Tarkan bir şarkı yayımladı, ortalık karıştı. Niye öyle oldu?
Cevabı basit aslında: Çünkü o Tarkan.
Bir kere çok uzun ara verdi. Pop müzikte bir starın bu kadar
uzun ara vermesi feci riskli bir durumdur. Çünkü popüler müzik hiç yerinde
durmaz, sürekli devinir, değişir. Dengesizdir, tutarsızdır, öngörülemezdir pop
müzik. Siz “Dur bir evleneyim, bir de çocuk yapayım, aman çocuğumu büyüteyim, azıcık
tütü giyeyim,” filan derken bir dönüp bakarsınız en iyi yaptığınız şey hiç
bilmediğiniz bir şeye dönüşmüş. Ne olacak şimdi? Ayak uydursan bir dert,
uydurmasan ayrı dert.
Yani Tarkan bu kadar uzun bir aradan sonra ne yaparsa yapsın
ya “Nerede o eski Tarkan?” diyeceklerdi ya da “Ohooo Tarkan da çok eskide
kalmış!” Zamana ayak uydurayım derken komik duruma düşmekle zamana ayak
uyduramamak aynı efekti yaratır çünkü: İki uçlu otlu değnek. Üçüncü bir
alternatif yok muydu peki? Vardı elbet ama zordu. En çok da bu yüzden, herkes
gibi ben de bütün önyargılarım cebimde, merakla bekliyordum Tarkan’ın yeni
şarkısını.
Her perşembe gecesi saatler 12’yi vurduğunda dijital
platformlara boca edilen yüzlerce yeni şarkı arasından sıyrılsın diye Tarkan’a
özel bir ayrıcalık tanındı. Şarkı saatler 12’yi vurmadan üç saat önce düşürüldü
platformlara. Ben şahsen oturup dakika dakika bekledim bilgisayar başında. Eminim
çok bekleyen oldu benim gibi. Demek ki işe yaradı. Kimileri bunun bir haksızlık
olduğunu yazıp çizdi sonrasında, onları da gördüm. Bence değildi. Çünkü o kimilerinden
bazıları da listelerde görünür olmak için haftada bir şarkı çıkarıyor misal. O
da bir öne çıkma çabası, bir rekabet üçkağıdı (ya da pazarlama taktiği) değil mi sonuçta?
Tabii bilgisayar başındayım ya o an, şarkıyı dinledim, klibi
izledim ve hemen şöyle bir baktım sosyal medyada ne yorumlar yapılıyor diye. On
beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti.
“Kötü…”
“Çok kötü…”
“Tarkan bunu senden beklemezdim.”
“Tarkan’ın şarkısı büyük hayal kırıklığı…”
“Tarkan vurdu gol oldu!”
“Tarkan farkı.”
“Geççek ne abi ya?..”
Twitter’ı açınca insanda gece gezmesi sonunda mekândan
çıkarken paparazzi mikrofonları ağzına dayanan ünlü psikolojisi hasıl oluyor
ister istemez. Herkes ama herkes gündemdeki konuyla ilgili senin ne düşündüğünü
merak ediyor o anda. Öyle bir hisse, telaşa kapılıyorsun. Acilen fikir beyan
etmeli, dakika sekmemeli.
“Kötü… Çok kötü!”
“Mükemmel, süper, olağanüstü!”
Fikrini beyan ettin, kamuoyuna demecini verdin, rahatladın.
Tamam. Artık seninle aynı fikirde olanlardan oluşan bir kitlen var. Gelsin beğeniler,
“retweet”ler. İster ilk cümleden yürü ister ikinciden, fark etmez. Mühim olan
bir kutupta durmak, yerini göstermek. Bu, şarkıdan, türküden, Tarkan’dan Markan’dan
bağımsız bir durum aslında. Bu, içinde bulunduğumuz çağın delilik hâli.
“Fikir de mi beyan etmiyek yani napak?” dediğinizi duyar
gibiyim. Edeceksiniz tabii; sosyal medya, en çok da Twitter bunun için var ama şu
beğenme ya da beğenmeme, övme ya da yerme halleri çoktandır şirazesinden kaymış
olabilir. Gerçi konumuz o değil. Elbette herkes istediğini söylesin, parmağının
ucuna geleni yazsın, buna itiraz eden de evvel ahir “boomer” olsun, rahmetli
Demirel’in tabiriyle “demokraaaaasi” böyle bir şey.
Bak Demirel dedim hooop geldik mi siyasete? Gelelim çünkü
asıl kıyamet orada koptu. Eğer bu şarkı ortalama bir aşk şarkısı olsaydı yine aşırı
beğenmeler ve aşırı beğenmemeler arasında gidip gelecektik her zaman yaptığımız
gibi. Bu da üç bilemediniz beş gün sürecekti, o kadar. Ama onu da gölgede
bırakan bir şey oldu bu defa. Şarkının sözleri yeni ve daha önce görülmemiş bir
başka kutuplaşma ihtimalini orta yere bırakıverdi ki biz bizim her çeşit kutuplaşma
ihtimalimizi sevmiştik zaten nicedir. İstisnasız her şey ama her şey kutuplaşmamız
için bir sebep olabilirdi. Fırsatı kaçırmadık, hemen bir kere daha kutuplaşıverdik.
Hemen oracıkta… Yani daha şarkı çıkalı yarım saat, bir saat bile geçmemişken
üstelik.
‘70’leri yaşayanlar bilir, o dönemde sokakta elinizde
gazeteyle gezemezdiniz. Çünkü elinizdeki gazetenin siyasi eğilimine göre ya
sağcılar ya da solcular tarafından potansiyel düşman görülüp oracıkta
vurulmanız işten bile değildi. Abartı değil, oldu böyle şeyler. İşte o zamanlar
elinizde bir gazeteyle sokakta gezmek neyse, şimdilerde sosyal medyada siyasi
bir fikir belirtmek de aynı şey. Tek fark silahla vurulacak kadar hayati bir
tehlikeyle karşılaşmamanız. Yani en azından şimdilik öyle…
Peki “Geççek”in siyasetle ne ilgisi var? “Geççek” siyasi bir
şarkı mı? Aslına bakarsanız değil. Öte yandan yaşadığımız hayatta ne siyasetle
ilgili değil ki? Hele ki sanat siyasetten bağımsız düşünülebilir mi? “Sen
sanatçısın, sanatını yap, siyaseti siyasetçiler yapsın,” kafalarına hiç
girmiyorum bile. Olmaz öyle şey! Kahvede tavla atan kasketli Osman Amca kadar “megastar”
Tarkan’ın ya da şunun ya da bunun da siyaset konuşmaya, fikir belirtmeye hakkı
vardır. Bunu ister doğrudan doğruya yapar, bir safta yer alır, hatta aktivist
olur, isterse de kendinde saklı tutar, tarafsız olur ya da en azından öyle
görünür. Bu yüzden durduğu yere göre kimi kez kızarız, küseriz, eleştiririz ya
da daha çok alkışlarız, bağrımıza basarız o ayrı mesele. İçine top tüfek ya da
en az onlar kadar tehlikeli katıksız önyargı girmediği sürece o da bizim fikir
beyan etme hakkımız.
