Bir nesil onu “Baba” ya da daha yaygın bilinen adıyla “İstemiyorum
Baba” ile tanıdı ama bizim nesil çok daha önce tanımıştı aslında. Henüz “Kızım
seni Edi’ye vereyim mi, kızım seni Büdü’ye vereyim mi?” diye onu darlayan tuhaf
adamlar yoktu. Özel televizyonlar, radyolar, “Top 10” listeleri, reyting
rekorları kıran eğlenceli yarışma programları yoktu. Ağır başlı siyah beyaz
televizyonun ağır kanlı sunucuları alabildiğine düzgün diksiyonlarıyla kibar
kibar anons ederdi sıradaki sanatçıyı: “Sevgili seyircilerimiz, şimdi genç bir
sanatçımız var sırada. Sözleri Tülay Aktulga’ya, bestesi Ertuğrul Çayıroğlu’na
ait bir şarkı seslendirecek bizler için. Dilerseniz kendisini buraya davet
edelim ve şarkısının ismini bize kendisi anons etsin. Alkışlarınızla: Rüya
Ersavcı!”
Yıldızlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yıldızlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Attila Atasoy - "Hoşça Kal"
Zamanlardan bir zaman… Henüz barların pavyonların, gece
kulüpleri, diskoteklerin ve de özellikle müziğin salgın hastalık mikrobu
yaymadığı günler… Ankara’dayız. Bir bar açılışında ben “dj” kabinindeyim,
Attila Atasoy da gecenin konuk sanatçılarından biri. Bar işte sonuçta, sahne
yok. Konuk sanatçılar “dj” kabininde, yanım sıra söylüyorlar şarkılarını.
Haliyle de izleyenler, kabin yüksekliğinin müsaade ettiği kadarıyla, bel plan
görebiliyorlar sanatçıları.
‘80'lerde TRT
stüdyolarının zombi gibi oturan seyircileri karşısında fingir fingir şarkı
söyleyebilen Nurhan Damcıoğlu bir devrimcidir.
Nebahat Çehre
tramplene çıkan basamaklardan birine oturdu. Ellerini de dizlerinin üzerinde
kenetledi. Serçe parmağında altın bir halka ve üzerinde sallanan renkli, iri
taşlar gözümüzü aldı. Gerçekten orijinal yapılı bir yüzüktü. İlgi çektiğini
anlayınca dizlerinin üzerindeki ellerini çözdü. Serçe parmağını gerip, bize
doğru uzattı. Yeşilli, mavili, kahverengili taşlar güneşin altında pırıl pırıl
parlıyordu.
“Nasıl? Güzel değil
mi?” dedi. “Hayranlarımdan bir fabrikatör hediye etti. 1000 liraya almış.”
Sanırsınız yukarıda anlatılanlar 2008-2010 yılları arasında
yaşanıyor da yüzüğü gösteren Nebahat Çehre değil; bizzat Firdevs Yöreoğlu.
Öyle de Firdevs’lik bir hareket aslında ama Ses dergisi muhabirinin saniyesi
saniye okuyucuya aktardığı bu anlar, 1964 yılında Nebahat Çehre’yle havuz
başında yapılan bir röportajda yaşanıyor. Olay havuz başında cereyan ettiği
içinde genç Nebahat haliyle mayosuyla poz veriyor derginin fotoğrafçısına, o
sıralar kilo aldığından yakınmayı da ihmal etmeden.
Henüz üç yıllık film artisti Nebahat Çehre’nin röportajda
anlattığı asıl derdi ise fazla kiloları değil; sinemadaki talihsizliği.
“Ben şansız bir
yıldızım. Çünkü çok fırsat kaçırdım. Eğer önüme çıkan fırsatları kullanmayı
bilseydim, durumum daha başka türlü olabilirdi. Türkan Şoray’ı meşhur eden
Otobüs Yolcuları daha önce oynamam için bana teklif edilmişti. Gecelerin
Ötesi’nde gene ben oynayacaktım. Bir türlü olmadı işte. Kıskanmak gibi olmasın
ama Semra (Sar)’ın benden ne farkı var? Söyler misiniz?.. Vücudum derseniz çok
şükür yerinde. Halk derseniz, seviyor. Günde 70’e yakın mektup da alıyorum
hayranlarımdan. Fakat ben bu kozlarımı bir türlü gerektiği gibi kullanamıyorum.
