Büyük bir hırsla, deli gibi koşturarak bahçede bulduğum bütün iri ve ağır taşları bir bir taşıyorum bitişik iki evin bahçesini birbirinden ayıran geçiş kapısının önüne. Kapı bir daha hiç açılamasın, Nihal bizim bahçeye geçemesin istiyorum. Kim bilir neden kızmışım Nihal’e yine. O çoktan eve kaçmış, ama biliyorum ki pencereden gizlice beni izliyor ve benim bu öfkemin altında kalmamak için ne yapabileceğini düşünüyor.
Benden bir yaş büyük ve tam da “erkek gibi” dedikleri türden bir kız çocuğu. Ne yapsam altta kalmaz, intikam alır, bu huyunu iyi biliyor, biraz da bundan basıyorum damarına. Günümüz gecemiz bir arada. Evlerimizin duvarları birbirine yaslanıyor, bahçelerimizdeki erik ağaçlarının dalları sarmaş dolaş. Her gün üzerimizde siyah önlükler, elimizde siyah çantalarımız, köyün bir ucundan bir ucuna birlikte yürüyerek varıyoruz okula. Uzun teneffüsler boyu okulun bahçesinde yine birlikteyiz. Kavgalarımız şiddetli, küskünlüklerimiz kısa süreli oluyor bu yüzden. Birbirimiz olmadan eksik kalıyoruz.
En sevdiğimiz şarkı “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”. Kimin nesidir bilmiyoruz bu Mehmet Ağa. Ama her hesabı ödeyebilen, hali vakti yerinde bir ağa olduğu muhakkak. Neme gerekse o yaşta, bir de İnce Mehmet okumuşluğum var ya, “Ağa” denen şey, o ara yaşadığımız Gelibolu Koruköy’den gayri köy görmemiş, dokuz yıllık şehirsoylu hayat bilgimde nasıl çekinilesi, korkulası bir figür, anlatması pek zor.
“Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”nın bir deyim olduğunu söylüyor günün birinde Nihal’in çok bilmiş ablası Hayal. Barış Manço’nun şarkılarında deyimleri çok kullandığını anlatıyor ukala ukala. Allahtan Nihal ablasına hiç benzemiyor. Nihal’in annesi Hatice Teyze çıkıyor neden sonra bahçeye, beni sakinleştirmeye çalışıyor. Onun sesine annem de koşup geliyor. Okkalı bir azar işitiyorum bahçe kapısına yığdığım taşlar yüzünden.
Aynı günün akşamı, iki aile bizim bahçedeki kameriyede oturmuş çay içerken, Nihal’le biz evde, televizyonun başında kahkahalar atıyoruz. Ekrana çıkan her şarkıcıyı, sıra kimdeyse, o taklit ediyor. Nihal’in şansına Bedia Akartürk çıkıyor. Nihal koltuk kollarına özenle yerleştirilmiş dantellerden birini eline alıp mendil niyetine sallarken, “Elmaların yongası, aslanım amaaaaaaaann,” diye bağıra çağıra hoplayıp zıplamaktan bir hal oluyor. Yerlere yatıyoruz gülmekten. Sonra ben Barış Manço oluyorum. Saçlarım kısacık, hiç yüzüğüm yok, sakal bıyık da hak getire ama, ellerimi kollarımı aynı Barış Manço gibi kullanıyor, “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”yı ezberden, üstelik Nihal gibi cıvıtmadan, bihakkın söylüyorum. Nihal sinir oluyor bana.
Barış Manço’nun işlemeli kaftanına yakın çekim yapıyor kameraman. Aktarma stüdyosunun eski kokusuna, Koruköy’deki yaz gecelerinin akasyalı serinliği düşüyor. Çay kaşıklarının şıkırtılarını duyuyorum uzaktan uzağa. Bahçemizdeki pembeli morlu akşam sefaları, eski kaftanın işlemelerinde boy veriyor ansızın. “Elimizde çok Barış Manço görüntüsü oldu ama, ben dayanamayacağım, bunu da kaydediyorum,” diyor Elhan. “Olsun,” diyorum. “Bu çok güzel, bunu yayınlarız.”
Bizim bölümlerin değil ama, “Hey Gidi Günler” serisinin içinde yayınladığı programın stüdyo çekimleri için İstanbul Kuruçeşme stüdyolarından gün almıştı D. Hep beraber İstanbul’a gidecek, hem ziyaret, hem ticaret birkaç gün geçirecektik. Çok eğlendiğimizi hatırlıyorum şimdi.
