Bu ülkede doksanlı yıllardan geçip de İskender Paydaş’ın Kayahan’ın arkasında akordeon çalarken saçlarını oradan oraya savurmasını unutabilmiş az sayıda insan vardır. Henüz ve hâlâ okullarda saç kontrolü yapılıyor, saçı uzun erkeklere sokakta alaycı Lale Belkıs tebessümleriyle bakılıyor iken İskender Paydaş’ın müzisyenliğinden ziyade saçlarıyla hafızalarımıza yer etmesi boşuna değildi. Doksanlarda yurt sathında muazzam bir yetenek patlaması yaşıyor iken, ayırt ediciliğimizde “umut vaat eden müzisyen” olma halinin tek kriter olmaması gayet doğaldı.
2012 yılı Eurovision Şarkı Yarışmasında hangi ülkelerin hangi yarı finalde yarışacağı bu akşamüzeri Bakü’de çekilen kura sonucu belli oldu. Türkiye ikinci yarı finalde, yani 24 Mayıs gecesi yarışacak.
Azerbaycan “televizyası” tarafından yapılan canlı yayın TRT Müzik’te Cüneyt Asi Duru ve Bahar Akça’nın sunduğu “Müzik-Market” programı içerisinde ekrana getirildi. Stüdyoda Bülent Özveren, Semiha Yankı ve Can Bonomo vardı. Elbette Sayın Özveren’in yorumlarından diğerlerine pek konuşacak fırsat kalmadı ama yine de 1975 ve 2012 temsilcilerini yan yana getirmek ciddi bir programcılık başarısıydı; programın yapımcılarını tebrik etmek lazım.
(Bu arada yeri gelmişken, halen Türkiye televizyonlarında, en kral ve en kuvvetli müzik kanallarımız da dahil olmak popüler müziğin nabzını bu kadar günü gününe, bu derece iyi tutabilen bir başka müzik programı daha yok. Özellikle Cüneyt Asi Duru’nun müziğe olan tutkusu ve birikimiyle sürüklediği, seyri son derece keyifli bir program Müzik Market. Hafta içi her gün 18:00’da TRT Müzik’te ekrana geliyor, aklınızda bulunsun.)
Bilmeyenler için hatırlatayım; Eurovision Şarkı Yarışması iki yarı final ve bir final olmak üzere toplam üç gecede tamamlanıyor. Avrupa Yayın Birliği’nin kurucuları olan ve “big five” (beş büyük) diye anılan İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya yarı finallere katılmıyor, doğrudan finalde yarışıyor (Özveren canlı yayında “big five”ı “parayı veren düdüğü çalar ülkeleri” diye adlandırıp yine kinayenin büyüğünü yapmaktan geri kalmadı.)
Bir de o yıl yarışmayı düzenleyen ülke, yani bir yıl öncesinin birincisi de finalde doğrudan yarışıyor. Kalan ülkelerse çekilen kura sonucu iki yarı finale dağıtılıyor. Her yarı finalde herkes kendi grubundaki ülkelere oy verebiliyor. “Big five” ve ev sahibi ülke ise yine çekilen kura ile iki geceden birinde oy kullanacak şekilde dağıtılıyor.
İşte bu akşam çekilen tüm bu kuralar sonucu Türkiye ikinci yarı final gecesine kalarak avantajlı bir konuma yerleşti. Zira yarışmanın yıllardır süren seyrinde bize puan veren ve vermeyen ülkeler kefeye konduğunda, ekseriya puan veren ülkelerden oluşan bir gruba denk geldik. Grubumuzda Almanya, İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi Türk nüfusun da yaşadığı ve hemen her sene puan aldığımız dört ülkenin yanı sıra, yine yakın kültürel bağlarımız nedeniyle oy aldığımız Makedonya ve Bosna Hersek de var. Ukrayna ve Malta’dan da oy gelme ihtimali olduğu göz önüne alınırsa neden avantajlı olduğumuz ortaya çıkıyor.
Tabii aslında ak koyun kara koyunu belli eden tek kriter şarkının kendisi. Öncesinde ne kadar tahminde bulunsak boş. Şarkı beğenilmezse Türk diasporası filan zerre işe yaramıyor; geçen sene gördük nitekim. O yüzden en sağlıklı tahminleri ancak şarkı belli olduktan sonra yapabiliriz/yapmalıyız.
