirmemizi sağlamıştır. Kim bilir belki de Ajda’nın farkı aslında budur!
Selen Servi’nin ilk albümü 2010 yılının Ekim ayında piyasaya çıkmıştı. Daha önce adını hiç duymadan ilk albümüyle karşılaştıklarım her zaman daha çok ilgimi çeker ya, bu albümü de bir merakla dinlemişliğim de vardır. Adını daha önce hiç duymamış olsam da, pek öyle yeni yetme bir ses gibi tınlamayan bu genç kadının şarkıları da tok duruyor, sadece beş şarkı ve üç versiyondan oluşan bu “mini-albüm”, tartışılabilecek kusurlarına karşın, dinleyende iyi bir işle karşı karşıya olduğu duygusu uyandırmayı başarıyordu. Bu bir yeni yetme albümü değildi; orası çok belliydi. Peki kimdi bu Selen Servi?
Candan Erçetin ilk albümünü 1995 yılında yayımlamıştı. 1986 yılı Eurovision temsilcimiz Klips ve Onlar topluluğunun bir üyesi olarak tanıdığımız, sayısız reklam cıngılından sesine aşina olduğumuz bu genç kadının o günlerin anlayışında epeyce geç kalmış gibi gözüken bu ilk albümü büyük ilgi görmüş, Candan Erçetin ismi herkesin hafızasına özellikle o şahane “Umurumda Değil” şarkısı ve kırmızı elbisesiyle sandalyeye ters oturduğu, tek plan çekilmiş klibiyle kazınmıştı.
Yetmiş ve seksenleri yaşayanlar bilir; o zamanlar yurt dışında yayımlanmış albümlerin memlekete gelişi öyle kolay olmazdı. Tıpkı filmler gibi, albümler de epeyce sonra ulaşırdı Türkiye’ye. Hatta bazen hiç ulaşmadığı da olurdu. Korsan baskılar, çekme kasetler, yurt dışına gelip gidenlere verilen siparişlerle kapatmaya çalışırdık açığı. Bir de radyo başında mesai harcayıp, en yeni şarkıları TRT-4’ün “stereo” yayınlarından kaydetmişliğimiz, anonslu manonslu öylece arşivlemişliğimiz vardır. Yine de ne yapsak çok eksik, çok geri kalırdık.
Neyse ki yabancı dergiler bulunurdu gazete bayilerinde. Mesela Kadıköy vapur iskelesi civarındaki gazetecilerde Melody Maker, Bravo, Billboard filan bulunabiliyordu pek haftası haftasına olmasa da. O dergilerin listelerinde, haberlerinde yer alan albümlere bakar bakar yutkunurduk. Ya gelir ya gelmezlerdi memlekete. Bir yerimiz şişse yeriydi yani.
Albüm gelmeyince klip de gelmezdi haliyle. Devir video devriydi. Bazı uyanık videocular, “Top of The Pops” gibi yabancı programların televizyondan kasete kaydedilmiş (elbette korsan) kopyalarını kiralarlardı. Genellikle demode olurdu onlar da; geriden takip ederdi listeleri. Tek kanallı televizyonda kırk yılda bir yabancı müzik klibi çıkacak diye en olmadık saatleri beklemekten perişan olurduk.
Mesela yılbaşı geceleri bütün programlar bittikten nice sonra, gece 2-3 gibi yabancı müzik yayını yapardı TRT. Görüp göreceğimiz o olurdu. Bir de Erhan Konuk’un “Müzik Stüdyosu” olurdu haftada bir. Onda da her popüler şarkının klibi olmazdı. (Konuk’un yıllardır yaptığı radyo/tv programlarında şarkı seçimlerindeki müzikal beğeni skalasını hiçbir zaman anlayamayanlardanım korkarım; o da ayrı mevzu.)
Sonra Balet Plak, Milletlerarası Müzik Yayınları, Sony, EMI, BMG ve daha niceleri; gerek yabancı firmaların yayın haklarını alan yerli oluşumlar, gerekse yurt dışı kaynaklı firmaların artan pazar payının farkına varıp faaliyete geçirdikleri Türkiye kolları yabancı müzik albümlerine günü gününe ulaşmamızı sağladılar.
