Issız Adam'sız Bir Nil Burak Hikayesi


Bir sayım günüydü. Eve hapis olmuştuk. Sayım memuru ha geldi ha gelecekti. Anneannem, içi saman dolu boz ala boz renkli misafir odası koltuklarının üzerinde hoplayıp zıplamama bugün her zamankinden daha fazla kızmıştı. Üzerinde hoplandıkça altından saman dökülen koltuklar, işlemeli kırlentleri, sakız beyazı dantelleriyle temiz pak, öylece dursunlar, ev sahibesini sayım memuruna karşı mahcup etmesinler istiyordu. Bugün gazeteleri  kesmem de yasaktı, gazetelerden kestiğim resimleri geniş yapraklı resim defterlerine özene bezene yapıştırmam da. Çok fazla kırpıntı çıkarıyor, her yere Uhu bulaştırıyordum. Az önce yıkamıştı beni anneannem. Banyoda, küçük tüple kaynatılmış koca kazandaki suyu, musluktan akan soğuk suyla ılıştırmış, sonra sabun beziyle güzelce ovalamış, keselemişti her yerimi. Ardından çamaşır makinesini çalıştırmıştı. Gürül gürül sesi geliyordu banyodan şimdi merdaneli makinenin. Can sıkıntısından ne yapacağımı bilemez haldeydim. Dedem her zamanki gibi koltuğunda gazete okuyor, beni hep çok eğlendirmiş teyzelerim, evin arka cephesindeki odalarında gizli gizli bir şeyler yapıyor ve benim odaya girmeme müsaade etmiyorlardı. Sayım memurunun ne zaman geleceğini bilmiyorduk. Daha sokağa çıkma yasağının bitmesine saatler vardı. Televizyonda gün boyu devam edecek Sayım Özel Programı da olmasa, saatler geçmek bilmeyecekti.

….

Tepebaşı otoparkından çıkmış, Mecidiyeköy’e doğru ilerliyorduk. Gecenin çok geç bir saatiydi. Arabaya sıkış tıkış altı kişi sığmış, geçirdiğimiz neşeli gecenin etkisiyle az biraz da çakır keyif kahkahalar atıyor, gülüyorduk. Naim Dilmener çaldığı eski şarkılarla Babylon’u bir kez daha sallamış, yine hepimizi çok eğlendirmişti. Bu adam durduğu yerde enerji veriyordu insana. Onun sahne üzerindeki neşesi herkese bir şekilde geçiyordu. Yoksa yıllardır milyon kere dinlediğimiz şarkılarla her defasında bu derece eğlenebiliyor olmamızın başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ? Evet eğlenmiştik. Nil Burak da eğlenmişti en az bizim kadar. Şimdi arabada bütün güzelliği ve azametiyle yanımda oturuyordu. Sanki çocukluğumdaki o siyah beyaz sayım günü, onu ilk kez gördüğümde, ağzım açık seyrederken ekrandaki aksini, o kolumdan tutup beni beyaz camın içine çekmişti. Bir anda kendimi otuz yıl sonrasında, bu arabanın içinde bulmuştum. Onunla yan yanaydım. Arabanın disk çalarında yeni albümünden bir şarkı dönüyor, o da şarkıya canlı canlı eşlik ediyordu. Benim yazdığım bir şarkıydı bu. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir sihirdi.





Bunu ben mi uyduruyorum, yoksa gerçekten mi öyleydi bilmiyorum… O sayım günü televizyonda izlediğim görüntülerde üç tane Nil Burak’ın yan yana olduğunu hatırlıyorum. Ekran üçe bölünmüş. Her bölmede farklı bir kostümle kıvrıla kıvrıla dans ediyor. Önce ışıklar loş, yüzü belli olmuyor. Ne zaman ki şarkının ilk cümlesine başlıyor, ışıklar yanıyor ve o olağanüstü güzel gözler, siyah beyaz ekranı bile maviliyor, ekran başındaki beni bir anda “büyülenmiş gibi” yapıveriyor. Şarkı biter bitmez bir koşu gidip arka odanın kapısını yumruklamaya başlıyorum. “Ben bu plağı istiyorum,” diyorum kilitli kapının ardından mızmızlanarak. Kapı aralanıyor. İçerideki yoğun sigara dumanının kokusu burnuma doluyor. “Hangi plağı?” diye soruyor Emine Teyzem gülerek. Kalıyorum öyle. Ne şarkının, ne de şarkıcının adını biliyorum. Aklımda bir tek cümle: “Sevmiştim seni on üç yaşımda…”


Nil Burak, ilk televizyona çıkışının hemen ardından bir anda bütün ülkenin tanıdığı bir şöhret olacak, “Tatlı Tatlı” ise o günlerde ve o günlerden bugünlere dillerden düşmeyen bir hit haline gelecekti. Nitekim o 45’lik, benim pikabımda döndüğü kadar, memleketin hemen her evinde, her pikapta da dönecek ve bu gencecik şarkıcıya daha yolun en başında Altın Plak ödülü kazandıracaktı. 45’lik, Hop Plak etiketiyle yayınlanmıştı. Daha okuma bilmezken bile, plak firmalarını etiketlerinin tasarımlarıyla tanıyor ve kendimce kategoriler yapıyordum. Hop Plak’ın beyaz zemin üzerine renkli harflerle basılmış logosu çok eğlenceliydi. “Hop” adı da öyle. O günlerde en çok dinlediğim plaklar olan Esmeray’ın “13,5”, Melike Demirağ’ın “Ninni” ve Rüçhan Çamay’ın “Para Parra Parrra” adlı şarkılarının 45’likleri de Hop Plak etiketi taşıyordu. Yani şarkılar da eğlenceliydi. Şimdi bu şahane listeye “Tatlı Tatlı” da eklenmişti. Tabi Hop Plak’ın aslında Yurdatapan Biraderler ve Atilla Özdemiroğlu demek olduğunu çok sonraları öğrenecek ve Şat Yapım imzalı işlerin ne denli ayrıcalıklı ve önemli olduğunun ayırdına zamanla varacaktım. Ama şimdilik sadece sezgisel olarak, Hop etiketli plakların iyi olduğu kanaatini taşıyordum. O sıralar sinemada izlediğimiz yabancı filmlerin başında Metro-Goldwyn-Mayer’in aslanı belirdiğinde, “Bu film iyidir, bu aslanlı filmler iyi olur hep,” diyen dedemi mi örnek almıştım artık, bilinmez.



Nil Burak’ın şarkısı ve güzelliği kadar konu edilen bir başka özelliği de Kıbrıslı olmasıydı. Tam da Kıbrıs Barış Harekatı sonrasının kritik ve hassas günlerindeydik. Girne’den Anadolu’ya yol bağlayalı daha ne kadar olmuştu ki? Evdeki floresan ampulleri normalde defter kaplamak için kullanılan mavi kap kağıtlarıyla kaplamış, karartma günlerini öyle geçirmiştik. Bereket ki geride kalmıştı hepsi… Onun Kıbrıslı olmasının, her ne kadar İngiltere’den gelmiş olsa da o günlerde, “Yavru Vatan Kıbrıs’tan gelen genç şarkıcı” diye lanse edilmiş olmasının bugün için anlaşılması güç bir manevi değeri, bir kutsiyeti vardı sokaktaki insanın gözünde. Yani o bütün Batılı görüntüsü, göz kamaştıran güzelliği ve hiç kimselere benzemeyen ses tınısının yanı sıra, onu diğerlerinden farklı kılan, hatta daha fazla sevmemize sebep olan etkenlerden biri de buydu. Benim için onu özel kılan şeylerin başında da, Nil Burak’ı ekranda görüp de aşık olduğum günlerde, anne ve babamın Kıbrıs’ta olması geliyordu kuşkusuz. Babam puro içerdi. Anneannemlerin evinin sokağa bakan pencerelerinden birinin pervazına babamın purolarından birinin kağıdı her nasılsa sıkışmış, orada kalmıştı. Kimseye söylememiştim ama, her gün o kağıt parçasını koklar, o puro kokusunda babamı daha çok özlerdim. Nil Burak’ın sesinde Kıbrıs vardı. Hiç gitmediğim o yerde, geçici bir süreliğine de olsa yaşamakta olan anne ve babam vardı.

Teyzemler beni Gülhane Parkına götürmüşlerdi bir gün. Gülhane Parkı o günlerin İstanbul’unda gözde gezi yerlerinden biriydi. Tarihi dokusu ve doğal güzelliği kadar, hayvanat bahçesiyle de çok popülerdi. Maymunlar, envai çeşit kuşlar, ama en çok tavus kuşu, sonra ayılar, domuzlar ve hatta fil… O zamanın çocukları için bir hayvanat bahçesinde gezmek kadar heyecan verici o kadar az şey vardı ki… Çenemi tutamamış, akşam yemek masasında o gün hayvanat bahçesinde gördüğüm maymunları anlatmaya koyulmuştum büyük bir coşkuyla. Teyzemler beni nasıl susturacaklarını bilememişlerdi. Lafı nasıl toparladılar, ne yaptılar hatırlamıyorum ama, dedem bizim o gün Gülhane parkına gittiğimizi anlamamış, benim hayal kurduğumu zannetmişti. Çünkü teyzemlerin tek başlarına Gülhane parkına gitmeleri düşünülemezdi. Onlar en fazla birkaç sokak aşağıdaki Salacak parkına, o da konu komşu beraber giderlerdi. Hele ki erkek arkadaşlarıyla (ya da o günlerdeki tabiriyle “çıktıkları çocuk”larla) Gülhane Parkına gittiklerinin dedem tarafından öğrenilmesi, kafadan töre cinayetine sebep olabilirdi. Neyse ki bu gafımın üstü zararsız ziyansız kapatıldı da, olay çıkmadı.


O günden bana kalan asıl hatıra ise Nil Burak’ın yeni 45’liği olacaktı. Rahime Teyzem’in çıktığı çocuk, utana sıkıla vermişti bu çam sakızı çoban armağanı hediyeyi. Epeyce cicili bicili bir paket kağıdına sarılmıştı ama ben hemen anlamıştım onun bir 45’lik plak olduğunu. Daha evin yolunda tutturmuştum paketi açması için. Ne var ki o gün dinlemek kısmet olmamıştı. Çünkü tıpkı Gülhane Parkı gezimiz gibi, bu plağı da dedemden saklamalıydık. Çünkü tam da göbek etiketine kocaman kocaman harflerle “Tatlı Rahime’ye” yazılmış ve bir de imza atılmıştı. Şarkı da çok manidardı doğrusu: “Birisine birisine, aşık oldum birisine…”




Az önce, tam da şu satırları kaleme aldığım dakikalarda Nil Burak televizyonda belirdi. Ekran renkliydi. Bir sürü, sayısını bilmediğim kadar çok kanal vardı. Artık sayımlar için eve kapanmıyorduk, hatta sokağa çıkma yasağı olmaksızın yapılan ilk sayımın sonuçları geçtiğimiz günlerde açıklanmıştı. Nil Burak televizyonda benim şarkımı söylüyordu. Gözlerindeki mavi, dudaklarındaki buruk gülümseyiş ve sesindeki buğu hiç değişmemişti. Ürperdim. Bunun bir sihir olduğuna bir kez daha inandım.


İlk 33’lük plağım Ajda Pekkan, "Süper Star 2” idi. Babamın bana sürpriz yaparak bir gün iş dönüşü getirdiği o 33’lükle beraber ben de 45’liklerden “longplay”lere terfi edecektim. Anneannemlerin Üsküdar’daki evinde geçen o günler geride kalmış, bizimkiler Kıbrıs’tan dönmüştü. İzmir maceramız kaldığı yerden devam ediyordu. Ama bir farkla;  bütün bir sokak ahalisinin toplu halde, adeta bir tek evin içinde yaşıyormuşçasına bir hayat sürdüğü o canım çıkmaz sokakta oturmuyorduk artık.


Yıllar sonra televizyondaki mahalle dizilerinde gördüğümde bana çok aşina gelecek o alabildiğine sıkı fıkı komşuluk ilişkileri, bir sokaktan çok, büyücek bir konağın avlusuna benzeyen o sokak ve sokağı çıkmaz yapan duvarın altında geçmiş şenlikli geceler, güneşli öğleden sonraları, erken kahvaltılar, sulanmış bahçe kokulu  yaz akşamları...  Defter kabı renginde karartma geceleri, televizyon misafirlikleri, ikindi çayları, kavrulmuş soğan ve kıyma kokusu, Kadriye Teyze’nin şen şakrak kahkahaları, fıstıklı şerbet dağıtılan mevlutlar, cıvıl cıvıl sünnet düğünleri, kına geceleri, iki sokak ötedeki tahta sandalyeli yazlık sinema, ama en çok da, her yerde, hep söğüt yaprakları... Çıkmaz sokaktaki evden bir ömürlük anı kalacaktı hatırımda. Ne var ki ev sahiplerimiz, bizimkilerin Kıbrıs’a gitmeleri nedeniyle taşınmamız gerekince, başka birine kiralamışlardı evi. Çaresiz, başka bir kiralık ev bulmuştu babam Kıbrıs dönüşü.


