Sertab Erener - "Rengarenk"

SERTAB'LA CİKLEŞMEK (CİK CİKİ CİK CİK) 


-Aaa, bu ne kadar eski! Bende bile yok, nasıl buldunuz?

İmza kuyruğunda yarım saatten fazla beklemiştim ve nihayet sıra bana gelmişti. Önümdeki iki genç fazla oyalanmazsa şayet, Sertab’a elimdeki albümü tez elden imzalatıp, bu işten hayırlısıyla kurtulmam an meselesiydi. Önümdeki gençler, “Lal” albüm kartonetindeki resimlerden birini siyah beyaz fotokopiyle büyütmüş, onu imzalatmaya çalışıyordu. Belli ki çerçeveletip asmaktı niyetleri. O resmin ne kadar “eski” ve “bulunması neredeyse imkansız” olduğunu nereden bilebilirlerdi ki? Belki de Sertab böyle “kendisinde bile olmayan” resimlerini bir yerlerden bulup çıkaran hayranları olsun istemişti. Çok çalışmıştı bunun için. Şimdi şu Ankara’nın en büyük müzik marketi bile dar geliyorsa imza kuyruğunda bekleyenlere, elbette bu yoktan kazanılmış bir başarı değildi. Haliyle keyfini sürecek, hatta köpürtecekti.




Albümü imzalatırken Sertab’ın eline bir suçlu gibi tutuşturmuştum elimdeki beş sayfalık yazıcı çıktısını. Siyah yazıcı tonerinin beyaz fotokopi kağıdına püskürttüğü harfler, ortadan ikiye katlanmış sayfaların arasında vıdı vıdı edip duruyorlardı ve ben bu memnuniyetsiz uğultuyu Sertab duysun istememiştim. En azından şimdilik, yüzüm buradayken, yüz yüzeyken. Kaldı ki yazının sonuna özene bezene elektronik posta adresimi ve telefon numaramı da yazmayı ihmal etmemiştim. Ben de, kendilerine dair yazılar yazdığımda onları okuyacak, anlayacak, anlamakla kalmayıp ama iyi ama kötü yorum yapacak, bunu yapmak için de bana bir telefon açacak şarkıcılarım olsun istemiştim. Çok çalışmıştım bunun için.

Benim çok yoğun bir şekilde yazı yazdığım günlerde müzik piyasası henüz internetle bu kadar haşır neşir değildi. Aslında galiba henüz hiç bir sektör değildi. Hemen herkes, yaşadığımız günlerin asırlar sonra tıpkı yontma taş devri, cilalı taş devri misali “internet devri” diye adlandırılacağı ve internet denilen şeyin insan uygarlığının gidişatını toptan değiştireceği konusunda iyi kötü bir fikir sahibiydi ama bunun bu kadar kısa sürede olacağını haliyle kimse kestiremiyordu. Zira o günlerde internet demek, çevirmeli ağ demekti. Durup durup “bağlantı kesildi” ikazını görmek ya da duymak, online kalabilmek için sinir savaşları vermek demekti.

Hal böyleyken ve bu haldeyken bile Sertab, interneti etkin kullanma, web sitesini kurma ve hayranlarıyla interaktif etkileşime geçme konusunda tüm popçulardan daha öndeyken, ben yine de ola ki denk gelmez de internetten okuyamaz diye, çıktı alıp yanımda getirmiştim yazımı. Asıl amaç o günlerde Sertab’a çok hayran olan kızım için bir imza almakken, bu vesileyle Sertab’ı anlattığım yazımı da birinci elden asıl okuması gerekene ulaştırmanın derdine düşmüş ve sabahtan beri kendi kendime telkin ettiğim “aman ne gerek var”larıma rağmen başarmıştım. Kalabalığın iyiden iyiye bunaltıcı hale geldiği müzik marketten dışarı atabilirdim artık kendimi. Yazımın adı “Sertab Pozitif”di ve an itibariyle Sertab’ın çantasındaydı.

