(Nisan 2010 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.)
Eski radyoları açtığınızda, hemen ses gelmezdi. Sesin gelebilmesi için cihazın içindeki lambanın ısınması gerekirdi. Cızırtı duyulduğunda, kocaman ses düğmesini ayarlar, sonra frekans arama düğmesini çevirmeye başlardınız. Radyonun ön panelindeki camlı bölmede, ince, uzun, kırmızı renkli bir çubuk ileri geri hareket etmeye başlardı siz düğmeyi çevirdikçe. Camın üzerinde frekanslar ve kimi şehir adları yazardı. Atina, Paris, Roma, Bükreş, Moskova… Tabi radyo cihazları yurt dışından geldiği içindi bütün bu şafşata. Yoksa memleket hudutlarında dinleyebileceğimiz en fazla uzun dalga İstanbul radyosuydu o zamanlar.
Yine de düğmeyi çevirdikçe azalıp çoğalan cızırtının bir anında, dünyanın herhangi bir yerinden bir ses duyabilme ihtimali heyecanlan duymaya yeterdi her defasında. Paris, Roma, Bükreş olmasa bile, İzmir’de yaşadığımız yıllarda Yunan radyoları, Elazığ’da yaşadığımız yıllarda ise Arap radyoları ve özellikle enfes şarkılar çalan Radio Monte Carlo, dünyanın kapılarını açtı önüme. O günlerde bugünlerin iletişim teknolojileri henüz hayal bile edilemediği için, okul atlasındaki renkli dünya haritasına baka baka, o hiç gitmediğimiz, görmediğimiz şehirlerin, ülkelerin hayallerini kurarak büyüdü bizim kuşak. Radyoda frekans aramak ve kazara bir ses yakalamak, bunun bir adım ötesiydi. Hayal, gerçeğe dönerdi.
Çocukluğumun büyük bir bölümünde izi olan babaannem, hayata veda ettiğinde, kimisi satılan, kimisi atılan, kimisi fakir fukaraya verilen eşyaları arasından bir tek lambalı radyosunu almak istedim. Muhtemelen yetmişli yılların başında edinilmiş, elli ve altmışların radyolarına kıyasla daha modern çizgileri olan, ince uzun ve dikdörtgen bir kutu görünümündeki o radyo, yaşadığım sürece bana babaannemi hatırlatabilecek en güzel eşyaydı çünkü.
Çocukluğum boyunca o radyoyu az dinlememiştim. Babaannemlerde her kaldığımda okul radyosu, türküler ve oyun havaları, yurttan sesler, bir solist ve “Reksan Reklam sunar!”
Benim o yaşlarda radyoda duymayı en sevdiğim, aranjman şarkılardı aslında. Ama ne çare, radyonun yayın akışı genellikle türkü ve alaturka ağırlıklı olurdu. Arada bir “Türkçe sözlü hafif Batı müziği” kuşakları da olurdu ama bu kuşaklarda çoğunlukla gelişigüzel seçilmiş ve pek de güncel olmayan şarkılar yayınlanırdı. Oysa reklam kuşakları ajanslar tarafından hazırlandığı için, aralarında günün en popüler şarkıları da çalardı. Yarım yamalak da olsa o şarkıları radyodan duymak şahane olurdu. O yüzden hep heyecanla beklerdim radyonun reklam kuşaklarını. Özellikle de, hep o aynı neşeli kadının sesiyle başlayan Reksan Reklam Ajansı kuşaklarını.
Babaannemin radyosunu benim için sihirli bir kutu kılan en önemli özelliği de, pikaba bağlanıyor oluşuydu. Yani ön paneldeki bir düğmeyi pikap konumuna getirdiğinizde, radyonun hoparlörü, pikap için kolon vazifesi görüyor, ses oradan çıkıyordu. Radyoda o bitmek tükenmek bilmeyen konuşma programlarından biri mi başladı ? Çevir düğmeyi, hemen pikap dinle. Şahaneydi gerçekten!
O cihazı alıp eve getirdiğimden beri çalıştırmayı hiç denemedim. Çalışıyor mu, onu da bilmiyorum. Ama muhtemelen şimdi çalıştırsam, frekans arama düğmesini çevirdiğimde elimin her hareketinde bir başka radyo kanalı duyulacak ve hatta o meşhur radyo cızırtısını duymaya bir frekanslık boşluk bile olmayacak. Kırmızı çubuk Paris’teyken Nihat Doğan, Milano’dayken Davut Güloğlu, Kahire’deyken Hande Yener çıkacak karşıma korkarım. En iyisi hiç denememek. Ara ara uzaktan bakıp, hayallere dalmak yine. Çocukluğun içinden geçirmek düşleri, sesleri ve yaşanan günleri… Hala kulağımda çınlayan o neşeli kadının sesi eşliğinde: “Reksan Reklam sunar!”