Yıllar sonra bile bahsederken hep “dördüncü kat” diye anacağımız yeni evimiz, bir apartman dairesiydi. Bu defa ucu bucağı, sınırları yoktu oynamak için çıktığım sokağın. Arkadaşlarım da birbirinden epeyce uzak evlerde oturuyorlardı. Ondan mıdır bilmem, sokağa çıkmaktan ziyade balkonda vakit geçirir olmuştum. Bu evin balkonunu seviyordum en çok. İzmir’de o vakitler balkonsuz ev yoktu. Uzun ve sıcak yaz günleri, geç vakit yenilen akşam yemekleri, sabahlara varan gece oturmaları hep balkonlarda başlar, balkonlarda biterdi. Pikaba bir plak koyar, sesini iyice açar, sonra balkona çıkardım. Ezberimdeydi her şarkı. Binlerce kez dinlesem bıkmazdım yine de. Her şarkıcının, şarkıcının her kelimesini nasıl tonladığını, nerde nefes alıp verdiğini bile bilirdim. “Walkman” denilen şeyin elin Japonya’sında icat olunup memlekete gelmesinden ve bilinmez ne vakit benim de iyi kötü bir tanesini edinmemden sonra, hayatta benim için en vazgeçilmez ve en keyifli lüks olacak kulağımda “walkman”, sokaklarda avare dolaşma ritüelinin başlangıç noktası sanırım ki o İzmirli balkonda dinlediğim şarkılardan aldığım sonsuz hazdır. Ve Nil Burak’ı en çok hafızama kazıyan da. Şöyle ki...


Bunu hep anlatıyorum. Nasıl ki bugünlerde ortalama gelir düzeyinde bir aile için CD satın almak bir lüks, pahalı bir zevkse, o vakitler de bir 33’lük plak öyle her zaman alınacak bir şey değildi. En azından bizim gelir düzeyimizde öyleydi. Yıllar boyunca peşinden koştuğum her plak için babamı tatlı tatlı ikna etmem gerekti. Her zaman işe yaradı iknalarım ve hiçbir zaman istediğim plaktan mahrum kalmadım ama ay başlarını beklemek zorunda kaldığım çok olurdu. 

Bazen de hiç hesapta yokken babamın bonkörlüğü tutar, çarşı pazar gezmelerinden birinde “Hadi sana bir plak alalım,” deyiverirdi. Bu sürprizli anlarda, almayı önceden kafama koyduğum bir plak yoksa şayet, teklifi geri çevirecek değilim ya, plakçıda biraz zaman geçirmem yeterdi ne istediğime karar vermeme. Öylesi bir günde almıştı babam bana Nil Burak’ın ilk “longplay”ini. Kemeraltı’nın en büyük plakçısının vitrinine şöyle bir bakmam yetmişti, hayran olduğum o dünya güzeli kadının, ilk 33’lüğünün pembe renkli kapağındaki şahane pozuyla gözlerimi alması için.



O plak çok ama çok uzun süre düşmedi pikabımdan. Arada başka plaklar dinlesem, yeni alınmış 45’liklerdeki yeni şarkılara gönül düşürsem de, Nil Burak’ın sesinden aldığım tadın yeri ayrıydı. Onun belli belirsiz de olsa hissedilen Kıbrıs aksanı, özellikle ağır şarkılardaki o çok kırılgan şarkı söyleme stili ve plak kapağından odama dolan sıcacık güzelliği çok başka türlü etkiliyordu beni.

Bu ilk “longplay”, o dönemde hep yapıldığı gibi, aslında yayınlanmış 45’liklerin bir toplaması gibiydi. Ancak içinde daha önce hiç duyulmamış şarkılar da vardı. 45’liklerde birlikte çalışılmış ekip 33’lükte de yer alıyordu; ŞAT Yapım, Ülkü Aker, Selmi Andak ve Norayr Demirci imzaları vardı şarkılarda. Ayırmaksızın hepsini çok seviyor, hiç şarkı atlamadan dinliyordum bütün plağı. Ama galiba en çok “Sana Neler Edeceğim”e çok benzettiğim ve çok da eğlenceli bulduğum “Canıma Değsin”e takılmıştım.


Gazetelerde, dergilerde, gazino ilanlarında, Fuar afişlerinde hep o vardı. Daha ilk 45’liğinde şöhreti yakalamış, altın plak almış genç kız, kısa sürede ülkenin en popüler yıldızlarından biri haline gelmişti. Hayat öyküsünü anlatıyordu dergiler. Bir film senaryosu olabilecek kadar enteresandı bu öykü. Aslında hiç planlamadan, hiç beklemeden yakalamıştı şöhret onu. İngiltere’den Türkiye’ye geldiği günlerde, arkadaşlarıyla eğlenmek için gittiği gazinoda kendini bir anda sahnede buluvermişti. Hangi ortama girse dikkat çeken güzelliği, o gece sahnede program yapmakta olan Sadri Alışık’ın da gözünden kaçmamış ve Alışık iki arada bir derede sahneye davet edivermişti genç kızı. Onun şarkı söyleyebildiğini, sesinin güzel olduğunu filan bilmiyordu elbette. O gece orada bulunan herkes gibi, o da şaşıracaktı, Nihal adlı bu genç kızın eline tereddütle aldığı mikrofondan bir Shirley Bassey şarkısı söylemeye başladığı an salona yayılan olağanüstü sese. Bu, alışageldiğimiz “Bir Yıldız Doğuyor” hikayelerinden çok farklıydı ama o gece orada, kelimenin tam anlamıyla bir yıldız doğmuştu.

Daha o gece gelen ilk sahne teklifiyle Playboy Gece Kulübünde çalışmaya başlayan Nil Burak, o vakitler öyle herkese kolay kolay nasip olmayacak bir ayrıcalıkla, kısa bir süre sonra kendini Maksim’de Zeki Müren’in kadrosunda buluverecekti. Nihal Munsif ismini sahne için pek uygun görmeyen Zeki Müren, ona en sevdiği soyadını soracak, “Burak” yanıtını alınca, “O halde Nihal’i de Nil yapalım, senin sahne adın Nil Burak olsun,” diyecekti.  


Gazino ve gece kulüplerinde hızla tırmanan şöhretin ardından plak dünyasında da boy göstermek için fazla zaman geçmesine gerek kalmayacaktı. Dönemin en büyük “hit”lerini çıkarmış, ardı ardına bir dolu yeni ismi lanse etmiş ve hepsini de tutturmayı başarmış Yurdatapan Biraderler ve Atilla Özdemiroğlu, Nil Burak’ın plak kariyerine çok sağlam bir yerden başlamasına neden olacaklardı. Nitekim daha önce aynı prodüksiyon firmasına mensup başka şarkıcılara okutularak denenmiş, ancak bir türlü istenen sonuca ulaşamamış “Tatlı Tatlı” Nil Burak’a tam tabiriyle cuk oturmuştu.


“Kimdi o şarkıcılar ?” diye soruyor Hakan Eren. İstanbul Radyosunun TRT FM stüdyosundayız. Yıllar sonra ilk kez bir radyo programına konuk oluyor Nil Burak. Alabildiğine heyecanlı. “Tatlı Tatlı”yı kendisinden önce kimlerin söylemeyi denediğini açıklamak istemiyor. Üzerinden çok zaman geçmiş olsa bile, ola ki birileri kırılır, alınır diye hassasiyet gösteriyor.

Başından beri, onunla yüz yüze tanıştığımız ilk günden beri onda en çok hissettiğim şey bu. Çok temkinli ve çok zeki. Neyi, ne zaman, nerede ve ne kadar söylemesi gerektiğini çok iyi biliyor ve bundan asla taviz vermiyor. O yüzden hala star. “Akvaryum” tabir edilen ve teknik masayla yayın stüdyosunu birbirinden ayıran camekanın ardından  hayran hayran izliyorum onu. Şu anda üzerinde konuştukları albümleri piyasaya sürebilmek için hem o, hem de Hakan Eren’in neredeyse iki yıla yakın bir süre çaba sarf ettiklerini biliyorum. Bu sürecin son yedi-sekiz ayında ekibe ben de dahil olmuş, özellikle ilk aylarda Nil Burak’la telefonda defalarca görüşmüş, her defasında telefonu kapattıktan sonra kendi kendime gülümsemiştim. Ben hala o sayım günündeydim, o ise hala bir hayal kahramanıydı. Oysa şimdi kanlı canlı karşımda duruyor, stüdyoda Hakan’la sohbet ederken, ara sıra göz ucuyla bana doğru bakıyor, gülümsüyordu.



1978 yılını iki 45’lik plakla geçirmişti. O günlerde Erol Evgin’le çalışmaları devam eden Çiğdem Talu ve Melih Kibar ikilisinin iki şarkısı da Nil Burak’a nasip olmuş, “Dünyamı Yıktı Geçti / Kırk Yılda Bir” 45’liği büyük ses getirmişti. Aynı yıl yayınlanan diğer 45’lik de iki “hit” birden çıkaracak ve hem Yaşar Güvenir bestesi “Yalnızım Ben”, hem de bir Şanar Yurdatapan şarkısı olan “Gözünüz Aydın” ortalığı yıkıp geçecekti. 



“Yalnızım Ben”deki dillere destan vokalin nasıl ortaya çıktığını o gece radyoda şöyle anlatıyordu: “Şarkıda bir şey eksik kalıyordu. Bir vokale ihtiyaç vardı. Baktım olacak gibi değil, girdim stüdyoya, kafa sesiyle bir vokal yaptım. Şarkıyı dinleyen herkes o sesin bir enstrüman sesi olduğunu zannetti ve bana sordular, bu hangi enstrüman diye. Onun benim sesim olduğunu ancak dikkatli dinleyenler fark etti.”


1979 yılında piyasaya sürülen ikinci 33’lük “Benim Adım Şarkıcı” adını taşıyordu. Yurdatapan Biraderler, Selmi Andak ve Ülkü Aker’in yanı sıra Sezen Aksu, Atilla Özdemiroğlu, Cenk Taşkan ve Ahmet Ömer’in de şarkı yazarı olarak yer aldığı albüm, şarkılarından önce adıyla dikkatleri üzerine çekecekti. Yurdatapan Biraderler, ülkede yaşayan herkesin şu veya bu şekilde politize olduğu, siyasal kamplaşmaların had safhaya geldiği o günlerde, bir yandan çok sert, çok radikal mesajlar içeren şarkılar üretirlerken, bir yandan da çok eğlenceli pop şarkılarına imza atıyor, bazen de ilk bakışta sıradan bir pop şarkısı gibi görünen bir şarkının içine hiç umulmadık cümleler yerleştirerek ya kara mizah, ya dram sosuna bulanmış halde de olsa, asıl söylemek istediklerini sezdirmeden söylüyorlardı.

İşte plağa adını veren şarkı tam da böyle bir şarkıydı: “Benim adım şarkıcı, renkli ışıklarla yazılır adım, kimine göre büyük sanatçı, kimine göre ahlaksız kadın, benim adım şarkıcı, gazetelerde boy boy basılır resmim, bazen severek, bazen överek, bazen söverek anılır ismim...” Bu sözleri, o yıllarda herhangi bir şarkıcıya, hele hele ki Nil Burak gibi adı çok yukarılarda anılan bir stara söyletmek neredeyse imkansızdı. Aslında şöyle bir düşünürseniz, bugün dahi pek kimsenin kolay cesaret edebileceği türden sözler değil bunlar. Ne var ki Nil Burak bütün o dişi ve seksi görüntüsüne karşın, aslında son derece mert, dobra, hani derler ya “erkek gibi” bir kadındı ve bundandır ki bu şarkıyı söylemenin ancak ona yakışacağını, onun dilinde sahici duracağını hissetmişti Yurdatapan Biraderler. Tabi onu ancak yıllar sonra yüz yüze tanıdığımda bu özelliğini fark edecek olan ben de dahil olmak üzere, herkes hayrete düşecekti o günlerde.


Aslında bu albümde kadınlığın her hali vardı ve albümü radikal kılan sadece bahis konusu şarkı değildi. Mesela “Döndün Ya” adlı şarkıda onu terk edip gitmiş adamın yıllar sonra geri dönmesini büyük bir olgunlukla karşılayan ve dönüşünü her şeye rağmen sevgiyle kabullenen bir kadının öyküsü anlatılıyordu. Buna karşın başka bir şarkıda “Senin Bulunmadığın Yerdeymiş Mutluluk” diyerek meydan okuyordu sevdiğine. “Varsa Sen Yoksa Sen” diyen çok aşık bir kadın, bir başka şarkıda “Ağla Halime” diyerek her bulduğunu nasıl kaybettiğini anlatıyordu.


Bu albüm, TRT denetiminden geçemeyen bir çok şarkıya rağmen Nil Burak’ı bir önceki albümden daha ileri bir noktayı taşımak konusunda üzerine düşeni yapacaktı. Yetmişleri zirvede noktalayan Nil Burak, seksenler boyunca da adından söz ettirmeyi böylece garantiliyordu. Nitekim öyle de oldu.

“Benim Adım Şarkıcı” albümü ve ondan önce yayınlanan her iki 45’lik plak da Yavuz Plak etiketiyle yayınlanmıştı. 1980 yılında Nil Burak, Kervan Plak’a transfer oldu. Orhan Gencebay ve Yaşar Kekeva’nın ortak sahibi olduğu bu firma, onun dönemin furyası arabesk müzikle flört etmesini sağlayacak, ancak o, arabeski de kendi çizgisine çekerek, tarzına uydurmasını bilecekti.



