Hayat bu. Yola birlikte çıktığınız ya da yolun bir yerlerinde karşılaşıp en iyi işlerinizi birlikte yaptığınız ortağınız/ortaklarınızdan şu veya bu sebepten ayrılmanız icap eder günün birinde. Yaptığınız iş müzikse şayet, böylesi ayrılıklar çok ciddi kırılma noktaları, dönemeçler, kavşaklar olarak yazılır kariyerinize. Bu keskin virajı alabilen kadar alamayan da çok olmuştur hem dünya hem de memleket müzik tarihinde.
Ada Müzik, müzik yayıncılığında seksenlerden bu yana süregelen istikrarlı politikasını iki bin onlu yıllarda da devam ettiriyor. Tamamen ana akımın dışında, alternatif işlere odaklanan ve adı çok fazla duyulmamışlarla çalışmaktan çekinmeyen, hatta bunu tercih eden Ada Müzik, 2011 yılı boyunca müzik piyasasına çok sayıda iyi albüm sundu.
İki binli yıllarla birlikte memlekette "rock" müziğin giderek yaygınlaşmasını, dinleyici sayısının artmasını, hatta bir miktar da ana akımın içine girmesini coşkuyla karşılayanlara kötü bir haberim var. Bu "rock" o sizin bildiğiniz "rock" değil. "Rock" bozdu; hem de çok bozdu. Bozmaz dedik ama önünü de alamadık; o derece fena bozdu.
Bir zamanların "ötekileştirilmiş" iki müzik türü; "rock" ve arabesk artık kol kola yeni dinleyicilere doğru yelken açıyor. Yeni dinleyiciler bundan rahatsız değil. Onlar müziğin "Türk halk müziği", "Türk san'at (iki hece ayrı telaffuz edilecek) müziği", "Türkçe sözlü hafif batı müziği" ve "dış kaynaklı müzik" diye ayrıştırıldığı günleri bilmiyorlar. Onlar Lady Gaga'yla Hakan Altun'u aynı derecede seviyor, Tiesto'yla Gülben Ergen'i aynı MP3 çalarda arka arkaya dinliyorlar.
Oysa biz, kategori sever eski kuşak, önceleri bir sentez, bir deneme, bir arayış diye hoşgörüyle baktığımız bu yeni tür "rock" müzikten ziyadesiyle rahatsızız. "Rock"ın asi duruşu artık kadere isyandan ibaret. "Rock"çıların derdi dünyayla, dünyada olan bitenle değil, felekle, "kara kaşla kara göz"le, kederle, gamla...
Ha diyeceksiniz ki "Yeni mi fark ettin?.." Hayır elbette. Erkin Koray'ın ta altmışlardan bu yana yer yer Uzak Doğu-Orta Doğu müzikal dokusu içerisinde "rock" yaptığını, doksanlarda türeyen ve "rock"çı demeye dilimin varmadığı Haluk Levent, Murat Kekilli, Murat Göğebakan, Kıraç ve benzerlerinin ondan ilham aldığı (ya da zerre alamadığı) gerçeğini de gözardı etmiyorum.
Dahası iki müzik türünün de ezilenlerin, hor görülenlerin isyanı, haykırışı olduğu çıkarımından yola çıkarak biraz özenti, epeyce zorlama dursa da, Orhan Gencebay'dan, Ferdi Tayfur'dan ya da ne bileyim, Müslüm Gürses'ten bir Kurt Cobain, bir Jimi Hendrix, bir Jim Morrison yaratma çabalarını da bir yere kadar saygıyla karşıladığım olmuştur.
İstisnaları bir kenara koyup genellemeye kalktığımızda, Türkiye'de doksanlarda yer üstüne çıktığını, Unkapanı'nda ve mahalle aralarındaki kasetçi vitrinlerinde itibar kazandığını söyleyebileceğimiz Türk "rock" müziğinin o günlerde de su katılmamış, mahalli öğelerden nasibini almamış çok fazla örneğini dinlediğimiz söylenemez. En babası Şebnem Ferah'sa "gelinlik giymeden, bebeğinden önce, kaderi yenmeden vazgeçiyordu dünyadan"". Özlem Tekin'se "duvaksız gelin olmaz"dı ona göre, "yar bana varmadı" diye dertlenirken.
