"Petrol" hezimeti ve peşi sıra gelen Yaşar Plak macerasından sonra Ajda Pekkan 1983 yılında dinleyicilerinin karşısına bir kez daha "Bambaşka Biri" olarak çıkmayı başaracaktır.Aslan başı modeli saçları, aerobik taytları, renragenk, fosforlu tozluklarıyla yine genç, yine dikkat çekici ve yine "trend-setter"dır Ajda. Yeşil Giresunlu prodüktörlüğünde, Fikret Şeneş süpervizörlüğünde ve Garo Mafyan aranjörlüğünde hazırlanan yeni albümü de öyle olmalıdır. Olur da nitekim.
Görüntüler akıyordu. O günlerde çok revaçta olan “simit kafe”lerden birinden, sabah aç gözlülüğüyle çeşit çeşit, şekil şekil, kaşarlı, sucuklu, zeytinli hatta krem çikolatalı simitler almış, bir torba dolusu simit ve fazla demli, fazla acı çayla sürüp gidecek koca bir günü, gün ışığı görmeden geçirmeye hazırlanmıştık. Böyle kim bilir kaç gün geçecekti aktarma stüdyosunda. Kimler gelip kimler geçecekti monitörlerden, neler neler düşecekti aklıma her görüntünün izdüşümünde çok değil, birkaç gün sonra yazılı metinlere dönüşmek üzere.
Yapacağımız seri, aslında tek başına bir televizyon programı değildi. Epeyce sakin, durağan ve iddiasız bir sabah programının içeriğinde bir unsurdu sadece. Epeyce şatafatlı, gürültülü ve iddialı bir unsur, bir köşe. Bundandır ki ekonomik davranmak zorundaydık. Yine de alamıyorduk kendimizi. Onu da kaydedelim, bunu da derken, ihtiyacımız olandan çok daha fazlası birikiyordu dijital bantlarda. Biz kullanmasak da birileri kullanırdı nasılsa. Dijital olmayan bantlar, bugünün teknolojisiyle kullanılamıyor, lazım bile olsa arşivden çıkarıp da aktarmaya kolay kolay kimsenin eli değmiyordu. Simit tadındaydı izlediklerimiz. Simit tadı kadar eskinin sıcaklığını taşıyordu yerin dibindeki aktarma stüdyosunun ruhsuz serinliğine inat.
Gelibolu’daydık. “Deli kadın”larda misafirdik o yılbaşı gecesi. Mavi gözleri, dalgalı ve seyrek sarı saçları, elmacık kemiklerini ve dişlerini ilk bakışta dikkat çekici hale getiren zayıf yüz hatlarıyla bu ufak tefek, ama alımlı kadın, bildiğimiz ev hanımlarına, en azından annemin diğer arkadaşlarına hiç mi hiç benzemiyordu. Bir kere çok neşeli, çok konuşkan, çok eğlenceliydi. Durup durup taşar, olmadık yer ve zamanda şarkılar söylemeye başlar, kocasıyla rakı kadehini tokuşturur, hatta çakırkeyif olurdu.
Aslında içmediği zamanlarda bile hep çakırkeyifti. Kocası ona “mavişim” diye hitap eder, o da kocasına “hayatım, aşkım, bir tanem” diye seslenmekten çekinmezdi (ki ne ayıptı başkalarının yanında çekinmeden sarf edilen sevgi sözcükleri, ne alışılmadıktı o zamanda ve o zamanın ortalama aile ahlakında). Ondandı adını “deli kadın” takışımız kardeşimle birlikte. “Başkaları ne der”i bu kadar dert etmeyen bir kadın, olsa olsa “deli” olabilirdi. Eski İstanbullu bir aileden geliyordu. Kocasının işi sebebiyle İstanbul’dan uzakta yaşamak zorunda kalmıştı ve bundan nefret ediyordu (her ne kadar o günün ulaşım şartlarında bile İstanbul’a gitmek en fazla dört saat sürse de).
Ne zaman onlarla birlikte aynı arabada İstanbul’a gitmek üzere yola çıksak, yol boyunca aklına estikçe “İstanbul’u Artık Hiç Sevmiyorum” şarkısını “İstanbul’u Artık Çok Seviyorum” diye değiştirerek söylemeye başlardı. O kart sesiyle bağır çağır, detone metone demeden, delice haz alarak söylediği şarkı, ister istemez kazınacaktı hafızalarımıza (öyle ki yıllar sonra plağını aldığım zaman Nesrin Sipahi’nin şarkıyı yanlış söylediğini bile düşünecektim.)