Ama gelin görün ki “Geççek” siyasi bir şarkı değil. Misal
bir “Yiğidim Aslanım” gibi açık bir siyasi slogan, vurgu taşımıyor. Zaten şarkı
bir anda öyle bir yere konulunca “rock”çılar filan kendi şarkılarını paylaşmaya
başladılar: “Bakın siyasi şarkı böyle yapılır, öyle yapılmaz, biz daha siyasiyiz,
en siyasi biziz,” filan diye. İyi güzel, buna bir itirazımız yok ama şarkılar
kendi kaderlerini kendi tayin eder /etmiştir tarih boyunca, buna da yapacak bir
şey yok. İçinden geçilen zamana, hâle, duruma göre şarkılar bazen anlamlarını
aşar ve beklenmedik misyonlar üstlenebilir. O misyonu üstlensin diye yaptığınız
şarkılar bazen hiçbir işe yaramaz da ummadığınız şarkılar yarar ne çare. Örnek
mi? Basit bir hafif Türk müziği şarkısı olan ve yayımlandığı dönemde bile dile düşmemiş, dikkat çekmemiş “Dur Bakalım” adlı şarkının yıllar sonra neye
dönüştüğünü en iyi o siyasi “rock”çı arkadaşlar bilir ama nasıl dönüştüğünü
kimse bilemez. Hiçbir zaman da bilemeyecek.
Ya da zamanında sadece belli bir siyasi görüşün
bayraktarlığını yaptığı herkesin malumu Ahmet Kaya şarkılarının bugün beyaz
Türk’ünden türbanlısına, Kürt’ünden milliyetçisine herkes tarafından dinlenir,
sevilir olmasını nasıl açıklayacağız? Benzer minvaldeki Zülfü Livaneli
şarkılarının yıllar içinde herkesin birlikte söylediği türkülere dönüşmesini? Şenay’ın
“Sev Kardeşim”inin sözlerinde siyasi bir mesaj var mıydı? Ne oldu da bir dönem CHP
mitinglerinin vazgeçilmez şarkısı oldu? Örnekler çoğaltılabilir. Yani bir
şarkının, bir görüşün, bir inanışın, bir kitlenin, bir eylemin şarkısı olması bazen
yazanından, söyleyeninden ve onların maksadından bağımsız gelişir. Ondan sonra
siz istediğiniz kadar “Ben o şarkıyı onun için yazmadım,” deyin, işe yaramaz. Yani
Tarkan bu şarkıyı sahiden de sadece pandemi sürecinde kasılmış insanların ruh
halini düşünerek yazmış da olabilir, her kelimesini çift anlamlı seçerek
subliminal mesajlar vermek istemiş de olabilir. Bilemeyiz. Bunun bir önemi de
yok zaten. Sonuçta bir kesim öyle anlamak istemiş ve öyle anlamak onlara iyi
gelmişse şarkı kendi hikâyesini yazmış demektir. Sanat zaten tam da böyle bir
şeydir.
Bunca laf ettim de hâlâ şarkı hakkında benim ne düşündüğümü
yazmadım. Onu da yazayım, tam olsun:
Mahallenin bıçkın delikanlısı, kıvrak ritimlerin işveli
erkeği, alaturka nağmelerin zarif beyefendisi… Tarkan bu üçgenden çıkmak için
geç bile kalmıştı. Daha önce denedi ama olmadı. Bu sefer olur mu? Onu kısa
vadede tahmin etmek mümkün değil. “Geççek” siyasiler tarafından bile paylaşılıp,
haber programlarında tartışma konusu olmuşken Tarkan bu saatten sonra şarkının
arkasında ne kadar duracak, onu görmek lazım. Misal, “Cuppa”nın arkasında hiç durmamış,
anında vazgeçmişti şarkıdan.
“Geççek, gitçek” kullanımlarına takılanlar çok ama ben hiç
takılmadım. Sonuçta gündelik hayatta “geçecek, gidecek” diye konuşan kaç kişi
var? Kaldı ki o kelimeler diksiyon kuralları gereği de “geçecek, gidecek” diye
telaffuz edilmez, “geçicek, gidicek” diye telaffuz edilir. Aradan bir “i”
harfini çıkarsanız ne olur? Kısaltma yapmış olursunuz. Sıklıkla kullandığımız “n’aber”
gibi ya da “bir” yerine “bi’” dememiz gibi. Tarzan Türkçesi ve “nigga” şivesi
kullanılan “rap” şeylerine, Seattle aksanlı alternatif solistlerine, arabesk “trap”in
korkunç prozodilerine takılmadınız bunca zamandır da buna mı takıldınız Allah
aşkınıza?
Evet şarkının bir iki yerinde Tarkan da yer yer “rap”çiler gibi
Türkçe’yi eğip bükmüş, bazı yerlerde sözler hiç oturmamış, bunu da belli ki
bilakis yapmış, bir nevi olta atmış “rap”sever gençliğe. Bunu çok gereksiz
buldum, doğruya doğru. Öte yandan bir evvelki paragrafta bahsettiğim üç köşeden
ibaret Tarkan imajının dışına çıkmış, bunu da görmek lazım. Cilve yapmıyor,
nağme yapmıyor, “vibrato” yapmıyor. Mahalledeki kıza laf atmıyor, aile
büyüklerinin elini saygıyla öpmüyor, göbek atıp gerdan kırmıyor. Dördüncü bir
köşe açıyor kariyerinde. Mahallenin sırt sıvazlayan, umut veren, destek olan güzel
abisine oynuyor. Bunu yaparken de bilgeliğe, bilgiçliğe soyunmuyor haliyle
konumu (ya da donanımı) gereği. Bir popstar olduğunun bilincinde çünkü. Birdenbire
Bülent Ortaçgil’e dönüşecek hâli yok.
Şarkının Ozan Çolakoğlu tarafından yapılmış düzenlemesi de gayet yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Dünyada popüler müzik her koldan ilerlemeye devam ederken, Adele'inki gibi "old school" bir "sound" bile olaylar yaratır, milyonlar satarken bizim memlekette günün popüler müziği sadece "rap", "trap", "R&B", "hiphop"tan ibaretmiş, ötesi hep demodeymiş gibi algılanıyor, yazılıp çiziliyor. Bizim çabuk sevip çabuk vazgeçen çocuk ruhumuz, ayran gönlümüz ve bir türlü kendisi olamamış, hep nereye çekilirse oraya gitmiş beğeni kriterlerimizde son durum bu. Allah'tan Ozan Çolakoğlu doğru bildiğini yapan müzisyenlerden.