Rusya’nın diğer grupta kalması da sevindirici zira SSCB’den kopmuş ülkelerin ezeli ve ebedi tüm puanları Rusya’ya gidiyor. Aynı şekilde senelerdir kör sağır birbirini ağırlayan Yunanistan ve Kıbrıs (“Rum Kesimi” tabii ki; yanlış olmasın) da aynı gruptalar. “Al gülüm ver gülüm” eylesinler gönüllerince. Buna mukabil Azerbaycan bizim grupta olsa iyi olurdu haliyle bir “al gülüm ver gülüm” de biz yapardık ama neyse; artık final gecesi yaparız.
Bu arada Can Bonomo’nun yayın süresince konuşabildiği sayılı dakikalarda hazırladığı şarkı/şarkılar üzerine söylediklerini de aktarayım hemen. Şarkının İngilizce olacağı kesin gibi. Şu an iki üç şarkı varmış hazırlanan ve TRT’ye sunulacak olan ama Bonomo ve ekibi bir şarkıya daha fazla yükselmişler gibi görünüyor; yani söylediklerinden öyle anladım. Zaten şarkının ay sonunda netleşmesi gerekiyor ki neresinden baksanız bir hafta zaman kaldı.
Bu akşam Bakü’den yapılan canlı yayında bu seneki yarışmanın sloganı ve logosu da açıklandı. Azerbaycan, tanıtımlarda “land of fire” (ateş diyarı) olarak lanse ediliyor. Özveren’in bu konudaki açıklamasına göre hem petrol hem de doğal gaz çıkan bu topraklarda ikisinin bir araya gelmesinden oluşan ateşin tanımlamasıymış bu. Pek romantik gelmiyor kulağa ama öyleyse öyledir, ne diyelim. Neyse, buradan yola çıkarak da alev/ateş motifli bir logo ve “light your fire” (ateşini yak/ateşle) sloganını seçmişler. İnsanoğlu var olduğundan beri yeryüzünün dört elementinden biri olan ateşi kullanıyor. Eh bu da yarışmanın hümanist ve siyasetler üstü (özde değil sözde elbette) ana temasına cuk oturuyor.
Bir de bu akşamki canlı yayında Bakü Belediye Başkanının bir konuşması vardı ki sahiden şahaneydi. Bu Azerbaycan Türkçesi ile Türkiye Türkçesi arasındaki anlam farklılıkları, onların dili kullanma biçimleriyle bizim yıllar içinde kibarlaşmış (belki de kabalaşmış) Türkçemizin tezatları belli ki Azerbaycan serüvenimiz boyunca bizi epeyce eğlendirecek. Bu akşam Sayın Belediye Başkanının her “Yerevizya Mahnı Müsabikesi” (Eurovision Şarkı Yarışması) deyişinde çok eğlendim mesela ben. Bir de Azerilerin yarışmayı kazandıkları gece “sehere kedar tantana” ettiklerini anlatması pek hoştu.
Bu arada bu sene yarışmaya katılacak diğer ülkelerde de faaliyetler devam ediyor. Hatta şu ana dek birkaç ülke yarışmaya göndereceği şarkı ve şarkıcıları belirledi bile.
Bunlardan biri Danimarka. Danimarka’yı 1990 doğumlu Soluna Samay “Should’ve Known Better” adlı şarkıyla temsil edecek. Samay’ın bugüne dek yayımlanmış bir albümü var. Yani henüz yolun başında bir müzisyen. Şarkısına gelen ilk tepkilerse olumlu. Bir Eurovision şarkısından çok, Avrupa popüler müzik piyasasında duymaya alıştığımız şarkılara benziyor. Buyurun bir de siz dinleyin.
Arnavutluk 20 finalistin katıldığı bir yerel final yaparak birincisini belirledi ve ülkeyi temsil etmek üzere seçilen isim aslen Kosovalı olan Rona Nishliu oldu. “Suus” fena halde eski stil bir performans şarkısı. Arnavutların daha önce gönderdiği şarkılara da bakılırsa böyle bir beğenileri olduğu söylenebilir. Bu arada bu şarkı tam Sertablık (sal sesini âlem duysun.) Hani Türkçe söz yazıp söylese yadırgamayız, o derece.
İsviçre’nin yerel finallerinden birinci çıkan Sinplus adlı grup Ivan ve Gabriel adlarını taşıyan İtalyan kökenli iki kardeşten oluşuyor. Broggini kardeşler “britpop” sularında dolaşan ve kolay dile yerleşen “Unbreakable” adlı şarkıyla İsviçre’yi temsil edecekler.