Tahmin edeceğiniz üzere, daha ilk paragrafında “O yıllarda kısa ve küt kesilmiş saçları vardı. Çok çirkindi,” cümleleri geçen bir yazı için Sertab’ın bana telefon açıp teşekkür edeceğini sanmam biraz safdillikti. Ben bu işi yıllardır yapan, bunca göz önünde olan insanların derisi kalın olur sanıyordum o vakitler. Kırılmaz, incinmez, yaralanmaz, sindirir, hazmederler sanıyordum. “Çok çirkindi”nin aslında genç yaşın, henüz kendi tarzını bulmamış, kimliğini tescilletmemiş olmanın, tecrübesizliğin ve hatta düpedüz acemiliğin sakilliği anlamında kullanıldığını Sertab nasılsa anlar ve bundan gocunmaz sanıyordum. Tabi bunu bin farklı cümle kurarak anlatmak varken neden bu kadar sivri köşeli dillendirdiğimse tamamen benim tecrübesizliğimin ve hatta düpedüz acemiliğimin sakil duruşuydu, o ayrı.

Sertab yazıyı okuduktan sonra beni aramadı, ben de bir daha Sertab yazmadım. Elbette yazmamamın sebebi Sertab’ın aramaması değildi. Zira hakkında her yazı yazdığımın beni aradığı da vaki değildi. Sadece, o yazının asıl konusu olan “Turuncu” albümünden sonra beni yazmak için iştaha getirecek bir ses çıkmamıştı Sertab’dan. Dolayısıyla, bu asla bir intikam değildi.


Ve aradan yıllar, çok uzun yıllar geçti. Ve sonra bir gün Sertab, “Rengarenk” geldi.

“Turuncu”, “Rengarenk” ve ikisinden de önce “Lal”in en etkili Sertab albümü olduğunu düşünürsek, içinde renk olan albümlerde Sertab’ın daha başarılı olduğunu söyleyebilmek pekala mümkün. Kendisi bunun farkında mı, orası bilinmiyor ama ben de şimdi, şu anda, yazarken fark ettim. Neyse; sözümüz “Lal”e ya da “Turuncu”ya değil zaten; “Rengarenk”e!

Tabi albümden bahsetmeye başlamadan önce etmem gereken birkaç kelam daha var ki, en birincisi şudur; Sertab mesafelidir. Evet, mesafelidir. Gerçek hayatta da öyle midir bilmem. O kadar yakınına hiç sokulmadım. Ama bize gösterdiği yüzünde, duruşunda bu hep hissedilir derecede belirgindir. Vardır ya öyle insanlar; en samimi, en yakın olduğunuzu sandığınız anlarda bile bundan daha fazla yakınlaşamayacağınızı bir şekilde hissettirir size. Bir laf eder, bir bakış atar ya da bir jest yapar ve siz o dakika o anki yakınlığınızı bile sorgulamak ihtiyacı hissedersiniz. Sertab tam da öyledir. Belki bunca sene söylediği onca canım şarkıya rağmen, kimilerinin (ve hatta benim) Sertab’ın yorumunda hep var olduğunu iddia ettiği o duygu eksikliği buradan gelmektedir, gelmiştir. “Evet bunları söylerken yaşıyorum, hissediyorum ama aslında ben şarkıcıyım ve onun için söylüyorum”dur belki de bunun açıklaması. Belki de değildir de bu sadece bir önyargıdır. Nitekim “Rengarenk”le birlikte bu algım da yargım da tamamen değişmiştir (kapa parantez.)

Albümü irdelemeden evvel irdelenmesi gereken ikinci mesele de şu Demir Demirkan meselesidir. Evet gerek yol arkadaşlığı, gerek müzik yoldaşlığı anlamında Sertab’ın “Demir’e bürünmesi”, zaman zaman çok parlak sonuçlar vermiş olsa da (“Every Way That I Can” büyük bir başarıdır mesela), ikiliyi tutup piyasaya “tepedeki çimenlik”ten bakma durumuna getirmiş, bu popüler olana burun kıvırma halinin Sertab’ın müziğine yansıması ise yavaş yavaş ana akımın dışına çıkmak olmuştu. Neyse ki “Aşk Ölmez” albümüyle umutsuz bir vakaya dönüşen ve artık geri dönüşü yokmuş gibi duran bu müzikal duruş, yerinde ve doğru bir manevrayla ve tam da geç kalmış olmanın kıyısından dönülerek, güncellendi.