Kervan Plak etiketli ilk Nil Burak 33’lüğü, 1980 yılında yayınlanan “İki Elim Yakanda” oldu. Kariyerinin başından bu yana birlikte yol aldığı Yurdatapan Biraderler artık yoktu. İhtilal öncesi dönemde yurt dışına çıkan Şanar Yurdatapan, ihtilal sonrası Türk vatandaşlığından çıkarılacak ve tekrar yurda dönmesi için epeyce uzun bir zaman geçmesi gerekecekti. Her şeyin allak bullak olduğu o dönemi Nil Burak hasarsız atlatabilenlerden oldu. Gazinoların sokağa çıkma yasakları nedeniyle kısıtlı programlar yapabildikleri dönemde, o yine de her kadronun aranılan ismiydi. “İki Elim Yakanda” adlı albüm, onun bu başarısını ikiye katlayacakdı.


Albümde dönemin gözde bestecisi Selami Şahin’in ağırlığı hissediliyordu. O günlerde dillerden düşmeyen “Senin Olmaya Geldim”in pop versiyonu tek başına albümü sürükleyebilecek güçteydi aslında. Ancak bununla yetinilmemiş ve “Boş Vere Vere” gibi bir “hit”le albüm taçlandırılmıştı. Bu şarkı kısa sürede  Nil Burak’ın yıllar boyu unutulmayacak    “hit”lerinden biri haline dönüşecek ve dillerden hiç düşmeyecekti.


Şarkıyı özellikle seksenli yıllarda neredeyse söylemeyen kalmadı. Tavernacılardan arabeskçilere ve bir dolu popçuya kadar herkesin repertuarına giren “Boş Vere  Vere”, defalarca da “cover” yapıldı ama herkesin kulağında hep Nil Burak’ın sesi kaldı. Şarkının kalbe kolay dokunurluğu, dile kolay dolaşırlığı bir yana, Nil Burak’ın sesindeki buruk acı tat o kadar yerli yerindeydi ki, şayet 45’lik plak olarak yayınlanmış olsaydı, dönemin satış rekorlarını kırması kaçınılmaz olurdu. Bu olmadı belki ama, şarkının gördüğü büyük ilgi üzerine aynı LP, yapılan yeni baskılarda bu kez “Boş Vere Boş Vere” adıyla piyasaya sürüldü.                 


“İki Elim Yakanda” albümünün çok ses getiren diğer şarkıları ise “Bağışladın” ve “Bir Garip Olur İçim” oldu. Bu iki şarkı da Nil Burak diskografisinin önemli şarkıları olarak müzik tarihine geçti.


1982 yılının yaz aylarında Nil Burak’ın Şili Müzik Festivalinde Türkiye’yi temsil edeceği haberi düştü basın gündemine. O zamanlar da tıpkı bu zamanlar gibi, dünyanın her bir yerinde envai çeşit müzik festivali yapılmakta idi. Bunların hangileri sahiden önemli, hangileri değil, elbette bilemezdik, zira biz, ülkemizin temsil edildiği her yarışmayı, sportif faaliyeti, organizasyonu, popüler olması kaydı ile çok önemsiyor ve temsil edilmeye bayılıyorduk. İş ki, birileri çıksın ve bizi temsil etsindi. Ne basın yetiyordu artık bunu anlatmaya, ne de fısıltı gazetesi. Hele ki Eurovision Şarkı Yarışması davasının memleketin en birinci gündem maddesi olduğu o yıllarda, Nil Burak’ın Şili’ye gidiyor olması hiç de sıradan bir haber değildi. Nitekim epeyce de konu edildi, yazıldı çizildi. Bense onun mutlaka ama mutlaka Eurovision’a gitmesi gerektiğini düşünenlerdendim. Bir kere uzun süre İngiltere’de yaşamış olması, yabancı bir dili ve o kültürü biliyor olması, Avrupai görüntüsü ve buna karşın çok bizden, çok yanık sesi ve yorumu ve elbette güzelliğiyle Eurovision sahnesine çok yakışacak, bizi çok güzel temsil edecekti, buna emindim. Ne var ki o bir türlü memleketin epeyce alavere dalavereli Eurovision Türkiye finallerini aşıp bizi temsil etmeye yaban ellere gidemeyecekti. Şimdilik Şili macerasıyla yetinmek zorundaydık. Biz de öyle yaptık.


Nil Burak festivalden ödülle dönmedi ama bir dolu hikayeyle döndü ve bu hikayeler basında uzun süre yer aldı. Kısa bir süre sonra da “Bizim Diyar” adı verilmiş yeni Nil Burak 33’lüğü Kervan Plak etiketiyle piyasaya sürüldü.



“İki Elim Yakanda” epeyce ses getirmiş ve başarı kazanmış bir albümdü. Ondan bir yıl sonra yayınlanan “Bizim Diyar” ise, albümün genel havası göz önüne alındığında, neredeyse onun devamı niteliğindeydi. Belli ki Nil Burak ve Kervan Plak yetkilileri başarılı olmuş bir formülün peşinden gitmeyi uygun görmüşlerdi. Nitekim bu albüm de beğenildi ve ilgi gördü.

Her ne kadar Hey Dergisinde yayınlanan plak eleştirisinde “Bizim Diyar” 33’lüğüne 3 yıldız verilmiş ve albüm “hit” şarkı barındırmadığı gerekçesiyle eleştirilmişse de, başta bir Erdener Koyutürk bestesi olan “Özledim” olmak üzere, “Bu Defa”, “Bizim Diyar”, “Hiç Sevilmesen Bile” ve diğerleriyle albüm hiç de yabana atılır gibi değildi. Bir Orhan Gencebay bestesi olan ve latin-disko tarzında düzenlenen “Bulamadık ki”nin ve daha önce Neşe Karaböcek tarafından seslendirilmiş “Geri Dönülmez Bir Yoldayım”ın Nil Burak yorumları ise albümün asıl kozları olacaktı.


Nil Burak’ın Şili Müzik Festivalinde Türkiye’yi temsil ettiği şarkı olan “Oryantal” de bu 33’lükle dinleyici karşısına çıkıyordu. Festivalle ilgili haberlerde bahsi geçip duran ve epeyce merak uyandıran “Oryantal”, melodik yapı ve ritim itibariyle pek de oryantal değildi ama sözlerin epeyce oryantalist olduğu tartışılmazdı. “Ateşlidir Orta Şarkın kadını” cümlesiyle başlayan “Oryantal”, doğrusu bu ya, Nil Burak’a pek yakışmıştı.



Radyo programı, saatler gece yarısını gösterdiğinde sona ermişti. Yayının son yarım saatinde stüdyoya dinleyici telefonları bağlamıştık. Hemen her telefon sohbeti “Nerelerdeydiniz, sizi çok özledik,” sitemiyle başlamış, yayına bağlanan her dinleyici Nil Burak’a sevgi ve özlem dolu cümleler kurmuştu. Hepimiz çok duygulanmıştık. Nil Burak’ın gözleri dolmuştu. Başka türlü bir sevgiydi bu. Onları hiç tanımamış, hiç biriyle yüz yüze gelmemişti. Üstelik yıllardır ne televizyonda ne basında görünmüştü. Ama onu sevenler, onu bir dost gibi, bir akraba, aileden biri, hatta belki de bir sevgili gibi tutmuşlardı yüreklerinde işte. Aslında bu sevginin insanların üzerinde bırakmış olduğu hayranlık duygusuyla ve yıllar boyunca çizdiği doğru ve dürüst bir kariyer çizgisiyle orantılı olduğunu geçirmiştim o dakika aklımdan. Herkese bu vefayı göstermiyordu halk. Kalabalıkların sevme tercihleri, bireylerinkinden daha tartılı ve ölçülüydü zira.

Program sonrası güle oynaya çıktık Harbiye’deki tarihi radyo binasından. Nil Burak yarın öğle saatlerinde Avrupa Yakası dizisinin çekimlerinde konuk oyuncu olarak kamera karşısına geçecekti. Yıllardır tıpkı radyo mikrofonu gibi, televizyon kamerasına da epeyce uzak kalmıştı. Heyecanlıydı bu yüzden. Çok tuhaf, hatta mucizevi bir şeydi onun Avrupa Yakası’nda konuk oyuncu olmasına ve yıllar sonra ekranlara bu çok sevilen dizide görünerek geri dönmesine kadar gidecek hikaye. Ben de onun kadar heyecanlıydım. Onu ekranda görmeyi ben de en az, az önce arayan dinleyiciler kadar özlemiştim.

Harbiye - Mecidiyeköy güzergahının rengarenk ışıkları yağmurda ıslanmış caddeye dökülürken, arabamızın arka koltuğunda Nil Burak oturuyordu ve biz onu evine bırakmak üzere Levent istikametine ilerliyorduk. Bu şehri seviyordum. Yıllar sonra bu şehre dönmüş olmanın, nihayet artık bu şehirde yaşıyor olmanın tarifi imkansız keyfini duyuyordum her gün Boğaz’ın kartpostal manzarasının tam ortasından geçerek bir yakadan öbür yakaya giderken. Trafik mrafik umrumda değildi. İşte şu anda, gecenin şu vaktinde bile yağmura ve soğuğa rağmen ışıl ışıl, cıvıl cıvıl İstanbul caddelerinde yol alıyor olmak, yıllarca özlenmiş bir sevgiliye kavuşmuş olmakla aynı yoğunlukla bir huzur ve mutluluk dolduruyordu içime. Arka koltukta, yarınki çekimde ne giyeceği konusunda bize fikir sormakta olan Nil Burak’ın payı da büyüktü hissettiğim mutlulukta şüphesiz. Bir yandan ona cevap veriyor, bir yandan dalıp gidiyordum geçmişe. Tam yirmi dört yıl öncesine, benim, İstanbul ve Nil Burak’la bir kez daha yolumun kesiştiği o günlere...


Çocukluğumda İstanbul’a gidiş gelişlerimiz hep tatil maksatlı ve bundandır ki kısa süreli olur, bu süreler de hep Üsküdar – Yeşilköy hattında mekik dokumakla geçerdi. Evin şenlikli kalabalığı ve bulunduğu muhitin merkeziliği nedeniyle ailece gönlümüz hep anneannemlerin Üsküdar’daki evlerinden yana olurdu ama ara sıra babaannemlerin Yeşilköy’deki evlerine de gidip kalmazsak olmazdı, ayıptı. Babaannem de, Selim Dedem de daha resmi, daha mesafeliydiler. Selim Dedemin yanında ağzını şapırdatarak yemek yiyemezdiniz mesela. Koltukların tepesine çıkıp zıplamaksa düşünülemezdi bile. Bir yüzü caddeye, bir yüzü tren yoluna bakan, kocaman bahçeli o ahşap evse, vakitli vakitsiz geçen ve her geçişinde evi hafif bir deprem şiddetinde sallayan trenlerle adeta bir gerilim filminin içindeymişim gibi hissettirirdi bana. Büyük ihtimalle Hitchkok’un Rebecca filmindeki Manderley şatosu burası olmalıydı. (O yaşta o filmi izlememe kim, nasıl müsaade etmişti onu da hiç bilmiyorum.)     

Sonra Selim Dedem emekli olmaya karar verdi. Banliyöde bir ev satın almak ve sakin bir emeklilik geçirmek istiyordu. Nitekim şehrin ta öbür ucunda, şimdilerde nispeten merkezi olsa da, o zamanlar kolay gidilip gelinemeyen ve sahiden de banliyö denilebilecek bir semtten ev beğeneceklerdi babaannem ve dedem kendilerine. Ne yazık ki dedeme o evde oturmak nasip olmadı. 1976 yılını 77’ye bağlayan yılbaşı gecesi, birkaç haftadır yatmakta olduğu hastanede vefat etti. Ve annemler dahil bütün ailenin çok uzak ve çok ücra bulduğu Cevizli’deki evde babaannem yalnız başına yaşamaya başladı. Ta ki benim yatılı okul okumak üzere ailemden kopup İstanbul’a gelmeme dek.

Babaannem, 1983 yılında başlayan yatılı okul maceramın baş kahramanlarından biri oldu, çünkü ben her hafta sonunu Cevizli’de onun yanında geçirdim, başım sıkıştıkça hafta içleri o koştu, okula geldi, hem o bana, hem ben ona can yoldaşı olduk birkaç sene boyunca. Tabi işin en önemli tarafı, babaannemin evinde bana ait bir odanın olması ve İstanbul’a gelirken yanımda getiremediğim plaklarımın, pikabımın da babamlar tarafından birer ikişer getirilerek odamdaki yerlerini almasıydı. Hafta sonundan hafta sonuna da olsa, pikap başında saatler geçirmeye devam edebilirdim artık eskisi gibi.

Babaannem sadece evini bana açmakla kalmamış, her türlü konforumu da sağlamıştı. Gerçi anneannem gibi envai çeşit pasta börek, tereyağlı yemekler, hamur işleri, tatlılar, tuzlular yapamıyordu babaannem. Konaklarda büyümüş, beybabasıyla at binmiş, atış talimi yapmıştı. Öyle pek ev işi bilmezdi. Ama yine de onun yemeklerine bayılırdım ben. Cumartesi sabahları uzun süren otobüs yolculukları sonunda Cevizli’deki eve vardığımda, ortalığı kızarmış ekmek kokusu çoktan sarmış olur, ekmek dilimlerinin üzerinde eriyen margarin yağı ve az demli çayla kahvaltıların tadına doyum olmazdı.