Bu yüzden de kızıyorum hakkımın yenilmesine.”
Genç kız hiç de haksız sayılmaz. 1959 ve 1960 yıllarında
katıldığı güzellik yarışmalarıyla adını duyuran, şöhreti yakalayan ve 1961
yılında Yeşilçam’a transfer olan Nebahat, bir türlü şeytanın bacağını
kıramamıştır. Mesela ilk filmi Yaban Gülü’nde ikinci derece rollerden
birindedir ve başrolde 1954 plaj güzeli Leyla Sayar oynamaktadır. Türkan Şoray,
Filiz Akın, Fatma Girik gibi genç artistler alıp başını gitmişken, 1963’te Ses
dergisinin yarışmasıyla tanınan Ajda Pekkan ve Hülya Koçyiğit sinemaya
başrollerle başlayıp kısa sürede yıldız olmuşken Nebahat hâlâ yardımcı rollerde
oynamaktadır.
“Bugüne kadar birtakım prensiplere sadık kalarak yaşadım.
Fakat onların bana bir şey kazandırmadıklarını, bilakis kaybettirdiklerini
görüyorum,” der aynı röportajda ve artık prensiplerine sadık kalmayacağını
gösteren ilk hamleyi de oracıkta yapar. Kendine rakibe olarak belirlediği Sevda
Ferdağ’a “diss” atar. “4 kilo atarsam eski formumu bulurum. Ama söz aramızda,
bu halimle de Sevda’dan iyiyim.”
Yazının başındaki yüzük gösterme meselesinin ve Nebahat’in Sevda
Ferdağ için söylediği bu sözlerin ne kadarı gerçek, orası meçhul. Şimdilerde “off
the record” deniyor ama o zamanın adabında “söz aramızda” demiş kızcağız; yâni
yazılmayacağını düşünerek bir laf etmiş aslında. E o yıllarda röportajların
kaydedilerek değil not tutarak yapıldığı da düşünülürse, magazin gazeteciliğinin
abartı payını da göz önüne almak lazım.
Öyle ya da böyle, Sevda Ferdağ bu lafın altında kalır mı?
Kalmaz ve birkaç hafta sonra yine Ses dergisine zehir zemberek açıklamalarda
bulunur. Yine o abartı payıyla soslanmış röportaj, “Güzellik Kim Nebahat Kim?”
başlığıyla çıkar.
“Ben kendimi Nebahat Çehre ile mukayese bile etmem. Bir kere
Nebahat’in boyu kısa olduğu gibi vücut ölçüleri idealden uzak. Hem vücudum hem
yüzüm ondan güzel. O, fotojenik de olmadığı için pek az film çevirebiliyor.
Nebahat Çehre 4 değil 14 kilo verse yine benim sinemada çıktığım yere erişemez.
En büyük rejisörler en kuvvetli filmlerde bu yaz beni oynatıyorlar.”
Bu karşılıklı “diss”leşme çok ses getirmez ve kısa sürede
unutulur gider. Zaten bir süre sonra Nebahat Çehre ismi gazete ve dergi manşetlerine
fırtınalı bir aşk hikâyesiyle çıkmaya başlayacaktır. Daha ilk filmini
çevirirken tanıştığı, filmin yönetmeni Atıf Yılmaz’ın asistanı ve onunla
birlikte filmin senaryosunu da yazmış olan Yılmaz Güney’le Nebahat’in yolu 1964
yılında bir kez daha kesişir.
Kamalı Zeybek filminde başrolleri paylaşan
Nebahat Çehre ve Yılmaz Güney arasında alevlenen aşk evliliğe kadar gidecek, ama
bu arada araya Yılmaz Güney’in evlilik dışı kızı ve kızının annesi girecek ve
Çehre – Güney ilişkisi başından sonuna dek basına epeyce malzeme olacaktır.
Sinemada daha sonraları ‘dört yapraklı yonca’ diye
adlandırılacak ekürinin arasına giremese de, Yeşilçam denince ilk akla gelen
kadın yıldızlarından biri olmasa da 1975 yılına kadar film çevirmeye devam eder
Nebahat Çehre.
