(Ocak 2011 tarihinde oydar.com'da yayımlanmıştır.)
Radyoda program yapmanın televizyonda yapmaktan daha kolay söyleyen de vardır, daha zor olduğunu söyleyen de. Herkes haklı. Daha kolay ama bir o kadar da daha zor.
Biriyle telefonda konuşmakla yüz yüze konuşmak arasında ne fark vardır? Telefonda kendinizi hiç olmadığınız bir halde, bir yerde ve bir şekilde tanımlayabilir, karşınızdakini de buna pekala inandırabilirsiniz. Açarsınız televizyonun sesini; “Ah şekerim cumartesi gecesi kafası, dışarıdayım arkadaşlarla çok eğleniyorum,” dersiniz, bu bile yeter inandırmaya. Ya da bir sebepten hüngür hüngür ağlamışken, tam o anda arayan anneniz üzülmesin diye sesinizde en neşeli halinizin tonunu tutturmak, muhteşem bir oyunculuk performansı gerektirmez çoğu zaman. Tek algı sestir çünkü.
Görüntünün olmadığı yerde, sizi sadece duyarak algılayanların zihninde başka dünyalar yaratmak çok daha kolaydır. Tıpkı okuduğu kitaptaki karakterleri her okuyanın gözünde farklı canlandırması gibi, her dinleyicinin hayalinde başka tablolar çizen bir şeydir radyo. Hiç biri bir diğerine benzemez bu tabloların; çünkü bakan gözlerin geçmiş yaşanmışlıkları, gördüklerini yorumlama yetileri, hatta o anki ruh halleri bile tablolardaki renkleri, şekilleri, fırça darbelerini benzersiz bir şekilde değiştirir. Herkes başka bir şey duyar radyoda. Oysa televizyon ekranına bakan herkes aynı anda, aynı şeyi görür.
Kimse bilmez, yayın odasında tek eliyle mikserin bozuk düğmesini sımsıkı tutan (bıraksa yayın kesilecek çünkü) “dj”in elektrikli ısıtıcıdan fazla ısınmış bacakları, sözüm ona izole edilmiş pencereden gelen soğukla buz kesmiş sırtına rağmen “Radyomuz stüdyolarından içinizi ısıtmak üzere geldik sımsıcak bir programla,” diyerek güne başlayan yerel radyocunun dramını. Herkes son teknoloji ürünü cihazlarla dolu, iyi ısıtılmış, çayı kahvesi eksik olmayan stüdyolardan yayın yapan “dj”in neşeli haline kulak kabartır, simidini çaya bandırır, ofis masasında dünden biriken dosyalara bakar ya da dükkanın ilk müşterisiyle erkenden siftah yapmayı beklerken.
“Gözümle görmeden inanmam” prensibi, radyo için geçerli değildir. Radyoda duyduğumuz her şeye, televizyonda gördüklerimizden çok daha kolay inanmaya hazırızdır. Televizyondaki bir yanlış kamera hareketi, bir olmamış makyaj, bir oyuncunun anlık göz kayması bütün büyüyü kolayca bozabilir. Oysa radyoda iki kişi program yapıp, dinleyenlerin stüdyoda yirmi kişi varmış sanmalarını sağlayabilir. Dünyanın en çirkin adamı, dünyanın en karizmatik radyocusuna dönüşebilir; yeter ki sesini kullanmayı bilsin, iyi hatip olsun.
Orson Welles’in 1938 yılında bir radyo programıyla Amerikan halkını dünyayı uzaylıların istila ettiğine inandırıp sokaklara dökmesi, radyoculuk tarihinin en etkileyici derslerinden biri olarak hala anlatılır. Yine yıllar önce Orhan Boran’ın kendi sesinin hızlı devirde çalınmasıyla yarattığı Yuki karakterinin gerçekten var olduğuna inananların sayısı hiç de az değildir. Buna karşın yakın zamanda aylarca ülke gündeminin baş köşesine oturan Aşk-ı Memnu adlı televizyon dizisinin son bölümünde Behlül’ün Bihter’in mezarı başında ağladığı sahne, olanca dramatikliğine rağmen, kötü makyaj nedeniyle inandırıcılığını yitirmekle kalmamış, epeyce alay konusu da edilmişti hatırlarsanız.
Bildiğiniz “devlet memuru stayla” örgü örerken, saat başı şişlerini bırakıp mikrofon karşısında dünyanın en karizmatik ve en ciddi ses tonuyla haber sunan TRT spikerleri gördüm. Radyo mikrofonu karşısında bülbülken, televizyon kamerası karşısında dut yemiş bülbüle dönenleri de… Çünkü radyo rahatlıktır, özgürlüktür. Kamera karşısında saçınız, başınız, makyajınız, kostümünüz, yayın sırasında nereye baktığınız, nasıl mimikler takındığınız, nasıl güldüğünüz, dişlerinizin yeterince beyaz olup olmadığı ya da alnınızda sık sık ter damlaları oluşup oluşmadığı bile dert olur. Radyo ise bütün bunlardan azade, sadece sesinize kuvvet bir iştir.
Radyoda her şey radyocudan sorulur. Sizin dışınızdaki etkenler çok azdır, mikrofon sizdedir. Oysa televizyonda her şey mükemmel olsa, kötü bir reji işi berbat edebilir. Sizin dışınızdaki faktörler çoğu zaman sizden daha önemli hale gelir televizyonda. Siz çok iyi de olsa, stüdyoda zafer de kazansanız, kurgu masasında bütün programı kaybedebilirsiniz. Üstelik çoğu zaman sizin dışınızdaki etkenlere müdahale etme şansınız da yoktur.
Buraya kadar anlattıklarım radyoculuğun kolay tarafıydı. Tabi bir de madalyonun öteki yüzü, işin radyocu tarafından zor olan kısmı var. Bir kere televizyon izleyicisinin doğrudan algıladığı her şeyi, radyo programcısı dinleyicisine tarif etmek zorunda. Bundandır ki radyoda söylediğiniz her şey yanlış anlaşılmaya çok müsait. Hatta bazen kurduğunuz cümle doğru kelimelerden oluşsa da, sadece doğru tonlamadığınız için bile yanlış anlaşılabilir. Bu yüzden başı derde giren çok radyo programcısı var.
Radyoda “Şu anda stüdyoya bir fil girdi” deseniz kaç kişi inanır? Televizyonda ise fili gösterirsiniz, tereddüt kalmaz, etki anında kendini gösterir.
Radyoda bırakın radyocuyu, radyo programını ve hatta radyo istasyonunu bile ayırt etmek zordur dinleyici için. Oysa televizyonda kanalların logoları sayesinde bu karışıklığı yaşamazsınız. Televizyon programları çoğu kez seçilerek izlenir, radyo dinleme alışkanlığı olanlar ise genellikle olta atma yöntemini kullanır. Radyo frekansları arasında dolaşırken sevdiği şarkıda durur radyo dinleyicisi. Hangi kanal olduğunu bilmez, ta ki bir cıngıl duyana kadar. Özellikle “Şu radyoyu açayım, aman bu programı kaçırmayayım,” diyen bilinçli radyo dinleyicisinin sayısı, program seçen televizyon izleyicisi sayısının yanında devede kulak gibidir.
Bir radyocu hayatı boyunca bu mesleği yapmış olsa da sokakta tanınmadan yürüyebilir. Bir televizyoncununsa böyle bir şansı hiç yoktur. Bunun bir avantaj mı, dezavantaj mı olduğuna varın siz karar verin.
Tüm bu saydığım ve yazıyı kısa tutmak gayretiyle sayamadığım sebeplerden dolayı, kan kardeşi gibi gözükseler de, radyo programcılığı ile televizyon programcılığı hısımdan çok hasım gibidir. Ne radyocular televizyonda başarılı olur, ne televizyoncular radyoda. Aksini ispat edebilecek örnekler, kaideyi bozmayacak istisnalardan ibarettir. “Hangisi hangisine üstündür,” diye soracak olursanız da, bu sorunun cevabını yazının içinde aramanızı öneririm.
OCAK 2011