Pazartesi günleri yayınlanan Hey dergisini babaannem her hafta mutlaka alır, odama koyardı. Böylece Cumartesi kahvaltıları, müzik dünyasında neler olup bitiyor, hangi plaklar çıkmış, hangileri çıkacakmış haberleriyle daha da renklenir, uzar giderdi. Hele ki akşama televizyonda “Bizden Size” ya da “Bir Cumartesi Gecesi” varsa, hele ki o gece bir de sevdiğim şarkıcılardan biri çıkacaksa ekrana, gün boyu değmeyin gitsindi keyfime.

Her pazar akşamı okula gitmek üzere evden ayrılırken babaannem, babamın aybaşlarında gönderdiği aylık harçlığın dörtte birine bir miktar da kendisi ilave eder, cebime sıkıştırırdı. Bir çanta dolusu çikolata, gofret, çerez, bisküvi de cabası. Şayet o haftaki Hey dergisinde görüp de aklıma takılan bir plak ya da kaset varsa, ya da uzun zamandır planladığım kaseti doldurtmaya artık karar verdiysem, o hafta daha az kantine uğrayıp, daha az harcama yapmalıydım ki, para arttırayım. Bugün arşivimde seksenli yıllardan kalan ne varsa, çoğu bu aç kalma pahasına giriştiğim tasarruf sayesinde edinilmiştir. Nil Burak’ın “Benim Sevdam” kaseti de öyle.


“Benim Sevdam”, Nil Burak’ın 33’lük plak formatında yayınlanan son albümü olacaktı. Bu plağı ancak yıllar sonra, arşivcilik işini ciddiye bindirdiğim vakit arayıp bulacaktım. Plağın yayınlandığı günlerde öğrenci harçlıklarım, ancak kasetini almama yetecekti çünkü.

Kaset, Selma Çuhacı ve Yavuz Çuhacı imzası taşıyan ve albüme adını veren “Benim Sevdam”la başlıyordu. Nil Burak’ın içinde doğulu ezgiler taşıyan böylesi balatlar seslendirmeyi ne kadar sevdiğinin henüz ayırdında değildim. Çok arabesk bulmuştum şarkıyı. Ama hemen ardından gelen “O Şarkıyı Henüz Yazmadım”a bayılıyordum. 1984 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemelerinde Neco’nun seslendirdiği bu şarkı, o günlerde Neco ve Attila Atasoy tarafından da plağa okunacak ama Nil Burak’ın sesinde farklı bir anlam kazanacaktı. O vakitler kimse kolay kolay bir başkası tarafından seslendirilmiş bir şarkıyı plağında okumayı tercih etmezdi. Ancak bu şarkı için kural bozulmuş, yarışmada ancak üçüncü olabilen “O Şarkıyı Henüz Yazmadım” aynı dönemde üç farklı ismin birden plağında yer almıştı. Aysel Gürel’in olağanüstü şarkı sözleriyle Selmi Andak’ın uluslararası standarttaki bu bestesi, şayet yurt dışında bestelenmiş ve seslendirilmiş olsaydı, sanırım “My Way” ya da “If You Go Away” gibi dünya çapında bir hit olabilirdi. O günlerde yarışma gecesi televizyondan kasete çekilmiş Neco versiyonuyla zaten ezberimde olan şarkıyı Nil Burak’tan kaç milyon kez dinledim bilmiyorum. Bugün bile her dinleyişimde uzun süre etkisinden kurtulamam.


Kasetin B yüzü Nil Burak’ın Kıbrıs’a bir saygı selamı gönderdiği “Canım Kıbrıs’ım” ile açılıyordu. Bu şarkı daha önce farklı sözlerle Ersan Erdura tarafından seslendirilmiş, şarkının “Doğduğum Yer” adlı o versiyonu, 1983 yılı Eurovision Şarkı Yarışması elemelerinde finale kalamayınca, Erdura tarafından plak yapılmıştı. Nil Burak ise doğduğu yere, memleketine duyduğu sevdayı hem yazdığı sözlerle, hem de yorumuyla çok sahici, çok içten ifade ediyordu. Hani ucundan kıyısından Kıbrıs görmüşlüğüm de vardı ya (uçsuz bucaksız portakal bahçeleri, dev dalgalı bir deniz ve Barış Harekatından artakalan terk edilmiş evler, hüzünlü şehitliklerden ibaret olsa da hatırladıklarım) niyeyse bir efkar ve bir o kadar yersiz bir coşkuyla söylemeye başlardım her defasında ona eşlik ederek: “Yeşil Kıbrıs yavru vatanım, gözüm gönlüm sevdiğim canım...”    


Kasetin B yüzüne baştan sona dek bayılıyordum. Kıbrıs şarkısının hemen ardından gelen “Çal Yine Aynı Plağı Çal”, bırakın şahane melodisini ve sözlerini bir yana, sırf içinde “plak” kelimesi geçtiği için bile takdir edilesi bir şarkı idi benim için. Latin esintili “Her Aşktan Bir Şarkı Kaldı” ve ardından gelen çok ama çok etkileyici “Elveda” (“bir saygıydı o sevda” demek kimin aklına gelirdi Aysel Gürel’den başka ?)... Her ikisini de ne kadar dinlesem azdı. Ama bu kasetin bende bırakacağı asıl hatıra “O Akşamdan” olacaktı.

1984 yazında Küçükçekmece sahilinde bir kampta onbeş gün süren berbat bir tatil yapmıştık. Baraka mı desem ne desem, ev desen ev değil, motel desen hiç değil, derme çatma tuhaf binalarda kalıyor, gece gündüz sineklerle mücadele etmekten bir hal oluyorduk. Yemekler küçük tüplerde pişirilir, barakaların önünde açık havada tahta masalar üzerinde yenir, akşam vakitleri kızarmış patlıcan ve bibere, kavun-karpuz-rakı kokuları karışır, yazlık ahbaplıkların yüzü suyu hürmetine masadan masaya ikramlar da eksik olmazdı. Bütün gün denize gire çıka, güneşte yata kalka, ziyadesiyle harap ve bitap düşmüş olur, geceleri “gazino” tabir edilen aile çay bahçesi şekil şemailli, tahta sandalyeli bahçede fazla da oturmaz, erken vakitte barakalarımıza döner, uyurduk. Zaten “gazino”nun tek eğlencesi de üçüncü sınıf bir piyanist şantörden ibaretti. Banu Alkan filmlerinden ezber ettiğimiz şahane Akdeniz-Ege sahillerinin esamisi okunmasa da bu Marmara açığında, hani şu orta karar deniz-kum-güneş üçlüsü olmasa, çekilir tatil değildi bizimki... Ne gamdı. Kış boyu ayrı kaldığım ailemle birlikte bir tatil geçiriyordum ya, başa gelen her hal ve şartta çekilirdi.

Tabi ne yapmış etmiş, teybimi ve kasetlerimi de yanımda getirmiştim. Zaten öyle saatlerce denizde güneşte kalmayı sevmezdim, hala sevmem. Öğleden sonraları barakaya döner, teybi açar, bir kaset takar ve Hey dergilerime gömülür, defalarca okuduğum her bir sayfayı döner döner bir daha okur, resimlere dalar giderdim. Yaşıtlarımın aksine taşkın bir ergen olamamıştım hiç. Biraz gözüm dışarıda olsa, belki de çok önce fark edecektim Handan’ı. Ama ne çare, geç fark etmiş ve onunla ancak kampın son bir haftasında flört edebilmiştim. Çekik gözlü, esmer bakışlı, suskun gülüşlü Handan... Yaz aşkım...

Barakamızın önünden ne zaman Handan geçse, “O Akşamdan” çalardı teybimde: “Seni sevdim, seni sevdim, yüreğimde açılan umutla yarınlarda, seni sevdim seni sevdim...” Başa sarılır, bir daha çalınır, her çalınışta Handan duysun istenirdi. Kaçamak bakışlar, gülümseyişler, kol kola yürünen arkadaşla kulak kulağa fısıldaşmalar filan da cabası... Bildiğiniz ne varsa telaşlı bir ergen kalp çarpıntısında, hepsinden o kadardı. Seksenli yıllarda  daha azı olur, daha fazlası zaten isteseniz de olmazdı.

Uzaktan uzağa bakışmalar, gülüşmeler ve nihayetinde tanışmalar, kamp sınırları dahilinde, arkadaşlar eşliğinde birlikte gezmeler... Dilimde hep “O Akşamdan”, hem çalıyor, hem söylüyor, birlikte gezerken sürekli mırıldanıyor, ama bir türlü “Bak ben bu şarkıyı senin için söylüyorum,” diyemiyorum haliyle. 


O kamptan hatırımda kalan bir başka şarkı da “Bir İlkbahar Sabahı”dır. Hayır, bu şarkının Handan’la ve yaşadığım aşkla hiç bir ilgisi yoktu. Sanırım Samime Sanay’ın o plağı o vakitler yeni çıkmıştı, çıkmamışsa bile şüphe yok ki kampın ses yayın sorumlusu her kimse, o şarkıyı çok seviyordu. Gece gündüz, sabahın körü, akşamın darı demeden habire habire bu şarkı yayılırdı elektrik direklerine monte edilmiş megafon benzeri hoparlörlerden. Diyelim ki henüz güneşin tüm sıcağını saçıp dökmediği erken bir saat, barakanızın loş yatağında sabah mahmuru mutlu memnun yatıyorsunuz. Birdenbire teneke sesli hoparlörlerden Samime Sanay’ın kadife misali pürüzsüz sesi, alabildiğine özenli, tane tane kelimeleri dökülürdü kulağınıza kulağınıza: “Bir ilkbahar sabahı, güneşle uyandın mı hiç?”. “Hayır uyanmadım, daha uyuyorum Samime Hanım” deseniz ne fayda? Musluklarından deniz suyu akan tuvalette, ayıptır söylemesi def-i hacet vaziyetindesiniz, bilemediniz elinizi yıkıyorsunuz, denizden çıkmışsınız, bir gazoz alayım diye kavuran güneşin altında otuz beş dakikadır kuyruk bekliyorsunuz, ola ki siniriniz tepenize çıkmış, veyahut öğle vakti barakanın gölgesinde miskinlik yapasınız gelmiş... Her yerden, her dakika, patdadanak bir Samime Sanay çıkabilir korkusuyla geçmişti koca kamp, hiç unutmam. O vakit bu vakit, hiçbir ilkbahar sabahı güneşle uyanmak ve çılgın gibi koşarak kırlara uzanmak istemedim, bundan sonra da isteyeceğimi sanmam. 

O yaz bitip okula geri döndüğümde, çapkınlıkta gözü, haytalıkta bezi olmayan, kitap ve plak düşkünü (yani bir nevi yarım akıllı) münzevi çocuğun da artık arkadaşlarına anlatacak bir anısı vardı. Ne var ki Handan’la bir hafta süren aşkımızın gerisi gelmedi. Bir daha ne haberleştik, ne de birbirimizi gördük. O vakitler ne internet, ne de cep telefonu vardı. Olsaydı belki de ikinci hafta birbirimizden sıkılır ve unutur giderdik. Ama ben uzun süre unutamadım onu. Zaten ayıla bayıla dinlediğim Nil Burak kaseti bir zaman daha döndü durdu kasetçalarımda bu yüzden. Tabi en çok da “O Akşamdan”.

“Benim Sevdam” albümünün kaset baskısında bir de “hidden track” vardı. “Bir Garip Olur İçim”, “Yalnızım Ben” ve “Bağışladın” şarkılarından oluşan şahane bir potpuri. Plak baskısında yer almayan bu potpurinin kasette yer aldığına dair kapakta hiçbir bilgi yoktu. Dolayısıyla o günlerde adı konmamıştı belki ama tam anlamıyla bir “hidden track”ti bu. Benim gibi kim bilir daha kaç meraklıyı bayram ettirmişti bu sürpriz, bilinmez.


Birazdan sahneye çıkacaktı. Onu sahnede kanlı canlı ilk kez izleyecektim. Yıllar sonra ilk kez İstanbul’da sahneye çıkıyordu. Playboy gece kulübü kim bilir ne vakit kapanmıştı. Maksim, Bebek Belediye, Lunapark, Aşiyan, Taşlık, Gar, Çakıl ve daha niceleri, o ihtişamlı gazinolar, çarşaf çarşaf gazete ilanları, rengarenk, ışıl ışıl neonlar, matineler, suareler, smokinli beyler, kürk mantolu hanımlar, fasıllar, sazlar, “caz band”lar, sıra kızları, assolistler ve hepsiyle beraber koca bir kültür çoktan tarih olmuştu.

Bugünlerin gece hayatı çok başka bir imlayla yazılacaktı popüler kültür tarihine. Eskilerin gazino nezaketini ve şıklığını bugünlerde de yaşatabilen birkaç mekandan biriydi Günay Restoran. Ve 2008 yılının bir Şubat gecesinde Günay’ın sahnesinde Nil Burak şarkı söylüyordu. Şahane yeşil kostümü, göz kamaştırıcı takıları, saçı, makyajı, yıllara meydan okuyan güzelliği ve sesiyle...

Şarkımı söyledikten sonra beni sahneye davet ettiğinde aklıma gelen ilk şey o sayım günü oldu gene. Onu ilk kez televizyonda gördüğüm o günü anlattım heyecanla. “Bu büyü gibi bir şey,” dedim. “Nil Burak sahnede benim şarkımı söylüyor ve ben onun sahnesindeyim.” Herkes alkışladı. Şarkım söylenirken eşlik edenler olmuştu. Şaşkınlıkla izlemiştim salondaki reaksiyonu. Bir odanın dört duvarı arasında yazdığınız cümleler, nasıl oluyor da hiç tanımadığınız birilerinin ezberine düşüyordu? Şarkının sözlerinde “Bu gece İzmir’in mutsuzu benim,” yazmıştım ya, sanırım bu gece Günay’ın mutlusu bendim.

