‘80’ler sonu ‘90’lar başlarında üniversite gençliği için
gitar çok mühimdi. Bir kere içinde en ufak bir müzik hevesi taşıyanların şaşmaz
ilk enstrümanıydı gitar. Bir kafede, kantinde, arkadaş ortamında iki gitar
tıngırdatmak, hatta tek başına sırtında kılıfında bir gitarla sokaklarda
dolaşmak bile filan insana fazladan karizma kazandırır, havalı dururdu. Hâlâ
öyle mi bilmem.
Yanı sıra gitar eğlenmeye de yarardı. Sadece tek bir gitarla
müzik yapılan küçük barlar vardı. Gelsin Yeni Türküler, gitsin Livaneliler… Bulutsuzluk Özlemi'nden "Evinde Gitarın Var mı?" gitarlı eğlencelerin bir çeşit milli marşıydı zaten. “Fabrika Kızı”, “El Porompompero”, “Karlar Düşer”… Yeri gelir bir ağızdan
söylenir, yeri gelir kalkıp oynanırdı bile o bir tek gitarla. Hâlâ var mıdır
bilmem.
Öyle midir böyle midir bilmem ama gitarın modası hiç
geçmedi, o kesin. Malum, son yıllarda “akustik” müzik furyası aldı yürüdü. Öyle
ki iyi kötü düzenleme yapılmış, klavyedir, kanundur, “loop”tur, kemandır
çalınmış, öyle kaydedilmiş şarkılara bile yayımlanmasının üzerinden iki gün
geçmeden mutlaka bir akustik versiyon konduruluyor. Bu konuda bir kanun
hükmünde kararname bile yayımlanmış olabilir. “Evet, yayımlandı,” deseniz,
inanırım; o derece mecburiyetten yapılıyormuş gibi görünüyor çünkü.
Bu gitar muhabbetini niye yaptığıma gelince…
Salman Tin’in ilk solo albümü “Sade (Akustik)”, geçtiğimiz günlerde
yayımlandı ve adından da anlaşılacağı üzere, albümün tamamı daha önce
yayımlanmış Salman Tin şarkılarının tek bir gitarla yeniden kaydedilmiş
versiyonlarından oluşuyor.
Salman Tin benim başından beri takip ettiğim ve şarkı
yazarlığını çok beğendiğim bir müzisyen. Çok sayıda teklisi hakkında da
yazmışlığım var daha evvel. Salman’in müzikte iki ayrı yolu var: Birinde tek
başına, diğerinde ise KÖFN’ün iki elemanından biri. İki farklı hatta yer yer
birbirine zıt müzikal arayışı birbirine karıştırmadan sürdürmek kolay değil. Sadece
bunu gözlemlediğinizde bile Salman Tin’in olgun bir müzisyen olduğu fikrini
edinmeniz mümkün. Yılların getirdiği bir olgunluk değil tabii kastettiğim; bazen
çok yaşta da edinilebilen bir içsel deneyim, bir kazanç.
Bununla beraber “Eh o zaman ben bir dinleyeyim bakayım şu
Salman Tin şarkılarını,” deseniz, genç müzisyenlerin hemen hemen tamamında
olduğu gibi Salman’ın diskografisini de bir çalma listesinde toplamanız
gerekiyor. Çünkü 2018’den bu yana toplamda 14 şarkısı yayımlanmış ama bunun
sadece dördü bir mini-albümde (2019’da yayımlanan “Ben Garsonken”de), geriye
kalan 10 şarkının hepsi birer tekli. Yanı sıra bu 10 şarkının üçünün de akustik
versiyonları yine tekli olarak yayımlanmış. Yeni yayımlanan albümde ise yine bu
14 şarkıdan 12’sinin akustik versiyonu var. Bunlardan ikisi zaten akustik versiyon
olarak tekli olmuş ama bu albümde yeniden, yine akustik olarak kaydedilmişler.
Kafanız karıştı değil mi? Benim de karıştı. O yüzden bu
yazıya oturmadan evvel Excel’de bir tablo yapıp bir akış diyagramı çıkardım.
İşin içinden ancak böyle çıktım.
Dedim ya, Salman Tin şarkılarını ben çok seviyorum. Hele ki
bu albümde en sevdiklerim de en başa konulmuş: “Aptal Yaprak”, “Aşk Köpeği”,
“Bayım”, arka arkaya geliyor. Ha Salman gelmiş gitarıyla oturmuş salonunuzun
bir köşesinde şarkılarını söylüyor, ha açmışsınız bu albümü dinliyorsunuz. Öyle
bir doğal ortam. Arada sırada detone bile oluyor, gitarı yeterince parlak
tınlamıyor, ne gam! Akustiğin tabiatı da bu değil mi? En azından şarkıları
şöyle derli toplu, bir arada dinlemek için iyi bir fırsat.