Önceleri kaset, sonraları CD formatında satışa sunulan yabancı albümler raflarda zebilullahdı artık. Fiyatları yerli albümlerin neredeyse iki katıydı; bundandır ki öğrenci harçlıklarımızdan ancak gözümüze kestirdiğimiz, arşivimize illa ki katmak istediklerimiz için bütçe ayırır, onları da öğrencilere taksit yapan (kredi kartımız yoktu hayır) kitapevlerinden satın alırdık ama buna da şükürdü. En azından elimizin altında olduklarını, aradığımızda bulacağımızı bilirdik.
Bütün bu duyarlılıklar, bu hassasiyetler şimdinin algısında şüphesiz çok anlamlı değil. Türkiye’de yayımlansa ne, yayımlanmasa ne diyor eminim şimdi okuyanların bir kısmı. Öyle ya, internetten sipariş edip, dünyanın her hangi bir ülkesinden istediğimiz albümü getirtmemiz pekâlâ mümkün artık. Hatta albümü mp3 formatında satın alıp anında dinlemeye başlamak daha da mümkün ve kolay.
Bundandır ki dünya müzik sektörünün devlerinden Universal’in 2004 yılında Türkiye pazarından çekilmesi, internetten müzik indirme lüksünün (henüz yasal platformalara kavuşmamış olsak da) tadına varan müzik tüketicileri için pek de dikkat çekici bir haber olmamıştı. Oysa sektör için çok büyük önem taşıyordu bu haber.
Nitekim yabancı firmaların Türkiye ayaklarının sektörde faaliyet gösteriyor olması (beraberinde getirdiği tekelleşme/globalleşme/tekdüzeleşme riskine rağmen) o günlerde de çok önemliydi, bugün de çok önemli. Çünkü bu sadece yabancı albümlerin Türkiye’de günü gününe yayımlanması anlamına gelmiyor. Yerli albümlerin, yerli müziğin ve onu üretenlerin de desteklenebilmesi, bu pazarda ve dahası uluslararası pazarda yer bulabilmesi için Universal ve benzeri firmaların varlığı büyük önem taşıyor.
Türk popüler müziğinin uluslararası pop müzik alanında at koşturacak ne teknik ne de artistik altyapısı yeterli şu an için. “Rock” deseniz belki bir gömlek daha iyi durumda ama o cephede de henüz bu yetkinlikte az sayıda isimden söz edilebilir ki onların da yaş, dil ve hatta din kriterleri nedeniyle yapabilecekleri sınırlı. Bunu ben değil, sektörün yazılı olmayan kuralları öngörüyor. Bu anlamda Türkiye’nin uluslararası pazarda daha ziyade “world music” kategorisinden şöhret çıkarması yüksek olasılık. Nitekim memlekette bu kapıyı aşındıranların sayısı (bilinen ve bilinmeyenle birlikte) hiç de az değil.
Kaldı ki uluslararası pazarda yer bulabilmenin yolunun teknik, artistik başarıdan, yaştan, dilden, dinden ve diğer bilumum tahmin edilebilir kriterden daha çok, yaygın ve sistematik bir pazarlama stratejisi güdecek büyük bir firma desteğinden geçtiği de bilinmeyen bir gerçek değil. Bu anlamda bugüne dek çok çaba harcanmadı. Bırakın yurt dışına müzik ihraç etmeyi, yurt içinde üretilen müziği desteklemeyi bile görevden saymadı bizim Türkiye büroları.
Universal’in geri çekilişinde şirketin Türkiye ayağının bir zamanların Unkapanı usul ve adabıyla işletilmesinin payı büyüktür. Nitekim aynı dönemde Sony ve BMG de yanlış projelere para yatırmış, eski Unkapanı firmalarının yayımladıklarından farksız albümlere imza atmışlardı.
Bugün ister yurt dışı bağlantılı olsun, ister yüzde yüz yerli malı, müzik firmalarının hemen hiç biri çok büyük isimler haricindekilerin albümleri için para harcamıyor. Olsun olsun şarkıcının cebinden harcayarak yaptığı albümü basıyor, dağıtıyor; taş çatlasın bir iki de klip çekiyor, döndürüyorlar. Yeni isimlerse şirketlerin kapısında yatıyor albüm bastırabilmek için. (Üstüne para veren bile var.)