İlk anda akıllar çok karışsa da, o günlerde henüz kimsenin en saygın ya da en popüler besteciler arasında adını saymadığı, o güne dek de daha ziyade “eller havaya” şarkılarıyla tanınmış Soner Sarıkabadayı’nın bestesi “Bu Böyle”, Sertab’a yine kendi meşrebince ama çok daha ana akımın içinde bir yol çizecek ve adeta bir yeniden doğuşun kapılarını açacak gibi görünüyordu. Nitekim öyle de oldu ve ardından gelen “Açık Adres”le de bu kimyanın tuttuğu resmen tescillendi.


Soner Sarıkabadayı’nın popüler müzik piyasasında, beste yapıp şarkı sözü yazdığını iddia eden bir çoğundan çok daha marifetli olduğu, doğru söz dizimleri ve yer yer sendelese de yine de çoğunlukla doğru bir Türkçe kullandığı, akılda kalıcı ve kolay sevilebilen  besteler yaptığı, ama en önemlisi beste ve şarkı sözünü çok iyi öpüştürdüğü gerçeği de böylece açık ve net ortaya çıkıyordu. Yani bu şarkılar hem Sertab’ı tekrar popüler olanın yanına çekerken, Soner’i de popüler olmaktan cılkı çıkmışların yanından alıp, birkaç basamak birden yukarıya çıkarıyordu.


Bahsi geçen bu iki “single”, yakında gelmesi beklenen albümle ilgili beklentileri de haliyle yukarıya çekmiş, nicedir Sertab’dan fazla bir beklentisi kalmamış beni bile heyecanlandırmıştı. Ve nihayet “Rengarenk” fazla da sündürmeyerek bu merakı, müzik market raflarındaki yerini aldı. Yazının bundan sonrası da bunu anlatıyor zaten, yani nihayet sadede geldik!

Albümün adı, aslında çok alacalı bulacalı bir kapağı da kaldırırdı; oysa tam tersine çok sade, minimalist bir tasarım yapılmış. Burak Ertaş imzalı fotoğraflarında Sertab çok güzel görünüyor. Müzikte duruşunu ve tecrübesini tescilletmişliğin ifadesi ilk bakışta hissediliyor ve güzelliği de en çok buradan geliyor. “Lal”in kapağındaki kırmızı güller, “Sertab Gibi”nin siyah, metal gülü ve “Bu Böyle” klipindeki gül yapraklarından sonra “Rengarenk”in kartonetini de güller süslüyor. Bu, devamlılık adına kasıtlı kullanılan bir “leitmotiv” midir, yoksa tamamen tesadüf müdür onu bilemiyor, ama olsun yine de beğeniyoruz.


Çok klişe biliyorum ama albüm, “albüme adını veren” şarkıyla açılıyor: “Rengarenk”. Bu aralar bütün hareketli şarkılar ya “club”, ya oryantal, ya da ikisi birden malum. Üstüne bir de “magazin dergilerinde gördüğü sosyetiklere özenmiş mahalle kızı” jargonuyla sevgiliye verip veriştiren, hakaretamiz sözler yazılmış ve bir de o sözler sesli harfleri çeke uzata söylenmişse, o şarkı artık havada karada yaza damgasını vuruyor. Ne var ki, şarkı yazarları, şarkıcılar ve dahi prodüktörler bu yaza damgasını vurma meselesini bir hırsa dönüştürdükçe, yaz sıcağında çöpler daha çabuk ve daha ağır kokuyor. “Rengarenk” hareketli bir şarkı. Bereket ki yaza damgasını vurma gibi bir iddiası yok. Zaten ne oryantal, ne de “club”. Bildiğiniz Hint müziği!

Herkesin bildiği gibi, bu şarkı aslında 2008 yılı yapımı “Slumdog Millionaire” filminin “soundtrack” şarkılarından biri. Bizim memlekette önce Sibel Can, şarkının ana temasını bambaşka bir şarkıya monte ederek (“Kıskıvrak”) kullandı, ne ki şarkı asıl “Aşk-ı Memnu” dizisinin final bölümünde kullanılınca pek popüler oldu.