Dağınık diskografi sorunu maalesef Spotfiy ve türevlerinin
müzisyenlere dayattığı kriterler nedeniyle kendiliğinden gelişiyor. Kimse bir
müzisyenin başından sonuna ne yaptığını, nasıl geliştiğini, nereden gelip
nereye gittiğini merak etmiyor. Müzisyenler de haliyle bunu artık dert etmiyor.
Her hafta olmasa bile, her ay listelere girebilmek için de akustik, elektronik,
“remix”, düet, Allah ne verdiyse salıyorlar dijitale. O hafta, o ay listelerde görünen
bir şarkı sonrasında sanatçı sayfasında bir öğe olarak yerini alıyor. Birisi
merak edecek de onları listesine atacak da dinleyecek…
Belki bu bir sorun bile değildir de dijital çağın bir
gerçeğidir ve her gerçek gibi buna da alışmak, uyum sağlamak gereklidir. Yine
de ne bileyim, müzik bu sonuçta; biraz daha değerli olması, değer verilmesi
gerekir diye düşünüyor insan.
Kadın o kadar zeki, o kadar akıllı, o kadar komik ve
kalemini o kadar iyi kullanıyor ki insan bir yerden vurmaya kalksa nereden
vuracağını bilemiyor…du. “Fazla mükemmel can sıkar,” derler; arada bir defo
göstermek, kusurlu hareket yapmak, yerden yere vurulmayı hak etmek lazım. Evire
çevire döver, döverken daha çok severiz; öyleyiz biz.
Tam anlamıyla bir “stage animal”, hani nasıl diyorsunuz siz
Türkçede, hımmmm evet evet bir “sahne hayvanı”dır Jale. Bakmayın siz onun öyle
ufacık tefecik olduğuna, sahneye çıktığında boyu en az 1.90’dır. Sorarsınız: “Jale
Abla senin gözlerin niye bu kadar keskin?” Cevaplar: “Salonun en uzak
masasındaki seyirciyi de görebilmek için.”
“Jale Abla senin burnun niçin böyle hassas?”
“Salondaki seyircinin ruhunu koklayabilmek için.”
“Jale Abla senin niye başının arkasında da gözlerin var?”
“Arkadaki orkestrayla uyumu kaçırmamak için.”
Böyle uzar gider… Kuzuyken kurda dönüşür, sahneye çıktığı
anda seyirciyi yutar, program bittiğinde karnını yarıp çıkmanız gerekir.
Jale sahnede sadece kendi şarkılarını söylemez; dünden ya da
bugünden hangi şarkıların sevildiğini çok iyi bilir, onları da repertuarına
alır. Ben bildim bileli böyle ama çok daha öncesi de var tabii. ‘70’ler
sonlarından beri sahnede Jale.
Buna karşın 1986’da yayımlanan ilk albümünden bu yana ilk
kez bir “cover” yayımladı. Şarkı, 20 sene kadar evvel (2002, “yirmi sene evvel”
mi oldu? Zalımsın hayat!) Sezen Aksu tarafından yazılan ve Gülben Ergen
tarafından seslendirilen “Sandık Lekesi”. Hoop geldik mi 2000’ler nostaljisine?
Hadi bakalım, yakındır 2000’ler partileri, türlü çeşitli “cover”lar, “Ah 2000’lerde
müzik ne güzeldi ne kaliteliydi,” sayıklamaları… Fitili Jale ateşliyor, gerisi
şimdi 30’larına gelen 2000’ler çocuklarında.
Kıyaslamayayım kıyaslamayayım diyorum ama “cover” denen
şeyin eğlencesi de en çok burada. İlla kıyaslayacaksın, kesecek ahkamlar,
yapacak şakalar, espriler bulacaksın ki tadı çıksın. Açıkçası ben o iş bana
kalmaz diye düşünüyordum. Gülben Hanım’ın çocukluklarına şöyle ya da böyle nüfuz
ettiği bir fan kitlesi var ya hani, ne yalan söyleyeyim, Jale’yi topa tutarlar
diye düşünmüştüm. Malum, fan kitleleri için hayranı oldukları sanatkâr ne
söylese ne yapsa kutsal; dokunulamaz, dokunulması teklif dahi edilemezdir.
Üstüne üstlük rivayet o ki Sezen Aksu bu şarkıyı Gülben Hanım’ın bizzat kişisel
hikâyesinden etkilenerek yazmış. Yani Gülben Hanım “Hani bunun ilk sahibi?” diye
sorulamayacak bir biçimde mülk sahibi sayılabilirmiş.
Neyse ki şarkıların mülkiyeti ne söyleyeninde ne yazanında…
Zaten bizzat Gülben Ergen’in kendisi dâhil, kimsenin de Jale’nin bu şarkıyı
söylemesi konusunda gıkı çıkmamış, kimse yadırgamamış. En azından internette
yazılan yorumlardan ben öyle anladım.
E zaten şöyle de bir durum var: Gülben Ergen 2002 yılında neresinden
baksanız toy bir şarkıcı. Seren Serengil, Pınar Eliçe ve en önemlisi de tabii
ki Hülya Avşar klasmanından yırtmaya çalışıyor. Nitekim bir sonraki albümde
Demet Akalın’ı rakip alacak kendine ama henüz vakit var. Bu bakımdan “Sade ve
Sadece” alaturka-poptan popa geçiş hattında duran bir albüm. Bu vesileyle şarkıyı
o albümden yeniden dinleyince basbayağı henüz şarkıcı olamamış, sesini nasıl
kullanacağını bilememiş, sönük bir Gülben Ergen duydum. Şarkı bir şeyler
anlatıyor ama Gülben orada değil; dümdüz yürüyor, biraz da yol kazasız belasız bitsin
diye bekliyor gibi.
Haliyle Jale de almış şarkıyı, içine duygu iniş çıkışlarını,
coşkusunu, neşesini, hüznünü katmış, bir de aşinası, hatta yakın ahbabı
olduğunuz o Jale vurgularını serpmiş üzerine… Düzenlemeyi yapan Hasan Çiçek de
2000’ler ruhunun (Ah nerede o 2000’ler?) sokaklarından ayrılmadan, azıcık da
stadyum efektinde vokallerle güncellemiş şarkıyı. “Rap”, “trap”, “R&B”, “synth-pop”
dolaylarından çalmayan düzenlemeye güncel demiyorlar artık ama yani bu şarkı da
o yola gelmezdi sanki. İyi ki getirmeye çalışmamışlar.
Bu şarkının ilginç bir yanı da Jale’nin ilk kaydettiği “cover”
olmasının yanı sıra Sezen Aksu ve Jale isimlerini yıllar sonra yan yana
getirmesi. Bilen bilir, 1987 Altın Güvercin Yarışması’nda Jale “Çok Geç” adlı
Sezen Aksu şarkısıyla yarışmış ve yarışmadan sonra basılan kasette kalan bu
şarkı, Jale kariyerindeki tek Sezen Aksu şarkısı olmuştu. “Çok Geç”i yıllar
sonra Jale’nin değil de Ebru Polat’ın yeniden seslendirmesiyse benim gibi
şarkıyı çok sevenler için atlatması zor bir travmaydı. Allah beterinden
saklasın!
“Sandık Lekesi” malum, sandıkta bekleyen çeyizlerin,
dantellerin mantellerin üzerinde oluşan sarı lekelere verilen ad. Ara sıra
çıkarıp havalandırmak lazım. Jale de öyle yapmış. İyi yapmış. Yakışmış,
yakıştırmış.
Hande Yener geçenlerde “Cumartesi Sürprizi” adlı televizyon
programına verdiği röportajda, bir yıl kadar önce kanser tedavisi gördüğünü
açıkladı. Haberi görünce, şöyle bir kaldım, durdum, düşündüm. Hayat kimse için
kolay değil. Allah’ın her günü kendimizi, yaşadıklarımızı, bulunduğumuz yerleri,
aman da ne kadar çok eğlendiğimizi filan insanlara fotoğraflar ve videolar yoluyla
gösterirken aslında çok insani bir şeyi kaçırıyoruz: Üzüntüyü, sıkıntıyı, derdi
paylaşmayı… Yıllar sonra dönüp baktığımızda “Aslında o gün nasıl da canım
yanıyordu,” diyeceğimiz ne çok neşeli, güzel, afili fotoğraf biriktiriyoruz kim
bilir. Kimse bilemez. Çünkü paylaşmıyoruz. En “no filter” fotoğrafımız bile
aslında (bir bakıma) “sahte”.
Konuyla ilgisi yok, zaten Hande Yener de en çok annesi
öğrenmesin diye saklamış hastalığını. Yine de zaman zaman bir insanı üzecek,
kıracak cümleler kurarken, onun aslında neler yaşadığını bilmiyor oluşumuzun çok
can sıkıcı bir tarafı var ve buradan bakınca, hayatta hep temkinli cümleler
kurmak lazım diye düşünüyor insan.
Hande Yener’in yeni şarkısı “Sahte”, sözleri Berksan’a,
müzik ve düzenlemesi Misha’ya ait bir şarkı. Onlar bir ekipler artık, bunun farkındayız.
Nitekim “Sahte” de bu ekibin büyük yüzdeyle beraber kotardığı 2020 çıkışlı “Carpe
Diem” albümünün bir uzantısı gibi. O albüme dair olumlu ya da olumsuz genel
fikirleri bu şarkı için de yinelemek mümkün bu yüzden. İyi prodüksiyon, havalı
düzenleme, kendini bulmuş bir Hande ve fakat arızalı şarkı sözleri.
Aslında sahte seven “Beni sahte sevme,” diyen mi? Sevişirken
bazen orada olmama halinin itirafı bunu getiriyor akla. Yoksa karşı taraf sahte
sevdiği için mi kopuyor hatlar? Bir soğukluk var, o belli; yani en azından “Böyle
soğumaktan haberim yoktu,” derken kastedilen o olsa gerek. “Birbirimizden böyle
soğuyacağımızı tahmin edemezdim,” demek istemiş muhtemelen ama belli ki söz
cümleleri müzik cümlelerine sığmamış. Sadece o kısımdaki ifade bozukluğu değil
mesele; şarkı boyunca köşeli sözler yuvarlanmıyor, akmıyor ve elde bir tek “Beni
sahte sevme, sana bir gün böyle,” cümleleri kalıyor. Gerisine eşlik etmek zor
ki bu da şarkının “hit” olabilmesinin önündeki en büyük engel.
Burasını geçersek, elimizde “so ‘80’s” bir düzenleme, ona
keza ‘80’lere göndermeli bir klip var ki işin bu kısmı dinlerken ve izlerken beni
gayet eğlendirdi.Bu ritimler, bu elektronik sesler, bu yürüyüşler bir kuşak
için ne kadar modernse bir kuşak için de o kadar nostaljik aslında. Eh, bir
şarkıyla iki kuşağa birden aynı anda hitap etmek de fena bir şey değil. Buna
karşın “Sahte” eğer bir albüm şarkısı olsaydı; bence A1 olmazdı.
“Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime,” diye bir türkü
var, bilirsiniz. Zamanında radyodan televizyondan duya duya nasıl işlemişse
bilinçaltıma artık, “Hadi bize bir bayram şarkısı söyle,” deseler ilk bunu
söylerim hiç tereddütsüz. Neyse ki durup dururken “Hadi bize bir bayram şarkısı
söyle,” diyecek manyak arkadaşlarım yok. Ve fakat “Bayramda ne dinleyelim?”
diye soran olursa hem soru hem de cevap daha makul olur zannımca.
Size bir bayram listesi yaptım. Bir nevi karışık kaset
doldurdum. Arabanızın kasetçalarında mı dinlersiniz eşe dosta bayram ziyaretine
giderken yoksa halk plajında kiralık şemsiyenin gölgesindeki kiralık şezlonga
uzanıp “walkman”inizde mi dinlersiniz, orası size kalmış.
“Rakçıydı popçu oldu,” dediler, döve döve bitiremediler. Zaman
geçti, bütün rakçılar “synth” mynth ayağına popçu oldu, fark etmediler.
Onurr çıtayı yükseltmiş, meydan okumuş, “buyurun buradan
yakın,” demiş. Yeni bir albüm yapmış, adını “Ağlak Disko” koymuş. Kelimenin tam
manasıyla albüm yani; birbiriyle hem akraba ve benzer hem bağımsız ve özgür,
benzersiz birer birey olabilmiş 10 şarkı var içinde. Bütünlüklü, bağlantılı,
hikâyeli, melodili şarkılar. Bazen elektro gitar cayırdatmadan da “rock’n roll”
olunabilir, ne haber?
İsterdim ki alayım elime CD kartonetini, her şarkının sözünü
kelime kelime takip edeyim dinlerken. Şarkıların trafiğine karışayım, yön
levhalarını takip edeyim, yeni caddeleri, sokakları sindire sindire öğreneyim.
Maalesef ki artık navigasyon çağındayız. “Yok, oradan gitme buradan git, bak en
popüler olacak şarkı bu, önce onu dinle, sen o güzel kafanı yorma, bu şarkının,
bu albümün kategorisi bu, onu şu benzerlerinin arasında bulabilirsin,” filan
diyor sürekli robotik bir ses. Belki ben kaybolmak istiyorum, sana ne!
O yüzden navigasyonu kapatmak, şarkıları Onurr’un bize
sunduğu sırayla dinlemek lazım. Çünkü bir albümde şarkıların sıralamasının bile
anlattığı bir şey vardır bazen. Bir dünyanın kapıları açılır, bir süre orada
kalınır ve çıkılır. Üç dakikada beş dakikada, çalma listelerinin arasından boy
göstermeye çalışarak olmaz o işler.
“Ağlak Disko”, tamamı Onurr tarafından yazılmış, söylenmiş,
düzenlenmiş ve kaydedilmiş şarkılardan oluşuyor. Pandeminin kısıtlayan, hapseden,
asosyalleştiren bununla beraber bir miktar da insanın kendi kendisine soru sorup
cevap aramasına neden olan o tuhaf ruh halinde üretmiş bu şarkıları Onurr.
Kendi ifadesine göre “kendisi için” yazmış bu şarkıları. İnsan en yalın, en
sahi, en katışıksız, en saf cümleleri kendine kurar zaten. Sonra dur şu kelime
şunu üzmesin, bu kelime öbürünü kızdırmasın, aman o kelimeyi küçümsemesinler
derken ele güne karşı çıkardığı cümleler hep temkinli, ondandır ki eksik kalır.
Ben de müzik eleştirisi yazıyorum ya, oradan biliyorum.
Ben bu melodi işini çok önemsiyorum. Hâlâ “beat”e değil,
besteye inanıyorum. Şarkı sözünün bir yerinden şiirin ruhu hortlasın, öbür
yerinden gündelik dilin zekice kullanımı pırtlasın ama öyle ya da böyle söz etrafı
kirletmesin, üstümüze kusmasın istiyorum. Bin yıllık heykel çok kıymetli, bin
yıllık şiir, resim, roman, sinema filmi çok kıymetlidir de bin yıllık şarkı neden
“demode” olur hiç anlamam. Bin yıl öncesi gibi şarkı yazın demiyorum kimseye
elbette ama binanın temeli harçla, şarkı formunun temeli melodiyle, sözle
atılır. Bunun dışında yapılanlar bence şarkı değildir ki o kadarını Veli Göçer
de yapar.
Niye bu biçim söylev ve demeçlerde bulunuyorum? Çünkü Onurr’un
şarkıları tam da bu düşüncelerimin elinden tutuyor, beni haklı çıkarıyor, burnumu
büyütüyor. Demek ki mevcut zamana ve zemine rağmen hâlâ “şarkı” yazılabiliyor.
İş ki yazacak birikiminiz ve cesaretiniz olsun. Yoksa adım gibi eminim ki Onurr
mevcut “Top 50”lerin en tepesine oturacak sinsilikte “şey”ler de yazabilecek
kadar matematik ve kimya bilen bir insan. Havayı koklamak için burnunu sadece
evinin penceresinden dışarı çıkarmıyor, bir küçücük fıçıcık yerküremizin uluslararası
hava sahasına da sokuyor. Bunu sadece internetle, uydu alıcısıyla filan mı
yoksa bizzat gidip gelerek mi yapıyor, orasını bilmem.
Nitekim “Ağlak Disko” en çok bu sınır ötesi müzikal altyapısıyla
kulak yakalıyor. Küçük bir melodi cümlesiyle kırk saatlik elektronik müzik
üretebilirsiniz, bu genellikle kolay ve hesaplı olur; üreteni de tüketeni de
yormaz. Ancak büyük büyük melodi cümleleriniz ve içinde de dolu dolu kelimeleriniz
varsa elektronik müziği işlemek o kadar da kolay değildir. “Nedir ki, bilgisayarla
yapılıyor alt tarafı,” deyip geçmeyin. Onurr’un hemen her şarkısı başından
sonuna beklenmedik müzikal sürprizler barındırıyor, şarkıların bir yarısı diğer
yarısını kopyalamıyor, dinleyiciye yol üzerinde oyunlar oynuyor, tuzaklar
kuruyor, hinlikler yapıyor.
Misal, kendi sesini de bir enstrüman ya da daha doğrusu bir elektronik
ses, bir “sample” gibi kullanmış yer yer Onurr. “Auto-tune”dan içi çıkmış bir dinleyici
olmama rağmen bunu sevmediğimi söyleyemem. Maria Callas pürüzsüzlüğünde bir
vokal (hani bin yıllık şarkıları seviyorum ya ben) bu dokunun içinde kelebek
gibi kalabilirdi. Olmazdı yani.
Albümdeki sekiz şarkıyı ilk defa duyuyoruz, iki şarkı ise
tanıdık. Daha önce İrem Derici’nin seslendirdiği “Güz Dönümü” ve Gülşah Kömür’ün
tekli olarak yayımladığı “Çok mu Zor?” tanıdık şarkılar. Okuduğum yorumlara bakılırsa
albümü dinleyenler en çok “Deniz Tuzu”na yükselmiş. Ona da okey ama ben galiba
en çok “Acemi Gönlü”yü sevdim. Bir de bayağı rakı masalık “Schade”yi ki rakı
masalık şarkılara zaafım bir sır değil (içinde darbuka ve ud olmasa bile.)
Albümün adı “Ağlak Disko” ya, orada diyalektik bir yaklaşım
var aslında, orası belli. Ancak bu vesileyle son zamanlarda “disko” kelimesinin
albüm adı içinde kullanımındaki hata üzerine yeri gelmişken ahkam kesmek
isterim. “Funk” başka bir şey “disko” başka bir şey. Biraz Donna Summer,
Ottowan, Boney M. filan dinleyin; ben şahsen bizzat kendim oralardan yetiştim,
New York’taki değil ama Etiler’deki “Studio 54”te filan dans ettim, bir şey
diyorsam vardır bir bildiğim.
Misal albümün çıkış şarkısı olarak seçilen “Muamma”, temizinden
bir disko şarkısı. Albümün bütününde de 2020’ler ritim anlayışının zaten içine
bir şekilde sızmış olan ’70 sonu ’80 başı disko ritmi yâd ediliyor edebince,
adabınca. “Funk” başka bir şey, tamam mı Zeynep?
“Muamma” demişken, şarkının içinde geçen “Gönderdiğin çorap
bana hiç olmadı aslında,” cümlesini öpüp başıma koymak istedim dinlerken.
Düşünün oradan Haluk Levent bar bar bağırıyor “Gönderdiğim çoraplar ayağına
oldu mu?” diye, Onurr gayet sakin ve fakat kendinden emin, “Olmadı”, diyor. İşte
gelenekselle modernin çatışması, işte romantizm ve gerçekçilik, işte dün ve
bugün. Bazen saçma sapan tınlayan bir cümlenin içinden beş kitap dolusu felsefe
çıkar ki sanat diye buna diyorlar zaten. (Bunu yapmak için de elektro gitar
cayırdatmanız şart değil ayrıca.)
Laf karıştı, ne diyordum? Albümün açılışında yer alan “Alemde
Seyr-i” ve “Yorgun Sevda”yı da favorilerim arasında sayabilirim. E zaten geriye
de ne kaldı? Baştan sona iyi albüm işte, daha da ince detay yazsam
okumuyorsunuz biliyorum. Klavyemin tuşları silindi, kısa yazacağım artık.
Şaka maka tebrikler Onurr. Epeydir bir müzisyenle el ele
tutuşup onunla onun dünyasında bir seyre çıkmayı özlemiştik. En çok da bunun
için teşekkürler.
“Evergreen”in İngilizce kelime anlamı “yaprak dökmeyen ağaç”.
Ayrıca “unutulmaz” gibi mecazi bir manası da var. İngilizce öğrenmeden çok önce
Barbra Streisand’ın aynı adlı şarkısı sayesinde öğrenmiştim bu bilgiyi. “Love
ageless and evergreen” diyordu şarkı sözlerinde.
Sertab Erener için de “ageless and evergreen” diyebilir miyiz?
Belki durup dururken böyle bir şey demek aklıma gelmezdi ama son projesinin
adını “Her Dem Yeşil” koyarak bizzat Sertab aklıma getirdi bu teşbihi. Kaldı ki
teşbih yapmak da teşbih kelimesini kullanmak da bizatihi bizim işimiz; z kuşağının işi
olacak değil ya.
Peki nedir “Her Dem Yeşil”? Sertab’ın 30 yıllık kariyerinden
seçilmiş 30 şarkıdan oluşan bir albüm projesi. Şarkıların seçkiye girebilmesi
için bir tek kriter konmuş: “Her dem yeşil” kalabilmiş olmaları. Size bir şey
söyleyeyim mi? Şarkılar her halükârda kalır zaten, kalmıştır. Mesele onları
seslendiren şarkıcı kalabiliyor mu otuz yıl, kırk yıl, elli yıl yaprak
dökmeden? Yüzü kırışmadan, sesi çatallaşmadan, vücudunun şekli bozulmadan
demiyorum, dikkatinizi çekerim. Tüm bunlar insan olmanın doğal ve kaçınılmaz sonucu.
Yüzü kırışsa, sesi çatallaşsa, vücudunun şekli bozulsa da üretebilir. Ürettikçe
“her dem yeşil” (ya da “ageless anda evergreen”) kalabilir.
Sertab’ın “Her Dem Yeşil” projesinde ilk yayımlanan şarkı “Sakin
Ol” oldu. Artık hangileriyse o seçilen 30 şarkı, şimdilik bilmiyoruz ama tüm bu
şarkıları bir senfoni orkestrasıyla filan düzenleyip söyleyebilmek de mümkündü,
Sertab’ın opera eğitiminden gelme şanına da yakışırdı, o ayrı ama görünen oydu
ki Sertab öyle yapmamıştı. “Bakın benim şarkılarım ne kadar da klasik,” demek yerine,
“Bakın benim şarkılarım 30 yıl geçse de ne kadar da modern,” demeye getiriyordu.
Nitekim popüler bir şarkıcı olma yolunda attığı ilk adımın ilk şarkısı “Sakin Ol”,
yeni düzenlemesiyle bugünün müziğine kafa tutuyordu.
“Sakin Ol”un yeni halini şarkı yayımlanmadan çok önce, konserinde
izlemiş, akıllıca bir iş diye düşünmüştüm. Bir tek neye takıldım? “Her Dem
Yeşil” tabirinin bana çağrıştırdığı ferah, aydınlık, parlak, pozitif havanın taban
tabana zıttı, koyu karanlık, havasız, boğucu bir havası vardı bu yeni düzenlemenin.
Gerçi son dönemin güncel müziği de tam olarak bu kelimelerle anlatılabilirdi: Koyu
karanlık, havasız, boğucu.
Neyse ki projenin geçtiğimiz günlerde yayımlanan ikinci
şarkısı “Ateşle Barut”, bu havayı dağıtıyor. (Bu ‘geçtiğimiz günlerde’ lafı da
boşa düştü yeni düzende; ‘geçtiğimiz hafta,’, ‘iki hafta önce’, ‘üç cuma önce’ filan
demek lazım.) Proje kronolojik sırayla mı gidecek bilmiyorum ama bildiğiniz
gibi “Ateşle Barut” da Sertab’ın ilk albümünden bir şarkıydı.
Ben o vakitler Garo Mafyan’ın “Abone” kasetiyle hayatımıza
giren ‘90’lar düzenleme ve “sound” estetiğini hiç beğenmiyordum (ukalaydım,
evet.) “Bu şarkıyı Onno düzenlemiş olsa ne biçim olurdu,” filan diye ahkam
kesiyordum. Dahası “Yalnızlık Senfonisi”nin Garo Mafyan düzenlemesiyle ‘piç
edildiğini’ söyleyecek kadar da biliyordum bu işleri, nereden biliyorduysam
artık. Ne çare Onno’yla Sezen kanlı bıçaklıydı o ara. Kaldı ki "Ateşle Barut"un bestesi
Garo Mafyan’ındı, elbette kendisi düzenleyecekti, bana mı sorsalardı. Neyse…
İşte “Ateşle Barut” bir şekilde Aysel Gürel’in ateşli sözleri, Garo Mafyan’ın fingirdek
melodisi ve Sertab’ın henüz şarkının ruhu kadar şuh olamayacak derecede genç,
pürüzsüz sesiyle gönlümüzü fethetmişti.
30 yıl sonra şarkının düzenlemesi Ozan Yılmaz tarafından
yapılmış ve Ozan Yılmaz şarkıyı bulunduğu yerden çekip çıkarıp bugüne getirmiş,
bugünün müziğinin tam ortasına getirip bırakmış. Zaten biliyoruz, görüyoruz ya
da duyuyoruz ki adam yetenekli. Şarkı da bu biçim çekip çıkarmalara, bugünlere
gelmelere teşneymiş ki sonuç şahane olmuş.
Sertab’ın sesi hâlâ pürüzsüz ama şarkının ruhu kadar şuh
olamayacak derecede genç değil artık. O da bunun farkında ola ola, tadını
çıkara çıkara, bütün anlamışlığı, olmuşluğu, oturmuşluğuyla yeniden yazmış
hikâyeyi. Hooop döndük mü yine “ageless and evergreen” mevzuuna.
Bir şeyi anlamadım, sorsam söylerler mi bilmem. Şarkının “rap”
kısmı malum, bir dörtlüktü. Yeni versiyonu yayımlandığı gece dinlediğimde o
kısma bir dörtlük daha ilave edildiğini duydum. Hatta okuduklarıma göre bu yeni
dörtlüğü Sezen yazmıştı. Ancak şarkının yeni yüklenen resmi “lyric video”sunda o
dörtlük yok. Spotify’da dinledim, orada var, videoda yok. Niye yok?
Sözün kısası, “Her Dem Yeşil”, fikren güzel bir projeyken,
hayata geçirilme aşamasında da güzel ilerleyecek gibi görünüyor. En azından bir
sonraki şarkı ne olacak, nasıl bir oyunbazlıkla karşımıza çıkacak filan derken,
e 30 şarkı, neresinden baksanız bir yıl, iki yıl gider. Sertab da böyle böyle
fikirler, projelerle kolay kolay yaprak maprak dökmeden öyle devam eder, demişti
dersiniz.
