(İlk kez Cem Karaca'nın ölümünden bir kaç gün sonra, Şubat 2004'te www.birzamanlar.net adresinde yayımlanmıştır.)
Cem Karaca da gitti. Onun ölüm haberi, babamı kaybedişimin üzerinden on beş gün geçmişken geldi. Babamla aynı yaşta, aynı sebepten ve aynı şekilde ölmüştü. Her ölüm erken ölümdü işte. Her ölümün geride kalanlara en çok öğrettiği şey, yaşarken çok sık göremeseniz, görüşemeseniz, başka şehirlerde yaşasanız ve hatta hiç tanışmamış olsanız bile, onların oralarda bir yerlerde var olduğunu bilmenin verdiği sonsuz güven duygusundan bir anda yoksun kalmanın acı hayat bilgisiydi. Gidenlerin içinizde bıraktığı boşluk, yaşarken hayatınızda kapladıkları alandan bile daha büyük oluyor ve bir daha asla dolmuyordu. On beş gün önce gözyaşları içinde karlı yollarını adımladığım Karacaahmet Mezarlığında bu kez Cem Karaca defnediliyordu. Ekranda gördüğüm kan çanağı gözlerin acısını sanki en iyi ben anlıyordum...
Hayat bu. Yola birlikte çıktığınız ya da yolun bir yerlerinde karşılaşıp en iyi işlerinizi birlikte yaptığınız ortağınız/ortaklarınızdan şu veya bu sebepten ayrılmanız icap eder günün birinde. Yaptığınız iş müzikse şayet, böylesi ayrılıklar çok ciddi kırılma noktaları, dönemeçler, kavşaklar olarak yazılır kariyerinize. Bu keskin virajı alabilen kadar alamayan da çok olmuştur hem dünya hem de memleket müzik tarihinde.
Ada Müzik, müzik yayıncılığında seksenlerden bu yana süregelen istikrarlı politikasını iki bin onlu yıllarda da devam ettiriyor. Tamamen ana akımın dışında, alternatif işlere odaklanan ve adı çok fazla duyulmamışlarla çalışmaktan çekinmeyen, hatta bunu tercih eden Ada Müzik, 2011 yılı boyunca müzik piyasasına çok sayıda iyi albüm sundu.
İki binli yıllarla birlikte memlekette "rock" müziğin giderek yaygınlaşmasını, dinleyici sayısının artmasını, hatta bir miktar da ana akımın içine girmesini coşkuyla karşılayanlara kötü bir haberim var. Bu "rock" o sizin bildiğiniz "rock" değil. "Rock" bozdu; hem de çok bozdu. Bozmaz dedik ama önünü de alamadık; o derece fena bozdu.
Bir zamanların "ötekileştirilmiş" iki müzik türü; "rock" ve arabesk artık kol kola yeni dinleyicilere doğru yelken açıyor. Yeni dinleyiciler bundan rahatsız değil. Onlar müziğin "Türk halk müziği", "Türk san'at (iki hece ayrı telaffuz edilecek) müziği", "Türkçe sözlü hafif batı müziği" ve "dış kaynaklı müzik" diye ayrıştırıldığı günleri bilmiyorlar. Onlar Lady Gaga'yla Hakan Altun'u aynı derecede seviyor, Tiesto'yla Gülben Ergen'i aynı MP3 çalarda arka arkaya dinliyorlar.
Oysa biz, kategori sever eski kuşak, önceleri bir sentez, bir deneme, bir arayış diye hoşgörüyle baktığımız bu yeni tür "rock" müzikten ziyadesiyle rahatsızız. "Rock"ın asi duruşu artık kadere isyandan ibaret. "Rock"çıların derdi dünyayla, dünyada olan bitenle değil, felekle, "kara kaşla kara göz"le, kederle, gamla...
Ha diyeceksiniz ki "Yeni mi fark ettin?.." Hayır elbette. Erkin Koray'ın ta altmışlardan bu yana yer yer Uzak Doğu-Orta Doğu müzikal dokusu içerisinde "rock" yaptığını, doksanlarda türeyen ve "rock"çı demeye dilimin varmadığı Haluk Levent, Murat Kekilli, Murat Göğebakan, Kıraç ve benzerlerinin ondan ilham aldığı (ya da zerre alamadığı) gerçeğini de gözardı etmiyorum.
