(Milliyet Sanat dergisi Eylül 2013 sayısında yayımlanmıştır.)
Şevval Sam’ı TRT’de televizyon programı yaptığı günlerde tanımıştım. Hiç oturup konuşmuşluğumuz olmamıştı ama stüdyoda uzaktan uzağa izlerdim her hafta onu. Hadi açıkça itiraf edeyim: Kaçamak hayran bakışlarından ziyade, “nedir bu kızın büyüsü?” başlıklı laboratuvar çalışmasıydı benimkisi. Çünkü star diye bildiğimiz nicelerinden daha popülerdi, daha çok seviliyordu; bunu biliyordum. Provalarını izlerdim. Nedense hep üşüyen, hırkalara sarınan (stüdyo soğuk olurdu evet), çekingen, tedirgin duran, insanda dokunsan kırılıverecekmiş duygusu yaratan kadınlardandı. Bir taraftan da kesin kurallarını olan, söz dinlemeyen, doğru bildiğinde inat eden bir tarafı olduğunu hissederdim; öyle ya da böyle bunu hissettirirdi. Güzeldi ama güzelliği bir silah olarak kullanmayı henüz öğrenmemiş küçük kız çocukları gibiydi. Tiril tiril sesiyle, “hadi canım, bunu da mı söyleyecek?” dediğim şarkıları/türküleri söyler, üstesinden pekala da gelirdi. İşini seviyordu, çalışkandı ama mesela sahneye çıkmadan önce ona “şunu şunu da anlat” deseniz, unutup anlatmayabilirdi; öyle de bir tembihe gelmez tarafı vardı. Büyük küçük, tanıdık tanımadık herkese nasıl nazik ve saygılı davrandığını da görürdüm hep. Tüm bunların toplamından ekrana ya da sahneye ve hatta sesine yansıyan enerji, onu izleyen/dinleyen insanlara doğru geçiyordu demek ki. Belki de büyüsü buydu.
Bir şarkı düşünün ki 30 yılı aşkın süredir dillerden hiç düşmesin. Defalarca ama defalarca yeniden seslendirilsin ve her kuşak onu başka bir sesten sevsin. Popüler müzikte çok şarkının kaderi unutulmaktır oysa. "Sen Mutlu Ol" unutulmayanlardan.
(26 Ağustos 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Tunceli’de doğan Ender Balkır, kendini bildi bileli müzikle iç içe olmasına rağmen, üniversitede matematik eğitimi almış ve mezun olduktan sonra kendini öğretmenlik yaparken bulmuş. Ancak müzik sevgisi ağır basmış ve istifa eder etmez sahneye çıkmaya, müzik piyasasının içinde aktif olarak yer almaya başlamış. Radyo-televizyon-sahne üçgeninde devam eden müzik serüveni 2007 yılında yayımlanan ilk albümü “Ezim Ezim”le tescillenmiş. Meraklıları, TRT Müzik kanalında yayınlanan Sahne Biz programından ve çeşitli televizyon dizilerinde seslendirdiği türkülerden Balkır’ı uzun süredir tanıyorlardı zaten. Ender Balkır’ın ikinci albümü “Ahir”, geçtiğimiz günlerde Marka Müzik etiketiyle piyasaya sürüldü.
Müzik marketlerin halk müziği raflarında yıllardır stilize Karadeniz müziği yapan grup ve şarkıcıların, Ankaralı türkücülerin ve bilinen 20-25 türküyü evirip çevirip yeni düzenlemelerle söyleyen doğu-batı sentezcilerinin albümleri ön saflarda. Son dönemde buna bir de deneysel Kürtçe müzik albümlerini ekleyebiliriz. Buna karşın şöyle adıyla sanıyla, tadıyla, adamakıllı bir Türk Halk müziği aradığınızda parmakla sayılacak kadar az seçeneğiniz oluyor. İşte “Ahir”, tam da bu boşluğu dolduracak albümlerden biri.
Albümde Celal Güzelses, Zaralı Halil Söyler ve Muharrem Ertaş gibi her biri birer gelenek olmuş halk ozanlarından alınan türkülerin yanı sıra anonim türküler de var. Ama bunlar öyle her albümde karşımıza çıkan, artık dillere sakız olmuş türküler değil. Adeta iğneyle kuyu kazarak, başından sonuna son derece özenli bir repertuvar seçimi yapılmış ve seçilen 15 türkü, üslubunca, batı ve müziği alaturka enstrümanları kullanılmış dahi olsa halk müziği kalıplarının dışına çıkmadan, icra edilmiş, seslendirilmiş.Halk müziğine çok uzak olmama karşın, albümdeki birçok türküyü ilk kez duydum ve “Ahir” beni birçok başka sebebin yanı sıra, bu sebeple de mutlu etti.