Televizyon stüdyolarında ya ışık, ya ses ayarlamaları mutlaka aksar, ya yönetmen, ya konuk, ya sunucu mutlaka beklenir ve hiçbir çekim planlandığı sürede bitirilemez. Bu yazılmamış kuralı hep duyardım, birkaç kez yakından şahit olmuş, ama en iyi bu işe bulaşınca tecrübe etmiştim. Nitekim İstanbul’da da kural bozulmayacak ve iki güne sığdırılmış bir dolu bölümün çekimi saatler boyunca uzayıp gidecekti. Yine de yorgun bir günün akşamı Beylerbeyi sahilinde denize karşı balık yemek yeterdi hepsini unutmaya. İstanbul’u seviyordum. Yıllar boyu ben başka şehirlerde, başka iklimlerde soluk alıp verirken, uzaktan izlediğim, takip ettiğim her şey burada olup bitmişti. Bu şehirdeki herkesle akrabaydım. Her mahallesi tanıdıktı. Her sokağı bizim sokak.
Benim hep kısa sürelerde kaleme almak zorunda kaldığım, Elhan’ın ve D.’nin de çekim günleri kim bilir kaç tanesini üst üste anlatmak ve dinlemek zorunda kaldığı hayranlık öyküleri, şaka maka hepimizi yormuştu aslında. Ama öyle değilmiş gibi, Boğaz kıyısındaki akşam yemeğine yine Ayla Dikmen, Ajda Pekkan, Salim Dündar ve daha niceleri konu oluyordu. “Ne güzeldi o görüntü be “ diyordu D., o her zamanki Şoför Nebahat tavrıyla. Adını zikretmese de hepimiz anlıyorduk Salim Dündar’ın “Müzik Stüdyosu” programındaki görüntülerinden bahsettiğini.
TRT’nin en eski isimlerinden Ayhan Önal’ın imzasını taşıyan bir akustik performans programıydı “Müzik Stüdyosu”. Her bölümde bir şarkıcı, Erol Pekcan orkestrası eşliğinde şarkılarını canlı olarak icra ediyordu. Bereket ki arşivde epeyce “Müzik Stüdyosu” bandı bulmuştuk. Füsun Önal, Ayten Alpman, Tanju Okan, Zerrin Özer, Mazhar & Fuat... Hepsi çok güzeldi, hepsini oturup baştan sona izlemek istemiştik. Buna zaman yoktu kuşkusuz. Sadece kullanacağımız şarkıları aktarmakla yetinmek zorunda kalmıştık. En çok Salim Dündar’ı izlemiştik ama. Onun başka programlarda çekilmiş farklı görüntülerini pek fazla bulamayınca, bulduklarımız da teknik açıdan yeterli olmayınca, “Müzik Stüdyosu”ndaki görüntülerin büyük kısmını kullanmıştık.
Bir siyah beyaz çekim bu kadar mı güzel olurdu ? Bir stüdyoda ışıklar ve gölgeler bu kadar mı güzel kullanılırdı ? Her kareye bir fotoğraf estetiği sığdırmak nasıl bir maharetti, üstelik canlı kayıtla çekilen ve kurgu yapılmayan bir televizyon programda ? Hele ki Salim Dündar’ın o kendinden geçercesine seslendirdiği şarkılar... Hele ki “Aynalar”... Bu nasıl bir stil, bu ne mene bir gırtlaktı Yarabbim ?
“Harmanım ben harmanım, kırk satırlık fermanım...” Zerrin Teyzem feryat figan eşlik ediyordu Salim Dündar’a. Bildim bileli hep çok güzel, hep çok alımlıydı teyzem. Filiz Akın’a benzetirlerdi en çok. Henüz 17 yaşındaydı. Muhitin en yakışıklı delikanlısı, en gözde bekarıyla evlenmiş, çok saygın bir aileye gelin gitmişti.
“Gelin gitmek” lafın gelişiydi aslında, sadece iki sokak aşağıdaydı damadın ailesiyle oturduğu eski köşk. Yeni bir eğlence çıkmıştı şimdi bana. Anneannemlerde canım sıkıldığı vakit, soluğu teyzemin yaşadığı o köşkte alıyordum. Korkardım korkmasına gıcırdayan ahşap merdivenlerden, iki insan boyundaki ağır kapılar ve o kapıların ardındaki sırlı odalardan...