Nil Burak program arasında kostüm değiştirmeye giderken yıllardır giydiği bacak dekolteli sahne kostümlerinin meşhur olduğunu anlatmıştı. Bilmez miydim ? 1985 yılında Eurovision sahnesinde giydiği mini eteği nasıl unutabilirdim ?


1985 yılın Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finalinde nihayet Nil Burak da vardı. Bu benim çok uzun süredir beklediğim bir şeydi. Zaten o seneki final Nükhet Duru’su, Neco’su, Sezen Aksu’su, Özdemir Erdoğan’ı, ve dahi yeni yeni hayranı olduğumuz Mazhar-Fuat-Özkan’ıyla tam bir yıldızlar geçidiydi. Üstüne üstlük final gecesinin konuk sanatçıları da Ajda Pekkan & Beş Yıl Önce On Yıl Sonra, Erol Evgin ve sıkı durun, Hollandalı kocamaaaan Dolly Dots topluluğu olunca, o gece ekrana yapışmak farz olmuştu artık.

Nil Burak yarışmaya çok sıkı hazırlanmıştı. On yılı aşkın süredir gazino ve gece kulüplerinde sadece şarkı söylemekle kalmamış, kabareler, şovlar yapmıştı. Şarkılar kadar şovların da puan kazandırdığı böylesi bir yarışmaya hazırlanırken de rakiplerinden bir adım öndeydi bu yüzden. Aysel Gürel’in sözlerini yazdığı, Selmi Andak’ın bestelediği “Güneş Bir Kere Doğdu” zaten yeterince sıkı bir şarkıydı ama o, üç dakikalık şarkı boyunca yapacağı şovla yarışmanın favori adaylarından biri olmayı garantileyecekti.


Selmi Andak, bestesini yarışmaya gönderirken “Pembe” rumuzunu kullanmıştı. Final gecesi de sahne üzerindeki ekip pembe ve siyah renklerin hakim olduğu kostümlerle izleyici karşısına çıkacaklardı. Nil Burak’ın üzerindeki ışıltılı bluzu ve siyah mini eteği, pembe renkli, kocaman vatkalı bir ceket tamamlıyordu. Ona eşlik eden üç vokalistten ikisi, çok uzun zaman sonra adlarını ezber edeceğimiz Sevingül Bahadır ve Cihan Okan’dı. Siyah pelerinli iki erkek dansçı, sade ama göz alıcı bir koreografi icra ederken, zaman zaman Nil Burak da dans ederek onlara eşlik ediyordu. Erkek dansçılar şarkının ilk bölümünde siyah pelerinlerini havalandırır ve Nil Burak’ın arkasında birer yarasa görüntüsü yaratırlarken, yüzlerini döndükleri anda pelerinlerin iç yüzlerindeki gökkuşağı renkleri dolduruyordu sahneyi. Sanırım o an güneş doğuyordu. Anlatmakla bitecek gibi değil, bayılmıştım ben bu rengarenk gösteriye.


Ne var ki o gecenin birincilik ipini Mazhar-Fuat-Özkan göğüsleyecek ve bir yıl önce piyasaya çıkan ilk albümleri “Ele Güne Karşı”nın getirdiği popülerliği bu Eurovision başarısıyla perçinleyeceklerdi. Arabeskin karanlık etkisinden yavaş yavaş kurtulmaya başlayan Türk popunun, doksanlı yıllarda yaşanacak müthiş patlamasının tetikleyicilerinden biri hiç kuşkusuz Mazhar-Fuat-Özkan üçlüsü olacaktı ama biz bunu o günlerde henüz bilmiyorduk. Evet birinci olan “Aşık Oldum” (daha sonra “Diday Diday Day” olacaktı) da güzel şarkıydı. Finalde dört şarkıyla yarışan ve bu şarkılardan biriyle ikinciliği kazanan Nükhet Duru ve Neco’nun da gönlümde yeri ayrıydı, bunu inkar edemem. Ama en çok Nil Burak’ın üçüncülüğüne yazıklanacaktım o gece, Atatürk Kültür Merkezinden yapılan canlı yayın sona ererken.

Ne ki bu üçüncülük, kısa süre sonra başka bir müzik festivalinde alınacak birincilikle taçlanacaktı. Eurovision Türkiye finalinden birkaç ay sonra Nil Burak, aynı şarkıyla İtalya’da yapılan Palermo Müzik Festivalinde Türkiye’yi temsil edecek ve ülkeye birincilik ödülüyle dönecekti.

Başından beri Türk popüler müziği, tek tük örnekler dışında hemen hiçbir zaman uluslararası popüler müzik kategorisinde yer almadı. Ne vakit ki etnik müzik ve “world music” tabir edilen yerel-evrensel sentezleri dünyada yankı buldu, o vakit Türk popunun kimi örnekleri dünya pazarında yer tutmaya başladı ki bu da neresinden baksanız doksanların ikinci yarısından sonraya tekabül ediyor. Bundandır ki, seksenlerin tam da ortasında Avrupalı bir yarışmada birincilik almak az şey değildi.


Altmışlardan beri kimi müzik festivallerinde alınmış iyi dereceler yok değildi ama milletçe Eurovision Şarkı Yarışmasında dereceye girmeyi bir histeri haline getirdiğimiz o günlerde, başka yarışmalar ve o yarışmalardaki safahatlarımız neredeyse tamamen unutulmuştu. Böylesi bir ahval ve şeraitte ansızın çıkıp gelen bu birincilik bu sebepten herkesi çok sevindirdi ve bu haber basında geniş yankı buldu. Sanırım bu sevincin en büyük nedenlerinden biri de İtalyan müziğinin Türk popunun bir dönemini derinden etkilemiş olmasıydı. Yarışmanın İtalya’da yapılmış olması, kazandığımız birinciliğin değerini katlamıştı haliyle. Tabi içimize bir kurt düşmemiş de değildi. Acaba “Güneş Bir Kere Doğdu” mu gitmeliydi Eurovision’a? Her zamanki gibi yanlış bir seçim mi yapılmıştı yine? Bunun cevabını öğrenmek için artık çok geçti.

1986 yılında Nil Burak, Eurovision Türkiye sahnesinde ikinci kez görünecek ve bu onun son Eurovision macerası olacaktı. O yıl TRT yönetimi, yarışmaya şarkı hazırlaması için beş besteciye görev vermiş, ancak görevlendirilen bestecilerden biri olan Barış Manço, son anda yarışmadan çekilmeye karar verince, finalist eser sayısı dörde düşmüştü. Yarışma finallerine ilk yıldan o güne dek, 1980 yılı hariç istisnasız katılan ve bir türlü birinciliği yakalayamayan Selmi Andak, Palermo’da kazandıkları zaferden de güç alarak, yine Nil Burak’ın seslendireceği bir şarkı hazırlamıştı. Ancak bu defa Burak’ın bir de partneri vardı. Uzun yıllar Norveç’te yaşadıktan sonra yetmişlerde “Benim Balonlarım Vardı” şarkısıyla ülkede adından söz ettiren İbrahim Sesigüzel ya da herkesin bildiği adıyla İbo, “Yaşa Yaşa” adlı şarkıda Nil Burak’a eşlik edecekti. Selmi Andak, bu seçimi muhtemelen İbo’nun Norveç tecrübesi ve inkar edilemez şarkıcılık performansını düşünerek yapmıştı. İki uluslararası deneyimli şarkıcının birlikteliği, şarkının gücünü artıracaktı. Ancak bu defa rakipler pek de yabana atılacak cinsten değildi.

TRT tarafından kiralandıktan sonra bir televizyon stüdyosuna dönüştürülen Arı Sineması uzun yıllar boyu Eurovision Türkiye finallerine ev sahipliği yapacaktı. Bu stüdyoda yapılacak ihtişamlı finallerin ilki o yıl gerçekleştirildi ve Riccardo Fogli, Gazebo ve yarışmanın 1984 yılı birincisi Herrey’s üçlüsü gibi ünlü konuklarıyla o geceki final, sadece dört finalist şarkının yarışmasına rağmen, epeyce gösterişli geçti. Nil Burak hala modası geçmemiş dev vatkalı ceketi, İbo ise dore gömleğiyle ekranda parlıyor, ancak “Yaşa Yaşa” daha ilk dinleyişte kulağa çok hoş gelse de, “Güneş Bir Kere Doğdu” kadar güçlü bir etki yaratmıyordu. Nitekim gecenin sonunda ikili, üçüncülükle yetinmek zorunda kalacaktı. Böylece Nil Burak Eurovision defterini bir daha açmamak üzere kapatmış oluyordu. “Yaşa Yaşa” yarışmadan sonra yayınlanmayan Eurovision şarkılarından biri oldu ve müzik tarihine gömüldü. Selmi Andak, takip eden yıllar boyunca da Türkiye finallerinde şansını denemeye devam etti. İbo ise bir süre daha sahnelerde boy gösterse de hiç plak yapmadı ve 2003 yılında sessiz sedasız hayata veda etti. 


Yetmişlerin ikinci yarısında bir koldan Baha Boduroğlu’nun, bir koldan da Hurşit Yenigün’ün çabalarıyla yolu açılan “Pop Fasıl” furyası, her furya gibi başlangıçta son derece masumdu. O günlerde gazino sahnelerinde ve plaklarında klasik ve popüler alaturka şarkıları üslubunca icra eden assolistlerimiz ve tıpkı bugünlerdeki gibi, o günlerde de alaturkanın teminatı TRT’miz ve klasik korolarımız, icracılarımız vardı var olmasına. Henüz “Hafif Türk Sanat Müziği” denilen şey de icat olunmamıştı. Ancak çok sazlı da olsa doğası gereği tek sesli bu tür, dönemin çok şatafatlı pop ve aranjman modasının ezici gücü karşısında ne çare ki gündemin başını çekemiyor, hatta zaman zaman en klasikçi bilinen şarkıcılarımız bile aranjman söylemeye meylediyordu.

Bilinmez nerden aklına geldiyse artık, Hurşit Yenigün’ün bir stüdyo dolusu ekiple beraber kotardığı “Pop Fasıl” ve Baha Boduroğlu’nun İstanbul Şarkıcıları ile ortaya çıkardığı “Disko Fasıl” projeleri tam da böylesi bir ortamda müzik piyasasına düşecek ve alaturkanın ağırlığıyla popun eğlencesini dozunda bir bileşimle dinleyiciye sunacaktı. Birbirine bir fasıl üslubunca bağlanmış alaturka şarkılar, bildiğimiz alaturka sazlara eşlik eden batılı enstrümanlarla birlikte, şenlikli bir koro tarafından seslendiriliyordu bu plaklarda. “Pop Fasıl” serisi o kadar tutu ki, kısa zamanda ortalığı bir dolu benzer türde plak sardı.

İşte tam bu noktada Hurşit Yenigün, furyanın rotasını değiştirecek bir hamle yaptı ve işin eğlencesini biraz daha ön plana çıkarıp, alaturka kısmını epeyce geriye çekerek, komik fasıl plakları yapmaya başladı. “Pop Yallah” bu yeni akımın öncüsü oldu ve hemen ardından yenileri geldi: “Ortadirek Cafer”, “Pop Gırgıriye”, “Lüküs Hayat”, “Gırgır Sekseniki” ve daha niceleri...

Bu plaklarda artık sadece alaturka değil, aklınıza gelebilecek her türden şarkı, türkü, meşhur aranjmanlar, oyun havaları ve hatta batılı klasikler, inanılması güç de olsa, aynı fasıl kurgusuyla bir şekilde bir araya getiriliyordu. Ancak bu defa şarkıların bazıları orijinal sözleriyle değil, sonradan yazılmış taşlamalı, çoğu zaman siyasal, zaman zaman cinsel içerikli komik sözleriyle seslendiriliyordu. Aslında bu çok yeni bir buluş değildi. Öztürk Serengil’den Altan Erbulak’a, Ali Avaz’dan, Ateş Böcekleri’ne dek bir dolu komedyenimizin benzer türde plakları altmışlardan beri vardı ve hep çok ses getirmişti. Ancak bunu ülkede hemen her şeyin sıfırlandığı bir ihtilal sonrası atmosferinde tekrarlamak kadar bütün şarkıları başından sonuna fasıl kurgusunda sıralamak da bir yenilikti. Nitekim bu seri de çok tuttu ve epeyce uzun soluklu oldu.

Ne var ki masum başlayan furyanın zıvanadan çıkması için fazla zaman geçmesine gerek kalmadı. Yenigün ve arkadaşlarının yaptıklarına benzer işler yapmaya çalışanlar, tornistan şarkılardaki cinselliğin dozunu kaçırınca ortaya yüz kızartıcı plaklar çıkmaya başladı ve tam da bu noktada, kelimenin tam anlamıyla furyanın gözü çıkarıldı.

Doğru dürüstü, derme çatması, edeplisi, erotiğiyle kolay yoldan “Pop Fasıl” başlığı altında toplanabilecek bu türün etkisi seksenlerin sonlarına doğru azalmaya başlamıştı ki, Nil Burak’ın “Zurna Kazım” adlı kaseti piyasaya sürüldü.