Yıllardır otantik halk müziğinin tadını epeyce kaçıran abartılı şive gösterileri, arabesk gırtlak oyunları ve erkek türkücülerde adeta bir zorunluluk haline gelen yüksek perdeden tenor haykırışları yok bu albümde. Onun yerine doğal şivesiyle, abartısız ve tertemiz söyleyen bir türkü yorumcusu dinliyoruz. Ender Balkır’ın rengi çok belirgin, aralığı çok geniş ama en önemlisi de türkülerin derin duygusunu dinleyene birebir geçiren bir ses var. En çok da bu yüzden dinletiyor kendini. Söylediği her bir türkünün acısını, kederini, bazen de neşesini içinizde hissediyorsunuz.
Önder Meral’in müzik yönetmenliği ve aranjörlüğünü yaptığı albümde “Seyyah Oldum” türküsünde Sevcan Orhan, “İzzetli Hürmetli Bilirim Seni” türküsünde ise Cengiz Özkan, Balkır’a eşlik ediyor.
Alaturka bir şarkı olan “Batan Gün Kana Benziyor” ise Engin Aslan’ın düzenlemesi ile albümün sürprizi. Başta albümün açılışında yer alan “Çaya İndim Taşı Yok” olmak üzere, bir Celal Güzelses türküsü olan “Yollar Seni Gide Gide Usandım”, “Adil Efendi”, “Seyyah Oldum” ve Hanımın Çiftliği dizisi sayesinde popüler olmuş “Hüseynik”, albümün ilk dinleyişte dikkat çekenleri. “Karşı Bağda Sıra Bademler” ve “İğdenin Yolları” ise hareketli, şıkır şıkır türküleri sevenleri memnun edecek türden türküler. Sadece bunlar değil elbette; şayet türkü seviyorsanız, albümün bütünü başından sonuna dinlenilmeyi hak ediyor.
İçeriğine son derece uygun, ağırbaşlı ve şık bir kartonet tasarımıyla dinleyiciye sunulan “Ahir”, bu yıl yayımlanmış en iyi halk müziği albümlerden biri.
(20 Ağustos 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Yurt dışında yetişmiş popçu kontenjanından Türk pop müziği saflarına 2007’de dâhil olan Atiye’nin dördüncü albümü “Soygun Var”, Pasaj Müzik etiketiyle geçtiğimiz aylarda müzik market raflarında ve dijital platformlarda yerini aldı. 10 şarkının yer aldığı albüm Atiye’nin kendi kulvarında başa güreşmeye niyetli olduğunu açık ve net bir biçimde gösteriyor.
Nispeten daha amatör tınlayan ilk albümünü bir kenara koyarsak, ikinci albümünden bu yana hep iyi isimlerle çalışarak işini şansa bırakmadı Atiye. Buna karşın iki büyük handikabı vardı: Birincisi her yurt dışında doğup büyümüş şarkıcı gibi başka bir dilin fonetiği ile şekillenmiş gırtlak yapısı ve diksiyonunun Türkçe şarkılarda kulağa hoş gelmemesi; ikincisi ise şarkılarının özellikle sözel anlamda çok hafif, fazla uçucu hatta yer yer çocuksu olması idi. Hem dans edip hem şarkı söylüyor olmasına kimsenin bir itirazı yoktu; hatta Türk popunda buna her daim ihtiyaç da vardı ama mesela ben kendi adıma kliplerini izlemeyi severken, hoş ve eğlenceli bulduğum şarkılarını uzun süre dinlemeye tahammül gösteremiyordum.
Atiye, “Soygun Var”ı ikinci albümünden bu yana birlikte çalıştığı İskender Paydaş’a emanet etmiş ve Paydaş da tüm hünerini göstererek son derece modern ve ruhu genç düzenlemelerle albümün çıtasını epeyce yükseltmiş. Ama hepsi bu kadar da değil. Bu defa öncekilere nazaran çok daha özenli bir şarkı seçimi yapılmış. Nazan Öncel’den Murat Güneş’e, Deniz Erten’den Bora Duran’a, hem popüler hem de iyi işler çıkaran söz yazarı ve bestecilerden alınmış şarkılar Atiye’nin yukarıda bahsi geçen engellerinden birini bu defa ortadan kaldırıyor. Albümün çıkış şarkısı olan ve bir Hint şarkısından Murat Güneş tarafından adapte edilen “Soygun Var”, Türk popunun epeyce istifade ettiği Yunan besteci Phouebus Tassoloulos’un bir şarkısından yine Murat Güneş tarafından uyarlanan “1 Hain”, Nazan Öncel’in esprili ve sıcak “Uyan da Gel”i, Deniz Erten imzalı “trendy” ve katıksız pop şarkısı “Senin Modan Asla Geçmez” albümün ilk dinleyişte dikkat çeken şarkıları. Sözlerini Alişan Göksu ve Serhat Karayiğit’in yazdığı, bestesini İskender Paydaş’ın yaptığı “Bonkör Dünya” ve Bora Duran imzalı “Seviyorum” da diğerlerinin peşi sıra geliyor.
Atiye ve babası Orhan Yılmaz bundan önceki albümlerde olduğu gibi bu albümde de birkaç şarkıya imza atmışlar. Bu albümde baba kızın dört şarkısı var. Ne var ki bu albüm gücünü diğer şarkılardan alıyor ve bu dört şarkı diğerlerine nispetle zayıf kalıyor. İskender Paydaş da bunun farkına varmış olmalı ki “Korkma”yı enteresan bir klavye soloyla, “Durma”yı (ki bu şarkının ikinci sırada olması da bence yersiz) oryantal bir yaylı ara nağmesiyle, “Ya Habibi”yi “vocoder” desteğiyle renklendirmeye çalışmış. “Sor” ise Emre Aydın düetiyle dinleyici için cazip hale getirilmiş. Zaten muhtemelen tıpkı Teoman’la düet yaptığı “Kal” gibi, “Sor” da Atiye hayranı olmayanların bile dinleyeceği bir şarkı olacaktır. Bu anlamda şarkı çok etkili olmasa da, baştan kazanılmış bir artıya sahip; bunu kabul etmek lazım. Bence Atiye şarkı yazmak için harcadığı zamanı Türkçe telaffuz çalışmalarına ayırsa ve böylece diğer engelini de ortadan kaldırsa, uzun vadede çok daha kazançlı çıkabilir.
Albümün Nihat Odabaşı imzalı fotoğrafları, Atiye’nin bu albümde ‘taytlı şirin kız’ imajından, daha iddialı bir genç kadın, bir pop-star imajına doğru yol aldığını işaret ediyor bize. Erman Yılmaz’ın posterli kartonet tasarımı da bunun altını kalınca çiziyor zaten.
(12 Ağustos 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Onu tanımaya başladığımız ‘90’lı yıllardan bu yana ‘onun parmağı varsa, o iş iyidir’ dedirten müzisyenlerden biridir Murat Yeter. 1994 yılında “Hovarda” gibi bir düzenleme ile Türk popunun ortalama algısını sersem etmiş, oradan devam ederken yolu Deniz Seki’den Ajda Pekkan’a, Sezen Aksu’dan, Emel’e, bir dolu isimle kesişmiştir. Ülke müzik tarihinin parmakla sayılacak kadar az sayıdaki caz davulcusundan biri olmasına karşın pop müziğe de hem düzenleme, hem beste, hem de icra anlamında sayısız katkı sağlamış Murat Yeter’in ilk albümü “Asya”, geçtiğimiz günlerde Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle yayımlandı.
Albüm ilk bakışta ‘aranjör albümleri’ furyasının bir uzantısı izlenimi verse de, işin aslı öyle değil. Çünkü Yeter bu albümde kendi müziğini yapıyor. Başrolde onun müziği, besteleri, düzenlemeleri ve davulu var. Yan rollerde ise isimleri albüm arka kapağına tek tek yazılan usta müzisyenler resmi-geçit yapıyor. Yanı sıra bazı bestelerine sözler yazılmış ve birer şarkıya dönüşen o besteler de şarkıcılar tarafından seslendirilmiş. Hatta bir “rap”, ve bir şiir de var albümde. Ama tüm bunlar bütünün parçaları gibi. Mesela sözlerini Sıla’nın yazdığı ve Ebru Gündeş’in seslendirdiği “Gönlümün Efendisi” alışageldiğimiz şarkı formunda değil; bir “B” ya da “C” bölümü yok. Aynı şekilde sözlerini Neslihan Demirtaş’ın yazıp Niran Ünsal’in seslendirdiği “Acı” da ikinci döngüye girmeden bitiveriyor. Bunlara anlam vermek için onları bağımsız birer şarkı gibi değil, albümle çıktığımız yolculukta uğradığımız duraklar gibi düşünmek lazım. Ritim sazlar stüdyoda tonlaması ve indirgenmesi (miksajı) en zorlu sazlardır. Hele ki Ramazan davulu, asma davul gibi ele avuca sığmaz sesler çıkaran sazlardan ve dahi tencereden, tavadan, hatta cezveden de ritim üretecekseniz, işiniz birkaç misli zordur. Yani bütünüyle ritim sazların ön planda olduğu bir albüm kotarmak her babayiğidin harcı değildir. Bu albüm en çok bunun dersini verir gibi. Başından sonuna kulağı doyuran bir ritim ve dolu dolu canlı enstrüman zenginliği, bir virtüözite gösterisi… Tam da bu yüzden “Gönlümün Efendisi” ve “Acı” gibi şarkılarda ben ‘80’li yılların yüzde yüz canlı çalınmış ‘has’ arabesk şarkılarının tadını buldum. Ama hepsi bu değil tabii. Adını aldığı “Asya”dan yola çıkıp, Balkanlardan Ege’ye, oradan Arap Yarımadasına, sesimizi aldığımız coğrafyanın izlerini süren etkileyici bir müzikal bileşim dinliyoruz albüm boyunca.
Albümdeki 11 bestenin 10’u Murat Yeter’e ait. Neslihan Demirtaş’ın sözlerini yazdığı, Yonca Lodi’nin seslendirdiği “Deli Efe”, bildik Ege türkülerinin, ama en çok da “Gerizler Başı” ve “Kırmızı Buğday”ın yakınlarından geçiyor. Ben olsam bu şarkının müziğine kendi imzamı koymazdım. Bir de Niran Ünsal’ın sesiyle katkıda bulunduğu “The Voyages Of Simbad” var ki bestesi Zadeh Michel’e ait. (Eserin orijinal ismi “LesVoyages de Simbad” aslında, böyle İngilizce-Fransızca karışık yazılmış her nedense kartonette.)
Halil Sezai’nin dinleyene melankolilerden melankoli beğendiren şiiri albümün bütününde tek eğreti duran iş gibi geldi bana. Hani olmasa da olur, hatta daha iyi olurmuş gibi. Albümde ilk ağızda sözlü şarkılar ön plana çıksa da, özellikle açılışta dinlediğimiz “Gel Geç” başta olmak üzere, her dinleyişte başka bir ince ayrıntısı kulağa dokunan enstrümantal besteleri de ıskalamamak lazım. Murat Yeter bu albümde daha popüler sularda yüzüyor belki ama bu albümün peşi sıra içindeki cazın yüzünü alenen gösterdiği bir albüm beklemek de hakkımız sanki.
Tek tek isimleri yazmaya yer yetmez ama albümün bütün kayıt ve “mix” safhasına eli değenleri, çalan her bir müzisyeni ayrı ayrı tebrik etmek lazım. Bir ‘davulcu’nun çalma anındaki hazzını kare kare fotoğraflamış Koray Kasap’ı da öyle.
(5 Ağustos 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Ahmet Enes üniversite yıllarında gazetecilik eğitimi alırken bir yandan da radyo programcılığı yapmış, daha sonra televizyon işine girmiş ama müzik bütün bunlardan ağır basmış. İnternete koyduğu şarkıları onu radyo ve televizyondan tanıyanlar kadar tanımayanların da ilgisini çekmiş ve bunların içinden özellikle biri, “Cennet” Selim Gülgören tarafından seslendirildikten sonra Ahmet Enes’e müzikte profesyonellik yolunda ciddi bir yol açmış.
Ahmet Enes’in ilk albümü “Ahvâl”, geçtiğimiz günlerde Pasaj Müzik etiketiyle yayımlandı ve albümden radyo ve televizyonlara ilk olarak “Cennet” servis edildi. Halihazırda zaten bir “hit” olan şarkının bestecinin sesinden yorumu bu ilk albümün de en büyük kozu oldu. Zira bir şarkının düzenleme ve yorum farkıyla nasıl bambaşka bir hale gelebileceğine dair etkileyici bir örnek “Cennet”. Selim Gülgören versiyonu bir kulüp “hit”i iken ve bu versiyonda haliyle ritim ön plandayken, Ahmet Enes versiyonunda hem sözler çok daha fazla kendini dinletiyor, dinleyeni inandırıyor, hem de beste kulağa daha fazla yer ediyor. Bunda düzenleme kadar Enes’in sakin ve iddiasız ama etkileyici yorumunun da büyük payı var. Ses tonu ve şarkı söyleme stili ile Tarkan ile Ahmet Özhan arası bir yerlerde seyrediyor Ahmet Enes. Telaffuzu son derece düzgün ve şarkıcılık tekniğinde alaturka etkisi çok belirgin. Buna karşın “Cennet”i bir kenara koyarsak, albümdeki diğer 9 şarkı Kutsi – Baha türevi bir stile yakın duruyor. Bu da ister istemez “Cennet”i dinleyip bir heves albümü satın alanlarda biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Ben de yaratmadı dersem yalan olur. Çünkü “Cennet” kadar güçlü ikinci bir şarkı daha yok bu albümde. Beylik tabiriyle “kadife” gibi bir sesten, sıcak, sakin ve romantik aşk şarkıları dinliyoruz sadece.