Hint şarkıları ritim ve melodik yapı olarak bizim havalara çok benzer ama dünya üzerinde bilinen hiçbir şarkı kalıbına uymayan değişik bir akışları, trafikleri vardır. Bir Hint şarkısı dinlerken nasıl başlar, nereye gider, oradan nereye döner ve nerede nasıl biter, kolay kestiremezsiniz. Bundandır ki “Avaramu” dışında Türkçe söz yazılmış Hint şarkısı yok denecek kadar azdır. Çünkü ilk bakışta çok sempatik gelse de, kulağımıza çok terstir Hint şarkıları. Orijinalini dinlediğinizde “Ringa Ringa”nın da aynen öyle olduğu görülüyor. Ama Sertab, Ceceli ile birlikte şarkıyı gayet güzel kesip biçmiş, çapaklarını temizlemiş ve Türk pop kalıplarına uygun bir hale getirmiş. Nil Karaibrahimgil’in eğlenceli sözleri de tuzu biberi olmuş. Bir “Kumsalda” olur mu? Hayır, olmaz; ama “Rengarenk” hem albümü, hem de dinleyenin içini açıyor ve albümün kalanı için merak uyandırıyor.


Ve hemen ardından tüm sakinliği ve huzur vericiliği ile “Bir Varmışım Bir Yokmuşum” geliyor. Müzikseverlerin Pinhani’den tanıdığı Sinan Kaynakçı, etkileyiciliğini sadeliğinden alan şarkılarının bir yenisini de Sertab için yazmış ve bu şarkı Sertab’a çok yakışmış. Üstelik daha bu ikinci şarkıda bu albümü diğer Sertab albümlerinden ayıran temel fark da ortaya çıkıyor. Sertab bu defa mesafeli değil, samimi. Kelimelere şarkıcı gibi değil, şarkıların öykülerini anlatır gibi basıyor, sesini öyle kırıp büküyor, azaltıp çoğaltıyor, ısıtıp soğutuyor. Üstelik bu, “Aşk Ölmez” deki ya da “Sen Ağlama”, “Bu Gece Son” gibi son dönem “cover”larındaki gereğinden fazla sakin söyleme kaygılı ama aslında yine de şarkıcı kaygılı tekniğin özenti duran çabası da değil; aksine gayet sahici.


Albümün üçüncü şarkısı, Sertab’ın seslendirdiği üçüncü Soner Sarıkabadayı şarkısı, yani aslında bu albümün de en çok merak edileni. Uzundan kıyısından şarkı yazmaya çabalamış biri olarak itiraf etmeliyim ki, “Yoksa bahçemin eski şanı, sebebi koparılan çiçekler” cümlesini ilk duyduğum an çok ama çok kıskandım. “Keşke ben yazmış olsaydım,” dediklerim arasına birinci sıradan girecek bir cümleydi çünkü. Malum, memleketin tartışmasız en şahane şarkı sözü yazarlarından biri Fikret Şeneş’tir. Fikret Şeneş şarkılarında çoğunlukla gerçekçidir, ayakları çok yere basar, sözünü doğrudan söyler, fazla dolandırmaz. Rahmetli Aysel Gürel ise hep daha şairaneydi. Daha çok yaldızlı, parıltılı kelimelerle süslü cümleler kurmayı sever, tıpkı hayatındaki gibi şarkılarında da ihtişamı hissettirirdi. İşte bu cümlenin ihtişamı da damağımda Aysel Gürel tadı bıraktı. O yazmış olsa kıskanmazdım. Soner yazmıştı, kıskandım. E kıskanmak sevmeye engel değil biliyorsunuz; hatta “seven kıskanır” bile derler.

“Koparılan Çiçekler” aslında “Bu Böyle” ve “Açık Adres”le uyandırılan heyecanın boşa olmadığının da bir kanıtı gibi. Evet, teknik olarak baktığınızda gerek yürüyüşleri, gerekse melodik yapıları çok benzer üç şarkı bunlar. Ama bu benzerlik dahi her birini ayrı ayrı sevmeye mani olmuyor. Bir şarkıyı sevmek için çoğu zaman bir cümlenin yeterli olduğu ve bu üç şarkıda da o “bir cümle”lerden çok sayıda bulunduğu gerçeğini de göz ardı etmiyoruz bu arada.