Plak devri kapanıp CD devri açılana kadarki sürece sıkışıp kalan onlarca talihsiz albümden biri olacak “Zurna Kazım”, o güne dek hep çizgi üstü albümlere imza atmış Göksoy Plakçılık etiketiyle vitrinlerde yerini aldığında, takvimler 1988 yılını gösteriyordu. Albümdeki şarkıları Nil Burak seslendiriyordu seslendirmesine ama başından sonuna bir bütün halinde “Zurna Kazım” adlı karakterin hikayelerinin anlatıldığı bu çalışmada bir de Kazım tiplemesine sesiyle hayat veren Ali Poyrazoğlu vardı. Projenin mimarı Kandemir Konduk da özellikle TRT için yazdığı “Perihan Abla” dizisiyle o günlerde epeyce popüler bir mizah yazarıydı. Ayrıca kaset kartonetinde Buğra Uğur, Uğur Dikmen ve Ülkü Aker’in de imzaları görülüyordu. Yani buraya kadar her şey mükemmeldi. Ne var ki ortaya çıkan eser için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.

“Bu Kazım, Zurna Kazım, onu tanımak lazım, bu şamata kaseti, alıp dinlemek lazım,” diye başlıyordu söze Nil Burak. Çok safiyane duygularla dinlerseniz, zurna çalmaktan başka işi gücü olmayan, tatlı serseri bir adamın komik hikayesi olarak eğlendirebilirdi sizi şarkılar. Ne var ki kelime oyunlarının haddi hesabı yoktu. Dinlerken sizin mi, yoksa yazanın mı art niyetli olduğunu anlayamıyor, utansanız mı, sıkılsanız mı, yoksa boş verip işin eğlencesini mi çıkarsanız karar veremiyordunuz.

Albümün asıl kahramanı Kazım değil zurnasıydı aslında. Artık zurnadan ne anladığınıza bağlıydı ondan sonra duyacaklarınız. “Sen bir kamyon ol, ben bir minibüs, çık üzerime et beni dümdüz” gibi, “Uludağ’da çamlar, yine girdi zamlar, Uludağ’da karlar, karda kayanlar, kaymaya zam yok baylar bayanlar” gibi argonun ve esnek Türkçe’nin “seçkin” örnekleriyle sürüp giden kasetteki şarkıların büyük kısmı, bildik şarkıların tornistan edilmiş halleriydi. “Bağdat Yolu”, “Bu Ne Dünya Kardeşim”, “Seviyorum İşte”, “Olmaz Olmaz Bu İş Olamaz”, “Allah Allah”, “Misket” gibi eskinin ve o günün popüler şarkıları, bambaşka şekilde çıkıyordu dinleyici karşısına.

Bereket ki her nasılsa kasete girmiş ve konunun bütünlüğüyle ilgisi olmayan üç şarkı kurtarıyordu durumu: “Ben Bir Mahçup Aşık”, “Bir Fırtına Esiyor” ve “Bence Mahsuru Yok”. Bu üç şarkı, bildik bir Nil Burak albümünde yer alabilecek “normal” Nil Burak şarkılarıydı. Zaten üçünün de sözlerinin Ülkü Aker tarafından yazılmış olduğu düşünülürse, albüme “normal” şarkı da olsun diye konulmuş olsalar gerekti.  

Ben o ara Sezen Aksu-Onno Tunç, Nilüfer-Kayahan ve Mazhar-Fuat-Özkan sularında yüzdüğümden midir nedir, pek de alaka göstermemiştim “Zurna Kazım”a. O derece sevdiğim Nil Burak’ın bu albümünü satın almaya bile yeltenmemiştim nedense. İçinde ne var ne yok bilmememe rağmen, kuvvetle muhtemel sezmiş olmalıydım bana hitap etmeyeceğini.


2007 yılının yaz aylarında Nil Burak’ın yeni albüm çalışmaları için şarkı seçmeye çalıştığımız günlerdeydik. Hakan Eren de ben de yıllardır aklımızda yer etmiş Nil Burak stilini devam ettirebilecek şarkıların peşindeydik. Ne idi hatırlamıyorum. Bir şarkı bahis konusu idi o gün. “Aman Nil Hanım, o şarkı size uyar mı hiç,” demiştim. Önerdiği her ne ise, pek yakıştıramamış olmalıyım. “Ay ne var, ben “Zurna Kazım” yapmış kadınım!” dedi gülerek. Verecek cevap bulamamıştım. Ne yapsa yakıştıracaktı kendine vesselam.

Bu anekdotun ardından, tekrar dönelim 1988 yılına...


Pop müzikte ikinci büyük patlamanın arefesindeydik. Ne ki bunun henüz farkında değildik. Ben kendi adıma, şöyle baştan sona ağız tadıyla dinleyecek doğru dürüst bir pop albüm bulmakta zorlana zorlana, başka türlere meyletmekte bulmuştum çareyi.

Samime Sanay korkumu nihayet üzerimden atmış, çocukluğumdan beri bayıldığım şahane Emel Sayın’ın son dönemde ardı ardına yayınlanan popüler alaturka albümlerini bağrıma basmıştım. Gelsin “Sevdalılar”, gitsin “Yağdır Mevlam Su”, onlar da kesmezse Zeki Müren’den “Gözlerin Doğuyor Gecelerime”, “Al Mendilim”, o da olmadı “Ben Zeki Müren”. Şaka değil, o sıra herkeste bir popüler alaturka merakı hasıl olmuştu. Hafif Türk Sanat Müziğinin gereğinden fazla stilize, çok sesli, senfonik hallerinden, bu daha kolay dinlenir tarza geçişimizi aslında Garo Mafyan’a borçluyduk. Çünkü o dönemde Emel Sayın, Zeki Müren ve daha bir dolu alaturkacının albümünde düzenlemeleri Mafyan yapıyor ve haliyle popa yakın duran bu stil alaturka şarkılar, gençlerin de hoşuna gidiyordu. Kaldı ki yaşıtlarım ve yakın yaşlardakiler de bir süredir Sezen Aksu, Nilüfer ve Mazhar-Fuat-Özkan sayesinde artık Türkçe şarkıları küçümsemekten vazgeçmişlerdi.

Hiç unutmam o yılların birinde, bir yaz günü bir otobüs dolusu yaşıtımla İzmir’den Urla tarafına doğru bir yaz kampına gitmek üzere yol alıyoruz. O zamanlar İzmir-Urla arası otoban yok. Asfalt yolda bir trafik, bir keşmekeş... Bir saatlik yol oluyor iki saat. Otobüsün teybinde şoför amcanın arşivinden bir Zeki Müren kaseti dönüp duruyor. Bütün otobüs bir ağızdan eşlik ediyoruz şarkılara. Ama ne eşlik etmek. Hepimiz Zeki Müren’iz o dakika. Şarkılarda geçen bütün “r”lere bastırıyor, bütün “ş”leri tıslatıyoruz hep beraber sözleşmiş gibi. Yeri geldikçe ergen hançerelerimizin var gücüyle sesimizi titrete titrete nağmeler döktürmelerimizse hepsinden komik. Yerlerde sürünüyorum gülmekten. Ama bütün şarkıları ezbere biliyoruz sonuçta. Pop patladı patlayacak belli. Hani “Abone” diye, “Hey Corç” diye, “Hadi Yine İyisin” diye filan şarkılar yapsa birileri, yıkacağız ortalığı, teşneyiz dünden. 

İşte 1989 yılına böyle bir ahval ve şeraitte girmiştik. Kayahan, Nilüfer’in sesinden meşhur ettiği şarkılarını “Siyah Işıklar” adlı albümünde toplayıp bu kez bir de kendisi söylemiş, doğrusu bu ya, o çok sevdiğimiz her bir şarkı, onun sesinden yepyeni birer şarkı gibi tekrar dilimize düşmüştü. Yetmişlerin göz kamaştırıcı yıldızlarından Gökben “Şekerim”le, Seyyal Taner ise “Nanay”la doksanları karşılamaya hazır ve nazırdılar. İlhan İrem “Uçun Kuşlar Uçun”la çoktan uçuşa geçtiğini bir kez daha gösterirken, ister  Sevingül Bahadır, ister Fatih Kısaparmak usulünden sevin, “Sevdiğine sözü olan bir kilim dokur”u sevmeyeni dövüyorlardı o sene. 

Sezen Aksu “Şinanay”la “Belalım” arası “ister eğlen, ister sürün aşkından” formülünü tam da o ara keşfetmiş olmalıydı. Nükhet Duru tüm kariyerinin en şahane albümlerinden birini; “Benim Yolum”u, Zuhal Olcay’sa ilk albümü “Küçük Bir Öykü Bu”yu yılın sonuna doğru aynı günlerde piyasaya çıkararak popun sosuna kıvam vermeye hazırlanıyorlardı. O yıl en çok Barış Manço’nun yılı olacaktı ya, “Kara Sevda”lar, “Can Bedenden Çıkmayınca”lar, “Domates Biber Patlıcan”lar filan bir bir çıkıp “Yediden Yetmişyediye”nin Pazar öğleden sonralarından, “Darısı Başınıza” albümüne yer ederlerken, Manço’nun dönemdaşları Fikret Kızılok, Selda ve Erkin Koray da her biri birer zımba albümle döneceklerdi uzun suskunlukların ardından. Nil Burak’ın yeni albümü “Oldu Olacak” o günlerde yayınlandı. 


Tempa & Foneks etiketiyle yayınlanan bu yeni albümü, “Zurna Kazım”ın aksine, piyasaya çıkar çıkmaz satın alacaktım. Çünkü ta 1985 yılından bu yana yayınlanmasını beklediğim “Güneş Bir Kere Doğdu”, nihayet bu kasetle gün ışığına çıkıyordu. Evet, ne yazık ki bu albüm de sadece kaset olarak sürülmüştü piyasa. CD teknolojisi ülkeye girmişti girmesine. Ancak henüz çok az sayıda albüm CD formatında yayınlanmıştı ve bu pahalı teknolojiyi satmak da, satın almak da şimdilik pek akıl karı görünmüyordu. Kaset maset, “Oldu Olacak” yılın en heyecan verici albümlerinden biriydi benim için. Kaldı ki kaseti bir koşu gidip satın almama sebep “Güneş Bir Kere Doğdu”ya varmadan daha, albüm sıralamasının ikinci şarkısında darmaduman olacağımdan henüz habersizdim.

Albüme adını veren ve açılış şarkısı olan “Oldu Olacak”, pek eğlenceliydi. Aysel Gürel’in hınzır şarkı sözleri, edepsizliğin kıyısından dönüyor, insanın aklına bin türlü şey getiriyordu amma, “Zurna Kazım” dinlemiş Nil Burak hayranları için bu kadarcık muzırlığın lafı olmazdı artık. Ancak asıl mesele ikinci şarkıdaydı.

“Sen de Başını Alıp Gitme” de neyin nesiydi Allah aşkına? Bu nasıl bir şarkı sözü, şiir, bu nasıl bir beste ve yorumdu? Nil Burak durmuş durmuş, kocaman bir turnayı gözünden vurmuştu anlaşılan. Hiç şüphe yoktu; bu şarkı onun kariyerinin en büyük “hit”lerinden biri olacaktı, hatta daha ilk dinleyişte olmuştu bile benim gözümde.

Yaş yirmiydi daha. İnsan ne kadar alkış duymuş, ne kadar ihanet görmüş olabilirdi ki o yaşta? Yirmi yıllık bir hayatta neler ya da kimler ne kadar “az” olabilirdi en fazla? Çoğu görmemiş, azın ne kadar farkında olabilirdi ya da? Oysa Cem Karaca çoğu da biliyordu, azı da... Belki de bu satırları onun yazdığını bilmek, bu satırları ona yazdıran hayat hikayesine, biraz da utanarak şahitlik etmiş olmaktı bu şarkıyı bu kadar sahici kılan. Ve yürek yakan melodisi kadar, Nil Burak’ın katıksız hüzün taşıyan sesi de kuşkusuz... Bizi çok etkileyen şarkıların mutlaka ama mutlaka hayatlarımızdaki bir şeylere, bir yerlere, biz farkında olalım ya da olmayalım, bir anıya, bir yaşanmışa değdiğini biliriz. En azından ben bilirim. Ama “Sen de Başını Alıp Gitme”nin nereye değdiğini, niye canımı bu kadar acıttığını hiç bilemedim. Hala da bilmem.


2008 yılında son albümünün piyasaya çıkmasına günler kalaydı. Nil Burak’ın evindeydik. Beklenmedik, uzak bir deniz kokusu, dışarının ıslak soğuğuna rağmen açık bırakılmış pencereden yol buluyor, durup durup uğruyordu evin salonuna. Yakınlarda bir yerlerden geçen ve oradan Boğaz köprüsüne bağlanan yolun egzoz dumanına bulanmış uğultusu, sesini sonuna kadar açtığımız müzik setinden yayılan şarkılara karışıp kaybolurken, “mastering”i henüz bitmiş yepyeni Nil Burak şarkıları çınlıyordu duvarlarda. Biten her şarkının ardından diskçaların “pause” tuşuna basıyor, meraklı gözlerle bizden gelecek yorumu bekliyordu Nil Burak. Her biri üzerine uzun uzun konuşuyor, yeninin, coşkuyla, emekle, terle yaratılmış, yoktan var edilmişin kalp çarpıntılarıyla yerimizde duramıyorduk. “Pause” tuşuna ikinci kez basmış, sıradaki şarkı çalmaya başlamıştı. Hepsini önceden biliyordum şarkıların. Ama bunu duymamıştım daha önce sanki.