Kadıncağızın yüzüne karşı gerçek ismini kullanırdık elbette ama, yıllar bana onun gerçek ismini unutturmuş bir şekilde, aklımda bir tek cıvıl cıvıl mavi gözler, “İstanbul’u Artık Çok Seviyorum” şarkısı ve “deli kadın” yakıştırması kalmış.
“Deli kadın”ların denize nazır evinde perdeler ardına kadar açıktı. Işıl ışıl, şahane bir Çanakkale Boğazı manzarasından, zehir gibi soğuk bir Aralık gecesinin kömür dumanı tüterken, o zamanın zenginlik göstergesi kaloriferli apartman dairelerinden birinde olmanın insanın iliğini kemiğini ısıtan keyfini yaşıyorduk.
Siyah beyaz televizyon, pencerenin hemen yanında duruyor, formika televizyon sehpasının iki rafından birinde kırmızı ışıklı düğmesiyle regülatör (ani voltaj düşmelerine karşı televizyonu koruyan ve o yıllarda hemen her evin demirbaşları arasında yer alan cihaz), diğerinde ise tam da “deli kadın”ın rüküşlüğüne yaraşır simli mi simli bir örtüyle üzeri örtülmüş radyolu kasetçalar (teyp denirdi o zamanlar) duruyordu. Sofrada nar gibi kızarmış, içi tepeleme fıstıklı, kuş üzümlü pilav dolu, masal gibi bir hindi dolması, yanında zeytinyağlılar, muska börekleri, fındık, fıstık, iri bademler, illa ki çekirdek, beyaz leblebi, kokulu mandalinalar, portakallar, kütür kütür elmalar, sarı ayva, kızıl nar... Gece boyu yenilecek, içilecek.
Babamın ve İbrahim Amcanın (“deli kadın”ın kocası) yılbaşı gecesi şerefine tüttürdükleri puronun vanilyasına, durup durup tokuşturdukları kadehlerin anasonu, tencerede patlatılmış mısırın iştah açan yağlı kokusu karışıyor. Televizyonda günün en sevilen şarkıcıları. Basit ve sade dekor, yılbaşı süsleriyle şenlendirilmiş. Bir köşede geniş bir platform, fonda siyah beyaz ekranda bile ışıldayan 1979 yazısı...
Şarkıcılar stüdyonun bir köşesinde bir arada oturuyor. Sırası gelen platforma çıkıp şarkısını söylerken, diğerleri kah alkışlayarak, kah dans ederek, kah ağız oynatarak eşlik ediyor sahnedekine. Sair zamanlarda hep ayrı ayrı izlemeye alıştıklarımızı böyle sohbet muhabbet görmek içimizdeki samimiyet duygusunu coşturuyor. “Deli kadın”ın dönüp dolaşıp bana ve kardeşime sarılmasına, yanaklarımıza şapır şupur öpücükler kondurmasına bile ses çıkarmıyoruz. Onun bu taşkın sevgi gösterilerine ortak bile olabilirim biraz yüz bulsam annemden. Ama annem her zamanki mesafesini korumayı nasılsa başarıyor, hatta içinden içinden ayıplıyor “deli kadın”ı, bunu bakışlarından anlamakta zorlanmıyorum.
Nükhet Duru, Semiha Yankı, Ayla Dikmen, Seyyal Taner... Kimler yok ki o gece salonumuzda konuk. Mandalina kabuğunun çocukluk kokusu dolanıyor aktarma stüdyosunun sert köşeli duvarlarında. Elhan’ın sesiyle dönüyorum bugüne: “Hakan, Ayla Dikmen’i de alıyorum kayda.” “Al al” diyorum. Yüzümdeki ifadeden seziyor içimden geçenleri.
Mavi gözlü, kart sesli o kadıncağızı yıllar yılı “deli kadın” diye anmamın, hatırlamamın bedelini, fizik olarak hiç benzemese de, çok ama çok benzer bir hal ve tavırdaki Elhan’la (aynı taşkın sevgi hali, aynı şarkılı türkülü, şenlikli, kasıntısız, takıntısız kadın prototipi) evlenerek ödemiş olduğumu düşünüyorum. Yaradan “al sana bir deli kadın da benden” demiş olmalı bana. “İyi ki de demiş” diye geçiriyorum içimden. “Hatırladığımdan daha güzelmiş” diyorum dışımdan. Bu son cümle Elhan’ın önündeki monitörde tek omuz dekolteli kostümüyle “Zehir gibi aşkın var lalalalala...” diyerek dans eden Ayla Dikmen için.