Köşkteki her şey, mobilyalar, resimler, halılar, kilimler, gümüşler, bakırlar ve hatta evde yaşayanlar da eski, çok eskiydi. Sanki zaman durmuştu orada. Arsız eğrelti otları, kurumuş çalılar ve yaprakları kim bilir ne vakit dökülmüş asırlık ağaçlarla gölgelenmiş köşkün bakımsız bahçesine adım attığınız ilk anda hissederdiniz bunu. Sanki bir tek teyzem, eniştem ve onlara verilmiş yatak odasındaki yeni alınmış mobilyalar o güne aitti ve nefes alıp veriyordu o köşkte. Bu tezattan tuhaf bir haz duyar, o siyah beyaz köşke teyzemin çocuk güzelliğinden bulaşan rengarenk tazeliği, sıcaklığı hissettikçe, teyzemi daha çok severdim. Ne zaman köşke gitsem, bir arkadaşı gelmiş gibi sevinir, beni nasıl eğlendireceğini şaşırırdı.
Köşkü çekip çeviren Muhtar Hanımdı. Baba nicedir yatalak hastaydı. Muhtar Hanım, o mahallenin en sevilen, en saygın kişisiydi. Erkek gibi bir kadındı. Halledemediği iş, çözemediği sorun yoktu. Herkes onu çok severdi. Bundandır yıllardır muhtarlık yapıyordu. Üç oğlundan ikisinin sağlık problemleri vardı ve o bütün gün hem mahallenin, mahallede yaşayanların dertleriyle uğraşır, hem de ailesine ve hastalıklara yetişirdi. Yakışıklılığı, efendiliği dillere destan küçük oğlunu debdebeli bir düğünle evlendirmiş, taze gelinini pek sevmiş, sahiplenmişti. Yine de mesafeliydi elbette.
Ailesinin tekne kazıntısıydı teyzem. Ondandır dedemin otoritesi, sertliği pek işlemezdi ona. El bebek gül bebek büyümüş, annem başta olmak üzere ablaları ve iki abisi de tıpkı dedem gibi ona karşı hep zaaf göstermişti. Şimdi Muhtar Hanım’ın Osmanlı terbiyesi, tanınan ve bilinen bir ailenin ilk ve tek gelini olmanın hiç de bilincinde olmadan üzerine yüklediği ağır sorumluluk ve pek de alışık olmadığı ev kadınlığı ritüelleriyle yüz yüzeydi. Muhtar Hanım ne kadar çok sevse ve sevdiğini belli etse de onu, gelin gelindi yine de. Saygıda kusur bağışlanmaz, ufak tefek hatalar ha deyince görmezden gelinmezdi. Anneannem fırsat buldukça tembihlerdi teyzemi. Bilmem ne kadarını anlardı o yaşında teyzem. Bense her defasında daha çok çekinir, hatta korkardım Muhtar Hanım’dan.
Çok uzun yıllar sonra babamı kaybettiğimiz zaman, bir takım evrakların takibi için yardım istemek üzere yine onun yanına gitmiştik. Teyzem eniştemden çoktan ayrılmış, köşkün bahçesine çok katlı çirkin bir apartman dikilmiş, Muhtar Hanım’ın hasta kocası ve iki oğlu, kim bilir kaç zaman önce birer birer toprağa verilmişti. Ama o hala o mahallenin muhtarıydı. Karlı bir Ocak günü, hüzünlü bir vesileyle yıllar sonra onu tekrar gördüğümde, yine ondan çekindiğimi, hatta korktuğumu hissedecektim tuhaf bir şekilde.
Teyzem köşkün yüksek tavanlı odalarından birinde açık duran televizyonun hemen önünde beni eğlendiriyor, siyah beyaz ekrandaki Salim Dündar’a avaz avaz eşlik ediyordu. Evdeki yardımcı kızcağız ara ara odaya girip çıkıyor, akşam sofrasını Muhtar Hanım gelmeden hazır etmeye çalışıyordu. Teyzem ve ben anneannemin evinde sayısız kez yaşadığımız o çok eğlenceli anlardan birine dalıp gitmiştik. Sofra mofra hak getireydi o an.
Güneş, Boğaz Köprüsünü yaldızlayarak dökülüyordu ufuk hizasından. D. çoktan yarınki çekimin ayrıntılarına kafa yormaya başlamış, programın sunucusuyla ağız ağıza sohbeti koyultmuştu. Elhan lokantanın camlarına vuran rüya gibi manzaraya dalıp gitmiş, fısır fısır bir şarkı mırıldanıyordu: “Yok dizimde dermanım, eyletmen beni, söyletmen beni, ağlatman beni aynalar, aynalar...” Gülümsedim. Göz ucuma toplanmış birkaç damla yaşı, kimseye sezdirmeden sildim.