Sırada çok tanıdık bir Fransızca şarkının Türkçe versiyonu var: “Asla”. “Une Belle Historie”, aslında tıpkı “Ringa Ringa” gibi, bu albüm için çok riskli olabilecek bir şarkı iken, tam tersi olmuş ve artıya dönüşmüş. Ziyadesiyle demode bir şarkıdan bahsediyoruz zira. Üstelik şarkının Fransızca versiyonunun kullanıldığı “Issız Adam” filminin modası geçeli de epey olmuş. Ama gelin görün ki Sertab ve Ceceli şarkıyı öyle bir baştan yaratmışlar ki, yepyeni bir şey çıkmış ortaya. Sinan Kaynakçı’nın sözleri dört dörtlük olmuş. Şarkının yetmişlerde yapılan, üstelik de Nilüfer, Modern Folk Üçlüsü ve Tanju Okan gibi bir şahane ekip tarafından seslendirilen ilk Türkçe versiyonunun sözleri çok zorlar dinleyeni, olmamış, oturmamış gibidir. Ama bu sözler, teknik olarak da, şarkının ruhuna uyumu açısından da kusursuz.     

“Asla”nın ardından, orijinali Fransızca olan bir diğer şarkı daha çıkıyor karşımıza. Fransa’nın sevilen erkek şarkıcılarından Calogero’nun, 2004 yılında yayınlanmış ve çok ses getirmiş “Si Seulement Je Pouvais Lui Manquer” adlı şarkısı, yine Sinan Kaynakçı’nın yazdığı Türkçe sözlerle “Bir Damla Gözlerimde” adını almış ve Sertab’ın kafa sesine çıktığı kısacık bölümü göz ardı edersek, albümün en etkileyici şarkılarından biri olmuş. Fransızca orijinalini dinlediğiniz zaman, düzenleme yapılırken aslına ne kadar sadık kalındığını ve Sinan Kaynakçı’nın Türkçe sözleri ne denli başarıyla şarkıya oturttuğunu açık ve net olarak görmek mümkün.



Ta 1975 yılından beri “İkimiz Bir Fidanız” diye bildiğimiz şarkının adı bu albümde “İkimiz Bir Fidanın” olmuş. Aslında şarkının sözlerine bakarsanız, doğrusu da bu gibi gözüküyor. Şarkının bu düzenlemesi sanki bir “acapella” grubu için yapılmış gibi, hani ver Voice Male’e ya da uzağa gitme, ver Vokaliz’e söylesin. Çok keyifli, çok eğlenceli o ayrı. Haddizatında pirüpak arabesk bir şarkı olan bu şarkıya Esin Engin’in Tülay Özer için yaptığından daha çarpıcı bir düzenleme yapılabileceğine mümkün değil, inanmazdım. Ama yapılmış ve şahane olmuş.

Demir Demirkan ve Sertab Erener’in ortak yazdığı “Bir Çaresi Bulunur”, “sound” olarak değil belki ama; fikir, tema ve melodik yapı olarak “Sertab Gibi” albümünden çıkıp gelmiş bir şarkıymış hissi verdi bana. Aynı feylesof söylem, aynı olgunluk ve aynı belli belirsiz türkü tadı, toprak kokusu. Çok etkili, çok çarpıcı, umut veren, iyi gelen bir şarkı. Karabasan günlerinde Sertab’ın “Rüya”sının ardından dinlenebilir pekala, rehabilite eden şarkılar “playlist”inde.


Albüm ardı ardına iki eğlenceli şarkıyla devam ediyor: “Avare” ve “İstanbul”. İkisi de çok bugüne ait, bugünün dilinde yazılmış, kelimenin tam anlamıyla “genç işi” şarkılar. Hatta parmak hesabıyla da  Sertab’dan daha genç bir çok şarkıcının yazdığı ve söylediği şarkılardan çok daha genç olmuş her ikisi de. “Avare”nin müziğine Sertab ve Demir birlikte imza atarken, şarkının sözleri Sertab ve Günay Çoban ortak çalışması. Yazdığı her şarkıda farklılık yaratan ve bu anlamda söz yazarı olarak bence ayrı bir yerde duran Günay Çoban, sanırım ilk kez bir Sertab şarkısına imza atıyor.

“İstanbul” ise söz ve müziği Ersel Ağırlı’ya ait bu şarkı. Şarkı yazan, şarkı söyleyen, reklam yazarlığı ve oyunculuk da yapan Ersel Serdarlı, bir çok tiyatro oyunun da müziklerini yapmış bir müzisyen. Daha önce Ferhat Göçer, Abidin ve Sarp’ın albümlerinde besteleri yer almış. “İstanbul”un, bestecisinin sesinden orijinal versiyonunu da Ersel Serdarlı’nın  http://www.reverbnation.com/erselserdarli adresindeki sayfasından dinleyebilmek mümkün.