Dahası iki müzik türünün de ezilenlerin, hor görülenlerin isyanı, haykırışı olduğu çıkarımından yola çıkarak biraz özenti, epeyce zorlama dursa da, Orhan Gencebay'dan, Ferdi Tayfur'dan ya da ne bileyim, Müslüm Gürses'ten bir Kurt Cobain, bir Jimi Hendrix, bir Jim Morrison yaratma çabalarını da bir yere kadar saygıyla karşıladığım olmuştur.
İstisnaları bir kenara koyup genellemeye kalktığımızda, Türkiye'de doksanlarda yer üstüne çıktığını, Unkapanı'nda ve mahalle aralarındaki kasetçi vitrinlerinde itibar kazandığını söyleyebileceğimiz Türk "rock" müziğinin o günlerde de su katılmamış, mahalli öğelerden nasibini almamış çok fazla örneğini dinlediğimiz söylenemez. En babası Şebnem Ferah'sa "gelinlik giymeden, bebeğinden önce, kaderi yenmeden vazgeçiyordu dünyadan"". Özlem Tekin'se "duvaksız gelin olmaz"dı ona göre, "yar bana varmadı" diye dertlenirken.
Yumuşak popun içine dökülmüş sert sos olarak tanımlayabileceğimiz ve o vakitler epeyce de yenilikçi bulduğumuz "pop-rock" işlerde, mesela Mirkelam'da alenen alaturka, Af grubunda bildiğimiz ve bayıldığımız dokuz-sekizlik ritim kullanılıyor, yani her hal ve şartta bir öze dönme durumu vuku buluyordu.
Temeli ta seksenlerde atılmış ve o dönemi "underground" geçirmiş Whiskyleri, Pentagramları, Bulutsuzluk Özlemlerini filan bu genellemenin dışında bırakıyorum haliyle. Kaldı ki onların da müziklerinde yerel motifleri, kilim desenlerini, rakı kadehlerini, nazar boncuklarını kullanmışlıkları yok değildir. En sertinin, en gürültülüsünün bile işin söz kısmında bir sevdadan, bir kederden, olmadı kaderden dem vurduğu da sır değildir.
Şimdi bütün bunlardan varacağımız sonuç şudur ki; "rock" müzik aslında bu memlekette geçer akçe oldu ise, bunun esbâb-ı mucibesi, "rock" müziği kendi beğenilerimize göre çekiştirmemiz, şekillendirmemizdir. Ha bunda da ayıp bir şey yoktur, o ayrı. Aynı şeyi tangoya, caza, latin, İspanyol ve hatta Endülüs müziğine yapmışlığımız da vardır. Olmasa şaşmak gerekir. Aslına bakarsanız bu denli güçlü ve derin bir müzik geleneğinin, dünyanın her hangi bir yerinden ithal ettiği başka bir müzik türünü tahakkümü altına almaması şaşılası olur/olmalıdır.
Peki bunun bir ölçüsü, bir kararı yok mudur? İşte zaten yazara bu yazıyı yazdıran da burada saklı. Türkiye'de "rock" müzik bozdu derken kaygım da bu. her konuda ve her zaman yaptığımız üzere sapla samanı birbirine öyle bir karıştırdık ki, ayırabilene aşkolsun.
Bir kere şu "rock" grubu görünümlü sert gitarlı pop-arabesk gruplarına ivedilikle yeni bir ad bulmamız gerekiyor. Özellikle ergen bunalımları ve aşk hezeyanları üzerine devşirilmiş , gerek sözel gerekse melodik anlamda geleneksel (handiyse anonim) şarkı cümlelerinden oluşan müzik türünü "rock" diye adlandırmaktan da bir an önce caymazsak, memlekette yetişmekte olan yeni bir nesil için "rock" kelimesinin çağrıştırdıkları sadece bunlardan ibaret olacak (Türk "rock" müziği bağlamında elbette, yoksa internet denen şey, gerçek "rock"ı menbaından içmemize dilediğimiz an vesile olabilir ve orta zekada herhengi bir müzik dinleyicisi için bu ayrımı yapmak pek de zor olmaz.)
Şimdi "Yine çoğaldı sancılar, sevinir yancılar, bu beni kahrediyor," diyen bir şarkı ve bu aksak ritimli şarkıyı seslendiren grup ile "rock" kelimesini aynı cümle içerisinde kullanırsak kimlere kimlere ayıp ederiz bir düşünün.
Yılların müzik yazarı, yıllardır müzik yazılarında belirgin bir biçimde (hatta ayrımcılık derecesinde) "rock" müziği koruyan kollayan, seven, sevdiren, yaşatan Kutlu Özmakinacı'nın başı çektiği Yüksek Sadakat'in bir dönemin popüler alaturka şarkısı "Dudaklarında Arzu"dan medet uman acıklı mı acıklı yeni şarkısına ne buyurulur?
"Yatağın Soğuk Tarafı" diye bir şarkı var mesela. Hedef kitlesi şarkı piyasaya çıktığı günden beri ayılıp bayılıyor, şahane. Velev ki Ümit Besen'i bilmiyorlar, ya da Arif Susam'ı hiç dinlememişler. Bence dinlemeliler, çünkü onlara da bayılacaklar. Gerçi onların arkada tipik davulcu karizmasıyla davul çalan davulcuları, tipik basçı tripleriyle basının tellerine vuran bascçıları yok. Kameraya hüzünlü ergen bakışları atacak yaşları da çoktan geçtiler. Ama müzikleri aynı. Valla billa (Bu cümleyi bir sosyal medya organında yazsaydım arkasına kesin :) işareti koyardım ama bu bir makale olduğuna göre bunu yapmam uygun olmaz; acı acı gülümsediğimi siz anlayın artık.)
Aslında uzun zamandır kafa yorduğum bu mevzuu kaleme almamı tetikleyen Redd grubundan Doğan Duru'nun bir süre önce Twitter'a yazdığı şu cümleleler oldu: "maymunlu uzay denemelerinden farksız yeni dönem türkçe rock denemeleri. (elbette hepsi değil) çoğu, ümit besen'e gitar hediye edilmiş gibi". Bazen 140 karakter meselenin özünü ifade etmeye yetiyor da artıyor bile. Yoksa daha örnek verilecek çok grup, çok müzisyen, konu hakkında sarf edilecek çok cümle var.
"Her kör satıcının bir kör alıcısı vardır". Kimseye öyle müzik yapmayın, böyle müzik yapın diye dayatmak da söz konusu olamayacağına göre, yapmayın demiyoruz, elbette yapın canınız ne istiyorsa. Ama bari yaptığınıza "rock" müzik, kendinize "rock" müzisyeni demeyin. Yani biz de demeyelim; hatta kimse demesin. Black Sabbath'a ayıp, ya da ne bileyim Led Zeppelin'e günah, Metallica'ya haksızlık. Budur derdim.
Yıllar ne çabuk geçiyor. Daha dün çocuktuk. O bize başka ülkelerin, başka diyarların, başka iklimlerin gerçek masallarını anlatırdı. Şarkılar söyler, bizimle sohbet eder, bize şarkılar söyletirdi. Ispanakta demir vardı, çocuklar arabada öne oturmaz, geceleri dişlerini fırçalamadan yatmazdı. "Hala Kızı Zehra" gerçekti. "Düriye" de öyle. "Osman"ın acıklı hikayesine dolardı gözlerimiz. Hepimizin bir "Süper Babaanne"si vardı "Nane Limon Kabuğu" kaynatıp hastayken bizi iyi eden. "Aynalı Kemer"ini de severdik, "Lahburger"ini de. "Bugün Bayram"dı erken kalkmamıza sebep. Kâh "Arkadaşım Eşşek"ti bizi neşelendiren, kâh "Ayı".