Gençken her şeye “alternatif” olmak istiyor insan. Kendisinden
önce yapılmamışı yapmak, yeni bir öneri sunmak, bu yolla belki de dünyayı
değiştirmek. Şayet yeterli donanımı, birikimi, yeteneği varsa kimi zaman
başarabiliyor da. Ne var ki başarının kelime anlamı sürdürebilirliği de
içeriyor; içermeyenine “saman alevi” deniyor.
Beraberinde “neye”, “kime”, “niye” ve “ne kadar” sorularını
getirse de müzikte alternatif tabirinin ya da klasmanının kabul gördüğü bir
gerçek. Hatta genç dinleyici için bir statü sembolü olduğu da söylenebilir. Bir
nevi “Ben zaten hep belgesel…” işlevi görüyor.
Müzikte alternatif olmanın birinci şartı o güne dek yapılmışlarından
bir fazlasını yapmak. Belki de bir farklısını. Gelin görün ki bunu sürdürmek
hiç de kolay değil. Çünkü sizin bulduğunuz o bir fazla, mutlaka bir başkasına
ilham oluyor ve o bir başkası da onun üzerine bir fazla koyuyor. İkinci adımı
atarken artık benzersiz değilsiniz; bir fazlaya daha ihtiyacınız var.
Böyle böyle döngü tamamlanıyor ve mevcut düzene alternatif
olan, mevcut düzenin ta kendisi oluyor. Tıpkı son dönemde Türkiye’de “alternatif”
ya da “ikinci yeni”, ya da şu veya bu diye adlandırılan müziğin giderek ana
akımın bir parçası olması gibi.
Örnekleri çok ama bu yazının konusu olan Yüzyüzeyken
Konuşuruz üzerinden sürdüreceğim yazıyı. Kimileri sevdi, kimileri hiç sevmedi
ama Yüzyüzeyken Konuşuruz önce internet videoları, sonrasında “Evdekilere Selam”
adlı ilk albümüyle, sahiden de dönemin müzik piyasası içinde bir alternatif
yarattı. Kaan Boşnak’ın şarkı yazarlığının o günlerde çok gence ilham verdiği
rahatlıkla söylenebilir.
Grup zamanla değişti, dönüştü, şarkı stilini değil ama müzik
formunu başka bir yere taşıdı. Bu anlamda üçüncü albüm “Akustik Travma” bir
nevi zirve oldu. 2020’de çıkan son tekli “Kazılı Kuyum”sa büyük bir dinlenme
başarısı yakaladı ve alternatifin olanın en büyük düşmanı popülerlik geldi
kapıya dayandı. Artık “Ben zaten hep belgesel…”cilerin dışında bir kitlenin de,
sözgelimi Tik Tok videosu çekenlerin de ilgi alanına girmişti. Şarkının ta New
Yorklarda yapılmış analog kaydı dinleyici için o kadar da mühim değildi; “Sen
kazamazsın kazılı kuyum” iyi slogandı, çalışırdı… Ki çalıştı.
Yüzyüzeyken Konuşuruz’un yeni teklisi “Sen Varsın Diye”,
geçtiğimiz günlerde piyasaya çıktı. Uzun bir aradan sonra yayımlanan bu yeni
şarkı açıkçası bende hayal kırıklığı yarattı ve yukarıda yazdıklarımı
düşündürttü. Nitekim basın bültenindeki şu cümle de grubun kafa karışıklığını
anlatır gibi:
“Yüzyüzeyken Konuşuruz’un bu kadar geniş bir dinleyici
kitlesine sahip olmasının sebebi çok geniş bir sound yelpazelerinin olmasından
kaynaklandığı için, ‘Sen Varsın Diye’ ile hem ilk yıllardaki akustik
singer/songwriter tınılarını isteyen, hem de Akustik Travma’nın elektro
ritmleriyle dans edenleri aynı otobüse bindiriyor.”
Meali şu sanki: “Herkesi memnun etmeye çalıştık.” İşte müzikte
tam da buna ana akım deniyor. Sözlerde eski şarkıların yaratıcılığının, kelime
oyunlarının, grubun bir fazlası olan gündelik dil kullanımının yerini ortalama
bir “şarkı dili” almış. Genç “rock” akımı tedavülden kalkalı beri hemen her
grubun ucundan kıyısından içine düştüğü “synth-pop”la ,” akustik versiyon”
klişeleri basın bülteninin tabiriyle “aynı otobüsle” yola çıkmış. Sadece
soruyorum şimdi: Peki bu otobüs nereye gidiyor?
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.