“İstanbul”un Sertab versiyonunda zeki ve esprili şarkı sözleri kadar, ud ve zilin oryantal atışması, şahane vokaller, muzır gitar “riff’i ve “Katibim”e şöyle bir dokunup geçen ara nağme, şarkının eğlencesini artırıyor. Ersel Serdarlı’nın adının yakın gelecekte şarkıcı olarak değil belki ama, besteci olarak daha çok dikkat çekeceğini düşünüyorum. En azından bu şarkı bunu vadediyor.


“Avare” ve “İstanbul”un tazeliği ve yaratıcılığı, yine bir Soner Sarıkabadayı bestesi olan “Ego”yla devam edecek sanıyorsunuz; çünkü bestecisi kadar şarkının adı da iddialı gözüküyor. Ne ki benim albümde en az sevdiğim şarkı “Ego” oldu. Hem Sertab’ın söyleyiş biçimi, muhtemelen şarkının havasına uysun diye kafa sesiyle yaptığı teatral oyunlar, hem de şarkı sözlerinin didaktik tavrı, “Ego”yu albümün bütünü içerisinde, bir kambur, bir fazlalık gibi hissetmeme neden oldu.

Albümün onbirinci şarkısı, daha önce “single” olarak yayınlanan “Bu Böyle”nin orijinal versiyonu. Onun kan kardeşi “Açık Adres” de, akustik versiyonu ile konulmuş albüme. Bu ikisinin arasında ise ikisini birbirine çok ama çok güzel bağlayan bir küçük şaheser var: “Ayrılık ve Biz”. Söz ve müziği Sibel Algan’a ait bu şarkıyı Sertab tek bir gitar eşliğinde söylemiş ve harikalar yaratmış. Bu, benim diyen şarkıcının kolay kolay cesaret edeceği bir şey değil. Sertab, albümün akışı içerisinde bir sürpriz gibi, sessiz sedasız, gürültüsüz patırtısız çıkıp gelen bu çok basit ama çok da vurucu şarkının hakkını sonuna kadar veriyor.

“Ayrılık ve Biz”in bestecisi Sibel Algan ilk olarak, Sezen Aksu’nun “Yürüyorum Düş Bahçelerinde” albümünün birkaç yeni şarkısından biri olan “Pardon”la adını duyurmuştu. Sadece bu iki şarkıya bakarak bile, Ersel Ağırlı için söylediklerimi Sibel Algan için de yineleyebilmem mümkün.
Albüm, “Koparılan Çiçekler”in dört farklı “remix”i ile tamamlanıyor. Ben çok sevmem; ama sevenler için “remix”ler şahanedir mutlaka. Yine de böylesi bir şarkıda dans “mood”una girmek, şarkıya haksızlık etmek gibi geliyor bana.




Dinleyeni başından sonuna dek kesintisiz memnun eden çok az albüm dinledik uzun zamandan bu yana. Sadece bunun için bile baş tacı edilmeli bence “Rengarenk”. Günahıyla sevabıyla Sertab Erener Türk popunun her yaptığı koşulsuz şartsız takip edilecek isimlerinden biridir artık ve bu albümle son noktayı da koymuş, çıtasını kendi elleriyle erişilmesi zor bir biçimde yükseltmiştir. Tabi bu albümde onunla birlikte emek harcayan ve kartonette adı geçen herkes de aynı ölçüde alkışı hak ediyor.

Buraya kadar her şey iyi güzel de, sanırım tam da burada küçük ama aslında büyük bir ayrıntıyı altını çize çize vurgulamak lazım. Şöyle ki; malum, bir çok irili ufaklı müzik markette aslında daha ucuza satılabiliyorken, D&R’larda albümlerin büyük çoğunluğu 14,90 TL ve 15,90 TL etiketiyle raflara çıkıyor. Maaşı 1.500-2.000 TL olan orta halli bir devlet memuru, müziğe çok meraklı olsa ve ayda 10 albüm satın almaya kalksa, aşağı yukarı maaşının %10’u gibi onun için hiç de küçümsenmeyecek bir parayı gözden çıkarmak zorunda. Bu işin başka boyutu. Biz yine de kabul edelim ve veren veriyor o parayı da diyelim. Ama…