Bir keman inliyordu ağır ezgi, aksak makam. Göz göze gelmiştik. “Bu nedir,” diye sormuştum gayri ihtiyari. Gülümsemiş, “Bu yeni bir şarkı,” demişti muzır bir ifadeyle. Sonra o çok bildik nağme dökülmeye başlayınca aynı kemandan, aymıştım o dakika. “Sen de Başını Alıp Gitme”nin 2008 versiyonuydu bu. Gözlerim nemlenmiş, tepeden tırnağa ürpermiştim. Soluksuz dinleyecek, hatta dinlerken kendi şarkımdan bile daha çok etkilenen kendime delice haset duyduğumu utanarak fark edecektim. Yeniden söylenen sayısız eski şarkının hemen hepsi eskisine rahmet okutmuştu. Pek azını beğenmiştim yıllar yılı. Belki de ilk kez bu kadar başarılı olmuştu bir “cover”. Ne yazık ki albüm yayınlandıktan sonra, yıllar öncesinden süregelen anlamsız bir kan davası nedeniyle şarkının bu mucizevi yeniden doğuşu güme gidecek, çıkan kuru gürültü, bu olağanüstü şarkının nağmelerini bastıracaktı.

O gece bu ihtimal aklımızın ucundan bile geçmemişti doğal olarak. Üretmenin her safhası alabildiğine sancı, alabildiğine heyecan, alabildiğine haz demekti. En çok haz, yazdığınızın, çizdiğinizin ya da söylediğinizin son kertede elinize, gözünüze, kulağınıza geliverdiği anda yaşanıyordu kuşkusuz. Ola ki sizden öteye de gider, başkalarına ulaşır, beğenilir, dinlenir, okunur ve de sevilir, çoğalırsa, misliyle katlanıyordu hazzınız, bine, onbine, yüzbine... Kıyısından köşesinden de bulaşmış olsam bu serüvene, Nil Burak’ın 12 yıl sonra yeniden dönüşü olacak bu yeni albümü, ilk kez, hem de onunla birlikte dinliyor olmak, onun o an duyduğu hazdan en az onun kadar pay almaktı benim için. Hiç vesveselere, bedbinliklere kapılmanın, kötücül ihtimaller türetmenin yeri, zamanı değildi. Bir sayım günü içine çekildiğim beyaz camın ardında, harikalar diyarında, deli mavi sihirli gözlerin peşinde sürüklenmeye devam ediyordum.


On şarkılık “Oldu Olacak” albümüne Uğur Dikmen hem beş bestesiyle, hem de bütün şarkıların aranjörü olarak imza atmıştı. Üç şarkının sözleri Nil Burak’a aitti. Bu şarkılardan biri, yılın son günlerinde yayınlanacak Ajda Pekkan albümünde Fikret Şeneş sözleriyle yer alacak (“Sana Bana Yeter”) bir Enrico Masias şarkısıydı ve “Hayrola” adını taşıyordu. Ege sularında gezinen Banu Kırbağ bestesi “Hasret İki Dudak Arasında”, ağır ve iddialı “Dokuztaş”, çok eğlenceli ve hatta komik “Şık Şık”, ama en çok da muazzam Aysel Gürel sözleriyle “Kar Gülleri” albümü başından sonuna dinlenir hale getiriyordu. Dinledim nitekim. Bıkmadan, usanmadan, ilk kez kızıla boyattığı saçlarıyla yine çok etkileyici bir bakışla poz vermiş Nil Burak’ın kapak fotoğrafını fon edip şarkılara, kendi kendine kasetin arka yüzüne geçebilen otomatik kasetçalarımı bıraktım kendi haline, çaldı da durdu... O kaset benim aylar boyunca uzun uzun dinleyebildiğim son kasetlerden biri olacaktı. Çünkü doksanlar çoktan kapıyı çalmıştı. 


Bildim bileli hayalperesttim. Çocukluğumun ve hatta ergen yaşlarımın neredeyse tamamını hayali kahramanlarımla beraber geçirmiştim. Gerçek hayatta gözüme kestirdiğim, kendi kriterlerimce artistik bir karizma taşıdığını düşündüğüm insanları hayal dünyamın kahramanları yapıyordum. Hayal dünyam dediysem, devler cüceler, masal perileri, süper güçlü insanlar filan değildi benim kahramanlarım. Hepsi şarkıcıydı. Plakların milyonlar sattığı, televizyon programlarının izlenme rekorları kırdığı, konserlerin hıncahınç dolduğu bir dünyanın, yani o yıllarda Türkiye’de hayal bile edilemeyecek acayip bir müzik sektörünün hayali şarkıcıları. Akika Eren, Ayla Özdil, Sevinç Çeltik, Gülpembe-Baldemir-Merter Elvan üçlüsü ve daha niceleri...

Kimi orta okul öğretmenimdi aslında, kimi de uydurma isimler ve tipler... Ayda bir albüm çıkarırlar, her albümleriyle olay yaratırlardı. Hepsinin albümlerinin adları, içlerindeki şarkılar filan belliydi, onları da uydurur, hatta bazen daha da ileri gider, oturur, şarkılarını da yazardım. Akika Eren’in “Ruj” albümü milyonlar satmış, ardından yayınladığı “Ayol” adlı albüm de en az onun kadar beğenilmişti. Ayla Özdil Anadolu-pop türü şarkılar söyler, Sevinç Çeltik’se pop-caz albümler yapardı (Yavuz Aydar ve Şebnem Savaşçı Stüdyo FM’de o kadar çok pop-caz albüm çalarlardı ki, ilham vermişlerdi haliyle).

Gülden Karaböcek’in “Kırılsın Ellerim” şarkısını çok mu beğendim? Hemen “Kırılsın Ellerim” diye bir dizi yayınlanmaya başlardı televizyonda. Aylarca sürer, her bölümü olay olurdu. Nur Yoldaş’ın şarkısından etkilenip, babamın portatif daktilosu marifetiyle “Sadabad” diye bir dizi senaryosu yazmıştım. “Dallas”vari bir aile içi entrika dizisiydi ama Osmanlı zamanında İstanbul’da bir konakta geçiyordu. Halide Edip’ten, Hüseyin Rahmi’den, Reşat Nuri’den öğrendiğim ne kadar Osmanlıca kelime varsa hepsini boca etmiştim diyaloglara. Evin şımarık kızı rolünü (bir nevi Lucy yani) Ahu Tuğba’ya verdiğimi de hatırlıyorum.

Ya Zerrin Özer’in şarkısından yola çıkarak yazdığım “O Yaz” dizisine ne demeli ? O aralar babaannemle her yaz gittiğimiz Yalova’da bir yazlık sitede, bir grup gencin maceralarını anlatan dizi, üstelik de müzikaldi (“Grease” ve “Hisseli Harikalar” arası bir şey yani). O senaryoları saklamadığıma hala üzülürüm. Diğerlerinden saklayacak hiçbir şey yoktu zaten çünkü hepsi benim kafamın içinde yazılıyor ve yaşıyordu. Bana deli demesinler diye kimseye anlatmaz, en yakın arkadaşlarımla bile paylaşmazdım hayal kahramanlarımı.

İlk klip senaryolarımı da o günlerde uydurmaya başlamıştım. Çengelköy sırtlarından Boğaz’ı seyrederek geçirdiğim ergen yıllar süresince yanımdan hiç ayırmadığım “walkman”imde hangi şarkı dönüyorsa, hayalimde o şarkının klipi canlanırdı hemen. Ajda Pekkan, “Aşk Oyun Değil”i hep Boğaz Köprüsünün ayaklarından birinin en tepesinde oturarak söylerdi. Bunu o yılların televizyonculuk harikası “blue-box” yönetimiyle yapmalıydı kuşkusuz. Koskoca Ajda’yı oraya çıkaracak halimiz yoktu! Ama Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın Eurovision şarkısı “Halay” için düşündüğüm klip, gerçekten köprüde çekilecekti. Köprünün bir ucundan bir ucuna el ele tutuşmuş halay çeken insanlar hayal ediyordum. Bu görüntü bütün Avrupa’yı etkileyecekti.

Sezen Aksu’nun klip çekilmeye çok müsait, her biri hikayeli şarkıları da nasibini alıyordu hayal gücümden. Aydoğan Ergezen’in “Git”e çektiği durağan görüntüleri katiyen beğenmiyordum. “Git”in klipi daha vurdulu kırdılı, daha heyecanlı olmalıydı. Kapılar camlar kırılmalıydı “git, gitme” filan derken Sezen. Ve daha neler neler...      

Ta seksenlerden beri kaset üreten, kaset formatındaki albümlerin baskısını yapan Raks Firması, doksanların başında müzik prodüksiyonu işine el atınca çok heyecanlanmıştım. Unkapanı’na sıkışıp kalmış müzik piyasası nihayet bir sektöre dönüşmeye başlıyordu galiba. Bunun bana ne faydası vardı bilmiyordum ama pek mutluydum bu gelişmeden. Gerçi firma kurulup albüm prodüksiyonlarına girişince, her Raks etiketli albümü gözü kapalı satın alıp kerametini anlamaya çalışacak, kısa süre sonra Unkapanı mantığından bir adım öteye geçemediğini fark edecek, sonrasında müzik sektörüne sağladığı katkı kadar sektörün kocaman bir çöplüğe dönüşmesine de neden olacağını ve hatta bu yolda kendi kendini yok edeceğini de görecektim ama şimdilik o kadarını öngöremiyordum.

O günlerde bir gazete haberinde Raks Müziğin üst düzey kadrolarından birinde Cansu Akbel’in çalıştığını öğrendim. Yetmişlerin meşhur “Küçük Ev” dizisinde o yaşlarda hepimizin aşık olduğu Laura’yı seslendirmiş olmasından gayri bir tanışlığımız yoktu kendisiyle. Ne ki Laura’ya olan aşkımızın yarısı onun sesineydi aslında. Dolayısıyla o feci doksanlı yıllar saçlarıyla verdiği masa başı ofis pozlarına rağmen sempati duyulası, aşina bilinesiydi Cansu Akbel nezdimde. Hemen bir mektup döşendim.

Henüz klip sözcüğü memleket lügatinde yer edinmemişti. Şarkılara senaryolu görüntüler, bir nevi kısa filmler çekmeyi öneriyordum ben de bu yüzden. Müthiş senaryolar vardı kafamda, ama olur da esinlenirler diye birini bile yazmamış, sadece isterlerse gönderebileceğimi belirtmiştim (özgüvenin böylesi). Bu tam da Raks Müzik’e yakışır bir yenilik, bir hamle olacaktı. Pozisyonumun tam olarak ne olacağı belli değildi. Yani ne yönetmendim, ne senarist, ne kameraman. Birileri gelecek, bana fikir soracak, ben de onlara hayal gücümün engin yaratıcılığıyla “Bu şarkıya şöyle bir klip çekin,” diyecektim. Olmadı tabi. Ne ben o mektubu gönderdim, ne de klip sektörünü fikir bazında da olsa Türkiye’ye ilk getiren kişi olduğumu benden başka bilen oldu. Zaten Cansu Akbel de Raks’ta fazla kalıcı olmadı bildiğim kadarıyla.

Nil Burak’ın doksanlı yıllara avdet etmesi, 1992 yılında yayınlanan “İşte Banko” albümüyle oldu. Albüm Raks Müzik etiketi taşıyordu.


Ne anlatmalar yeter, ne dinlemeler. Hakikaten bir başkaydı doksanlı yıllar Türk popu. Her koldan gelen, hayatımızı istila eden ve tıpkı bir çekirge sürüsü gibi ortalığı saran popçular ancak birer ikişer çekilmeye başladığı zaman ne kadar yağmalandığımızı, yenilip yutulduğumuzu görebildik. O ara her şey toz dumandı. İyiyi kötüyü ayırt etmek şöyle dursun, neyin ne olduğunu bile anlayamayacaktık o karambolde.

Baştan ayağa gümüşi kılığıyla uzaydan kaçıp gelmiş, geç kalmış taverna şarkıları söyleyen Paşa Gönlüm kimdi mesela? Ya “Yes Sir” şarkısıyla dillere düşmüş Doktor Tarık? Daha da fenası, ya “doksan-altmış-doksan, her gören hayran” dansöz-şarkıcı Samra Sökmen? “Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur” diyen Barbaros Hayrettin, gerçekten bizim babamız olabilir miydi ? Örnekler çoğaltılabilir, içimiz daha da kararabilir. Ama konumuz o değil.

“İşte Banko” neresinden bakılsa, bu hengameden ziyadesiyle nasibini almış bir albüm olacaktı. Tabi bunu ancak yıllar geçtikçe idrak edebilecektik. Zira o günlerde benzer her albüme ziyadesiyle toleranslıydık. Yeter ki tekerleme olsundu içinde, yeter ki çıstaka çıstak, tavernadan hallice klavye (ya da bilgisayar fark etmez) mahsulü bir müzikal anlayış olsundu. “İşte Banko”da hepsi ve hatta daha fazlası vardı nitekim.