Halbuki dünyanın her yerinde müzik sektörünü besleyen, ayakta tutan, yeni isimler, yeni albümler, yeni şarkılardır. Sadece satış garantisi olan işlere yatırım yapmak, hiç riske girmemek ise bırakın müzik sektöründeki misyonunuzu bir yana, ticaretin herhangi bir alanında bile kabullenilebilir bir yöntem değildir. Risksiz kazanç olur mu? Olur belki… Ama nereye kadar olur?..
İşte tam da bu ahval ve şeraitte, geçtiğimiz günlerde Universal Müzik’in Türkiye’deki faaliyetlerine Avrupa Müzik bünyesinde devam etme kararı aldığı ve anlaşmanın işlemeye başladığı haberi duyuruldu. Ben bir sevin, bir mesut ol…
Bilmediğim şey değildi aslında. İstinye’de açılacak ofise dek bir çok ayrıntıyı çok daha önceden haber almıştım ama bir sabah “mailbox”ımda bulduğum Justin Bieber ve Metallica & Lou Reed albümlerine ait basın bültenleri, Universal’in Türkiye’de start verdiğinin müjdecisi oldu ve haliyle yetmiş ve seksenlerin (yazının başında bahsi geçen) yoksunluğunu, yokluğunu yaşamış biri olarak bu durum beni ziyadesiyle memnun etti.
Üstelik sırada Rihanna, Amy Winehouse gibi bombalar da varmış ki tadından yenmez.(Kabul ediyorum; Batıya karşı kompleksi hiç azalmamış bir kuşağın ferdiyim ve Batıyla aynı anda bir albüme kavuşma, bir filmi izleme lüksüm olduğunda kendimi zafer kazanmış gibi hissediyorum. Bir de Batıda bizden bir sanatkârın şarkısı tutmaya, albümü satılmaya görsün; sanırsın tekrardan Viyana’yı kuşattık; öyle bir abartılı hamaset hali.)
Avrupa Müzik bundan bir süre önce doksan sonu iki bin başı Universal katalogunu,bir döneme damga vurmuş Tempa-Foneks katalogunu ve en önemlisi de Odeon gibi 87 yıllık bir firmanın arşiv değeri paha biçilemez dev katalogunu bünyesine katarak büyük bir atılım yapmıştı. Bu atılımdan şu ana dek dinleyici payına düşen, bugünün albümleriyle aynı fiyata piyasaya sürülen “back catalogue” Universal albümleri oldu.
Doksanlı yıllarda basılmış albümlerin yeni baskılarına (üstelik de birer tıpkıbasımken, yani hiçbir yenilik içermiyorken), bugünün rayicinden bedel biçmek nedendir, bu şekilde katalog devrinde harcanan para dinleyiciden çıkarılabilir mi orası meçhul ama Avrupa Müzik’in bu ilk atılımda başarılı bir strateji izlediği söylenemez. Katalogdaki bir çok önemli albümün basılmamış olması, basılanların nedense dijital satışa çıkarılmamış olması ve albümlerin piyasaya habersiz, reklamsız, adeta sessiz sedasız sürülmesi de cabası.
Umarım ve dilerim ki Avrupa Müzik, eski ve yeni Universal katalogunu şimdiden sonra doğru değerlendirmekle kalmaz, yanı sıra doğru düzgün Türkçe projelere de yatırım yapar, para harcar, destek olur. Sektörün her şeyden çok böyle atılımlara ihtiyacı var çünkü.
Ne olursa olsun Universal’in geri dönüşü Türkiye’de müzik adına öyle bir kalemde es geçilmeyecek, çok önemli bir haber. Müzik adına hayırlı ve de uğurlu olması dileklerini de ekleyerek Universal Müzik’e “hoş geldin” diyor, Avrupa Müzik’i de bu hamlesinden dolayı bir kez daha kutluyorum.
Bengü ile 2000 yılında tanış olduğumuzda, “ailemizin şarkıcısı” Kenan Doğulu’nun ağabeyliğini yaptığı “ailemizin küçük, şirin kızı”ydı. Sonra büyüdü, serpildi, değişti, dönüştü, açıldı ve hatta saçıldı.