Bir de bizim gibi şarkıcısını seçip de şarkısını seçmeyen ülkeler var. İlginizi çeker mi bilmem ama o ülkeler ve şarkıcılarının adları da şöyle sıralanıyor; Belçika (Iris), Bosna Hersek (Maya Sar), Karadağ (Rambo Amadeus), Makedonya (Kaliopi), Sırbistan (Zejko Joksimovic), İspanya (Pastora Soler), Hırvatistan (Nina Badric), Fransa (Anggun), Kıbrıs (Ivi Adamou).
Eurovision günlüğü önümüzdeki günlerde en taze gelişmelerle devam edecek. Takipte kalın!
Tarzları, tavırları, duruşları ve kariyer çizgileri zerre kadar benzeşmese de, Erol Evgin’den bu yana ‘ailemizin sanatçısı’ çizgisine en çok yaklaşabilen şarkıcı Ferhat Göçer’dir dersem sanırım yanlış olmaz.
Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş (imzası taşıyan demek zor tabii) albümlerin ses getirdiği bir gerçek. Özellikle Dilmener ustanın her fırsatta yazıp çizmesi, hatta biraz da yüksek sesle çıkışması boşuna değil. Bugüne kadarki ENBE albümlerinin ne kadarında ENBE vardı hiç bilemedik ve açıkçası büyük kısmında olmadığı iddiasının aksini ispat edebilen de olmadı. "O zaman ENBE ismi niye var?" sorusunu göz ardı eder ve bunları birer toplama albüm gibi değerlendirirsek, ticari başarının açıklaması da kendiliğinden gelmiş oluyor.
(Ekim 2011 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.) Gün boyu yağan karın buza kestiği, kuru ayazın adamın iliğine kemiğine işlediği bir gecede, şehirdeki evlerin ışıkları bir bir söner, insanlar sıcak yataklarında, kalın yorganların altında derin uykulara teslim olurken, tek tük arabaların geçtiği, sokak lambalarının asfaltın üzerindeki buzu saydamlaştırdığı caddelerde, ağır ve temkinli sürmeye gayret ettiğiniz bir arabanın içerisinde hayal edin kendinizi. Çok değil, yarım saat sonra yeni günün ilk dakikalarına gireceksiniz ve çoğunluğun kim bilir kaçıncı rüyasında karşıladığı yeni günü, ta sabahın ilk ışıkları doğana kadar uyanık geçireceksiniz. Gece vardiyasına gidiyorsunuz. Hayır, bir fabrikada değil; radyoda!
TRT Ankara Radyosunda TRT FM’den yayınlanan Geceden Sabaha programlarından birinde buldum iki sezon süresince. Bugün bile o günler her aklıma geldiğinde gözümde ilk canlanan yukarıda anlattığım tablodur.
Sonrasında Cebeci Dörtyol’da 24 saat açık pastaneden alınan ekler pastalar, çilekli, muzlu tartoletler, kurabiyeler, su böreği… Gece boyu ayakta kalmamız, enerjimizi yüksek tutmamız için ne gerekiyorsa onlar. Sonra bolca bozuk para…
Eskiden gece sabaha kadar açık kalan, geceyi sabahlayarak geçirenlere/geçirmek zorunda olanlara hizmet eden kahvelere “sabahçı kahvesi” denirdi. Hala var mı öyle kahveler bilmem. Ama radyoda sabaha kadar devam eden canlı yayınların bir çeşit sabahçı kahvesi olduğunu söyleyebilmek mümkün. Biz de sabaha kadar uyanık kalanlara hizmet ediyorduk nitekim. Nasıl mı? Tabii ki sabaha kadar uyanık kalarak!
Elbette yayın yaptığınız radyo, TRT FM gibi dünyanın dört bir yanından dinlenilebilen bir radyoysa, dinleyen herkes aynı saat dilimi içerisinde olmayabiliyor. İlk kez bu yayınlara katıldığımda dinleyicilerin bize ulaşması için tahsis edilmiş telefonların gece boyunca, sabaha kadar aralıksız aranmasını şaşkınlıkla takip etmiştim. Sonra arayanların büyük kısmının yurt dışında yaşadığını, programın söz gelimi Amerika’da sabah saatlerine denk geldiğini fark edince, bunun normal olduğunu idrak etmiştim.
Yurt dışında yaşayan Türkiyeliler için ülkelerinden bir ses duymak, kendi dillerinden şarkılar, sohbetler dinlemek, muhakkak ki çok kıymetli, çok paha biçilmez bir şeydi. Bunu telefonun diğer ucundakilerin sarf ettiği her kelimeden, her cümleden, boğazlarına oturmuş yumrunun titrettiği seslerinden, ha ağladı ha ağlayacak ses tonlarından anlamak çok mümkündü. Duygulanırdık biz de çoğu kez elimizde olmadan.
Ne var ki yurt içinden arayanların sayısı da zannettiğimden epeyce fazlaydı. Kimdi bu “gece kuşları” ya da başka bir deyişle “sabahçılar” peki? Onları da gide gele, program yapa yapa, geceleri sabah ede ede öğrenecek, tanıyacaktık.
Radyolardaki gece programlarının en sıkı takipçileri, hiç kuşkusuz uzun yol şoförleri. Tabi ülke çapındaki tüm karayolları ağında dinlenilebiliyor olmasının, şehir değiştikçe değişen frekansların gösterildiği levhaların yol güzergâhları boyunca düzenli olarak karşınıza çıkmasının bu konuda TRT FM’i rakipsiz kıldığı bir gerçek.
Fakat bundan daha önemlisi, TRT FM yayınının canlı olması; gece boyunca mikrofonun karşısında o anda sahiden orada olduğunu bildiğiniz birilerinin konuşuyor olduğunu hissetmek. Bu sadece şoförler için değil, gece nöbeti tutan doktorlar, hemşireler, polisler, askerler, sivil güvenlik görevlileri ve benzerleri için de tartışılmaz bir tercih sebebi. Çünkü uyanık kalmak zorundasınız, çünkü muhtemelen yalnızsınız. Hele bir de etrafınızda sizi uyanık tutacak başka bir algı nesnesi yoksa, radyodan konuşan birilerini dinlemek şahane bir çözümdür. Hiçbir şey olmasa bile, bunun dinleyene verdiği güven, yol arkadaşlığı, kader birliği duygusu ayakta tutar insanı. Hele bir de dinlenilen şey keyifliyse, ballı kaymak!
Bir de belirli dönemlerde ve çok kez de belirli saat aralıklarında size eşlik edenler vardır gece yayını yaparken. Mesela sınav zamanları öğrenciler eklenir profile. Daha az uykuyla yetinebilen, ileri yaştakiler için gecenin belirli bir saatine kadar radyo dinlemek, hem eski bir alışkanlık, hem de yegâne eğlencedir. Onlar genellikle en fazla sabaha karşı ikiye, üçe kadar dinlerler sizi.
Saat dörde, beşe doğru bu defa gün ışımadan dükkânlarını, iş yerlerini açan, ya da işe gitmek üzere yola düşenler açar radyolarını. Fırıncılar bu grubun en çok radyo dinleyenleri sanırım; zira iki yıl boyunca kaç fırıncı ahbabımız oldu bilmiyorum. Ha bir de balıkçılar var. Onlar da en çok sabaha karşı dinlerler radyoyu. Bazen keskin bir sabah ayazıyla, deniz kokusu sızar ahizeden. Yorgun ve çatlamış bir sesle bir şarkı ister bir balıkçı. Uzaktan martı çığlıkları karışır canlı yayına.
Gece yayın yapmak zordur. Ama bir o kadar da güzeldir. Bu yazı devam eder... Daha anlatacak çok şey var.
Sonrasında aktarmalara her gün gidip gelemeyecek, işin hamaliyesini başından beri çok da severek yapan Elhan’a tamamen devredecektim. Yani, ilk günden beri aklımda olan, metinleri izlediğim görüntülerin izdüşümden yola çıkarak yazma planı, dün bir bugün iki sekteye uğramıştı. İşim gereği her gün stüdyoda olamıyordum. Stüdyoda aktarılan görüntüleri de eve getirme şansımız yoktu.
Birkaç kez boş zamanlarımda stüdyoya giderek, aktarılmış kasetleri izlemeye çalıştıysam da, bunun da o kadar kolay olmadığını görünce vazgeçtim. Özellikle hafta sonları boş cihaz bulup, oranın sorumlusuna rica minnet cihazı açtırmak, sonra saatlerce başında oturup görüntü izlemek filan TRT bürokrasisinde epeyce çetrefilli işlerdi. Nitekim bürokrasi kelimesinin bile tek başına yetersiz kalacağı o “işi sekteye uğratma” hali ilerleyen safhalarda da sıklıkla karşımıza çıkacaktı.
Bu durumda bana düşen, yıllar öncesinden hatırladığım ya da hiç görmediğim görüntüleri Elhan’ın bana anlattığı kadarıyla hayal ederek metne dökmekti. Ben de öyle yaptım. Her şeyden bir parça aldım. Her hafta radyo programım sonrasında gelen telefon ve postalardan hatırıma düşenler de vardı o metinlerde, kendi hissettiklerim de, başkalarının, sözgelimi Elhan’ın, hatta D.’nin hayatlarından kulağıma yer edenler de. Herkese, kim varsa hepsine, aslında tek kelimeyle geçmişe delice hayran sunucu kadın tiplemesi gittikçe şekillenirken gözümde, bir yandan da bu TRT geleneğine göre hayli “sulu” sayılabilecek kadını dengelemek için, şarkıcıların resmi biyografilerini de kısa metinler halinde kaleme alıyordum.
O metinleri görüntülerin üzerine dış sesle verecek ve sunucu kadının öznelliğini, TRT usulü bir ağızla resmileştirecek ve işin içine belgesel sosunu sezdirmeden yedirmiş olacaktık. Tabi her gün onar dakikalık ikişer bölüm halinde yayınlanacak bir serinin içerisine bunca şeyi sığdırmanın sonunda dönüp dolaşıp çok sağlam bir kurgu cambazlığına dayanacağını henüz kestiremiyordum.
Radyoda bunu yapmak çok kolaydı. Ses dosyalarını kolayca kesip biçmek, saniyelerle hatta saliselerle dans etmek, kendi başıma, yardım almaksızın bile becerebildiğim bir şeydi. Bir projede her şeyin hayal ettiğim gibi olmasının, radyoda pekala mümkün, televizyonda ise bir çok koşula ve kişiye bağlı olarak ihtimal dahilinde olduğunu öğrenmem için biraz daha zaman geçmesi gerekecekti.
“Kumral bir kadın,” diyordu Elhan telefonda bana. “Biraz tombik ama çok güzel bir kadın...” Anlamadığımı görünce telefonu dayıyordu önünde duran monitörün hoparlörüne. Ceylan Ece söylüyordu: “İsmin cismin ne söyle kimsin, nerden geldin, kimsin nesin ?..” Siyah, askılı tuvaletinin üzerine şifon bir pelerin giymişti. Bukle bukle saçlarını, peleriniyle aynı ahenkte savuruyor, arada bir hangi kameraya bakacağını şaşırıyor, sürekli gülümseyerek durumu idare etmeye çalışıyordu. Ne kadar da çok Fatma Teyzeye benziyordu.
Kim bilir neredeydi şimdi Fatma Teyze ? Orduevi gecelerinin değişmez assolistiydi o. Tıpkı Ceylan Ece’ninkine benzer tuvaletler giyer, gecenin belli bir saatine kadar salondaki masalardan birinde kocası ve çocuklarıyla birlikte kendi halinde otururken, ismi anons edilince alkışlar arasında sahneye çıkar, askerliğini yapan müzisyenlerden oluşan saz heyetine doğru dönüp, bir baş işaretiyle “başlayın” komutunu verir, sonra değme alaturkacılara taş çıkaran bir edayla şarkısına başlardı.
En çok da bizim aramızdan, bizim oturduğumuz masalardan birinden kalkıp sahneye çıktığı için, daha dün sabah evimize komşu balkonda çamaşır asmış, halı dövmüş olduğu için, gecenin sonunda cümbür cemaat eve dönülürken, salondaki tüm kadınlarınkinden daha afili de olsa tuvaleti, bizimle aynı taşlık yoldan yürüyerek kocasının kolunda lojmanın yolunu tutacağı için alkışlardık onu.
Sesi güzeldi ya da değildi, şarkı söyleyebiliyordu ya da söyleyemiyordu, ne fark ederdi ki ? Orta yaşını almış, iki çocuk annesi, orta gelirli bir ailenin börek açan, turşu kuran, gün aşırı süpürge yapan ev kadını, allı güllü tuvaletler içinde sahneye çıkıp şarkıcıymış gibi yapıyordu ya, o bile az şey değildi seksenli yılların Türkiye’sinde.
Çok az plak yapmış, sonra nedense ortalardan kaybolmuş Ceylan Ece’nin yüzü Fatma Teyze’nin yüzüyle karışıyor hafızamda. Fatma Teyze’nin assolisti olduğu Elazığ Orduevi’nin bahçesinde, 12 Eylül sonrası Elazığ’a ilk ziyaretini yapacak olan Kenan Evren’i beklediğimiz gün geliyor aklıma.
Geliş haberi kulaktan kulağa yayılmış, lojmanlardaki bütün subay-astsubay eşleri, en süslü gün kıyafetlerini giyip, Orduevinin kuaföründe en seksenli yıllar saçlarını yaptırmış, sonra çocuklarıyla beraber bahçede toplanmıştı. Kimi Pamela’ydı, kimi Sue Ellen, kimiyse Leydi Di... Sarı sıcak bir yaz günüydü. Kenan Paşa saatler sonra geldiğinde hep beraber ayağa kalkmıştık. Resmi arabadan inmiş, eliyle uzaktan selam vermiş, biz deli gibi alkışlarken o, Orduevi binasından içeri girip, odasına çıkmıştı.
Saatler süren bekleyişimiz sırasında, kuaför salonundaki Hey dergisini aşırmış, bahçede bir köşeye çekilip başından sonuna okumuştum. Bülent Ersoy, Bo Derek’e özenmiş, uzun saçlarını onun gibi tutam tutam ördürmüştü. Derginin kapağını onun Bo Derek saçlı pozu süslüyordu. Bir süre sonra gazetelerde Bülent Ersoy’un sahne yasağı haberlerini okuyunca Kenan Evren’in o gün benim Orduevi bahçesindeki masalardan birinde bıraktığım Hey dergisini her nasılsa bulup Ersoy’un o resimlerini gördüğünü ve çok kızdığını düşünmüştüm. Uzun zaman Bülent Ersoy’un sahne yasağının suçlusu olarak gördüm kendimi. Neyse ki Kenan Evren, Fatma Teyze’yi şarkı söylerken görmemiş, ona da yasak getirmeye kalkmamıştı da gazino sahnelerinden bir assolist eksilmiş olsa bile, bizim sahnemizden eksilmemişti.
Gazinoların en şaşaalı zamanlarında ben henüz küçük bir çocuktum. Çocukluğumu o şehir senin bu şehir benim yaşadığım için, İstanbul’un o anlı şanlı gazinoları benim için hep gazetelerdeki ilanlardan ibaret kaldı yıllar boyunca. İzmir’de geçen yıllarımızda Fuar gazinolarına gitmiştik birkaç kez. Bir keresinde dedemle anneannemin beni Çamlıca’da şimdi park olan alanda kurulmuş yazlık gazinoya götürdüklerini hatırlıyorum. Bir keresinde de teyzemlerle birlikte Vatan caddesindeki Lunapark Gazinosuna, Neşe Karaböcek’in assolist olduğu bir programın Pazar matinesine gittiğimiz kalmış hafızamda.
Yani orta halli ailelerin de sinemaya ya da çay bahçesine gider gibi gidebildiği yerlerdi gazinolar. Sonra işin rengi değişti ve aile gazinoları başka bir kesimin eğlence mekânları haline geldi. İşte tam da o dönemde, 1992 Şubatında kardeşim ve kocasıyla gittiğimiz Çakıl Gazinosu tecrübem de unutamadıklarım arasındadır.
Gazinoların son demleriydi artık, eski popülerliği kalmamıştı. Yenikapı sahilindeki Çakıl Gazinosunun 2005 yılında Kıyı Koruma Kanununa aykırı, kaçak bir yapı olduğu gerekçesiyle Belediye ekipleri tarafından bir saat içerisinde yerle yeksan edileceğini henüz hiç birimiz bilmiyorduk. Ne biz, ne de iki ayaklı koyunlar gibi göründüğümüze aldırmadan günün modası diye bir havayla taşıdığımız “napa”larımızla artık paralı mı göründüğümüzden nedir, bizi sahnenin hemen dibindeki masaya buyur eden siyah fraklı, kibar mı kibar şef garson.