Türkiye’de “rock” müziğin bugün anladığımız tanımı seksenli yıllarla birlikte şekillenmeye başladı. Öncesinde yapılanların “rock’n roll”dan Anadolu-popa uzanan bir çizgide, kimi kez deneysel arayışlar, kimi kez de taklitler ya da öykünmelerden öteye geçebildiğini söyleyebilmek biraz zor.
Yılbaşına kısa bir süre kala geride bıraktığımız yıla dair genellemeler, değerlendirmeler, özet çıkarmalar aldı yürüdü yine. Aralık aylarımız hep böyle geçer. Yazılı ve görsel basın, “yılın en…” listelerinden geçilmez. Nicedir buna sosyal medya da dâhil oldu. Hele ki popüler müzik gibi herkesin üzerinde koşulsuz şartsız fikir sahibi olduğu bir alanda kalem oynatanlardansanız, bu mevsimde genelleme listelerine fikir beyan etmelere de, yayımlanmış listeleri okumalara da doyamazsınız.
Buraya kadarına kimsenin bir itirazı olamaz. Dünyanın her yerinde yapılıyor bu. İnsan kendi içinde bile geride bıraktığı yılın iyisinin kötüsünün muhasebesini yapıyor yıl dönümlerinde, bilumum sektörleri, üretim alanlarını, sanatı, kitabı, sinemayı, müziği muhasebe etmişiz, her kafadan bir ses çıkarmışız çok mu? Kaldı ki fena da olmuyor.
“Şarabi” adlı şarkımın bir satırına düşen “Zamanından eleğinden geçiyor hayat,” cümlesi tam da bunun için yazılmıştı. Tarih her şeyi tek tek yargılıyor ve değerini zamana teslim ediyor. Köprünün altından çok sular aktıktan sonra geride kalanlar, hayat dediğimiz şeyin ta kendisi oluyor. Bu dramatik teşbihi müzik sektörünün üzerine oturtursak şunu söyleyebiliriz bir kalemde; bu yılın müziğine dair tarihe not düşeceklerimiz . aslında yıl içerisinde dinlediklerimiz değil, dinlediklerimizin bütününden bize kalanlar. Bu tip soruşturmalarda tamamen öznel gerekçelere dayanan sıralamaları sağlıksız, hatta hastalıklı buluyorum, onu baştan söyleyeyim. Siz gerçekten bir müzik yazarı iseniz, Kral TV’nin sokakta yürürken mikrofon uzattığı bir yeni yetme gibi davranamazsınız/davranmamalısınız, öyle değil mi?
_En sevdiğiniz şarkıcı?
_Yusuf Güney.
_En sevdiğiniz şarkı?
_Yusuf Güney’in “Yar Yüreğimde Uçuşuyor Yangın Tozları”.(Yazarın Notu: Tabii ki ben uydurdum, böyle bir şarkı yok.)
_En sevdiğiniz klip?
_Yusuf Güney’in güneş gözlüğü takarak üstü açık spor araba kullandığı klip. (Aslında bahsi geçen şahıs bunu bütün kliplerinde yapmaktadır, o ayrı.)
_En son aldığınız albüm? (İnternetten indirdiğiniz anlamında…)
_Yusuf Güney’in son albümü. (“Adı ne” diye sorsan bilmez, o ayrı.)
Şimdi bir de benzeri mantalitede bir müzik yazarının soruşturma cevaplarına bakalım...
_Yılın albümü?
_Aylin Aslım’ın “Gülyabani” adlı albümü. (Yedi sene önce yayımlanmış olsa bile.)
_Yılın şarkıcısı?
_Aylin Aslım (O yıl Hayal Kahvesi’nden başka yerde sahneye çıkmamış, albüm yayımlamamış olsa bile.)
_Yılın şarkısı?
_Aylin Aslım’dan “Güldünya”. (Okuyanlar dünya görüşümü ve politik duruşumu da bilsin yani.)
_Yılın ümit vaat eden şarkıcısı?