(Ağustos 2011 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.) Hep söylüyorum; artık tamamen kangrene dönüşmüş yayıncılık anlayışları ile özel radyolar yerlerde sürünüyor. Söyleyecek hiç bir sözü olmayan, bir vizyonu, bir misyonu olmayan, sadece günü kurtaran, reklam alan radyolar ve onların kendine ait cümleler kurmaktan, şarkılar seçmekten aciz “anons makinesi” programcıları.
Bakmayın “programcı” dediğime. O lafın gelişi. Bir çokları “radyocu” tabirinden alınıyor. “Biz radyo alıp satmıyoruz,” gibi de bir savunmaları var. Terziler “moda tasarımcısı”, sekreterler “yönetici asistanı”, berberler “saç tasarımcısı” ya memlekette nicedir; radyocuların hepsi de “radyo programcısı”ymış! Yapmayın Allah aşkınıza!
Hadi gelin sorgulayalım…
Programınızın bir bütünlüğü var mı? Yani başladığı ve bittiği hissediliyor mu? Yoksa tüm gün yayın akışında değişen yalnızca “dj”lerin ses tonları mı?
Sizden önce ya da sonra yayın yapandan farkınız nedir? Mesela farklı şarkılar çalıyor musunuz? Çalabiliyor musunuz? Yoksa radyo yönetiminin rotasyona yüklediklerini, sırasını bile değiştirmeden çalmaktan mı sorumlusunuz sadece?
Gündelik “geyik” muhabbetlerinden başka, kendinize ait bir fikriniz, bu fikrinizi ifade edebileceğiniz cümleleriniz var mı? Sizi sesinizden mi, yoksa kurduğunuz cümlelerden mi tanıyor dinleyenleriniz?
Müzikle ne kadar haşır neşirsiniz? Hiç CD satın alıyor musunuz mesela? Yoksa sadece radyoya gönderilen “promo” CD’lerden mi ibaret müzik kültürünüz? (Abarttığımı düşünmeyin sakın. “Bilmem kaç yıllık radyocuyum, aman da ben fakültede radyo televizyon okudum,” diye böbürlenen ismi lazım değil bir meşhur radyocumuzun “A o albümü dinlemedim, henüz bana göndermediler, bizim radyoda rotasyona girmedi” dediğine bizzat şahit olmuşluğumuz var Twitter camiasında.)
Peki “program” sandığınız o şey yayından kalksa bir gün, eksikliğiniz hissedilir mi mesela? Yoldan geçen herhangi bir radyocu da aynı şekilde devam ettirebilir mi yoksa “program”ınızı? Yani sizin kondurduğunuz kuş nedir, hiç düşündünüz mü?
Ya da tam tersini sorayım; tasınızı tarağınızı toplayıp başka bir radyoya geçseniz bir gün… Yayın yaptığınız ilk gün, dinleyicileriniz de sizinle birlikte frekans değiştirir mi? Dinleyenler sizi mi, o frekansı mı arar radyo cihazlarında?
Hadi diyelim radyonun kişiliksiz yayın politikası gereği, şarkı seçme hakkınız yok. Ama karnınızı doyurmak için de bu işi yapıyorsunuz. Peki en azından çaldığınız şarkılar hakkında iyi kötü yorum yapma şansınız var mı? Hani radyo programcılarının müzik sektörüne yön verdiği sanılıyor ya hep. Siz nasıl bir yön veriyorsunuz? Mesela kötüye kötü diyebiliyor musunuz? Yoksa bütün şarkılar “ay çok şahane” mi? Yoksa sizin radyonuz zaten kötü şarkılar çalmaz mı? Hadi canım, güldürmeyin beni!
Bu yazıyı sonuna kadar okuyan ve kafasında soru işareti uyanan tüm radyocu arkadaşlarımdan özür dilerim. Eğer üzerinize alınmadıysanız, zaten sorun yok demektir sizin açınızdan. Alınanlaraysa şunu söylemek isterim; inanın maksadım özgüveninizi sarsmak değildi. Hem siz değil, sizi birer “anons makinesi”ne dönüştüren bu sistem, bu düzen utansın. Siz anonslarınıza devam edin. Hem bakarsınız Demet Akalın, seneye sizi de Bodrum’a davet eder!
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.