Daha kariyerinin başında Atıf Yılmaz gibi, Metin Erksan gibi iyi
yönetmenlerle çalışma fırsatı yakalamış, Yılmaz Güney’le birlikte çevirdiği
filmlerle sinema kariyerini perçinlemiş olsa da oyunculukta asıl çıkışını
yapmasına henüz uzun yıllar vardır. Yeşilçam’daki star sistemi, kast düzeni,
ayak oyunları, birçok yıldızı oyunun dışına itmektedir zaten. O da çaresiz,
birçok dönemdaşı gibi o günlerde para kazanmanın ve ayakta kalmanın çok daha
kolay yolu olan şarkıcılığa yönelir.
Halk yıllardır beyaz perdede gördüğü yıldızları (şarkı
söyleyebilse de söyleyemese de) kanlı canlı sahnede izlemeye bayılmaktadır.
Gazinocular her gün yeni bir Yeşilçam yıldızını sahneye çıkarmanın
telaşındadır bu nedenle. Nebahat Çehre de gelen tekliflere epeyce direndikten
sonra Zeki Müren’in cesaretlendirmesiyle kararını değiştirir ve Ali Erköse’den
musiki dersleri almaya başlar.
O günlerde yine Ses dergisine verdiği röportajda sahneye
çıkmanın nedenini şöyle açıklar:
“Bugüne kadar yapılan tekliflere karşı
direndim. Ama ortada şöyle bir gerçek var. Türk sinemasında üç tane kadın
oyuncu var. Sinema tamamen o üç yıldıza çalışıyor. Bizlerse işin hamalıyız.
Bunca zaman sinemada kalıp iyi şeyler yapmak için direndim ama ortaya çıkan
filmler meydanda. Bu durumda sahneye hayır demenin, hayır demekte direnmenin
yersizliğini anladım.”
Musiki dersleri bir ay sürer. Bu bir aylık sürede Ali Erköse,
Nebahat Çehre’ye 14 şarkı öğretir. Nebahat, beşi tuvalet, sekiz kostüm
diktirerek sahne hazırlıklarını tamamlar. Gecede 7500 lira yevmiyeyle
Ankara’daki Lunapark Gazinosu’nda ilk kez şarkıcı olarak halkın karşısına
çıkacaktır.
Sinemadan sahneye geçenlerin sahne maceraları genellikle kısa sürer. Bu furyadan halk çabuk sıkılır ve şarkı söyleyemeyen sinema artistleri birer ikişer elenirken, geriye sadece söyleyebilenler kalır. Nebahat Çehre’nin bunlardan biri olacağı ise daha sahneye çıktığı ilk gece, 1 Ağustos 1970 gecesi anlaşılmıştır.
Ses dergisi muhabiri Taner Atilla o geceyi başından
sonuna dek takip eder ve şu satırları kaleme alır:
Nebahat Çehre’de gözle
görülür, beş duyu ile hissedilir bir tutukluk vardı. Ama bu tutukluk işin
sadece şov kısmında kalıyordu. Nebahat Çehre alaturka şarkıları gerçekten çok
başarılı bir şekilde söylüyordu. İlk gece alkışlar yüzünden üç kere sahneye
çıkmak zorunda kaldı, tam dokuz şarkı söyledi. Dakikalarca alkışlanan ve çok
kişinin ‘sinemadan sahneye geçenlerin en iyisi’ dedikleri Nebahat Çehre,
kuliste sevinç gözyaşları döküyordu.
Bu arada dokuz şarkı gözünüze az gibi görünmesin zira
gazinolarda kadrolar kalabalık olduğu için assolist ve solist altı dışındakiler
kendilerine verilen 15-20 dakikalık süre içinde genellikle 5-6 parça anca
söyler ve sahneden inerlerdi.
Diğer Yeşilçam yıldızları gibi Nebahat Çehre de gazino
kadrolarında önceleri solist altının, bazen de assolistin altında sahneye çıkar,
bir dönem assolist de olur. Sahne macerası aralıklarla da olsa ‘80’lerin başına
kadar devam eder. İlk ve tek plak kaydı için de o sıralarda stüdyoya girer.
Ali Kocatepe, sahibi olduğu 1 Numara Plakçılık etiketiyle yayımlayacağı konsept bir albüm hazırlamaktadır. “Gazino 1 Numara” adını verdiği bu albümde çeşitli şarkıcıların kayıtları, Halit Kıvanç’ın anonsları ve alkış efektleriyle dinleyiciye bir gazino atmosferi yaşatmayı planlamıştır. Plaktaki gazinonun kadrosunda ise Kamuran Akkor, Nükhet Duru, Gökben ve Ertan Anapa gibi yıldızların yanı sıra, ismi bilinmeyen Senem ve Çetin ikilisi ve Şeyma adında bir solist ve o günlerde gazino sahnelerinin ve film setlerinin gözde yıldızlarından Suna Yıldızoğlu vardır. Kadro iki Yeşilçam yıldızıyla tamamlanır: Daha önce 45’lik plaklar yayımlamış Selma Güneri ve o güne dek şarkı kaydetmek için hiç stüdyoya girmemiş Nebahat Çehre.