Kuşkusuz “Geççek” Tarkan’ın en iyi şarkısı değil. Genç
yaşlarından itibaren “iyi şarkı” kategorisine rahatlıkla koyabileceğimiz “Kış
Güneşi”, “Biz Nereye?”, “Beni Anlama”, “Sevdanın Son Vuruşu” gibi şarkılar
söylemiş, kimilerini de yazmış, bestelemiş biri Tarkan. Öte yandan Tarkan “Kıl
Oldum Abi”, “Hepsi Senin mi?”, “Şımarık” gibi şarkılarla da Tarkan oldu.
Zamanında her biri çok ama çok eleştirildi, yeni nesil bilmez. Onlar da kötü
bulundu, ucuz bulundu, basit bulundu kimilerince. Tartışma programlarında değil
belki ama köşe yazılarında tartışıldı, “Müzik nereye gidiyor, Türkçe nereye
gidiyor?” soruları, ciddi endişeler, karamsar kaygılar havada uçuştu. Sonuçta
ne oldu? Bugün hâlâ o şarkıları dinliyor, dinlerken eğleniyoruz. “Geççek” de o
kategoriye girer ya da girmez, onu zaman gösterir, o ayrı. Peki biz nicedir moraller
bunca kurşun gibi ağırken, asaplar bu kadar bozuk, sinirler bu kadar laçkayken “Geççek”le
niye azıcık da olsun eğlenemiyor, neşelenemiyor, mutlu olamıyoruz? Beğenmeyenler
beğenenleri ıslak odunla dövsün mü, iyi bulanlar kötü bulanları alnının
çatından vursun mu? Nasıl yapalım?
Kalben 2021 yılında hiç boş durmadı. Hem sürekli yeni
şarkılar üretti hem de konserden konsere gezdi. Ocak ayında “Hükümsüz” dizisi
için kaydettiği “Yüksek Yüksek Tepeler” türküsünü yayımladı. Mart ayında Teoman
düeti “Robot Kozmonot” piyasaya çıktı. Nisanda ilk iki albümünden dokuz şarkıyı
canlı kayıtla yeniden seslendirdiği “Eski Yeniler” albümüyle çıktı karşımıza.
Mayısta “Şansız Mücadeleci”, temmuzda “Ne Güzel Yerlerin Var” ve yine temmuzda
“Robot Kozmonot (Karakter Remix)” teklilerini yayımladı. Eylülde “Bilmiyor
İçim”, kasımda ise bir reklam filmi için kaydettiği “Çünkü Başka Sen Yok”
teklileriyle de yılı kapattı.
Farklı bir öneri sunan, benzersiz bir stille dinleyici
karşısına çıkan müzisyenlerin işi iki kat zordur çünkü dinleyici o ilk günlerde
“Ne değişik ne enteresan,” diyerek sevdiği şarkılardan ve sesten bir süre sonra
sıkılır, “Amaaan bu da hep aynı,” demeye başlar. Örnekleri çoktur. Kalben’de
böyle bir şey olmadı ama. Müziğini kendi içinde yer yer ufak tefek yer yer
radikal değişikliklerle çeşnilendirse de şarkılarındaki özü, çekirdeği hemen
hiç değiştirmedi ve buna rağmen dinleyicinin ilgisini peşinden sürüklemeyi
başardı.
Geçtiğimiz ocak ayında yayımlanan “Eski Dünyanın Yangını”,
Kalben’in beşinci albümü. Albümden önce “Kaybolmuş” teklisi yayımlandı ve 10
gün sonra da albüm piyasaya sürüldü.
Daha önce de yazmıştım: Kalben’in kendi içindeki tekamülüne,
ruhsal ve fiziksel değişimine birlikte şahit olduk. 2017 yılında röportaj
yapmak için Cihangir’de bir kafede bir araya geldiğimizde “Ay çok heyecanlıyım
Yavuz Abi,” diyen ve gerçekten de heyecanı her halinden belli olan, sohbet
esnasında utana sıkıla bir sigara isterken mahcubiyetten elleri titreyen çekingen
genç kız, Eylül 2021’de “Bilmiyor İçim” şarkısının Kabataş Setüstü’ndeki tanıtım
partisinde pembe saçlarıyla oradan oraya uçuşuyor, kendinden emin ve çok belli
ki sahici bir özgüvenle dostlarını ağırlıyordu.
En çok Kalben’i gözlemledim o gece. “Sahici özgüven”
tabirini kullanırken emin olmak istiyordum çünkü. Aksi takdirde bu hikâye
Yeşilçam filmlerinde Filiz Akın’ın köylü kızından sosyete kızına dönüşümü
hikâyesi kadar sığ ve gerçeklerden uzak kalabilirdi.
Geçtiğimiz yıl çektiğimiz ve halen Exxen’de yayınlanmaya
devam eden “Arabeskin Âşık Kadınları” belgeselinde bir zamanlar sahneye çıkan,
şarkı söyleyen kadınların erkek egemen bir dünyanın tahakkümü altında nasıl
ufalandıklarını anlatıyorduk. Daha doğrusu bizden çok onlar anlatıyordu. Çoğunu
biliyor olsak bile dinlerken bir kez daha derinden sarsıldığımız hikâyeler.
Erkeğin istediği kadar, izin verdiği ölçüde var olabilmek. Sahnede binlerce
insan seni alkışlarken sahne arkasında bir tek erkeğin ilgisi ya da
ilgisizliğinden güç devşirmeye çalışmak. İşin ilginci, ayakta kalabilmiş,
kaybolmamışların da kendi başlarına değil, yine bir erkek himayesiyle bugünlere
gelebilmiş olmasıydı. Başka bir örnek yoktu. Bugün artık var.
Her ne kadar kendisi çok açık etmese de Kalben’in de benzer
bir hikâyeden geçip bugüne geldiği ve bir yerden sonra zincirlerini kırdığı çok
belli. Değişiminin, dönüşümünün ve kanatlarını alabildiğine özgür açabilme
sürecinin anlatılması gereken bir kıssası var. Kim bilir belki de ileride
bugünlere dair yapılacak belgesellerde anlatılacak hikâyeler de böyle hikâyeler
olacak.