Eğer bu tarza düşkünseniz “Deva” ve “Bir Avuç Yalan” başta olmak üzere, albümün bütününü sevmemeniz için bir neden yok. Üstelik de yer yer türün klişelerinin dışına çıkan, dinleyeni standart 35 kelimelik lügate mahkûm etmeyen incelikli şarkı sözleri ve Hüseyin Çebişçi imzası taşıyan ve albümün en büyük artılarından biri olan kulak doyurucu düzenlemeler de yanınıza kâr kalabilir. Çalan her bir enstrümana tek tek kulak kabartabilmek, sade bir dinleyici olarak, bir şarkının düzenleme ve “mix”inden beklediğim şeylerin başında geliyor. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, bu albüm bunu net bir biçimde karşılıyor.
Evren Arasıl tarafından çekilen fotoğraflar ve Erman Yılmaz imzalı kartonet tasarımı ile dinleyiciye sunulan albümün sade ve iddiasız görseli içeriğiyle uyum içerisinde. Pasaj Müzik gibi her etiketini koyduğu albümün dinlenilebilir olduğuna dair yıllar içerisinde yaygın bir kanı uyandırmış bir yapım firmasının Ahmet Enes gibi yeni bir ismi lanse ediyor olmasını da önemsemek gerekiyor. Kendi janrında iyi şarkı söyleyen ve üstelik şarkı da yazan bir müzisyenin uzun vadede kalıcı olacağını öngörmek zor değil. Ancak Enes’in müziğini ve kendisini Kutsi – Baha çizgisinden başka bir yere konumlandırmasının, bu uğurda gerekirse başka bestecilerden (mesela Febyo Taşel’den)de şarkılar almasının yerinde olacağını düşünüyorum.
(Milliyet Sanat dergisi Ağustos 2013 sayısında ve 12 Ağustos 2013 tarihli Milliyet gazetesi Cadde ekinde yayımlanmıştır.)
Düşünün ki ne Twitter var, ne Facebook… Bırakın sosyal medyayı, internetle bile tanışmamışız daha. ‘Viral’ diye bir reklam anlayışı da girmemiş lügatimize haliyle. Müziği kasetlerden dinliyoruz; bir de dönemin en süper teknolojisi, en yeni oyuncaklarımız olan özel radyolardan, televizyonlardan... Sonra günün birinde bir video klip düşüyor ekranlara. Klipteki şarkıcının adı bir acayip; müziği ve dahi fiziği de… Ama en acayibi, klip boyunca nedeni belirsiz bir şekilde, şuursuzca koşuyor olması. Peşinden kovalayan mı var, o mu birini kovalıyor anlaşılamıyor ama üç gün geçmiyor, tüm memleket bu ‘koşan adam’ı konuşur oluyor. Haliyle, aslında şöhrete koştuğuna kanaat getiriyoruz. Öyle de oluyor. “Kim bu Mirkelam?” sorusu, peşi sıra pek de iyi yönetilemeyen ve ilk etkiyi aynı güçle sürdüremeyen bir süreç içerisinde cevabını buluyor.
Soner Arıca’yı sahnede ilk kez ‘90’ların bir yerlerinde Açık Hava Tiyatrosunda yapılmış Yılmaz Zafer yararına bir gecede izlemiştim. Bir dolu şarkıcının katıldığı o gecede Arıca’nın sahneye çıktığı dakikalar benim için çay molasıydı aslına bakarsanız. “Mankendi, şarkıcı oldu işte; kendi çapında bir şeyler yapıyor,” gibi bir önyargım vardı çünkü. O ara herkes popçu oluyordu zaten. O da gelir geçerdi. Ama o gece sahnede tek bir şarkıyla izlediğim adam, enteresan bir şekilde etkiledi beni. Sahnede çok iyi duruyordu. O gece sahneye çıkan nice şarkıcıdan daha iyi duruyor, sahneye yakışıyor, sahneyi dolduruyordu. Niyeti de ciddiydi belli ki; müziği enikonu iş edinmişti. Yazdım bunu bir kenara ve o günden sonra Soner Arıca albümlerine daha fazla ilgi göstermeye başladım.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.