Bu plak için Nebahat Çehre’nin seslendirdiği şarkı ise ilk kez 1978 yılında Tülay Özer tarafından plak yapılan, sonrasında Ferdi Özbeğen tarafından da seslendirilen “Büklüm Büklüm” adlı Sezen Aksu bestesidir. Bu alaturka formdaki şarkı, alaturkayı başarıyla icra ettiğini gazino sahnesinde yıllardır ispat etmiş Nebahat Çehre için biçilmiş kaftandır. Zor bir şarkıdır öte yandan, geniş bir ses aralığı gerektirir ama Çehre şarkının altından başarıyla kalkar. Sonuç o kadar iyidir ki bu şarkı plağa B yüzünün ilk şarkısı olarak konulur.
Bu plak hâlâ koleksiyonerlerin arşivlerinde kalmış,
maalesef bugünlere ulaşamamış bir albüm. Dijital platformlarda bulmak mümkün
değil. 2009 yılında Odeon Müzik’le giriştiğimiz “Şöhretler Gazinosu” projesinde
sinema ve tiyatro yıldızlarının Odeon arşivinde var olan plak kayıtlarını bir
araya getirmek düşüncesiyle yola çıkmıştık. Proje şekillenirken benim aklıma bu
kayıt da geldi. Odeon hesabına yapılmamıştı ama belki izinlerini alıp bu albüme
koyabilirdik. Aşk-ı Memnu’nun ortalığı kasıp kavurduğu o günlerde Nebahat Çehre
oyunculuğuyla zirvedeyken geçmişte kalmış şarkıcılığını anımsatmak ilginç
olabilirdi. Nitekim izinler alındı ve bu şarkı da bu sayede bugünlere ulaşmış
oldu.
2010 yılı ocak ayında o günlerde Pal FM’de devam eden radyo programım için Nebahat Çehre’yle bir telefon röportajı yapmıştık; daha doğrusu Elhan yapmıştı. Bu vesileyle o kaydı da arşivimden çıkarıp dijital alemlere salmak istedim. Meraklısı aşağıdaki videodan dinleyebilir.
Çehre'nin bu röportajda ve başka birçok röportajında da itiraf ettiği gibi müziğe devam etmemekle hata yaptığını düşünüyorum ben de. Plak yapan Yeşilçam yıldızlarının hepsini dinlemiş biri olarak tıpkı Ses dergisi muhabiri gibi ben de onun şarkıcılık işinde Yeşilçam’ın en iyisi olduğunu söyleyebilirim, sadece elimizdeki tek kaydını dinleyerek bile. Ah işte o yıllarda Nebahat Çehre’nin karşısına Firdevs Yöreoğlu çıksaydı ve “Aptallık etme, sen Nebahat Çehre’sin, sesinin kıymetini bil!” deseydi şimdi bu pişmanlığı yaşamıyor olurdu belki de.
Nebahat Çehre “Büklüm Büklüm”ü bir kez de televizyonda seslendirdi. Çok emin değilim, bu konuda kesin bilgi de bulamadım ama saç, makyaj ve dekordan yola çıkarsak, 1980’i 1981’e bağlayan yılbaşı gecesi olma ihtimali yüksek. Görüntünün temiz kaydını umarım ve dilerim TRT Arşiv bir gün karşımıza çıkarır.
Peki 1980 yılında bu plak yayımlandıktan sonra ne oldu?
Nebahat Çehre çeşitli röportajlarında plağın üç ay liste başı olduğunu söylese
de işin aslı pek öyle değil. Yanlış hatırlıyor olsa gerek. Plak öyle aman aman
bir ilgi görmedi yayımlandığı günlerde. Zaten arabesk dışındaki plakların pek
fazla satılmadığı bir dönemdi. Doğrusu bu ya, yıllardır film de çevirmediği
için Nebahat Çehre de eskisi kadar popüler değildi. Neyse ki 1985 yılında
Kahreden Gençlik adlı filmle, 10 yıl aradan sonra sinemaya döndü ve sahneyi
tamamen bıraktı. Beş filmde oynadıktan sonra dört yıllık bir ara daha verdi ve 1992’de
rol aldığı Yedikuleli Mihriban dizisi ile birlikte de televizyon kariyeri
başladı.
Denilebilir ki 2004 tarihli Haziran Gecesi dizisi bir kuşağın Nebahat Çehre’yi yeniden keşfetmesini sağladı. 2008’de başlayan Aşk-ı Memnu ise Nebahat Çehre kariyerinin zirvesi oldu. Muhteşem Yüzyıl’daki Valide Sultan rolü de en az Kumru Aydın ve Firdevs Yöreoğlu kadar güçlü bir kadın karakter olunca ve bu üç rol de ayrı ayrı Nebahat Çehre ile özdeşleşince, kendi yaş skalasındaki güçlü kadın rollerinin yegâne yıldızı olduğu gerçeği su götürmez hale geldi.
Hayatın bize ne zaman ne getireceğini hiç bilemeyiz ya... Yirmili yaşlarında kıymetinin bilinmediğinden yakınan genç kız, altmış yaşından sonra daha önce hiç olmadığı kadar popüler oluvermişti işte.
Her ne kadar kendisi bu kalıba sokulmaktan rahatsız olduğunu her fırsatta dile getirse de dizi yapımcılarının da dediği gibi hakikaten “alternatifi yok.” Çünkü o beden dili, o asalet, o dik duruş ve o incelikli oyunculuk kolay bulunabilen şeyler değil.
Şarkısını yazmak üzere çıkmıştım yola ama yazı ister istemez mini bir Nebahat Çehre biyografisine dönüştü. Yazının sonunu da sürprizli bağlayayım o vakit. 2017’de Cenk Eren’in Bostancı Gösteri Merkezi’nde verdiği konserde Nebahat Çehre uzun yıllar sonra ilk kez sahneye çıkıyor ve “Büklüm Büklüm”ü Cenk Eren’le birlikte seslendiriyor. Arşivlik bu video da bu yazının noktası olsun.
(Bavul dergisi Mayıs 2016 sayısında yayımlanmıştır.)
Bir yolcu otobüsü dolusu 19-20 yaşlarında genç düşünün. Bir Temmuz
akşamı İzmir’den Urla’ya, yaz kampına doğru yol alıyoruz. Sene 1988. Otobüsün
teybinde Zeki Müren’in “Gözlerin Doğuyor Gecelerime” kaseti çalıyor. Bir yolcu
otobüsü dolusu 19-20 yaşlarında genç neden Zeki Müren dinler; muhtemelen
şoförün kaset arşivinde dinlenilebilecek daha iyi bir şey olmadığı için ama
durumun saçmalığı bundan ibaret değil zaten. Hepimiz çalan şarkıları ezbere
biliyoruz. O ara o kaset çok popüler belli ki. Zeki Müren’le birlikte
söylemekle kalmıyor, bir de onun gibi “s”leri tıslata tıslata, “z” leri vızlata
vızlata, “r”leri “rrrrrrrrr”layarak, “k”ları üzerine basa basa telaffuz ederek
söylüyoruz. “O çeşşşşşşşşşşşşme kurumuşşşşş akkmıyor aaaarrrrrrrrtıkk…”
TUTARLI VE TAVİZSİZ
(Milliyet Sanat dergisi Mayıs 2018 sayısında yayımlanmıştır.)
1936 yılından itibaren 300’den fazla roman yazarak kırılması
zor bir rekora imza atan, birden fazla kuşağın duygu ve düşünce dünyasında
acıklı izler bırakan Kemalettin Tuğcu hayata gözlerini yumduğunda takvimler 18
Ekim 1996 tarihini gösteriyordu. Aynı günlerde henüz 24 yaşında gencecik bir
kız bir ay sonra piyasaya çıkacak ilk albümünün heyecanını yaşıyordu. Hiç
Kemalettin Tuğcu romanı okumuş muydu bilinmez. Henüz farkında değildi belki ama
onun kaleminden çıkanlar da bir başka kuşağın duygu ve düşünce dünyasında izler
bırakacaktı. Bu kez romanla değil; şarkıyla. Zaten yeni nesil de öyle eskisi
gibi acıklı romanlara pek itibar etmiyordu artık. Hayatın sert yanları başka
türlü dile getirilir olmuştu.
MUAZZEZ ABACI'DAN SEZEN AKSU ŞARKILARI
(Milliyet Sanat dergisi Ocak 2018 sayısında yayımlanmıştır.)
“Adım Muazzez Abacı. En büyük idealim babam Oktay Altınok adına düzenlenen Altıok Kupası boks maçlarında büyük bir konser verebilmektir.”
“Adım Muazzez Abacı. En büyük idealim babam Oktay Altınok adına düzenlenen Altıok Kupası boks maçlarında büyük bir konser verebilmektir.”
Dönemin en önemli müzik dergisi Hey, 12 Temmuz 1972 tarihli
sayısında “Boksör Babanın Şarkıcı Kızı” başlığıyla yaptığı haberin ilk
satırlarında o günlerde radyo ve televizyon programları sayesinde dikkatleri
üzerine çekmiş Muazzez Abacı’yı kendi ağzından bu cümlelerle tanıtmaktadır
okuyucularına.
(Milliyet Sanat dergisi Temmuz 2017 sayısında yayımlanmıştır.)
Yıllar önceydi… Selda Bağcan’la radyo programım için bir
röportaj yapmış, röportaj sonrasında ise tanıtımlarda kullanmak üzere programın
adına gönderme yapan “Ben Selda Bağcan, ben de ‘Ah Mazi’deyim,” cümlesini ona
söyletmek istemiştim. Bir an tereddüt etmiş sonra da gülerek “Ben de ‘Ah
Mazi’deyim ama ‘âtî’de olmayı tercih ederim,” deyivermişti. Manasını ancak
yıllar sonra anlayacakmışım. Selda hakikaten mazide değil âtîdeymiş meğer. Geçmişte
değil, gelecekte.
(Temmuz 2015 tarihinde GZone dergisinde yayımlanmıştır.)
“Yok, artık bundan daha iyi bir şarkı sözü yazılamaz, bu son
nokta!” dediğim ne çok şarkı sözü yazdı. Nasıl yazdı bilmiyorum.
Şarkıcılığından, besteciliğinden filan çok daha önemliydi benim için şarkı sözü
yazarlığı. Şarkı sözlerinde anlattıklarına yürekten inanıyordum çünkü. Bazen
anlıyor ve o anladığım şeyin bir tek cümleye nasıl sığdırabildiğine hayret
ediyor, bazen de içinden çıkmaya, anlamaya çalışıyordum. Bazen öğreniyordum.
Bazen bilip de unuttuklarımı hatırlıyordum. Röportajlarını okuyordum sonra, izliyordum.
Nasıl yaşar, ne yapar, ne yer, ne içer de böyle olurdu bir insan. Bu kadar
bilge, bu kadar dilbaz?.. Bilmek marifet değildi tek başına çünkü. Bildiğini
söyleyebilmek marifetti. Ve o marifet, her bilene nasip olmuyordu.
(Milliyet Sanat dergisi Ağustos 2016 sayısında yayımlanmıştır.)
1961 yılında sinemalarda gösterilen “Acı Tesadüf” adlı yerli filmde rol kesen henüz beş yaşındaki çocuk oyuncuyu hatırlar mısınız? ‘70’li yılların ilk yarısında İzmir’de Elhamra Sineması’nın önünde, kendi kurduğu Çılgınlar adlı orkestrasıyla beraber sokak şarkıcılığı yapan küçük kızı görmüş müydünüz? Ya da aynı şehrin düğün salonlarında?..
1961 yılında sinemalarda gösterilen “Acı Tesadüf” adlı yerli filmde rol kesen henüz beş yaşındaki çocuk oyuncuyu hatırlar mısınız? ‘70’li yılların ilk yarısında İzmir’de Elhamra Sineması’nın önünde, kendi kurduğu Çılgınlar adlı orkestrasıyla beraber sokak şarkıcılığı yapan küçük kızı görmüş müydünüz? Ya da aynı şehrin düğün salonlarında?..
KENAN DOĞULU'NUN CAZ YAPMA "İHTİMAL"İ
(Milliyet Sanat dergisi Temmuz 2016 sayısında yayımlanmıştır.)
Evvel zaman, kalbur saman içindeydi… Bir yanımız kahır kıyamet arabesk filmlerin video kasetleriyle yaprak döker, bir yanımız şakkıdı şukkudu taverna kasetleriyle bahar bahçe iken, takvimler ‘80’leri 90’lara bağlayıvermişti bile. Ortalama bir oturma odası büyüklüğündeki ışıklı, bol düğmeli kompüterlerin hayatlarımıza karışıvermesi, binalardaki kapıların yakınına geldiğimizde kendiliğinden açılıvermesi, hatta PTT’ye başvurup yıllarca sıra bekleyerek evlerimize bağlatabildiğimiz, sonra da başköşelerde üzerine dantel örterek muhafaza ettiğimiz telefonların nereye gitsek yanımızda götürebileceğimiz, nerede istersek konuşabileceğimiz akıl almaz cihazlara dönüşüvermesi, yani bilim-kurgu televizyon dizisi Uzay 1999’un gerçek oluvermesi an meselesiydi. O sıra döküldü terütaze popçularımız şeker şurup şarkılarıyla ortalığa. Renkli kostümleri, bir o yana bir bu yana savurduğu fönlü saçları ve kendine has dans stiliyle şirin mi şirin Kenan Doğulu’yu da o sıralar tanıdık.
HANGİMİZİN "KARA DANTEL SOKAĞI" OLMADI Kİ?
(4 Nisan 2015 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır.)
“Yolu sevgiden geçen” şarkılar öksüz kaldı. Kayahan, 66’ncı doğum gününden sadece beş gün sonra, kıştan kalma, soğuk bir Nisan sabahında sonsuzluğa kanat açtı. Ardında şarkılarını ve sesini bırakarak… Hayatlarımıza sinmiş şarkıların, seslerin sahipleri bir gün bizi terk ettiğinde tek avuntumuz bu oluyor hep. Sonsuza dek baki kalacak olan hoş sadaları…
(Milliyet Sanat dergisi Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır.)
Kılıfını kemerinize geçirdiğiniz ‘walkman’ belinizde, süngerli kulaklıkları kulağınızda, yolda yürürken, otobüste giderken müzik dinlemek nasıl büyük bir lükstü, nasıl havalı bir şeydi ancak yaşayanlar bilir. ‘Mobil’ müzik dinlemenin en ilkel formuydu ‘walkman’ler ve kasetler. Bizim kuşak müziği çok sevdiyse, bu sevgide ‘walkman’lerin ve ileri geri sardırdığımızda cihazın pili çabuk bitecek diye şarkı atlamadan başından sonuna dinlediğimiz kasetlerin payı büyüktür.
BİR UYUMSUZUN HİKÂYESİ
(Milliyet Sanat dergisi Ağustos 2015 sayısında yayımlanmıştır.)
Uzun yıllar sonra bir gün birisi onun hayatını anlatmaya koyulduğunda, sadece bir şarkıcının, bir şarkı yazarının hikâyesi olmayacak anlatılan. Tek başına bir kadının ayakta kalış, direniş, karşı duruş hikâyesi okunacak satır aralarından. Bu yazı bunun kısacık bir özetidir. Bu, bir uyumsuzun hikâyesidir.
(FİKRET ŞENEŞ, EROL BÜYÜKBURÇ VE MÜZEYYEN SENAR’IN ARDINDAN…)
Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tıpkı yattığı yerden gördüğü tek manzara olan ağacın son yaprağının düşeceği gün öleceğine inanan hasta kızın hikâyesindeki gibi. Son yaprak düştüğünde ölür müyüz bilmiyorum ama o ağaç bir daha hiç yeşermeyecek.
Bir kadın çıkıp tüm hayatını adadığı aşkına, tek bir adama, 40 yıl boyunca tüm ülkenin diline düşecek şarkı sözleri yazmayacak mesela. “Korkma bu akşam gelip çalmam kapını,” demeyecek. Biz o şarkıları tekrar tekrar dinlediğimizde, “Ne aşkmış be!” diyeceğiz sadece. Ne öyle aşklar görecek, yaşayacak, ne de öyle cümleler kurabileceğiz… Türkçemiz yetmeyecek her şeyden önce. Sonra da ifade kabiliyetimiz… Bir daha öyle bir kadın gelmeyecek.
Bir adam sadece “playback” yaparak iki şarkıyla dinleyici karşısına çıkacağı gece, pantolonun ütüsü bozulup da dinleyiciye saygısızlık olmasın diye, sahneye çıkacağı son dakikaya kadar otel odasında hiç oturmadan, ayakta dolaşmayacak. Kendinden on yaş küçüğün de, kırk yaş küçüğün de gözünün içine sevgiyle bakıp, “Güzel dostum,” diye hitap etmeyecek bir daha… Bir daha öyle bir adam gelmeyecek.
Hiçbir şarkıcı, bestecisinin karşısında uduyla bir defada çalıp söylediği şarkıyı ezberine alıp, kendi ruhunun, kalbinin, dilinin ve sesinin imbiğinden geçirip damıtarak tekrar söylemeyecek bestecisine. Kimse yemek yerken çatalını, bıçağını bırakıp, soluğunu tutup, gözlerini, kulaklarını alamamacasına dinlemeyecek hiçbir şarkıcıyı. Bir daha öyle bir şarkıcı gelmeyecek.
Fikret Şeneş’le hastalığının onu henüz elden ayaktan düşürmediği günlerde tanışmış, birkaç kez evine gidip gelmiş, oturup uzun uzun sohbet etme şansını yakalamıştım. Hayran olmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz böylesi insanlarla tanışınca… Ya da ben yapamıyorum. Karşımdakinin bilgisi, görgüsü, kültürü, birikimi, her söylediğine, her anlattığına, her haline, tavrına sinmiş o derin bilgelik ve nezaket karşısında kendimi sıradan hissediyor, bu sıradanlığımı ele verecek bir pot kırmaktan, mahçup olmaktan korkuyorum. Yine de “Ne alabilirim, ne öğrenebilirim,” diye dinliyor, gözlüyor, izliyorum, bir yandan yıllardır yazdıklarıyla hayatımda bıraktığı izleri tek tek hatırlar ve haliyle hayranlığımı katlar, mucizelere inanırken.
Erol Büyükburç’la 2000’lerden bu yana defalarca bir araya geldik. Birlikte işler de yaptık. Ürkerdim ben ondan biraz. Çekinirdim diyelim ya da. Tıpkı Fikret Şeneş gibi o da sanki başka bir dünyanın, başka bir ülkenin insanı gibiydi. O yaşında, hiç körelmemiş o hafıza, o zekâ ve eskiyen bedenine inat eksilmemiş o enerjisi, insanüstü gelirdi bana bir yanıyla. Bunu yüzüne karşı söylemek iyi bir şey miydi, onu da bilmiyordum. Kabalık gibi de gelebilirdi. Narin, hassas, kırılgan, nadide biblolar gibiydiler onlar benim için. Elimi sürersem kırılacaklardı sanki.
En çok da Erol Ebi benim bilmediğimi varsayarak bana zamanında neler neler yaptığını anlatırken burkulurdu içim. Ne çok ihtiyacı vardı anlatmaya. Onu çoktan bir kenara itmiş, unutmuş, listeden nedense çıkarmışlara inat, ne çok kendini ifade etmek derdindeydi.
Müzeyyen Senar’ı ise hiç tanımadım. Ama dedem demekti benim için Müzeyyen Senar. Dedemin plakları, rakı sofraları, anason kokulu, sigara dumanlı ‘70’li yıllar Üsküdar gecelerinin sesi, sedası demekti. Çocukken nasılsa aklıma yerleşmiş, birilerinin hiç yaşlanmayacağına, hiç ölmeyeceğine dair inancımın kalesi, belki de sebebiydi. Ben çocukken de yaşlıydı çünkü Müzeyyen Senar, ben yavaş yavaş yaşlanırken de… O değişmezdi. Ölmezdi de. O ölürse çocukluğum ölürdü, ‘70’li yıllar ölürdü, Üsküdar ölürdü…
Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Yapraklar birer birer düşerken… Yerine yeni yeşil yaprakların açmayacağını bilmek canıma dokunuyor. Yutkunuyorum… Şarkılar da yalan söylüyor bazen. Geçmiş de tükeniyor. Ve hayat her zaman yenilemiyor bizleri…
MART 2015
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
TARKAN - "KUANTUM 51" Tarkan'ı öncelikle günün avam tarz ve türlerinden uzak durduğu, "rap"çilerle filan iş birliği...
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
"BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
-
(1984'ten Bugüne) Sezen Aksu'nun yeni albümünün piyasaya çıktığı bugünlerde, Türk popunun efsane albümlerinden "Sen Ağlama&q...
-
Sibel Can – “Cilveler” 1970 yılında İstanbul Karagümrük’de doğan Sibel Can, müzisyen olan babasından etkilenerek küçük yaşlardan i...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...