Kadro öyle böyle değildi. Assolist Hülya Avşar, solist altı İbrahim Tatlıses, pop müzikte Ayşegül Aldinç, dansöz Sibel Barış, uvertür Özlem Selanik. Sahnenin dibinde oturmak, podyumda dolanan şarkıcılara elini uzatsan dokunacak mesafede olmak, sahneye çıkmadan üzerlerine boca ettikleri parfümlerin rayihalarıyla tütsülenmek, kırmızı, mor, sarı sahne ışıklarında yıkanırken, başım yukarıda, benden yüksekte duran (dolayısıyla yakın olduğu kadar da uzak ve erişilmez olan) sahne yıldızlarının “aura”sına iyi mi kötü mü şarkı söylediğini umursamaksızın kapılıp gitmek filan şahane şeylerdi.
Gazino demek tam da bu demekti işte. Tevekkeli değil, vakti zamanında her nevi Yeşilçam artisti, televizyon spikerleri, futbolcular filan gazinolarda sahneye çıkabilmiş, alkış alabilmişti. O sahnede, o ışıkların, renklerin, kokuların büyüsünde başkalaşıyordu gerçek; düpedüz bir rüyaya dönüşüyordu. Bir de ardı ardına farklı tatlarda yemek yemek gibi, farklı türlerde şarkıcılar izlemenin de damakta (ya da kulakta) bıraktığı lezzet başka türlüydü. Bu ne konsere benziyordu, ne televizyon programına, ne de video-klibe.
Doksanlarda son çırpınışlarını yaşayan, iki binlerde tekrar denendiği halde başarılı olmayan gazino programlarının bir benzerini bugünün şartlarına uydurarak yeniden denemek fikri neresinden baksanız çok cazip, çok çekici ama hayata geçirilmesi de bir o kadar zor bir fikirdi. Bizim Hakan (Eren), bana “Gazino Show” projesinden ilk bahsettiğinde çok heyecanlanmış ama bir yandan da dudak bükmüştüm.
Bizim gibi bugünü yaşarken bile sırtında dünün arşivini taşıyanların hayal gücü sınır tanımaz pek. Eskiye dair özlediklerimiz geri gelsin diye olmadık işlere kalkışmamız an meselesidir. Hayatın ve zamanın gerçekleri pek göze görünmez böyle yükseldiğiniz anlarda. Neyse ki Hakan Eren kalbiyle yola çıkıp aklıyla yol alanlardandır. Ondandır ki projelerini temkinli karşılarken dahi “bir bildiği vardır” diye geçiririm içimden. Bu projenin fikri de bende benzer bir kafa karışıklığı yaratmış, olabilirliği ile olmazlığının terazisi dengede kalmıştı. Ama Hakan sebat etti; uğraştı didindi ve 2 Aralık 2011 gecesi “Gazino Show” Bostancı Gösteri Merkezi’nde perdelerini ilk kez açtı.
Orada değildim. Birkaç hafta önce yapılan basın toplantısına katılmış, çocukluğumun 45’lik plaklarından çıkıp gelen, zamanla birer tanış, ahbap, hatta dost olduğumuz yıldızları o sahne üzerinde bir arada görmüş, kulisin kokusunu içime çekmiştim çekmesine ama şehir dışına gitmek zorunda olduğum için o gece orada olamamıştım. Neyse ki Elhan ve Ege oradaydı. E ben de ertesi günü anlattıkları sayesinde, izlemiş kadar oldum haliyle.
Doğduğundan beri evin içinde eski şarkılar duyuyor olmasına rağmen genellikle bizim eski şarkı merakımıza gayet mesafeli duran kızım (Ege) bile epeyce etkilenmişti o gece gördüklerinden. Kulis ve salon arasında mekik dokumuş, daha önceden doğal halleriyle tanıdığı, kuliste de öyle gördüğü yıldızları sahnede devleşirken izleyince ister istemez heyecan duymuştu.
Mesela Ege’nin gözünde Seçil Heper geçen yaz birlikte plaja gittiğimiz, zaman zaman bir araya gelip güle oynaya sohbet ettiğimiz şen şakrak bir ahbaptı; oysa o gece sahnede göz kamaştıran bir assoliste dönüşmüştü. Seyyal Taner kaç kere evimize gelip gitmiş, Ege’yle de çok sohbet etmişti ama Ege onu hiç sahnede canlı canlı “Naciye” şov yaparken izlememiş, onun o kimselere benzemeyen müthiş sahne enerjisine hiç şahit olmamıştı.