_Aylin Aslım (Uymasa bile nasılsa gerekçesi sorulmuyor. Kaldı ki sorulsa da “sadece arkadaşım olduğu, Cihangir White Mill’de çok teşriki mesaimiz bulunduğu için” diye yemin etse başı ağrımaz.)
Hadi biraz kafa yorun ve yukarıdaki iki soruşturma arasındaki on farkı bulun şimdi. Bulursanız bir zahmet bana da haber verin!
Tabii meselenin altını biraz kalınca çizmek, biraz kaba mizah yaparak dikkat çekebilmek adına örneklerde adlarını kullandığım Yusuf Güney ve Aylin Aslım’ı tenzih ederim. Hepsi tamamen benim hayal gücüm…
Size “yılın en sevdiğiniz albümleri” sorulduğunda vereceğiniz cevapla “yılın en iyi albümleri” sorulduğunda vereceğiniz cevap aynı olmamalı. Olursa orada bir duygusal tavır, bir adam kayırma, bir hesap kitap var demektir. En sevdikleriniz arasında gerçekten gece gündüz dinledikleriniz, kalbinize dokunduğunu hissettiğiniz ya da ne bileyim, sırf şarkıları söyleyeni ya da yazanı ahbabınız, tanışınız, eşiniz, dostunuz diye hatır-gönül belasına kayırdıklarınız olabilir. İnsancadır, doğaldır. Ama bir müzik yazarı olarak en iyilerin değerlendirmesini yaparken kriteriniz White Mill’de birlikte içtiğiniz kahvelerin hatırı olamaz. Olursa yanlış olur. Ciddiyetsiz olur.
Tüm bunları düşünmemi sağlayan aslında birkaç hafta önce yayımlanan bir gazete soruşturması oldu. Listenin başlığı “yılın keşfedilecek albümleri” idi. Hoş, değişik, zekice. Peki ya listenin içeriği?.. On albümlük listede iki albümün 2010 yılında yayımlanmış olması?..
Bunu Twitter’da yazdığım zaman karşıt görüş olarak dendi ki, yılın sonunda yayımlanmış albümleri de bir sonraki yıl değerlendirmeye almakta, böylece es geçmemekte fayda var. İlk bakışta gayet mantıklı gözüküyor, değil mi? Peki o halde bu liste yayımlanmadan bir hafta önce piyasaya çıkmış bir albümün bu listede ne işi vardı?.. Hadi gelin şimdi hep birlikte bu listenin samimi ve nesnel olduğuna inanalım.
Yok siz yorulmayın, ben sizin yerinize inanırım. Ya da inanırdım, şayet bazı gerçekleri bilmiyor olsaydım.
Gazete ve dergilerde (ve bir süredir “blog”larda) köşe başlarını tutmuş müzik yazarlarının (Naim Dilmener, Atilla Aydoğdu, Murat Meriç ve belki bir iki isim daha hariç) neredeyse hepsi seksenli ya da doksanlı yıllardan bu yana ağırlıklı olarak “rock” olmak üzere yabancı müzik dinleyerek müzikal bilgi ve birikimini elde etmiş kimselerdir. (Bu eksi mi? Elbette değil. Aksine; doğru kullanıldığında kocaman bir artı.)
Bunlar Türkçe pop müzik dinlemez ve yazmazlar. Yazarlarsa mutlaka içine Türkçe popun ne kötü fena, pis bir şey olduğunu, onların asla dinlemediğini ama meslek gereği yazdıklarını ima eden cümleler serpiştirilmiş “tü kaka”lama yazıları olur bunlar. Arada beğendikleri de olursa bilin ki bir hatır-gönül ya da bir “yukarıdan emir” vardır; aksi mümkün değildir.
Büyük umutlarla, büyük yatırımlarla piyasaya sürülen Rolling Stone, Billboard gibi dünya çapında dergilerin Türkiye edisyonlarının üç beş yıl dayanamadan topu dikmesinde de bu yazarlarımızın ve editörlerimizin payı büyüktür.
Demet Akalın, Hande Yener ve benzerlerinin (yani beğenin ya da beğenmeyin ülkenin önde giden popüler ikonlarının) kapağa çıkamadığı, haber olamadığı, yer bulamadığı bir popüler müzik dergisi yaratmaya, seçkinci bir tavırla, çoğunluğun beğenisini görmezden gelmeye odaklanmış, editörlerinin cemaat zihniyetine hizmet eden bu tip yayınların kapanmasından sonra yaşanan şaşkınlık da ayrıca gülünç gelmiştir bana.