“Ama”sı şu; her şeye rağmen hala albüm satın almakta direnen, hatta bunun için şartlarını zorlayan müzikseverlere artık fazladan bir “kıyak”, bir “güzellik” yapmak gerekmez mi sizce de? Yani bir tekli kapak ve basit bir “insert” kitapçıktan mı ibaret olmalı albümün ambalajı? Biraz daha özenli, gösterişli, hatta sürprizli kutuları, şık ambalajları hak etmiyor mu özellikle böylesi önemli albümler ve onları satın alanlar? Internetten indirmekle, albüm satın almak arasında bir cazibe farkı yaratmak, akıl etmesi çok mu zor bir pazarlama taktiğidir? Maliyet çok mu yükselir? Mesela süper bir star söylesin diye, manasız bir besteciden alınan mana yoksulu şarkılara ödenen paralardan daha mı fazladır böylesi kartonetlerin maliyeti? Öyle ise şayet; söyleyin, biz de bilelim.

Sertab’ı son günlerin popüler sosyal mecrası Twitter’dan takip ediyorum şimdilerde. Fazla da yazmıyor aslına bakarsanız. İşte, “albümüm çıktı”, “şurada burada konserim var”, “abim Nil’le evlendi”, gibi malumun ilanı şeyler, belki övgülere birkaç geçiştiren teşekkür, yergilere ya da eleştirilere ise sonuna kadar sessiz kalma şeklinde bir duruşu var Sertab’ın Twitter’da.

“Rengarenk”in ne kadar şahane olduğunun mutlaka farkında ve muhtemelen resmi, gayri resmi bütün müzik yazarlarının ağız birliği etmişçesine albümünden övgüyle söz etmesinden dolayı da ayakları yerden kesilmiş durumda. Ama o, ismi lazım değil diğer ünlüler gibi her yazılanı ortalığa saçmıyor ya da en azından mutluluğunu bizimle (nam-ı diğer; “follower”larıyla) paylaşmıyor, sanki özenle bundan kaçınıyor. Dolayısıyla da Sertab sevenlerin onunla “cikleşmek”* şansı pek yok. E müzik piyasasındaki bu kadar kıdemine, bu kadar güngörmüşlüğüne karşın, bu kadarcık da “cool” duruşu olsun artık.

Zaten bazı ünlüleri takip etmek, tıpkı onlarla tanışmak gibi, büyük hayal kırıklıklarına uğramamıza neden oluyor. Çoğu zaman “seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli”ne hak veresimiz geliyor. Evet sosyal mecralarda boy göstermek mutlaka gereklidir, en azından çağın gereğidir artık ama Sertab’ın bu “cool” duruşu da aslında bir çok bugünün starcığına örnek teşkil etmelidir. Çünkü davulun sesi her zaman “uzaktan hoş gelir”.

Doksanlarda coşan, taşan ama bir yandan da gitgide 
bayağılaşan popüler müziğin, ikibinlerde yolunu bulduğunu ve özellikle ikibinlerin ikinci yarısından sonra müzik piyasasında artık iyi işlerin de prim yaptığını, hem satıp hem de dinlendiğini yazacak sanırım ileride müzik tarihçileri. “Rengarenk” de bu savın ispatlarından biri olarak müzik tarihine geçecek. Hatta şimdiden geçti bile. Peki ben bu yazının sonuna da Sertab beni arasın diye, telefon numaramı yazacak mıyım? Tabii ki hayır. Ya ne mi yapacağım? Sertab’a telefon numaramı Twitter’den DM (direct message) ile göndereceğim. Merak etmeyin, ararsa önce mutlaka size söylerim.

(*) Cikleşmek: O mu buldu bilmiyorum ama, ben bu tabiri ilk kez Twitter’da Şehrazat’tan duydum. Malum, “Twitter”ın İngilizce sözlük anlamı “cıvıldamak” demek. Şehrazat da Twitter’daki karşılıklı konuşmaları “cikleşmek” olarak tabir ediyordu. E Sertab’ın albümünün de “cik ciki cik cik” diye başladığını duyunca ilk aklıma gelen bu oldu. Bu vesileyle Şehrazat’ın da kulaklarını çınlatır, saygı selamımızı eksik etmeyiz. Kendisi Twitter’de en şahane “cikleşen”lerden biridir, takip etmenizi tavsiye ederim.  

TEMMUZ 2010

Yavuz Hakan Tok

1 yorum: