SILA ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA
Sıla’nın “Joker” albümüyle hem kendi kariyerinde, hem de günümüz popüler müziğinin seyrinde çıtayı ciddi bir biçimde yükselttiğini yazmıştım bundan bir süre önce. Bir ‘ara albüm’ projesi olmanın çok ötesinde bir işti ve daha uzun bir süre tadı çıkarılabilirdi. Bundandır ki yeni albümünün hazırlıklarını tamamladığını öğrendiğimde, biraz erken davrandığını düşünmüştüm. Neden acele edildiğini ise yeni albümü dinlemeye başlayınca anladım.
Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan “Vaveyla”, adının taşıdığı çığlığı içinde saklayan bir albüm. Sanki yüksek bir yardan, ucu görünmeyen bir uçuruma doğru atıyor çığlığını Sıla. Önce yok olup gidiyor sesi, sonra dalga dalga, yankılanarak geri dönüyor. “Ne oluyor burada?” diye dönüp baktırmıyor belki ilk anda ama sonrasında yankılar peşinize takılıyor ve kolay kolay da bırakmıyor. İşin sırrı da burada zaten; iddiasız ama aslında çok iddialı, sessiz, sakin ama aslında çığlık çığlığa bir Sıla var bu albümde. Tıpkı “Joker”de olduğu gibi.
Belli ki Sıla, “Joker”de ekibiyle birlikte yakaladığı sinerjiyi bu defa yeni şarkılarla sürdürmek istemiş. Nitekim bu yeni albüm tamamen aynı konseptle ortaya çıkarılmış. Aynı ekip (senfonik yaylılar hariç), aynı akustik düzenlemeler, aynı süssüz, makyajsız, dolgusuz, yalın müzik kaygısı.
Geçenlerde “Vaveyla”yı yakın dinleme (müzik yazarı kulağıyla dinleme) seanslarımdan birinde her nasılsa müzikçalarımın şarkıları rastgele karıştırma özelliğini açık bırakmışım. Albümden bir şarkının hemen arkasından “Vur Kadehi Ustam” çalmaya başladı ve ben ancak birkaç dakika sonra farkına varıp gayri ihtiyari, “Nasıl yani, Sıla bu şarkıyı yeni albümünde bir daha mı söylemiş?” diye düşündüm. “Joker” ve “Vaveyla”nın birbirine çok yakın tınıları beni bile faka bastırdı anlayacağınız.
Bu anlamda “Vaveyla”, “Joker”in bir devamı, hatta ikinci diski gibi. Bunun altını yermek maksadıyla mı çizip duruyorum?.. Elbette hayır. Tam tersine, popüler müziğin tam orta yerinde at koşturmakta olan bir şarkıcının “Joker” gibi bir albümle aldığı riski, eski şarkılarının yeni düzenlemeleri koruyucu kalkanından çıkarıp, bu defa yeni şarkılarıyla tekrar göze almasını neresinden baksanız cesurca buluyorum. Bu pencereden baktığımda ise doksanlarda Nazan Öncel’in “Göç”ü neyse, iki bin onlarda Sıla’nın “Vaveyla”sının o olabileceğini düşünüyorum. Aradaki fark Nazan Öncel’in o albümü beklenmedik bir şekilde önümüze koyuvermesiydi; Sıla ise “Joker”le bizi buna hazırlamıştı.
Tabii bütün bu saydıklarım, albümün popüler müziğin seyri içerisindeki duruşuyla, müzikal yapısı, düzenlemeleri ve icrasıyla ilgili övgüler. Başka bir açıdan bakarsak da “Vaveyla” kendi başına bir başyapıt olma fırsatının kıyısından dönmüş bir albüm olarak da tanımlanabilir.
Bu çentiği atma sebebim şudur ki; albümde bugüne dek Sıla albümlerinden alışık olduğumuz tarzda, ilk dinleyişte alıp götüren, çok çarpıcı, çok vurucu bir şarkı yok. Daha dikkat çekiciler, daha etkililer var elbette ama ortalama şarkılarla başa baş sayıda. Sanki “Joker”in devamını getirme kaygısı ve peşi sıra gelen altyapıya, “sound”a, kayıtların niteliğine (yani ince işçiliğe) konsantre olma telaşı esnasında, asıl hammadde (yani şarkıların çıplak haldeki gücü) gözden kaçırılmış gibi. Bu durum albüme müzikal tercihinden çok daha büyük bir risk yüklüyor.
Albüm “Çocuk”la müthiş bir açılış yapıyor. Özellikle ritmin ve senfonik yaylıların yükseldiği bölümün damakta bıraktığı müzikal tat, albüme dair beklentiyi bir hayli yükseltiyor. Ne ki ardından gelen “Her Şey Yolunda” o etkiyi devam ettiremiyor. Aynı şekilde “Açık Deniz”in de alışageldiğimiz yaratıcı ve farklı Sıla şarkıları çizgisine çıkamadığını görüyoruz.
Ancak ilk üç şarkının çok açık fark ettirdiği bir şey var ki, o da Sıla’nın şarkıcılık mahareti. Özellikle bu tip akustik, az enstrümanlı, az gürültülü kayıtlarda soliste daha çok iş düştüğü kaçınılmaz bir gerçek. Sıla bu işin üstesinden bileğinin hakkıyla geliyor. Ne kadarı Sıla’nın entonasyon başarısı, ne kadarı kayıt masasının başında oturan Arzu Alsan’ın el çabukluğu marifeti bilmiyorum ama solistin kelime aralarındaki derin nefes alışlarını hemen hiç duymuyoruz bu albümde (Mesela Candan Erçetin’in herhangi bir albümünü nefeslerini duyarak dinlemeye başlayın, iki şarkı sonra kapatmak isteyeceksiniz.) Bir de şarkıların ruh halini ve duygusunu hiç yitirmeden, doğru vurgular ve baskılarla, doğru prozodi ve teknikle söylüyor Sıla ki bu da artık giderek daha az bulunur bir nitelik haline geldi şarkıcılarda. Evet yer yer sertleşiyor, dayılanıyor, zaman zaman da teatralleşiyor belki ama bütün bunlar başından beri Sıla vokalinin alamet-i farikaları zaten. Olmazlarsa da olmaz gibi.
Albümün adındaki çığlığı en çok “İmkânsız”ı dinlerken duyuyorsunuz. Düzenlemede senfonik yanı vurgulanan şarkı, pekâlâ daha yüksek sesli elektrogitarları, hatta daha sert bir davulu bile kaldırabilirmiş. Albümün çıkış şarkısı olan “İmkânsız”, kolay algılanabilecek bir şarkı değil, hatta klipte de altı çizildiği üzere depresif yanıyla genel geçer pop kategorisinde dinlenilmesi zor da bir şarkı ama albümün iyi şarkılarından biri olduğu da bir gerçek. Ardından gelen “Panik Atak” ise hareketli ve sloganlı olsun diye yapılmış gibi duran, ne ki Sıla’nın bu türde daha önce yaptığı işleri mumla aratan bir şarkı.
“Hâlâ” tipik bir Sıla şarkısı. Albümde öne çıkması muhtemel işlerden biri. Aynı şekilde peşi sıra gelen “Esaret” de kolay algılanabilecek bir şarkı. Şarkıda geçen “Bu öğretilen cehaletin vebali esaret” cümlesini bireysel de alabilirsiniz, toplumsal da. Bana bugün bu ülkede yaşadıklarımızın beş kelimelik bir özeti gibi geldi mesela. Sıla’nın şarkı sözü yazarlığından şüpheye düştüğüm hiç olmadı gerçi. Nitekim Türkçeyi ne denli iyi kullandığına dair birçok iz var bu albümde de. Bu şarkı da onlardan biri.
“Hâlâ” tipik bir Sıla şarkısı. Albümde öne çıkması muhtemel işlerden biri. Aynı şekilde peşi sıra gelen “Esaret” de kolay algılanabilecek bir şarkı. Şarkıda geçen “Bu öğretilen cehaletin vebali esaret” cümlesini bireysel de alabilirsiniz, toplumsal da. Bana bugün bu ülkede yaşadıklarımızın beş kelimelik bir özeti gibi geldi mesela. Sıla’nın şarkı sözü yazarlığından şüpheye düştüğüm hiç olmadı gerçi. Nitekim Türkçeyi ne denli iyi kullandığına dair birçok iz var bu albümde de. Bu şarkı da onlardan biri.
“Çok Sevdiğimden” albümde belki de kulağı en kolay yakalayan şarkı. Bir dinleyişte mırıldanmaya başlıyorsunuz. Bana soracak olsalar, ikinci klip bu şarkıya çekilmeli derdim. Ardından gelen “Leylâ” ise çok basit bir melodi üzerine “açılsın, saçılsın, kaçırsın” nakaratıyla vasat sularda yüzen bir şarkı. Düzenlemede gitarın ‘muzır’ eşliği eğlenceli, hepsi o kadar.
Diğer şarkılardaki senfonik havanın aksine “Issız Ada”, alaturka keman girişiyle başlıyor ve alaturka bir ritimle de devam ediyor. Sıla şarkılarının alaturkayla yakın teması malum. Bu albümde bundan özellikle kaçınılmış belki ama bir taneden de bir şey olmaz diye düşünülmüş olmalı.
Daha önce Linet tarafından seslendirilen “Aslan Gibi” ise bu albümün en eğlenceli şarkısı olmuş. Bestesi Sezen Aksu’ya, sözleri Sıla’ya ait bu şarkıyı Linet söylediğinde, özellikle her “dipçik gibi sağlam duracaksın ayakta” dediğinde irkildiğimi, oturduğum yerde ister istemez doğrulduğumu, Linet’in hırsından ve (kime ve niyeyse artık) öfkesinden ürktüğümü hatırlıyorum. Neyse ki Sıla ve ekibi şarkıyı cümbür cemaat, kahkahalı, esprili ve alkışlı bir şekilde, bir nevi makaraya sararak söylemişler. Çok da iyi olmuş. Hem şarkı ruhunu bulmuş, hem de albümün kurşuni renkli atmosferinde bir şarkılık gün ışığı sızmış içeriye. Tabii konsept itibarıyla bu düzenlemeyi “Joker” albümüne konmamış da burada değerlendirilmiş gibi düşünmekten de kendini alamıyor insan.
Albümün sonunda “Açık Deniz”in “(K)açık Deniz” ve “Esaret”in “(C)esaret” adı verilmiş farklı düzenlemeleri var. Burak Erkul ve Arzu Alsan tarafından yapılan bu düzenlemeler, söz konusu şarkıları farklı bir kulakla dinlemenin, onlardan farklı tatlar almanın yolunu açıyor dinleyene. Seksenler elektronik müziğinin ve yetmişler disko müziğinin izlerini taşıyan bu iki düzenleme bence çok da gerekli değilmiş aslında ama meraklısını memnun edebilir.
Albümün ruh haline uygun olarak siyah beyaz fotoğraflar ve minimalist bir tasarımla sunulan kapak kompozisyonu gayet güzel. Fotoğrafları çeken Elif Çakırlar ve Barış Aras ile kartonet tasarımını yapan Gözde Mutluer son derece yerli yerinde işler çıkarmışlar. Tıpkı albüme emek veren tüm müzisyenler, kayıtları yapan teknisyenler ve bizzat Sıla’nın kendisi gibi.
Sıla’nın bundan sonra bir başka yöne doğru yine beklenmedik bir adım atarak bizi şaşırtacağını düşünüyor ya da umuyorum diyelim. Onda ve ekibinde bu cesaret ve müzikal birikim var. Ne ki bundan sonra ne yaparsa yapsın, aslolanın şarkı olduğunu da gözden kaçırmaması gerekiyor. Özellikle beste konusunda kendisini tekrarlamaya başlar ve (“Çocuk” şarkısından alıntıyla) “özü kaybederse” hayal kırıklığımız büyük olacak zira. Dileriz bize bunu yaşatmaz. Çünkü bu albüm bir kez daha gösteriyor ki Sıla, iki bin onlu yılların kurak pop müzik çölünde bulunmaz bir vaha gibi. Umarım hep öyle kalır.
EKİM 2012
TEMAS – “BANA BİR YALAN SÖYLE”
2006’da yılında Tolga Yükseloğlu ve Savaş Ateşoğlu tarafından temelleri atılan Temas, Altuğ Özgün ve Murat Kanlı’nın katılmasıyla birlikte kendi şarkılarını yazmak ve çalmak üzere yola çıkmış bir grup. 2009 yılında “Hayata Dokun” adlı ilk albüm piyasaya çıktıktan kısa bir süre sonra solist değiştirmek zorunda kaldılar ve şu anki solistleri Alper Fıratlı gruba o günlerde katıldı. Temas kurulana kadar farklı gruplarda çalan ve sahne tecrübesi kazanan grup elemanlarının ortak noktası ise her birinin müzikten bağımsız işlerde çalışıyor olmaları. Halen iş hayatları ve müziği bir arada sürdürürken, bunun zamansızlık gibi ciddi bir sıkıntı yaratmasının dışında ekonomik olarak onlara sağladığı özgürlüğün müziklerine olumlu yönde katkı sağladığını düşünüyorlar.
ÖMÜRLÜK ŞARKILAR
(Milliyet Sanat dergisi Ekim 2012 sayısında yayımlanmıştır.)
Bitti bitiyor, çıktı çıkıyor derken nihayet yılın ‘merakla beklenen’ klişesini en çok hak eden albümü, 32 şarkıcıdan 33 Orhan Gencebay yorumuyla, kulakları şenlendirmek üzere piyasada. Nicedir tane hesabı albüm satan Unkapanı’dan bu kez kamyonla sevkiyat yapılıyor olması albümün yapımcısı tarafından Twitter’da fotoğraflanarak duyuruldu ve pahalı pastanelerin havalı çikolata kutularına benzeyen altın yaldızlı “Bir Ömür Orhan Gencebay” paketi müzik marketlerin baş köşelerine yerleşti.
‘Paket’ tabir ettim zira çift diskten oluşan albümün kallavi bir kitapçık da içeren kartoneti, piyasa muadillerine enine boyuna fark atıyor. Kitapçıkta Orhan Gencebay albüme emeği geçen herkesin tek tek ‘berhudar’ olmasını diliyor, sonra albüme emeği geçenler de duydukları onur ve mutluluğu, bu defa Orhan Baba’nın ‘berhudar’ olması temennileriyle dile getiriyorlar. Baba’nın 32 şarkıcıya tek tek teşekkürü ile 32 şarkıcının tek tek cevabı (aslında 31 çünkü Candan Erçetin o bildik serinkanlılığıyla yine susmayı tercih etmiş) eğer hepsini okumaya azmettiyseniz, havadan bir yarım saatinizi alıyor. Gerisi ise şarkıcıların illüstrasyon haline getirilmiş fotoğrafları ve şarkı sözleri, künyeleri… Gönül bir biyografi, bir diskografi, şarkıların ilk yayın tarihleri filan da olsun ister miydi?.. İsterdi elbet; ama yok.
Zarfı bırakıp mazrufa bakar isek şayet, epeyce şenlikli bir albümün sizi beklediğini söyleyebilirim. Arabeskçisinden türkücüsüne, popçusundan ‘rock’çısına bütün mahalle toplanmış, herkes karınca kararınca bir şeyler yapmış. Albüm birçok açıdan müzik tarihine not düşülecek şahanelikler içeriyor. Bir kere bildik bileli Ajda, Sezen, Nilüfer, Nükhet ve yoncanın beşinci yaprağı Zerrin’i bir araya getirebilen tek albüm Zülfü Livaneli’nin 35. Yıl albümüydü ki o da aslında bir konser kaydıydı. Bugüne dek yapılanlar içinde bu kadar kalabalık kadrolu ve bol şarkılı tek saygı albümü ise Ortaçgil’e aitti ama onda da büyük yüzdeyle alternatif isimler yer alıyordu ve haliyle ana akımı bu kadar göbeğinden yakalamıyordu. Oysa bu albümde her dönemde yeri sabitlenmişlerin yanı sıra Akalın, Ceceli, Yener, Ortaç ve illa ki Tarkan gibi bugünün çok satarları da vazife başında. Kadro öyle böyle değil yani. Bir nevi asri zamanın fuar gazinosu gibi.
Taksilerde, dolmuş ve minibüslerde 45’lik plakların, kartuş kasetlerin çalındığı, en çok da Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur şarkılarının söz konusu toplu taşıma araçlarının şoför mahallinden ‘ful stereo’ yankılandığı o yılları hatırlıyor olmasam, o dönemde arabesk müziğe neden ‘minibüs müziği’ dendiğini anlayamayabilirdim bugün. TRT Denetleme Kurulu’na göre ise ‘yoz müzik’ti arabesk. Ya taşrada ya da kentlerin taşradan göç edenlere mesken olan eteklerinde, gecekondularında dinlenilir, klasikçisinden halk müzikçisine, ortak paydaları müzikte statüko olan bir kesim tarafından asla itibar görmezdi. Yıllarca da görmedi. Görmedi de ne oldu?.. Memleketin Kurtuluş Savaşından bu yana gördüğü belki de tek halk hareketi olarak arabesk, sadece bir müzik türü değil, bir yaşam biçimi, bir üslup, bir tarz, hatta abartmak gerekirse, bir ekol olarak aldı yürüdü. Sonra arkasından bir dönem yılbaşından yılbaşına televizyonlara çıkarılan, şarkıları ancak Polis Radyosunda çalınan arabesk müzik icracılarına iade-i itibar yapıldı, suyunu çıkarmak pahasına arabeske sahip çıkıldı.
Oysa Gencebay arabesk tabirine başından beri karşı çıkar, müziğini ‘serbest çalışma’ diye tanımlamayı tercih ederdi. Çünkü arabesk kelimesinin çağrıştırdığı Arap etkisinin tersine, halk müziği, alaturka ve dahi klasik batı müziğinin bir bileşeniydi üstadın peşinde koştuğu. O bizden birkaç fersah öndeydi, biz anlamadığımız o bileşime bir kılıf uydurma gayretindeydik. Nihayetinde uzlaştık ve Gencebay şarkılarının tam da bu albümle tescillendiği gibi ‘bir ömürlük’ olduğu gerçeğine, müzikoloğundan sokaktaki adamına dek herkes kanaat getirdi. Çalarken de, söylerken de, dinlerken de kimse saklamak/utanıp sıkılmak gereği duymuyor artık. Hep beraber severken bu şarkıları, bir de fena halde fark ediyoruz ki aslında başından beri, hep sevmişiz.
Tabii bu açıdan baktığınız zaman da bu albüm riskleriyle de beraber çıkıyor önümüze. Mesela Mustafa Sandal’dan bir Gencebay şarkısı dinlemek ister miyim sahiden, buna gerek duyar mıyım diye soruyorum ister istemez kendime. Ya da Volkan Konak’ın asla edebi ve şiirsel değil, olsa olsa Karadeniz şivesiyle şirin şiirlerinden birini daha dinlemek ister miyim bir Gencebay şarkısının orta yerinde bilmiyorum. “Kaderimin Oyunu”yla dans etmeye hazır mıyım acaba?.. Ya da Rafet El Roman’ın yirmi senedir düzeltemediği Türkçe telaffuzuyla en sevmelere layık Gencebay şarkılarından birine getirdiği ‘sesli harfleri sorunlu’ yorumuna?..
Bunlar ve benzeri birçok soru işaretini cebinize koyup, epeyce de mesai harcayarak bu upuzun albümü başından sonuna dinlediğinizde ise Tarkan’a, Yıldız Tilbe’ye, Duman’a, Manga’ya, Athena’ya ve elbette Nükhet’e, Ajda’ya bir daha, bir daha kulak kabartmak istemeniz çok muhtemel. İzel, Kutsi, Özcan Deniz, Şevval Sam, Yaşar ve Deniz Seki de peşlerinden gelebilir. Sibel Can ve Ebru Gündeş türün içinde yoğrulmuş iki solist olarak yeni bir şey vaat etmiyorlar. Nilüfer, Sezen ve Zerrin ise stüdyoya yorgun girmiş gibiler. Berkay belli ki ‘yapımcının sanatçısı’ kontenjanından albüme girmiş. İyi de olmuş zira yapımcının bir de aranjör-şarkıcısı var ki, ola ki o da albümde yer alsaydı, biz doğrudan sözün bittiği yere toslayabilirdik.
Kartonetteki şarkı künyelerinde vokalistlerin adları yazılmamış. Ben mesela Demet Akalın’a vokal yapanı merak ettim en çok. Keşke yazılsaydı. Emre Aydın’ın son şarkılarından sonra “Bir Teselli Ver”de, Seksendört’ün bütün şarkılarından sonra “Dokunma”da da aynı derecede başarılı olduklarını söyleyebilmek mümkün. “Hayat Devam Ediyor” Emel Sayın için doğru şarkı değilmiş gibi duruyor.
Zara ve Yıldız Usmanova ise gayet hakkını veriyorlar söylediklerini şarkıların ama gözler (daha doğrusu kulaklar) ister istemez bu tür kolektif albümlerin gediklilerini, mesela bir Ferhat Göçer’i, bir Yavuz Bingöl’ü de aramıyor değil. Olsalar bir türlü, olmasalar bir türlü, onu da benim kulağı yorgun dinleyici hezeyanlarıma verin. ‘Gedikli’ demişken, ister misiniz bu albümün konserinde Ömür Gedik sahneye çıkıp Orhan Gencebay taklidi yapsın?.. Düşük ihtimal; zira Gencebay’ın sahnede canlı şarkı söylememe gibi bir de prensibi var ki gazinolar zamanında önüne serilen servet değerinde tekliflere dahi düşünmeksizin hayır demiş, sadece bu prensibiyle bile ülke (hatta belki de dünya) müzik tarihinde eşsiz benzersiz bir yer edinmiş bir müzisyen Orhan Baba.
Her iki diskin sonunda da yer alan “Batsın Bu Dünya”nın koro icrası, albümün ‘bis’i olarak değerlendirilebilir. Sahiden bir konser olursa/olabilse sözgelimi, bu şarkının yeri tam da orası. Yalnız naçizane şunu söylemek isterim ki sevgili Orhan Baba; biz bu şarkıya hep bu dünyanın sahiden batmasını istediğimiz efkârlı anlarda bağır çağır eşlik ediyoruz. Yani o ‘barış için, insanlık için, kardeşlik için’ kısmında saklı hidayete hâlâ erebildiğimiz söylenemez. Ötesi fevkalade, o ayrı.
EYLÜL 2012
EYLÜL 2012
EUROVISION ŞARKI YARIŞMASI
2. ÖZEL DANIŞMA KURULU TOPLANTISINDAN İZLENİMLER
Mesut Cemil henüz yayımlanmamış Eurovision kitabımı yazmaya koyulduğum günlerde sıklıkla karşıma çıkan isimlerden biriydi. 1963 yılında vefat eden alaturka müziğin çok önemli icracısı, akademisyeni ve eğitmeni ve dahi Ankara Radyosunda klasik koronun kurucusu Mesut Cemil’in Eurovision’la elbette bir ilgisi olamazdı. İlgisi olan İstanbul Radyosunda adının verildiği stüdyoydu. Seksenlerde birçok yarışmanın startının verildiği, finallerle ilgili toplantıların yapıldığı yerdi orası. Ve 2012 yılının ılık bir Kasım sabahında, yine Eurovision konulu bir toplantı için katılımcı olarak İstanbul Radyosu Mesut Cemil Stüdyosunda bulunmanın benim için böyle heyecan verici bir tarafı da vardı.
KAYIP YILDIZIN MUHTEŞEM DÖNÜŞÜ
Türk müziğinin kayıp yıldızlarından biriydi Güneri Tecer. Zamanında sevenlerinin, dinleyenlerinin mutlaka hafızalarının bir köşesinde, anılarında sesiyle, şarkılarıyla yer etmiş ama ne yazık ki o sesi ve şarkıları sadece plaklar üzerinde kalmış bir yıldız. İnternet ortamında plak meraklıları tarafından yüklenmiş birkaç şarkısı ve belli ki TRT arşivinden çıkıp gelmiş birkaç videosu dışında hakkında hiçbir şey bulunmayan, şarkıları plaklardan başka hiçbir formatta piyasada dolaşmayan bir ses sanatçısı.
Çocukluğumun siyah beyaz televizyon ekranında, söylediği en ağır alaturka şarkıda bile değişmeyen güleç yüz ifadesi nedeniyle seviyordum ben onu en çok. Büyüyüp de arşivciliği iş edindikten sonra, topladığım plaklarını dinledikçe çocukluğuma dair bana hatırlattıklarıyla o su gibi duru ve bir o kadar da hisli sesini de ne kadar sevdiğimi fark ettim.
1933 yılında Ankara’da doğar Güneri Tecer. 1957 yılında Ankara Radyosuna girer ve uzun yıllar radyo sanatçılığını devam ettirir. Zamanın radyo emisyonları bir çok ses sanatçısını meşhur etmiştir. Televizyonun henüz hayatımıza girmediği o günlerde, radyo başında yüzleri hiç bilinmeden, sadece sesleriyle şöhrete kavuşan, hayran kazananlar vardır. Güneri Tecer de kısa zamanda onlardan biri olur. Ardından gazino teklifleri gelir ve 1966 yılında ilk kez İstanbul gazinolarında sahneye çıkar.
Güneri Tecer radyoda olduğu kadar gazino sahnesinde de çok başarılı olur. Sesinin güzelliği ve alaturka bilgisi kadar, yakışıklılığıyla da özellikle gazinoların kadınlar matinelerinde aranılan yıldızlardan biridir artık.
Ankara’dan okul arkadaşı olan Tarık Dursun K. onun bir gazino programından yola çıkarak Milliyet gazetesine yazdığı yazıda Güneri Tecer’den şöyle bahseder: “Plaklarının satışı yılın rekorunu kırıyor. Radyoda birinci sınıf sanatkâr. Üniversite eğitimli. Besteleri var. Bir gecede aldığı, en yüksek devlet memurunun maaşına eşit.”
Kısa sürede, o günlerin gazino jargonunda “baş altı” olarak tabir edilen statüye yükselir Güneri Tecer. Yani assolistin hemen öncesinde sahneye çıkan ve assolistten sonraki en yüksek yevmiyeyi alan solist olmuştur.
İlk plağı 1963 yılında yayımlanır. 1967 yılında Odeon Müzik’in alt markalarından biri olan Regal Plak’a transfer olur ve yetmişlerin başlarına dek devam bu süreçte hem çok satan, hem de çok beğenilen plaklara imza atar.
Yabancı şarkılara Türkçe söz yazılması modasının yeni başladığı o günlerde meşhur “Bang Bang” şarkısını Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı Türkçe sözlerle seslendirerek ilk aranjman denemesini yapar. Sonrasında plaklarında kimi zaman aranjman şarkılar ve popüler alaturka şarkıların pop düzenlemelerini de seslendirir. O günlerde bunu yapan birçok alaturkacı vardır. Yeni moda budur ama Güneri Tecer kadar başarı kazanan az sayıda isim olur.
1977 yılında oğlunun adını verdiği “Tolga 1” 33’lüğü piyasaya sürülür. Ne var ki bu albümün ikincisi hiçbir zaman yayımlanmayacak ve bu onun son plağı olacaktır. 19 Ekim 1988 tarihinde, geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda eder.
Odeon’un uçsuz bucaksız arşivinde dolaşıp yeni projeler için kafa yorarken fark ettik ki Güneri Tecer diskografisinin büyük bir kısmı Odeon arşivinde saklı. Sonra Zeynep Göktürk’le birlikte azmettik, çalıştık, çabaladık ve Tecer’in Odeon’dan yayımlanmış ne kadar kaydı varsa hepsini bir araya getirdik. Sonra içlerinden bir albüm dolusu şarkı seçtik. Tüm bunlar çok kolay olmadı ve umduğumuzdan uzun sürdü. Şu an bu satırları yazarken, albümün yayımlanmaya hazır hale gelebildiğine hâlâ inanamıyorum.
Bu albümle birlikte Güneri Tecer artık kayıp bir yıldız olmaktan çıkıp, alaturka ve popüler müzik tarihimizdeki yerini alacak. Onu bilenler, yıllar sonra yeniden dinlemenin keyfini yaşarken, hiç bilmeyenler de bu albüm sayesinde tanıyacak. Bize de böylesi bir yıldızın ışığını tekrar görebiliyor, sesini tekrar duyabiliyor olmanın hazzını yaşamak kalacak.
NİSAN 2012
(22 Ekim 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Bob Marley sayesinde Jamaika’dan çıkıp tüm dünyaya yayılan “reggae” müziği Türk popüler müziğinde zaman zaman bir renk unsuru olarak kullanılmışsa da, bu türü hakkıyla icra eden az sayıda grup oldu bugüne dek. 2004 yılında kurulan ve bugünkü kadrosu Orçun Sünear, Derya Eke, Cem Konuk, Erdem Birgül, Faruk Demir Tugayoğlu ve Efe Erkayacan’dan oluşan Sattas ise yıllardır türün meraklıları tarafından ilgiyle takip edilen bir “reggae” grubu. Sattas’ın ilk albümü geçtiğimiz günlerde piyasaya çıktı.
“Reggae”nin ilk bakışta eğlenceli gözüken, ancak aslında ciddi bir muhalif tavır, otoriteye ve toplumsal baskılara karşı duruş içeren ruhunu ve müzikal olarak basit fakat bir o kadar da icrası zor ritmik ve melodik yapısını, türün gerekliliklerinin dışına çıkmadan Türkiyeli hale getiren Sattas, ülke popüler müziğine bugüne dek hiç sunulmamış bir alternatif sunuyor.
12 şarkının yer aldığı albümde bazı şarkılar Türkçe, bazıları ise İngilizce sözlü. Bütün şarkıların söz ve müzikleri ise gruba ait. Grubun solisti ve kurucularından Orçun Sünear yer yer caz ve “blues” renkleri de taşıyan çatallı sesi ve sahne üzerindeki kendine özgü tavrıyla da farklı bir solist portresi çiziyor. Yıllardır birlikte çalışan grubun sahne performanslarının büyük ilgi görmesinde Sünear kadar, her biri çok iyi birer müzisyen olan grup elemanlarının da büyük payı var. Nitekim albümü dinlediğinizde bu yüksek enerjinin stüdyo ortamına da birebir yansıdığını görüyor/duyuyorsunuz.
Sattas’ın “reggae” türünde “cover” yapabileceği yüzlerce şarkı varken ve bir tek “cover”la bile dinleyiciyi kolayca tavlamak mümkünken, zoru seçerek tamamen kendi şarkılarından oluşan bir albüme imza atması da bugünün müzik piyasası şartlarında dikkat çekici bir tavır.
Özellikle savaş karşıtı sözleriyle dikkat çeken “American Rambos” ve “Savaş Bitmeli”, dinleyende oracıkta kalkıp bir şeyler yapma hissi uyandıran “Groundation” ve Running Away, ilk klip şarkısı olan “Irie” ve ikinci klip şarkısı olarak seçilen “Eskitilmiş” başta olmak üzere albümdeki her şarkı tek tek keşfedilmeyi hak ediyor.
Benim gibi “reggea” müziğine mesafeli duranlardan bile olsanız, bu albümü dinledikten sonra bakış açınızı değiştirmeniz çok mümkün. Sattas’la ve müziğiyle tanışmak için fazla zaman kaybetmeyin.
EKİM 2012
(15 Ekim 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
1979’dan bu yana Almanya’da yaşayan yazar, radyo programcısı ve ‘dj’ Gülbahar Kültür, dünyanın farklı köşelerinden derlediği farklı türlerde müzikleri bir araya getirerek hazırladığı albümlerle Avrupa’da hatırı sayılır bir isim yapmış durumda. “Made In Turkey” ve “Turkish Pop Hits” serileriyle Türk popüler müziğinin tanınmasında ve Avrupa’daki radyoların ve kulüplerin çalma listelerine girmesinde de tek başına büyük pay sahibi. Müzik yazarı Naim Dilmener’in onu soyadına yaptığı göndermeyle bir ‘kültür elçisi’ olarak tanımlaması boşuna değil. Gazeteci Fatih Vural ise Kültür’ü ‘müziğin Don Kişot’u’ olarak adlandırıyor.
Gülbahar Kültür’ün “The World Of Turkish Grooves” alt başlığıyla derlediği “Made In Turkey” serisinin altıncı albümü geçtiğimiz günlerde Lola’s World etiketiyle Avrupa’yla eş zamanlı olarak Türkiye’de de piyasaya çıktı. İki diskten oluşan albümde Türkçe müziğin farklı renkleri Kültür’ün usta işçiliğiyle bir araya getirilmiş.
Albümde Jülide Özçelik, Güvenç Dağüstün, Sevtap Ünal gibi son dönemde dikkat çekici işlere imza atan müzisyenler de var, Neyse, Sattas, Deja-Vu ve Zakkum gibi farklı kategorilerde müzik yapan gruplar da. Türkçe ve Japonca halk türkülerini düzenleyen Japon müzisyen Sizzle Othaka, İtalyan alternatif müziğinden Terre Differenti ve Kürt müziğine farklı bir soluk getiren Dodan Özer, albümdeki çok renkliliğin sadece birkaç örneği.
Sinem Turan, Djanan Turan, ‘dj’ İpek İpekçioğlu gibi Türkiye kökenli olup da yurt dışında başarı kazanmış müzisyenlerin ne çare ki Türkiye’de hemen hiç bilinmeyen şarkılarıyla da bu albüm sayesinde tanışıyoruz. Seçki içerisinde beklenmedik bir şekilde karşımıza çıkan Müzeyyen Senar ve Orhan Gencebay ise albümde Türkçe müziğin eski ama eskimemiş kanadını temsil ediyor. Bu çok geniş ve çok renkli yelpazenin en göz alıcı yanı ise Gülbahar Kültür’ün şarkıları seçerken ve dizerken gösterdiği iğne oyası inceliği ve zevki hiç kuşkusuz.
35 şarkıdan oluşan albümde daha önce hiçbir albümde yayınlanmamış beş de yeni kayıt var.
Türkçe müzik dinlemeyi sevenlere başından sonuna dek bambaşka bir dinleme deneyimi sunan “Made In Turkey 6” bu aralar satın alınabilecek en iyi Türkçe albüm.
EKİM 2012
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
HEM HARBİ, HEM BARBIE (Milliyet Sanat dergisi Mart 2014 sayısında yayımlanmıştır.) “Harbi kız mı, Barbie kız mı?” diye bir argo söylem pe...
-
(1984'ten Bugüne) Sezen Aksu'nun yeni albümünün piyasaya çıktığı bugünlerde, Türk popunun efsane albümlerinden "Sen Ağlama&q...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
"ALO? HER GECE GEZENLERLE Mİ GÖRÜŞÜYORUM?" “Herkesi zalim kendini alim hissetmen bile normal.” Şarkı bu cümleyle başladığı için...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...