Yumuşak popun içine dökülmüş sert sos olarak tanımlayabileceğimiz ve o vakitler epeyce de yenilikçi bulduğumuz "pop-rock" işlerde, mesela Mirkelam'da alenen alaturka, Af grubunda bildiğimiz ve bayıldığımız dokuz-sekizlik ritim kullanılıyor, yani her hal ve şartta bir öze dönme durumu vuku buluyordu.
Temeli ta seksenlerde atılmış ve o dönemi "underground" geçirmiş Whiskyleri, Pentagramları, Bulutsuzluk Özlemlerini filan bu genellemenin dışında bırakıyorum haliyle. Kaldı ki onların da müziklerinde yerel motifleri, kilim desenlerini, rakı kadehlerini, nazar boncuklarını kullanmışlıkları yok değildir. En sertinin, en gürültülüsünün bile işin söz kısmında bir sevdadan, bir kederden, olmadı kaderden dem vurduğu da sır değildir.
Şimdi bütün bunlardan varacağımız sonuç şudur ki; "rock" müzik aslında bu memlekette geçer akçe oldu ise, bunun esbâb-ı mucibesi, "rock" müziği kendi beğenilerimize göre çekiştirmemiz, şekillendirmemizdir. Ha bunda da ayıp bir şey yoktur, o ayrı. Aynı şeyi tangoya, caza, latin, İspanyol ve hatta Endülüs müziğine yapmışlığımız da vardır. Olmasa şaşmak gerekir. Aslına bakarsanız bu denli güçlü ve derin bir müzik geleneğinin, dünyanın her hangi bir yerinden ithal ettiği başka bir müzik türünü tahakkümü altına almaması şaşılası olur/olmalıdır.
Peki bunun bir ölçüsü, bir kararı yok mudur? İşte zaten yazara bu yazıyı yazdıran da burada saklı. Türkiye'de "rock" müzik bozdu derken kaygım da bu. her konuda ve her zaman yaptığımız üzere sapla samanı birbirine öyle bir karıştırdık ki, ayırabilene aşkolsun.
Bir kere şu "rock" grubu görünümlü sert gitarlı pop-arabesk gruplarına ivedilikle yeni bir ad bulmamız gerekiyor. Özellikle ergen bunalımları ve aşk hezeyanları üzerine devşirilmiş , gerek sözel gerekse melodik anlamda geleneksel (handiyse anonim) şarkı cümlelerinden oluşan müzik türünü "rock" diye adlandırmaktan da bir an önce caymazsak, memlekette yetişmekte olan yeni bir nesil için "rock" kelimesinin çağrıştırdıkları sadece bunlardan ibaret olacak (Türk "rock" müziği bağlamında elbette, yoksa internet denen şey, gerçek "rock"ı menbaından içmemize dilediğimiz an vesile olabilir ve orta zekada herhengi bir müzik dinleyicisi için bu ayrımı yapmak pek de zor olmaz.)
Şimdi "Yine çoğaldı sancılar, sevinir yancılar, bu beni kahrediyor," diyen bir şarkı ve bu aksak ritimli şarkıyı seslendiren grup ile "rock" kelimesini aynı cümle içerisinde kullanırsak kimlere kimlere ayıp ederiz bir düşünün.
Yılların müzik yazarı, yıllardır müzik yazılarında belirgin bir biçimde (hatta ayrımcılık derecesinde) "rock" müziği koruyan kollayan, seven, sevdiren, yaşatan Kutlu Özmakinacı'nın başı çektiği Yüksek Sadakat'in bir dönemin popüler alaturka şarkısı "Dudaklarında Arzu"dan medet uman acıklı mı acıklı yeni şarkısına ne buyurulur?
"Yatağın Soğuk Tarafı" diye bir şarkı var mesela. Hedef kitlesi şarkı piyasaya çıktığı günden beri ayılıp bayılıyor, şahane. Velev ki Ümit Besen'i bilmiyorlar, ya da Arif Susam'ı hiç dinlememişler. Bence dinlemeliler, çünkü onlara da bayılacaklar. Gerçi onların arkada tipik davulcu karizmasıyla davul çalan davulcuları, tipik basçı tripleriyle basının tellerine vuran bascçıları yok. Kameraya hüzünlü ergen bakışları atacak yaşları da çoktan geçtiler. Ama müzikleri aynı. Valla billa (Bu cümleyi bir sosyal medya organında yazsaydım arkasına kesin :) işareti koyardım ama bu bir makale olduğuna göre bunu yapmam uygun olmaz; acı acı gülümsediğimi siz anlayın artık.)
Aslında uzun zamandır kafa yorduğum bu mevzuu kaleme almamı tetikleyen Redd grubundan Doğan Duru'nun bir süre önce Twitter'a yazdığı şu cümleleler oldu: "maymunlu uzay denemelerinden farksız yeni dönem türkçe rock denemeleri. (elbette hepsi değil) çoğu, ümit besen'e gitar hediye edilmiş gibi". Bazen 140 karakter meselenin özünü ifade etmeye yetiyor da artıyor bile. Yoksa daha örnek verilecek çok grup, çok müzisyen, konu hakkında sarf edilecek çok cümle var.
"Her kör satıcının bir kör alıcısı vardır". Kimseye öyle müzik yapmayın, böyle müzik yapın diye dayatmak da söz konusu olamayacağına göre, yapmayın demiyoruz, elbette yapın canınız ne istiyorsa. Ama bari yaptığınıza "rock" müzik, kendinize "rock" müzisyeni demeyin. Yani biz de demeyelim; hatta kimse demesin. Black Sabbath'a ayıp, ya da ne bileyim Led Zeppelin'e günah, Metallica'ya haksızlık. Budur derdim.
Yıllar ne çabuk geçiyor. Daha dün çocuktuk. O bize başka ülkelerin, başka diyarların, başka iklimlerin gerçek masallarını anlatırdı. Şarkılar söyler, bizimle sohbet eder, bize şarkılar söyletirdi. Ispanakta demir vardı, çocuklar arabada öne oturmaz, geceleri dişlerini fırçalamadan yatmazdı. "Hala Kızı Zehra" gerçekti. "Düriye" de öyle. "Osman"ın acıklı hikayesine dolardı gözlerimiz. Hepimizin bir "Süper Babaanne"si vardı "Nane Limon Kabuğu" kaynatıp hastayken bizi iyi eden. "Aynalı Kemer"ini de severdik, "Lahburger"ini de. "Bugün Bayram"dı erken kalkmamıza sebep. Kâh "Arkadaşım Eşşek"ti bizi neşelendiren, kâh "Ayı".
Kızlar "Hal Hal", erkekler "Kol Düğmeleri" takarken, "Alla Beni Pulla Beni"yle yakalandık ilk "Kara Sevda"larımıza. "Gülpembe" gibi, "Sakız Hanım Mahur Bey" gibi aşklar yaşamayı istedik, yıllar sonra "Eski Bir Fincan"la kahve içebilmeyi diledik yine "2023"de. Barış Manço'nun ölümü herkes gibi beni de derinden etkilemişti. Aileden, akrabadan birni kaybetmekten farkı yoktu. Öyle yakın, öyle tanıdıktı acısı. O tatlı dilin, o güleç yüzün, o akıl küpünün, kocaman kalbin susmasını, durmasını, göçüp gitmesini kabul edemiyordum. Kimse kabul edemiyordu. Memlekette eşi benzeri az görülmüş bir cenaze töreniyle uğurlanması boşuna değildi. Bu ülkede yaşayan herkesin ailesinden biri eksilmişti.
Radyo için hazırladığım ilk Barış Manço belgeseli 3 Şubat 2002 Pazar günü Radyo Odtü'de yayınlanmıştı. Yayınlandığı gün çok ilgi gördü ve radyonun telefonları gün boyu susmadı. Ertesi yıl, yine Barış Manço'nun ölüm yıldönümünde programın tekrarını yayınladık. Sonra bu bir gelenek haline geldi ve her yıl biraz daha geliştirip değiştirerek bu belgeselle Barış Manço'yu andık.
Son olarak 2009 yılında Pal FM'de yayınlanan "Ah! Mazi..." adlı programımın içerisinde, biraz daha ilaveler yaparak, 10 hafta boyunca yayınladığım belgesele bu defa "Barış Abi" adını vermiştim.
1 Şubat Barış Manço'nun ölüm yıldönümü. Bu vesileyle bu belgeseli bu defa internet ortamından sunmak istedim. Bugüne dek dinlemeyenler de dinlesin, kalıcı olsun diye. Tamamı 10 bölümlük "Barış Abi" belgeselini aşağıdaki linklere tıklayarak dinleyebilirsiniz.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.