Bütün bunları yazıyorum çünkü bunlar Kalben’in müziğinde
doğrudan izlerini sürebileceğiniz şeyler. Sahnede şarkı aralarında o kendine
has esprili hitabet yeteneğiyle anlattıklarında, sosyal medya paylaşımlarında
kurduğu uzun uzun cümlelerde hep var bu izler. Bırakın kadın ya da erkek
olmayı, bir insanın ruhsal ve zihinsel özgürlüğünü, cesaretini arayışına,
arayıp buluşuna şarkıların diliyle şahit olmak müthiş ilham verici.
Tabii ki hiçbir insan yaşadığı sürece her şeyi çözemiyor ve
hayatın her sırrına eremiyor. Kafasının içinde bir kara sinek her zaman kalıyor
ve mütemadiyen “vız vız vız” ediyor. “Eski Dünyanın Yangını”nda Kalben’in söze
böyle başlaması boşuna değil. Albümün açılışını yapan “Kara Sinek Senfonisi”
bizi en baştan uyarıyor.
O artık minimum enstrümanlar, minimalist düzenlemelerle
şarkı söyleyen sakin genç kız değil. Yer yer yırtıcı, yer yer öfkeli, bazen
pasif agresif bazen huzurlu, uysal bazen de alabildiğine neşeli. Bu hem
şarkıcılığında gözüküyor hem de şarkıların düzenlemelerinde. Daha ikinci
şarkıda yaylıların sakinleştirici eşliğiyle “Bugün Bana Tatil” derken,
kafasının içindeki kara sineği çıkarıp atan da kendisi.
Sonrasında “Kaybolmuş”un peşine düşüyor. Öpülmemiş kadınlar,
ağlamamış adamlar, sevilmemiş çocuklar, hiç güneşe uçmamış yüreksiz kuşlar… Her
insanda en az biri, bazen hepsinden birazı, bazen de hepsi yok mu? Bilmiyorum.
Kalben de vermiyor cevabını zaten, kafanızı karıştırıp öylece bırakıyor.
Hemen üstüne de sıcak sıcak retro tınılarla “Kalbim Yeniden”i servis ediyor. Hoooop
dolduk mu bir umutla yeniden? Cayır cayır “Kalbim atsa atsa atsa yeniden,”
diyor Kalben. “Bu oda yansa yansa yansa yeniden,” diyor. Tam bir konser
şarkısı. Kalabalıklarla hep bir ağızdan nasıl söyleneceğini hayal edebiliyorum.
Kalben’in Emre Aydın’la YouTube sohbetini izledim. Bu
albümdeki şarkıların hepsinin bir defada çıktığını, yazıldığını anlattı. Hem
söz hem müzik mi yoksa sadece söz ya da sadece müzik mi onu detaylandırmadı ama
bu albümde yer yer o “bir defada”lık kendini hissettiriyor. O sohbeti izlemeden
önce şunu düşünmüştüm: Hani ünlü şairlerin şiirleri bestelenir bazen. Özellikle
de vezinsiz, kafiyesiz, misal Nazım Hikmet’in olgunluk dönemi şiirleri türden
şiirler doğal olarak kolay notaya gelmez. Biraz zorlama olur hatta bazen de çok
zorlama olur öyle şarkılar. Beste şiirin hakkını veremez. Şiir içine sokulmaya
çalışılan kalıba sığmaz, taşar, dökülür. İşte tam da böyle bir şey hissetim
Kalben’in bazı şarkılarını dinlerken. “Bi’ Şeyler” bunlardan biri mesela. Sanki
önüne daha önce hiç görmediği bir şiir koymuşlar ve “Bir defada bestele
bakalım,” demişler gibi. Ya da o anda aklına gelen sözleri doğaçlama
besteliyormuş gibi. Hani kaydetmiyor olsa ikinci defa söyleyemeyecek belki de;
o kadar dağınık melodiler. “Bi’ Şeyler”in sözleri çok şey anlatıyor, çok derine
iniyor ama bunu yaparken şarkı formunun sınırlarına meydan okumaktan hiç
çekinmiyor. Belki de yukarıda bahsi geçen özgürlük arayışına bu da dâhildir,
kim bilir?
Peşi sıra gelen “İçinden Ben Çıktım” bir insanın belki on
belki yirmi belki otuz, kırk yılda yaşayacağı, yaşadığı kendisiyle hesaplaşma,
anlaşma ve barışma sürecini 4 dakika 3 saniyede anlatıveriyor anlatmasına ama o
da tıpkı bir önceki şarkı gibi sözü müziğini gölgeleyen bir şarkı. Şarkı
bittiğinde bir tek “İçinden ben çıktım” tekrarları kalıyor aklınızda.
Albüme adını veren “Eski Dünyanın Yangını” yedinci sırada
karşımıza çıkıyor. Sadece albüme adını vermiyor bu şarkı; aynı zamanda Kalben’in
albümle eş zamanlı olarak piyasaya çıkan ilk romanına da adını veriyor. 13 yıla
yayılmış bir yazım macerasından sonra romanı nihayet tamamladığında, 13
şarkılık albümüyle birlikte piyasaya sürmek istemiş Kalben ve doğrudan bir
bağlantısı olmasa da her ikisine de aynı ismi vermiş. Bunun bir tanıtım sorunu
yaratacağı konusunda kendisini ikaz edenlere de kulak asmamış Kalben. Kendisi
bilir tabii ama albümle ilgili bilgi ararken internette hep kitap bilgisiyle
karşılaştım ne çare. Albümle kitabın eşzamanlı piyasaya çıkmasıydı hep öne
çıkarılan ama misal albümün aranjörleri kimler ona hiç değinilmemişti. Ben de
bu yüzden bu yazıda aranjörlerden hiç bahsetmiyorum farkındaysanız. Bunu
özellikle yapıyorum. Önemsiz bulduğumdan değil; kendileri önemsiz bulduğundan.
Şarkıya gelince… Hoş bir folk esintisiyle başlayıp retro
sularda seyreden “Eski Dünyanın Yangını” albümün akılda kalıcı şarkılarından.
Peşinden gelen “Pişmaniye” de hem akor düzeni hem de melodik yapısıyla adeta
onun kardeşi gibi. Şarkının sözleriyse yıllar önce “Beni Kategorize Etme” diyen
Ortaçgil’e cevap verir gibi. Şarkının pişmaniyeyle ilgisi ise
“…saydım…seydim”le biten pişmanlık cümlelerinde saklı; bildiğimiz yiyecekle bir
bağlantısı yok yani.
“Düşünürüm”, albümün en melodik ve sıcak kanlı şarkılarından
biri. Tabii bu sıcaklıkta nostaljik tınıların, düzenlemenin etkisi büyük. “Kuşgözü”
ise ilk iki albümünün sularında gezen, bir yere kadar tek bir gitarla
kaydedilmiş, sakin sakin yürüyen ama sözleriyle dinleyeni dürtmekten de geri
kalamyan bir şarkı.
Sırada “Kedi” var. Albümdeki birçok şarkının aksine söz ve
müziğin birbiriyle tam olarak örtüştüğü, birinin diğerine baskın çıkmadığı bir
şarkı “Kedi”. Bir önceki şarkı gibi bu şarkıda da Kalben’in pes seslerdeki
hakimiyeti, şarkıcılığının geldiği noktayı göstermesi açısından dikkat çekici. Peşinden
gelen “Yasak”, adından da anlaşılacağı üzere, içinden geçtiğimiz döneme dair
bir şarkı. Düzenlemedeki kaotik atmosfer boşuna değil.
Albümün kapanışını “Taksi” yapıyor. Belli ki bir
yaşanmışlığın içinden çıkıp gelmiş, kişisel bir şarkı “Taksi”. Kalben’in birçok
şarkısı üzerinde kafa yormayı gerektiren metaforlar, göndermeler, değinmelerle
doludur. Çoğunlukla bütünü tam oturmaz üzerinize ama bazen bir ya da birden çok
cümlesi “bızzzzzt” yapar ciğerinizde ya da yüreğinizde. “Taksi”deki “Bu aşk
bizi birbirimizden koparacak” cümlesi gibi. Yoksa ne Roma’ya gitmişliğiniz
vardır büyük ihtimalle ne de Roma’dan İstanbul’a taksiyle gitmişliğiniz.
Tabii bütün bu şarkıları benim yaptığım gibi tek tek, kabuğunu
kıra kıra dinlemez de albümü başından sonuna fonda çalmaya kalkarsanız bütün
şarkıların birbirine benzediğini düşünme ihtimaliniz yüksek. Zor bir albüm “Eski
Dünyanın Yangını”. Sizi öyle hemen o dakika sarıp sarmalamıyor, kulağınıza
melodilerini, sözlerini bir kerede yapıştırmıyor. Bunu bir handikap olarak nitelendirmiyorsam
da Kalben’in bir tık kendi döngüsünün içinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya
bırakabileceğini düşünmüyor da değilim.
Albümle aynı adı taşıyan roman mı? Onu daha okumadım. Kalben’in
de kabullendiğini ve röportajında söylediği bir şey var: “Bu zamanda görünür
olmak zorundasınız.” Misal, uzunca bir süre müzik üzerine yazılar yazmazsanız
artık size basın bülteni de göndermezler, imzalı kitap da lansman konseri
daveti de. Görünür olmadığınız sürece işlerine yaramazsınız. Yani yaptığınız
işi ne kadar “alternatif”, “bağımsız” ve benzeri kelimelerle tanımlarsanız
tanımlayın, oyunu “bağımlı”ların kurallarına göre oynarsınız, oynatırlar. Hoppp
döndük mü başa? “O lanet kara sinek kafamın içinde gezinecek: Vızzz vızzz vızzz…”
Bu şarkı bolluğunda, her hafta çıkan onlarca, yüzlerce yeni
şarkı, az biraz da albüm arasında ister istemez gözden kaçanlar oluyor.
Bunların arasında zamanın eğilimlerine, güncele, dolu bittiye yüz vermemiş
işler de var. Onlar uzun vadede kalıcı olacak şüphesiz. Elif Sanchez’in kendi
adını taşıyan ilk albümü de bunlardan biri.
Bakmayın siz soyadının Sanchez olduğuna. Elif, İstanbul’da
doğmuş, büyümüş.Ailesinin de müzikle
ilgili olması nedeniyle çocuk yaşlarından itibaren müzik eğitimi almaya
başlamış, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın orta bölümüne girmiş
ve lise bölümünden Üstün Başarı Ödülü ile mezun olmuş. Konservatuarda obua ve
korangle eğitimi alan Sanchez, 16 yaşından itibaren Senfoni Orkestrası’nda
çalmaya başlamış.
Üniversite eğitimine de aynı konservatuarda devam ederken
bir yandan da Bahçeşehir Üniversitesi Caz Bölümünde caz vokal öğrenimi görmüş.
Böylece Türkiye’nin önemli caz müzisyenleriyle sahneye çıkma fırsatını da
yakalamış.
Sonrasında eğitimine Amerika’da devam etmeye karar veren
Elif, hayatını müziğe adamış her gencin hayali olan Berklee College of Music’e
tam burslu olarak kabul edilmiş ve orada caz, obua, vokal ve “music business”
dallarında eğitim almış. Bu da ona uluslararası çapta tanınmış müzisyenlerle
çalışma fırsatını getirmiş. Çok önemli konser salonlarında, caz kulüplerinde
sahneye çıkmış, önemli müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer
almış.
Bütün bunlardan haberiniz var mıydı? Benim yoktu. Oysa
yurtdışında, özellikle de Amerika’da herhangi bir sanat dalında başarı
kazanmanın önündeki yegâne engel Doğu’dan gelmenizdir. Bu yaftayı ancak
olağanüstü yeteneğinizle söküp atabilirsiniz. O yüzden yurtdışında, özellikle
de Amerika’da başarı kazanmak, bütün Orta Doğulu komplekslerimizden bağımsız
olarak, sahiden önemlidir. Buna karşın böyle şeyler Türkiye’de icra ettiğiniz
müzik türü ve tanınmışlığınızla orantılı olarak dikkat çeker, yazılır, çizilir,
konuşulur ya da kimsenin umurunda olmaz.
Elif Sanchez’in hikâyesi, icra ettiği müzik türlerinde yurt
dışında varılabilecek en üst noktalara kadar uzanan başarılarla dolu. Buraya
hepsini sıralamak mümkün değil. Dedim ya, tüm bu detayların bizi ilgilendirmesi
için öncelikle onun Türkiye’de tanınır olması gerekiyordu. İşte bunun ilk adımı
da Passion Turca-Elif Sanchez iş birliğiyle atıldı. Sanchez’in kendi adını
taşıyan ilk albümü 2021 yılında Passion Turca etiketiyle yayımlandı.
Açıkça söyleyeyim: Doğası gereği tek sesli türkülerin caz,
“blues”, “rock”, şu ya da bu formlarda çalınması ve söylenmesi hiç yeni bir
fikir olmadığı gibi epeyce de suyu çıkarılmış bir yöntem. Ben kendi adıma bu
tür iddialarla yayımlanan albümlere nicedir mesafeli yaklaşıyorum. İlk aklıma
gelen de “Herhalde söze, besteye verecek paraları yoktu, onun için anonim
türküleri alıp çaldılar, söylediler”, ön yargısı oluyor. Gelin görün ki Elif
Sanchez’in albümü böyle bir albüm değil. Çünkü bu albüm için seçilen şarkılar
ya da türküler Elif Sanchez’in müzikal birikimi, tarzını ve tavrını ifade
etmesinin aracı olmuşlar. Sanchez’in “Biyografi gibi bir albüm oldu,” demesi
boşuna değil.
İstanbul’da doğmuş ama Anadolu müziğinden etkilenmiş, buna
karşın ülkenin hem doğu hem de batı sınırlarının ötesindeki müzik kültüründen
de beslenmiş, caz ve klasik müzik eğitimi almış, bir İspanyol müzisyenle
evlenerek (Sanchez soyadını havalı olsun diye almış değil yani) Latin müziğiyle
de haşır neşir olmuş bir müzisyenin yıllar içerisinde edindiği birikimin doğal
sonucu bu. Bu albüm bütün bu renklerin içinden geçtiği, hiçbir rengin bir
diğerine baskın çıkmadığı, rengarenk ve ahenkli bir gökkuşağı gibi.
Sanchez soyadı İspanyolca konuşulan ülkelerde tıpkı Türkiye’deki
Yılmaz gibi, Öztürk gibi sıklıkla karşınıza çıkan bir soyadı ama bu Sanchez başka
Sanchez; bu Sanchez Elif Sanchez ve tıpkı ismi gibi müziği de melez.
Bir kere Elif Sanchez’in gerçekten etkileyici, dokunaklı,
yakıcı bir sesi var. Şarkı söylerken doğru tekniğin getirdiği en büyük kayıp
duygudur çoğu zaman. Nice Türkçe caz albümünde, Türk caz solistlerinde Türkçe
vurgu, Türkçe duygu yoktur bu yüzden. Yabancı dilde bir şarkıyı Türkçe
kelimelerle söyler gibidirler. Elif Sanchez bunu yapmıyor. Hatta yeri
geldiğinde türkülere mahsus ve bence gerekli gırtlak nağmelerini, oyunlarını
yapmaktan çekinmiyor. Bu da türkülerin etnik kimliğine yabancılaşmamızı
önlüyor. Bunu çok önemli ve değerli bulduğumu söylemeliyim.
Albümde dokuz şarkı var. Bunların sekizi türkü. “Ay Oğlan
Yiğit misin?” Kütahya, “Bağlamam Perde Perde” Giresun, “Giyinmiş Kuşanmış” ve
“Bulut Bulut Üstüne” Mersin yöresinden türküler. “Yemenimin Oyası” bir İstanbul
türküsü. “Küçelere Su Sepmişem”, “Quba’nın Al Alması” ve “Almanı Atdım Xarala”
ise albümdeki Azerbaycan türküleri. Söz ve müziği Meksikalı besteci ve şarkıcı
Armando Manzanero’ya ait “Contigo Aprendi” ise İspanyolca bir şarkı.
Elif Sanchez’in müziği Afrikalı kölelerin çalıştığı pirinç
tarlalarından Hazar Denizi’ne, Karadeniz’in fındık bahçelerinden Akdeniz’in
pamuk ekilen ovalarına, oradan sıcak Endülüs topraklarına uzanıyor; farklı
coğrafyalarda yaşayan insanların duygudaşlığını, ortak acılarını, sevinçlerini,
aşklarını müzik potasında harmanlıyor. Bunu yaparken ülkelerinin yerel
müziklerini uluslararası platformlara taşımış Buika, Amelia Rodriguez, Haris
Alexiou ve Loreena Mckennitt gibi isimlerden aşağı kalmayan bir müzikal
standardı yakalamayı da başarıyor.
Bu albümü mutlaka dinleyin ve şayet severseniz Elif
Sanchez’i bir konserinde sahnede canlı izlemeyi de ihmal etmeyin. Zira bu
yetkinlikte bir müzisyenin albüm performansından çok daha fazlasını bir konserde
dinlemenin bir sürpriz olmayacağı gün gibi aşikâr. Günün harala gürele güncel
müziği her yerden üzerimize boca edilirken kulak temizlemek için böyle bir
alternatif zor bulunur.
Ajda hep iyi bir manken oldu. Fecri Ebcioğlu’nun diktiği
elbiseleri de yakıştırdı üzerine, Fikret Şeneş’in diktiği elbiseleri de.
Şehrazat’ın diktiği elbiselerle de göz alıcı ve alımlıydı, Tarkan’ın diktiği
elbiselerle de. Hatta zaman zaman onun için dikilmemiş elbiseleri bile ilk kez
o giyiyormuş gibi göstermeyi, sunmayı becerdi, Yıldırım Gürses elbiselerinde
olduğu gibi. ‘60’lardan bu yana her giydiği elbiseyle biraz daha kendinden
emin, bir adım daha kendinden ileride, beğenilen, özenilen, taklit edilen ama
hiç erişilemeyen oldu.
Di’li geçmiş kullandığıma bakmayın; pekâlâ biliyoruz ki hâlâ
öyle. Ne çare ki eskisi gibi terziler yok artık. Var olanlar da kıdem ve yaş
itibarıyla Ajda’ya söz geçirebilecek, emrivaki ya da metazori yapabilecek güçte
değiller. Hâl böyle olunca da Ajda kendi müzikal seçimlerini kendi yapar oldu
nicedir. Ya da “yapamaz oldu”, emin değilim. Zira Ajda’nın ezelden beri en az
kendisi kadar meşhur ve kararsızlıkları, fikir değiştirmeleri, bugün “olur”
yarın “olmaz” demeleri had safhaya vardı son yıllarda. Star yönetimi mühim bir
şeydir ve herkesin yapabileceği bir şey değildir. Hele ki starın kendi
kendisini yönetmesi hiç olacak şey değildir.
Tüm bunların sonucu olarak da Ajda’nın yıllardır beklenen
yeni albümü bekleyenleri tatmin etmekten çok uzak kaldı. Beş yeni şarkı, bir
farklı versiyon ve bir “cover” ya da bir parmak bal. Peki gerisi nerede? Kaç
yıldır haberleri yapılan, adına varıncaya kadar açık edilen, Ajda’nın stüdyoya
girip okuduğu bilinen diğer şarkılar?.. “Off the record” sohbetlerde o
şarkıların Ajda’nın içine bir türlü sinmediği için birer birer elendiği
konuşuluyor. Denilen o ki albümün bu hâli de içine sinmemiş aslında ama artık
bir şekilde ikna edilmiş; Ajda da “En azından kapak fotoğrafları güzel oldu,”
diye düşünmüş olsa gerek ki nihayet albüm çıkabilmiş.
Şaka değil; dünyada bile bir ikinci örneği verilemeyecek,
verilse de kıyas kabul etmeyecek bir star Ajda. İlk kez 1964 yılında plak
stüdyosuna girmiş, ondan da evvel sahneye çıkıp şarkı söylemeye başlamış. Onun
emsali olabilecek Erol Büyükburç’un son yıllarını küçük restoranlarda küçük
paralar karşılığı şarkı söylemek zorunda kaldığını ve uzun yıllar boyunca bir
tek albüm yapamadığını düşünün misal. Vefasız, kadir bilmez, kolay unutur bir
tarafımız var milletçe, bunu kabul etmemiz lazım. Buna rağmen kendini hiç
unutturmamış, markasını her dönem değerli kılabilmiş tek isim Ajda. Ondan
sadece dört yaş büyük Barbra Streisand’ın 2017 tarihli konserini izlediğimde
sesinin ne kadar deformasyona uğradığını görüp üzülmüştüm. Ajda hâlâ taş gibi. Sesiyle
de fiziğiyle de.
Dolayısıyla Ajda yapımcısından bestecisine, aranjöründen
organizatörüne onunla çalışan herkes için eşsiz bir değer. Bunu hem sanatsal
hem de ticari anlamda söylüyorum. “Peki yeterince değerlendirilebiliyor mu?”
sorusunun cevabını ise son albümü ayan beyan veriyor.
Böyle saydırıyorum diye albümü beğenmediğimi düşünmeyin;
aksine beğendim, çıktığından beri çokça da dinledim. Ama dedim ya, o “bir
parmak bal” hissinden bir türlü kurtulamadım. Her defasında albüm bitmemiş,
yarım kalmış hissine kapıldım. Süresinin kısalığıyla, yedi “track” olmasıyla
ilgili bir şey değil bu. Bazen bir tek şarkı da doyurabilir kulağınızı. Bazen
15 şarkı doyurmaz. İşte öyle bir şey.
Albümün açılışında ve kapanışında iki farklı versiyonla yer
alan “Bi’ Tık” söz ve müziği Şehrazat’a ait bir şarkı. Zaten dinlemeye başlar
başlamaz Şehrazat’ın kokusunu duyuyor, duygusu alıyorsunuz. Dört dörtlük bir
Ajda şarkısı. Zamansız, uzun vadeli, geniş bir melodik yapısı, Ozan Çolakoğlu
imzalı şık düzenlemeleriyle modern ama klasik olmaya aday. Bangır bangır
çalınıp söylenecek bir “hit” mi? Değil. Olmasın da zaten.
Yeri gelmişken söyleyeyim: Ajda’nın bu saatten sonra yeni
bir “hit”e ihtiyacı yok. Bin tane var zaten geçmişten gelen. Hele bugünün “hit”
anlayışına ayak uydurmasına hiç gerek yok. İki cihan bir araya gelse Ezhel
dinleyen gençler “Bi’ Tık”, “İki Tık”, “Üç Tık” dinlemeyecek. Ajda bir Ezhel
şeysi (yani “şarkısı” ama tırnak içinde) söylese de dinlemeyecek. Tarkan
şarkıları modayken Ajda’nın bir Tarkan şarkısı söylemesi etki yaratabilirdi,
yarattı da nitekim ama Tarkan şarkılarıyla Ajda şarkıları arasında bir organik
bağ vardı en azından. Bugünün “hip hop”, “trip”, “trap”, “rap”, her neyse adı,
o kültürle Ajda müziğinin hiçbir bağı yok. Kaldı ki kimsenin Ajda’dan böyle bir
beklentisi de yok. O kendisi gibi olsun, kalsın yeter.
“Bi’ Tık”ın hemen ardından gelen “Mümkün Değil” de aynı
hattan ilerleyen ve yüzde yüz Ajda “vibe”ı veren bir şarkı. Son dönemin en
yetenekli ve donanımlı müzisyenlerinden biri olan Okay Barış’ın söz ve müziğine
imza attığı bu şarkının düzenlemesini Ozan Çolakoğlu yapmış.
Ajda kariyerinin ‘90’lardan bu yana süregelen kısmında söylediği
şarkıları iki kategoriye ayırmak mümkün: Tam Ajda’lık şarkılar ve hiç Ajda’lık
olmadığı halde Ajda'nın sesi ve söyleyiş biçimiyle iyi kötü kendine yakıştırdığı
şarkılar. Maalesef ikinci kategoride daha fazla şarkı var. Çünkü tam Ajda’lık
şarkı bulmak ya da yazmak, onu ‘60’lardan bu yana taşıdığı “aura”nın
sınırlarından çıkmadan ama demode de kalmadan günün müziğine entegre etmek her
babayiğidin harcı değil. “Mümkün Değil” de tıpkı “Bi’ Tık” gibi hem söz ve
müziği hem de düzenlemesiyle bunu başarıyor.
Ne var ki peşi sıra gelen şarkı için aynı şeyi
söyleyemeyeceğim. Söz ve müziği Serdar Ortaç ve Sera Tokdemir’in ortak imzasını
taşıyan, düzenlemesi Tarık İster tarafından yapılan “Sadece”, Ajda için
biçilmiş kaftan bir şarkı değil. Yani bu şarkının “demo”sunu dinlemiş olsanız
ve size “Kim söylesin?” diye sorsalar ilk aklınıza gelen isim Ajda olmaz hatta
aklınıza gelen isimler arasında muhtemelen Ajda hiç olmaz.
Söz ve müziği Gülden’e, düzenlemesi Ozan Çolakoğlu’na ait “Ölsem
Unutmam”ı ilk dinlediğimde “Tamam anladık bu ‘club’ versiyonu ama bu şarkının
asıl versiyonu nerede?” diye bakındım şarkı listesine. O techno-arabeskler, “Duman”lar,
“Helal Ettim”ler filan 2010’larda kalmadı mı? Belki akustik, belki de yine
elektronik ama çok daha sakin bir düzenlemeyle yakıcı bir şarkı olabilecek “Ölsem
Unutmam” bu haliyle sadece yorucu olmuş sanki.
Sözleri Özlem Argon’a, bestesi Reşit Gözdamla’ya ait “Bilebilirsin”i
ilk duyduğum anda “Ben bu şarkıyı nereden bilebilirim?” diye sordum kendi kendime.
Çok aramam gerekmedi. Şarkının nakaratı 2019 çıkışlı Işın Karaca şarkısı “Canımın
Yarısı”nın nakaratıyla paralel bir melodik örgüye sahipti. Bunu Twitter’da
yazınca söz konusu şarkının bestecisi Zeki Güner de dâhil olmak üzere pek çok
kişi bunun bir tesadüf olacağını, Reşit Gözdamla’nın böyle bir şeye mahal
vermeyecek bir besteci olduğunu söyledi. Bazen böyle talihsiz tesadüfler
olabiliyor, ardında illaki bir kötü niyet aramak yersiz, bunu kabul ediyorum.
Kaldı ki Alper Atakan’ın nefis düzenlemesi ve Ajda’nın sesine her
zaman çok yakışmış Endülüs stiliyle albümde parlayan bir şarkı “Bilebilirsin”.
Sırada albümün tek “cover”ı “Düşünme Hiç” var. Bu şarkıyla
ilgili enteresan bir anım var, yeri gelmişken anlatayım.
2019 yılında “Doksanlarca” adını verdiğimiz bir müzikli şov
hazırlıyorduk. Altı gençle çalışıyoruz ve hepsi ‘90’lı yıllarda doğmuş gençler,
yani bırakın ‘80’leri, ‘90’ların ilk yarısına bile yetişememişler aslında. Söyleyecekleri
şarkıları ben seçiyorum ama onların tercihlerine de kulak veriyorum.
Gösterideki üç kızımızdan ikisi birlikte bir şarkı söyleyecekler; biri gitar
çalacak, diğeri söyleyecek. Bir şarkı seçmişler. “Çalışın gelin, bir
dinleyelim,” dedim. Çalışıp geldiler, dinledik. Söyledikleri şarkı “Düşünme Hiç”
ama alışageldiğimden farklı söylüyorlar. Kendilerince bir yorum mu getirdiler
acaba diye şüpheye düştüm, “Siz bu şarkıyı kimden çalıştınız?” diye sordum. Çok
anormal bir şey sormuşum gibi baktılar yüzüme. Adeta cehaletime şaşarak “Zeynep
Bastık’tan,” dediler. Ben tabii o kadar mesafeliyim ki o sıralar Zeynep Bastık
ve onun koltuklu akustik kültürüne, haberim bile yok bu şarkıyı da
söylediğinden. Bu defa şaşırma sırası bana geldi çünkü gençler bu şarkıyı ilk
Ajda’nın söylediğini bilmiyorlardı.
Orta okul son sınıfta pilli pikabımda Ajda’nın şeffaf plağı
dönerken şeffaf yüzeyde oluşan helezonlara dalıp gitmiş, kim bilir kaç bin kez
dinlemişim bu şarkıyı. Yedirir miyim Bastık Hanım’a ya da bir başkasına? Hemen
uzun bir söylev verip şarkının cemaz-ül evvelini anlattım bizim gençlere tabii.
İçlerinden “OK boomer!” diyorlar mıydı o sırada, artık onu bilmiyorum.
Velhasıl Ajda da yedirmemiş şarkısını. Son yıllarda hemen
herkesin sahne repertuarında yer alan, hatta yayımlandığı dönemden bile daha
çok popüler olan “Düşünme Hiç”, 39 yıl sonra tekrar sahibinin sesinden bu
albüme girmiş. Gerçi 2000 çıkışlı “Diva” albümünde söylemişti Ajda bu şarkıyı,
onu da atlamış olmayayım ama bu düzenleme o düzenlemeden hayli farklı. Ozan Çolakoğlu
çok modern, çok “cool” bir yere taşımış şarkıyı. Ajda deseniz, sadece bu
şarkının bu versiyonu için bile ayakta alkışlanmalı. İnsan 37 yaşında söylediği
şarkıyı 75 yaşında da aynı tondan söyleyebilir mi? Kaç tane örneği var?
Albüm “Bi’ Tık”ın “Midnight Version”ıyla kapanıyor; hani “Sunrise
Version”ıyla açılmıştı ya. Gün doğumundan gece yarısına pek çabuk varıyoruz. Adeta
koştuk. Hiç bir durup soluklanmadık (“slow” şarkı dinlemedik manasında) ve işin
aslı, ne olup bittiğini de pek anlamadık. Canlı yayın esnasında koltuğundan
yuvarlanıp düşen Gönül Yazar’a sorar ya Nükhet Duru: “Niye öyle oldu?”
Albümün Safa Gülsoy tarafından çekilmiş kapak fotoğrafları şahane.
Zaten Ajda uzun süredir Safa Gülsoy’la çalışıyor ve o etkileyici konser
fotoğrafları da Gülsoy’un elinden çıkıyor. Sadece objektifinden değil tabii, o
yüzden “elinden” dedim. Gülsoy 2020’li yıllar Ajda illüzyonuna damgasını çoktan
vurdu bile.
Fotoğraflardaki ihtişamın tasarıma yansımadığı ise aşikâr. Teknoloji
marifetiyle azıcık yeteneği olan herkesin iyi kötü tasarım yapabildiği bu
devirde mesleği “tasarımcı” olanlar daha yaratıcı olmak zorunda sanki.
Özellikle de artık bir marka olan Ajda logosunu tasarlarken.
Bu da yazının başında bahsettiğim star yönetimi meselesinin
bir diğer ayağı. Albümün kapak tasarımından kartonetine, pazarlamasından,
sosyal medyada duyurulmasına dek her şey son derece sıradan (olağan) bir
biçimde yürütüldü. Ajda bunu hak etmiyor. Ajda Instagram canlı yayınında, kötü
ses kalitesi ve ışıkla yeni şarkılarını dinletecek biri değil. Çek profesyonel
videolar, her şarkı için reklam filmi gibi kısa prodüksiyonlar yap, ne bileyim
o az sayıda basılan CD’yi özel bir paketle, ambalajla satışa çıkar… Bunlar şu
an uydurduğum fikirler. Çok daha fazlası olabilir. Gerekirse zarar et ama o ihtişamı
yarat. Ajda bu; boru değil.
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim: Bir reklam filmi vardı
hani Cem Yılmaz’ın 2001 yılında çekilen. Yıl 2053 olmuştur, Cem Yılmaz dede
olmuş, torununu parka getirmiştir. Cem Yılmaz’ın parka dikilen heykeline kuşlar
pislemiştir. O sırada Ajda’yla karşılaşırlar. Taş gibidir hâlâ, aynıdır. “Merhaba
merhaba Ajda Pekkan”, der ama Ajda yüz vermez. “Ne o, gerginsiniz bugün?” diye
sorar Cem ama yine cevap alamaz. Ajda olanca havasıyla sabah koşusuna devam
eder.
Hah işte, bu reklam gerçek oldu farkında mısınız? Ben geldim
53 yaşıma. Hâlâ Ajda dinliyor, Ajda konuşuyor, Ajda yazıyorum. Sokakta görsem “Merhaba
merhaba Ajda Pekkan,” diyecek yaştayım. Desem cevap verir mi, orasını bilemem.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.