Kızlar "Hal Hal", erkekler "Kol Düğmeleri" takarken, "Alla Beni Pulla Beni"yle yakalandık ilk "Kara Sevda"larımıza. "Gülpembe" gibi, "Sakız Hanım Mahur Bey" gibi aşklar yaşamayı istedik, yıllar sonra "Eski Bir Fincan"la kahve içebilmeyi diledik yine "2023"de. Barış Manço'nun ölümü herkes gibi beni de derinden etkilemişti. Aileden, akrabadan birni kaybetmekten farkı yoktu. Öyle yakın, öyle tanıdıktı acısı. O tatlı dilin, o güleç yüzün, o akıl küpünün, kocaman kalbin susmasını, durmasını, göçüp gitmesini kabul edemiyordum. Kimse kabul edemiyordu. Memlekette eşi benzeri az görülmüş bir cenaze töreniyle uğurlanması boşuna değildi. Bu ülkede yaşayan herkesin ailesinden biri eksilmişti.
Radyo için hazırladığım ilk Barış Manço belgeseli 3 Şubat 2002 Pazar günü Radyo Odtü'de yayınlanmıştı. Yayınlandığı gün çok ilgi gördü ve radyonun telefonları gün boyu susmadı. Ertesi yıl, yine Barış Manço'nun ölüm yıldönümünde programın tekrarını yayınladık. Sonra bu bir gelenek haline geldi ve her yıl biraz daha geliştirip değiştirerek bu belgeselle Barış Manço'yu andık.
Son olarak 2009 yılında Pal FM'de yayınlanan "Ah! Mazi..." adlı programımın içerisinde, biraz daha ilaveler yaparak, 10 hafta boyunca yayınladığım belgesele bu defa "Barış Abi" adını vermiştim.
1 Şubat Barış Manço'nun ölüm yıldönümü. Bu vesileyle bu belgeseli bu defa internet ortamından sunmak istedim. Bugüne dek dinlemeyenler de dinlesin, kalıcı olsun diye. Tamamı 10 bölümlük "Barış Abi" belgeselini aşağıdaki linklere tıklayarak dinleyebilirsiniz.
Özgür Yedievli ismini ilk kez Hande Yener'in "Senden İbaret" adlı ilk albümünde görmüştük. O albümdeki bir çok şarkıya, Altan Çetin'le birlikte aranjör olarak imzasını atan Yedievli, 2000 yılından bu yana yayımlanan bir çok popüler albümde 250'den fazla şarkıyı düzenledi. Ebru Gündeş'in "Telafi"si, Mustafa Sandal'ın "İsyankar"ı, İzel'in "Bebek"i şu anda ilk aklıma gelenler.
Bu ülkede doksanlı yıllardan geçip de İskender Paydaş’ın Kayahan’ın arkasında akordeon çalarken saçlarını oradan oraya savurmasını unutabilmiş az sayıda insan vardır. Henüz ve hâlâ okullarda saç kontrolü yapılıyor, saçı uzun erkeklere sokakta alaycı Lale Belkıs tebessümleriyle bakılıyor iken İskender Paydaş’ın müzisyenliğinden ziyade saçlarıyla hafızalarımıza yer etmesi boşuna değildi. Doksanlarda yurt sathında muazzam bir yetenek patlaması yaşıyor iken, ayırt ediciliğimizde “umut vaat eden müzisyen” olma halinin tek kriter olmaması gayet doğaldı.
2012 yılı Eurovision Şarkı Yarışmasında hangi ülkelerin hangi yarı finalde yarışacağı bu akşamüzeri Bakü’de çekilen kura sonucu belli oldu. Türkiye ikinci yarı finalde, yani 24 Mayıs gecesi yarışacak.
Azerbaycan “televizyası” tarafından yapılan canlı yayın TRT Müzik’te Cüneyt Asi Duru ve Bahar Akça’nın sunduğu “Müzik-Market” programı içerisinde ekrana getirildi. Stüdyoda Bülent Özveren, Semiha Yankı ve Can Bonomo vardı. Elbette Sayın Özveren’in yorumlarından diğerlerine pek konuşacak fırsat kalmadı ama yine de 1975 ve 2012 temsilcilerini yan yana getirmek ciddi bir programcılık başarısıydı; programın yapımcılarını tebrik etmek lazım.
(Bu arada yeri gelmişken, halen Türkiye televizyonlarında, en kral ve en kuvvetli müzik kanallarımız da dahil olmak popüler müziğin nabzını bu kadar günü gününe, bu derece iyi tutabilen bir başka müzik programı daha yok. Özellikle Cüneyt Asi Duru’nun müziğe olan tutkusu ve birikimiyle sürüklediği, seyri son derece keyifli bir program Müzik Market. Hafta içi her gün 18:00’da TRT Müzik’te ekrana geliyor, aklınızda bulunsun.)
Bilmeyenler için hatırlatayım; Eurovision Şarkı Yarışması iki yarı final ve bir final olmak üzere toplam üç gecede tamamlanıyor. Avrupa Yayın Birliği’nin kurucuları olan ve “big five” (beş büyük) diye anılan İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya yarı finallere katılmıyor, doğrudan finalde yarışıyor (Özveren canlı yayında “big five”ı “parayı veren düdüğü çalar ülkeleri” diye adlandırıp yine kinayenin büyüğünü yapmaktan geri kalmadı.)
Bir de o yıl yarışmayı düzenleyen ülke, yani bir yıl öncesinin birincisi de finalde doğrudan yarışıyor. Kalan ülkelerse çekilen kura sonucu iki yarı finale dağıtılıyor. Her yarı finalde herkes kendi grubundaki ülkelere oy verebiliyor. “Big five” ve ev sahibi ülke ise yine çekilen kura ile iki geceden birinde oy kullanacak şekilde dağıtılıyor.
İşte bu akşam çekilen tüm bu kuralar sonucu Türkiye ikinci yarı final gecesine kalarak avantajlı bir konuma yerleşti. Zira yarışmanın yıllardır süren seyrinde bize puan veren ve vermeyen ülkeler kefeye konduğunda, ekseriya puan veren ülkelerden oluşan bir gruba denk geldik. Grubumuzda Almanya, İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi Türk nüfusun da yaşadığı ve hemen her sene puan aldığımız dört ülkenin yanı sıra, yine yakın kültürel bağlarımız nedeniyle oy aldığımız Makedonya ve Bosna Hersek de var. Ukrayna ve Malta’dan da oy gelme ihtimali olduğu göz önüne alınırsa neden avantajlı olduğumuz ortaya çıkıyor.
Tabii aslında ak koyun kara koyunu belli eden tek kriter şarkının kendisi. Öncesinde ne kadar tahminde bulunsak boş. Şarkı beğenilmezse Türk diasporası filan zerre işe yaramıyor; geçen sene gördük nitekim. O yüzden en sağlıklı tahminleri ancak şarkı belli olduktan sonra yapabiliriz/yapmalıyız.
Rusya’nın diğer grupta kalması da sevindirici zira SSCB’den kopmuş ülkelerin ezeli ve ebedi tüm puanları Rusya’ya gidiyor. Aynı şekilde senelerdir kör sağır birbirini ağırlayan Yunanistan ve Kıbrıs (“Rum Kesimi” tabii ki; yanlış olmasın) da aynı gruptalar. “Al gülüm ver gülüm” eylesinler gönüllerince. Buna mukabil Azerbaycan bizim grupta olsa iyi olurdu haliyle bir “al gülüm ver gülüm” de biz yapardık ama neyse; artık final gecesi yaparız.
Bu arada Can Bonomo’nun yayın süresince konuşabildiği sayılı dakikalarda hazırladığı şarkı/şarkılar üzerine söylediklerini de aktarayım hemen. Şarkının İngilizce olacağı kesin gibi. Şu an iki üç şarkı varmış hazırlanan ve TRT’ye sunulacak olan ama Bonomo ve ekibi bir şarkıya daha fazla yükselmişler gibi görünüyor; yani söylediklerinden öyle anladım. Zaten şarkının ay sonunda netleşmesi gerekiyor ki neresinden baksanız bir hafta zaman kaldı.
Bu akşam Bakü’den yapılan canlı yayında bu seneki yarışmanın sloganı ve logosu da açıklandı. Azerbaycan, tanıtımlarda “land of fire” (ateş diyarı) olarak lanse ediliyor. Özveren’in bu konudaki açıklamasına göre hem petrol hem de doğal gaz çıkan bu topraklarda ikisinin bir araya gelmesinden oluşan ateşin tanımlamasıymış bu. Pek romantik gelmiyor kulağa ama öyleyse öyledir, ne diyelim. Neyse, buradan yola çıkarak da alev/ateş motifli bir logo ve “light your fire” (ateşini yak/ateşle) sloganını seçmişler. İnsanoğlu var olduğundan beri yeryüzünün dört elementinden biri olan ateşi kullanıyor. Eh bu da yarışmanın hümanist ve siyasetler üstü (özde değil sözde elbette) ana temasına cuk oturuyor.
Bir de bu akşamki canlı yayında Bakü Belediye Başkanının bir konuşması vardı ki sahiden şahaneydi. Bu Azerbaycan Türkçesi ile Türkiye Türkçesi arasındaki anlam farklılıkları, onların dili kullanma biçimleriyle bizim yıllar içinde kibarlaşmış (belki de kabalaşmış) Türkçemizin tezatları belli ki Azerbaycan serüvenimiz boyunca bizi epeyce eğlendirecek. Bu akşam Sayın Belediye Başkanının her “Yerevizya Mahnı Müsabikesi” (Eurovision Şarkı Yarışması) deyişinde çok eğlendim mesela ben. Bir de Azerilerin yarışmayı kazandıkları gece “sehere kedar tantana” ettiklerini anlatması pek hoştu.
Bu arada bu sene yarışmaya katılacak diğer ülkelerde de faaliyetler devam ediyor. Hatta şu ana dek birkaç ülke yarışmaya göndereceği şarkı ve şarkıcıları belirledi bile.
Bunlardan biri Danimarka. Danimarka’yı 1990 doğumlu Soluna Samay “Should’ve Known Better” adlı şarkıyla temsil edecek. Samay’ın bugüne dek yayımlanmış bir albümü var. Yani henüz yolun başında bir müzisyen. Şarkısına gelen ilk tepkilerse olumlu. Bir Eurovision şarkısından çok, Avrupa popüler müzik piyasasında duymaya alıştığımız şarkılara benziyor. Buyurun bir de siz dinleyin.
Arnavutluk 20 finalistin katıldığı bir yerel final yaparak birincisini belirledi ve ülkeyi temsil etmek üzere seçilen isim aslen Kosovalı olan Rona Nishliu oldu. “Suus” fena halde eski stil bir performans şarkısı. Arnavutların daha önce gönderdiği şarkılara da bakılırsa böyle bir beğenileri olduğu söylenebilir. Bu arada bu şarkı tam Sertablık (sal sesini âlem duysun.) Hani Türkçe söz yazıp söylese yadırgamayız, o derece.
İsviçre’nin yerel finallerinden birinci çıkan Sinplus adlı grup Ivan ve Gabriel adlarını taşıyan İtalyan kökenli iki kardeşten oluşuyor. Broggini kardeşler “britpop” sularında dolaşan ve kolay dile yerleşen “Unbreakable” adlı şarkıyla İsviçre’yi temsil edecekler.
Bir de bizim gibi şarkıcısını seçip de şarkısını seçmeyen ülkeler var. İlginizi çeker mi bilmem ama o ülkeler ve şarkıcılarının adları da şöyle sıralanıyor; Belçika (Iris), Bosna Hersek (Maya Sar), Karadağ (Rambo Amadeus), Makedonya (Kaliopi), Sırbistan (Zejko Joksimovic), İspanya (Pastora Soler), Hırvatistan (Nina Badric), Fransa (Anggun), Kıbrıs (Ivi Adamou).
Eurovision günlüğü önümüzdeki günlerde en taze gelişmelerle devam edecek. Takipte kalın!
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.