Ege ve Elhan’ın yanı sıra, o gece orada olan tanıdığım kim varsa, herkes aynı şeyi söyledi bana. Muhteşem bir gece yaşanmış, herkesin tadı damağında kalmıştı. Bunda en çok o şarkıcıları böylesi bir atmosferde yıllar sonra yeniden izlemenin coşkusu etkiliydi kuşkusuz. Evet onların hepsi müzik hayatlarına aktif olarak devam ediyor, hatta bazıları bir yerlerde sahneye de çıkıyor ama şu koca İstanbul’da böylesi bir kitleye ulaşılabilecek kaç tane mekan, kaç tane sahne var ki?..
Mesela bir Bilgen Bengü, bir Tülay Özer 45’lik Bar’da konuk sanatçı olduğunda da kıyametler kopuyor; ne ki buna sadece o gece oraya gelenler şahit oluyor. O başka bir kitle, başka bir dinleyici (ya da eğlenmeye gelmiş insanlar) topluluğu… Kaldı ki o şarkıcılarımızın alışık olduğu, kendini oraya ait hissettiği sahneler o sahneler değil.
Gazino adabıyla terbiye almış, o üslupla yetişmiş, gazino seyircisine haftanın her gecesi canlı şarkı söyleyerek mesai yapmış bir kuşağın şarkıcıları, sahip oldukları bu ciddi disiplini yine en çok bir gazinonun sahnesinde gösterebilir, en çok öyle bir sahnede parlayabilirlerdi. Hakan Eren bunu biliyordu. Bu yüzden ısrar etti ve başardı. O gece hem sahnede, hem de salonda uzun yıllardır yaşanmamış bir sinerji yaşandı ve “Gazino Show” orada bulunan herkes için eşsiz bir keyif olarak hafızalara kazındı.
Bereket konser esnasında yapılan kayıtlardan oluşturulmuş bir video yüklendi internete geçenlerde de, en azından ben gibi gidemeyenler o büyülü gecenin kıyısından köşesinden sebeplenebildiler. Kesti mi?.. Elbette kesmedi. Ama o kısa video bile salondaki atmosferi iliklerime kadar hissettirdi.
İnsan kendi yazdığı anonslardan etkilenir mi? Emin olun çok etkilendim. Elhan’ın her daim enerjisi yüksek ve etkileyici sesiyle sahne arkasından, görünmeden seslendirdiği anonsların salonda yankılanması tüylerimi diken diken etmeye yetti.
Anonsların ardından çıkan her şarkıcıyı da monitörün başında, salondaki seyircilerin coşkusuyla alkışlamak istedim. Sahnenin ışıklandırması, dekoru, orkestra, ses düzeni ve şarkıcıların performansları… Hepsi şahane gözüküyordu… Kaçırdığıma ne kadar üzülsem yeriydi. Neyse ki tekrarı vardı.
Evet, o gece salonun tamamen dolu olması, gelmek isteyen bir çok kişinin bilet bulamaması, şovun büyük ilgi görmesi nedeniyle “Gazino Show” 28 Ocak’ta Bostancı Gösteri Merkezinde, 11 Şubat’ta ise bu defa Ankara Anatolya Gösteri Merkezinde tekrar izleyici karşısına çıkacak. Ben ne yapıp edecek ve bu defa gideceğim. Size de tavsiye ederim.
Görünen o ki bu şovun getirdiği ivmeyle önümüzdeki dönemde eğlence hayatında gazino konseptli başka işler de yapılacak. “Gazino Show” bu işin öncüsü olmakla kalmadı, daha en baştan yapılabileceklerin en iyisi olarak popüler kültür tarihimizin 2010’lu yıllar almanağında yerini aldı. Bu bile (bulunduğunuz şehre göre) 28 Ocak’ta İstanbul’da ya da 11 Şubat’ta Ankara’da yaşanacak gecelerden birine şahit yazılmak için yeterli sebep.
NOT: "Gazino Show" 2 Aralık gecesine ait fotoğraflar Emre Mollaoğlu tarafından çekilmiştir. OCAK 2012
Eurovision panayırı başladı, hepimize hayırlı olsun. Bu sene günlüğü biraz erken açmaya karar verdim, zira herkes gibi benim de bu konuda çok fikrim var ve Twitter bunları ifade etmeye asla yetmiyor.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.