Mesela Roll başka bir dergiydi. Misyonu, yayın politikası ve kuruluş amacı ile zaten alternatif ve bağımsız olmaya soyunmuş bir işti ve kapanması beni de üzdü. Ama aynı şeyi Rolling Stone ve benzerleri için söyleyemeyeceğim.
Popüler olanı dinlemekten, yazmaktan kaçınmak, çevrem ne der, “cool” imajım nasıl sarsılır kaygılarıyla habire kalemiyle alternatifleri işaret edip durmak, o beğenmediğiniz popülerin beğenmediğiniz yerde kalmasından başka bir işe yaramaz. Oysa dinlemelisiniz. Dinlemeli, iyisini, kötüsünü (sadece kötüsünü değil) yazmalısınız ki sözünüze değer verenler kadar sizi hiç okumayanların da dikkatini çekin ve onların yanlış, sizin doğru bildiklerinizi onlara anlatın. “Tü kaka” ederek değil; ciddiye alarak, paha biçerek, eşeleyerek.
Gelelim başka bir gerçeğe…
Bir müzisyenin müzik yazarlığı yapması ne kadar ihtimal dâhilindeyse, bir müzik yazarının da şarkı yazmaya, şarkıcılık yapmaya soyunması o denli mümkündür. Hatta ben bile (yayımlanmış şarkılarım bir elin parmaklarını geçmemiş olsa da) ucundan kıyısından bu isimler arasında sayılabilirim.
Ancak müzik yazarlığından meslektaş olduğunuz biri müzisyenliğe soyunduğunda onu “en şahane, ne muhteşem, en keşfedilmeyi hak eden” sıfatıyla listelemek ne derece ahlaklıdır, bunu tartışabilirim. Ama bu bizde hep yapılmıştır, halen yapılmaktadır; hem de üzeri örtülü filan da değil, çok açık ve net, aleni bir şekilde. Müsaade ederseniz, isim vermeyeyim ama illa merak ediyorsanız şu meşhur “yılın keşfedilmesi gereken albümleri” listesine bir göz atın derim. (Bahis konusu albümün/albümlerin/müzisyenin/müzisyenlerin iyiliği ya da kötülüğü değil burada konu ettiğim, yanlış olmasın!)
Bir de yakınlıkların, ahbaplıkların, samimiyetlerin getirdiği sınırlamalar, hatta zorunluluklar vardır ki, en zoru da odur. Bunu ben de sıklıkla yaşıyorum. Piyasanın uzağında iken, kimseyi tanımıyor iken kolayca sarf edebileceğim cümleleri, biraz tanış edindikten sonra ne çok içime atmışımdır bir ben bilirim. Bu biraz Türk olmakla ilgili bir şey galiba. Biraz vicdanla, belki biraz da yüzünüzün tutmamasıyla.
Eşiniz dostunuz, Allah’ın günü yüz yüze baktığınız, aynı ortamlarda bulunduğunuz kişiler sizden hakkında hep iyi yazmanızı bekler. Kötü yazarsan alınır, kırılırlar. Hikâyesini bildikleriniz vardır ve siz yazarken kaleminizi ister istemez o hikâyeden soyutlayamazsınız. Bir bakarsınız övgüyü abartmış ya da yergiyi oto-sansüre uğratmışsınız. Aslında bunun en güzel formülü Dilmener ustadan öğrendiğim üzere hiç yazmamaktır ama bazen omuz vermek arka çıkmak boynunuzun borcu olur ve siz bu çok insanca kaygılarla biraz ödün verirsiniz.
Bu kadarını anlar ve makul bulurum. Yapmıyorum dersem de yalan söylemiş olurum. Ama bunu bir tarz, bir biçim, bir üslup haline getirmiş, kariyerini yazdıklarından nemalanarak inşa etmiş yazarları kim ne kadar ciddiye alır ve önemser, iyice bir düşünmek lazım -ki var böyleleri yazık ki.
Nereden nereye geldik. Halbuki ben daha geride kalmak üzere olan yılın özetini çıkaracak, “yılın en iyi ... "leri listesi yapacaktım. Neyse, onu yapan ve daha yapacak olan nicesi var nasılsa. Benim geçen yıla bakışım da, geçen yıla bakanlara bakmaktan ibaret olsun. Yeni yılınız kutlu olsun!
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.