Buram buram doksanlar tüten ve albüme adını veren şarkıyla açılan “İşte Banko”, nefis bir Şehrazat – Uğur Dikmen şarkısıyla devam ediyordu: “Yiğidim”. Nil Burak hiç öyle Anadolu kadını çizgisinde olmamıştı başından beri, Ajda kadar radikal olmasa da, ayaklarının üzerinde duran bir kadın portesi çizmiş, bundandır ki erkeğe mahkum kadın hikayelerini pek de dillendirmemişti. “Yiğidim”, bu resmin çok dışında bir güzelleme, bir “erkeğe övgü” şarkısı olmasına rağmen, sapına kadar inandırıcı geliyordu kulağa.

Piyasada çok az şarkısı duyulmuş, ama tek bir şarkısı bile boş çıkmamış Akın Ertübey’in iki bestesinden biri Aysel Gürel’in yazdığı sözlerle büyüyen “Yüreğim Götürmüyor” şahane bir balattı. Ne ki diğer Ertübey bestesi “Hayrettin”, Henri Mizrahi’nin komik sözleriyle tam bir doksanlı yıllar çeşitlemesiydi.

Cem Karaca bu defa söz ve müziğine imza attığı “Sen Duymadın”la albüme adını yazdırmış, doğrusu ya bu şarkı da Nil Burak’a pek yakışmıştı. Şehrazat imzalı “İlle de Yar”, albümün “hit” adaylarındandı. Nil Burak albümde iki şarkıyı kendi bestelemiş, bir şarkıya da söz yazmıştı. Bu şarkılardan “Söz Verdim”, daha ilk dinleyişte dikkat çekiyordu.

Ve bir de “cover” vardı albümde. Yirmi yılı devirmiş Nil Burak “hit”i “Tatlı Tatlı”, doksanların müzikal anlayışıyla yeniden düzenlenmiş, söylenmiş ve albümde tatsız bir şaka gibi yer edinmişti. Mazhar-Fuat-Özkan’ın “Ali Desidero”su sayesinde memleket popüler müzik gündemine girmiş rap türüyle, bu canım yetmişli yıllar klasiğinin bileşimi kelimenin tam anlamıyla feci olmuştu çünkü. Bir sayım günü siyah beyaz televizyonun karşısında beni büyülemiş o şahane şarkının bu halini dinlemeye hiç içim elvermeyecek, kasetin o kısmını hep sardırarak geçecektim. Hatta şimdi, şu anda bu yazı sebebiyle bilgisayarımda yeniden dinlerken bile kelimenin tam anlamıyla daralıyorum ki o derece yani.

Belki başından sonuna fevkalade doksanlar estetiğindeki düzenlemeler bu kadar rahatsız etmese kulağımızı bugün, hiç de yabana atılacak bir albüm olmayacaktı “İşte Banko” yıllar sonra bile. En azından Nil Burak’ın kendisine yakışan şarkıları bulmak ve söylemek konusundaki maharetini tescilleyen bir albümdü bu. Ve elbette onun yetmiş ve seksenlerden sonra doksanlı yıllar Türk popuna da ismini yazdırmasının bir vesilesi.

“İşte Banko” aynı zamanda Nil Burak’ın CD formatında yayınlanan ilk albümü oldu. CD formatı biraz daha yaygınlaşmaya başlamıştı başlamasına ama henüz memlekette CD basan fabrika yoktu. O günlerde yurt dışında yapılan baskıların gelişi geciktiğinden midir nedir, albümler önce kaset formatında yayınlanıyor, bir-iki ay sonra da CD baskısı piyasaya sürülüyordu. E bende iki ay bekleyecek sabır ne gezer? Kaseti çıkar çıkmaz alıyorum. Bu defa da “nasılsa kaseti var” deyip CD’ye onca para vermekten imtina ediyorum. Ondandır ki doksanlı yılların ilk yarısında basılmış nice CD’yi sonradan bulacağım diye göbeğim çatladı. O kadar az sayıdaki basılmışlardı ki, bazılarını hala bulmak mümkün olmadı. “İşte Banko” da onlardan biridir nitekim. Bir kopyası var, ama orijinali hala arşivimde yok ne çare.


Türk televizyon yayıncılığı tarihine en uzun soluklu ve en şatafatlı “sit-com” olarak yazılacağı şüphe götürmez Avrupa Yakası dizisinin bilmem kaçıncı sezonu 2007 sonbaharında başlamış, dizi, o sezon senaryoya dahil olan yeni karakterlerle daha da şenlenmişti. “Moda ikonası”, görgüsüz cemiyet kızı Şahika Koçarslanlı tiplemesi kısa sürede herkesin diline düşecek, Şahika’nın dengesiz tavırları ve kendine münhasır cümleleri pek sevilecekti. Bazen bir fars, bazen saçma sapan bir gerilim komedisi, bazen kara mizah ama her defasında neredeyse uzun metrajlı bir film, iki perdelik bir tiyatro oyunu tadında, zekası bilenmiş bir kalemin elinden çıktığı her halinden belli senaryosu, birbirinden ehil oyuncuları ve yüksek tempolu kurgusuyla bu çok kalburüstü diziyi başından beri hiç kaçırmıyordum. Bizim ev halkının adeta ailece sinemaya gider gibi saygılı bir ritüelle gününü saatini kollayarak televizyon karşısına geçtiği ve yıllar boyu sektirmeden ve dahası hiç sıkılmadan (can sıkar ya ritüeller bir yerden sonra) takip ettiği tek televizyon dizisiydi nitekim. 

Dizinin yeni gözdesi Şahika, günün birinde bir bölümde durduk yerde, o dayanılmaz sesiyle “Olmaz olmaz deme hiç, olmaz olmaz sevgilim” diye şakımaya başlayınca ekran karşısında kalakalacaktım. Neresinden baksanız tuhaftı. “Olmaz Olmaz Deme” hiçbir zaman Nil Burak’ın en şahane “hit”lerinden biri olmamıştı. Ne “Tatlı Tatlı” gibi dillerde dolaşmış, ne de “Boş Vere Vere” gibi bir döneme damgasını vurmuştu. Üstelik ilk yayınlandığı günden bu yana da yeniden söylenmemiş, hatta yeniden basılmamıştı bile. Kimin, nerden aklına gelmişti bu şarkıyı dizide kullanmak? Şaşkındım.

Tam da Nil Burak’ın yıllar sonra müziğe dönüşünün arifesinde, henüz bu dönüşten hiç kimsenin haberi yokken üstelik, böyle bir tesadüfe şaşırmamak mümkün değildi. Şaşırmış, ama bir o kadar da sevinmiştim elbette. Devir şarkıların televizyon dizileriyle pazarlandığı bir devirdi. Örnek çok tazeydi daha. Ayten Alpman’ın “Ben Varım”ı “Aliye” dizisinde kullanılınca kıyamet kopmuş, şarkının içinde yer aldığı albüm, yayınlanmasından altı yıl sonra baskı üzerine baskı yapmıştı. Nitekim artık Avrupa Yakası’nın yaratıcısı Gülse Birsel mi, yoksa Şahika tiplemesine hayat veren Binnur Kaya mı vesile oldu bilinmez ama Nil Burak’ın bir şarkısının bu dizi sayesinde yıllar sonra yeniden gündeme gelmesi, yakında yayınlanacak duble albüm için itici güç olacaktı, bu kesindi. Şarkı, sonraki bölümlerde de bir çok kez Şahika’nın dinlemelere seza yorumuyla dizide yer aldı ve sonunda Nil Burak, tam da albümünün yayınlandığı günlerde Avrupa Yakasında konuk oyuncu göründü. 

O bölümün yayınlandığı gece internette Nil Burak’ın oğlu Cemre ile yazışmıştık. Amerika’da hem okuyor, hem de dj’lik yapıyordu. Annesini dizide nasıl bulduğunu sormuştum. “Eskiden oyunculuğu daha iyiydi,” diye yanıtlamıştı beni, gülüşmüştük. Haklıydı. Çekim esnasında ne kadar heyecanlı olduğu hissediliyordu. Kolay değildi. İşine ne kadar saygılı olduğunu, yılların deneyimine rağmen heyecanını nasıl sıcak tuttuğunu artık çok iyi biliyordum. Anlaşılabilir bir şeydi benim için onun bu hali.

“Olmaz Olmaz Deme”nin “remix” versiyonunu Şahika ile birlikte söyleyişi çok komik, çok eğlenceliydi. Albüme şans getirmesini umuyordum bu çekimin. İzmir’deki yazlık sinema canlanıyordu gözümde o dakika. Kalabalık gişe kuyrukları, frigo-buz (bir çeşit çikolatalı dondurma), sade gazoz ve külahta çekirdek satan satıcılar, kirli beyaz devasa duvara yansıyan ve dokunduğu yere bir masalın yanılsamasını düşüren o sihirli ışık huzmesinin altında tahta sandalyelere sıralanmış kalabalık aileler, konu komşu, eş dost, hısım akraba... Yaz gecelerinin sıcağında yankılanan o şahane dublaj sesleri... Perdede Hülya Koçyiğit, Yeşilçam’ın yeni çocuk yıldızı olmasına kesin gözüyle bakılan kızı Gülşah ve babası rolünde yakışıklı mı yakışıklı Cemil Şahbaz. Nil Burak’sa babasıyla evlenmek üzere olan ama nedense Gülşah’ın bir türlü sevmediği kokoş kadın. Gülşah  yapmadığını bırakmıyor kadına. 

Artık piknik midir nedir bilinmez, bir vesileyle ormana gidiyorlar cümbür cemaat. Gülşah bizimkini ormanda yırtıcı aslanlar olduğuna inandırıyor çocuk aklıyla. Nil’in yüreği ağzında. Aslanları uzaklaştırmanın yolu, bir yandan iki dal parçasını birbirine vururken bir yandan da “Aslan kaç, aslan kaç,” demekmiş meğer. Nasılsa inanıyor Nil Burak bu martavala. Elindeki dalları vura vura bağır çağır ormanda bir telaş koşuşu var ki Nil’in, gülmekten yerlere yatıyorum.


Yıllar sonra bu defa “Çalıkuşu”nun televizyon versiyonunda Kamuran’a talip fettan kadın olarak Aydan Şener Feride tarafından fena halde tefe konulacak ya, o vakit yapımcıların ona bu rolü vermesinde Gülşah filminde canlandırdığı tiplemenin etkisi olduğundan hiç şüphe duymayacağım. Ben şarkılarıyla büyülendiğim gizemli kadını seviyorum oysa. Her şarkıda başka bir hayatın içinden geçmesi, beyaz perdede ya da beyaz camda şablon tiplere bürünmesinden, dublaj seslerle konuşmasından kat be kat makbul gözümde.

Ne ki, 1992-1995 yılları arasında şarkılarından ziyade magazin değeri yüksek haberlerle taşınacaktı gündeme Nil Burak ismi. Mahremiyet sınırı ne kadar ihlal edilirse, magazin değeri o kadar yükseliyordu zira haberlerin, öyle bir dönemden geçiyorduk. Bir o cepheye koşuyordu şimdi haberciler, bir bu cepheye. Her iki cepheden de yaylım ateşleri açılıyor, haberciler iki ateş arasında ellerini ovuşturuyordu. Buna zamanla alışacaktık. Sıradan bile gelmeye başlayacaktı artık. Oysa o vakitler pek tahammülümüz yoktu. Hepimiz rahatsız olmuştuk. Habere şahit olanlar kadar, malzeme olanlar da. Ama kolay kesilmedi ardı arkası. Uzadı da uzadı, handiyse bir kan davasına dönüştü. Nil Burak’la Uğur Dikmen’in müzikal ortaklıklarının bitmesi, ardından Uğur Dikmen’in başka bir safa geçmesiyle başlayan dava, gün geldi bir tek şarkının eksenine saplanıp kaldı. “Sen de Başını Alıp Gitme” idi o şarkı. 1989 yılında yayınlanan “Oldu Olacak” albümünün kartonetinde şarkının bestecisi Nil Burak gözüküyordu. Oysa Uğur Dikmen, yıllar sonra bestenin aslında kendisine ait olduğunu iddia ediyordu.

Yıllar süren bu dava, tam küllendi derken, şarkı önce Cem Karaca’ya saygı albümünde Deniz Seki tarafından izin alınmadan yorumlanınca, ardından da Nil Burak’ın 2008 albümünde yeniden seslendirilince ortalık yine toz duman olacaktı. İşin doğrusu neydi? Uğur Dikmen cephesini hiç dinlemediğim için ne söylesem tek taraflı olmaktan korkarım. Ancak Nil Burak’ın işin aslını birebir bana anlatışındaki o çok içten hali, yürekten tavrı ve yapmacıksız samimiyetini her düşündüğümde, taraflı olmamak için bir sebep de göremiyorum aslında. Ortada kesinleşmiş bir mahkeme kararı yok iken, şarkının yayınlanmasını engellemek için televizyon ve radyo kanallarına protesto mesajları çekmek filan belki ayıptı, belki hukuk dışıydı ama en çok da can acıtıcıydı her şeyden önce. Hele ki oniki yıl sonra yapılmış yeni bir albümün böylesi bir hikayeyle gündeme gelmesi karşısında insan üzülmekten başka bir şey yapamıyordu. 

Nil Burak, Uğur Dikmen’le müzikal birlikteliklerinin olaylı bitişi sonrası, yeni bir albüm yapmak için acele etmedi. Nitekim “Akdeniz Rüzgarları” adını taşıyan albümü yayınlandığında, takvimler 1995 yılını gösteriyordu.


Doksanların hemen başında patlayan popun en azgın, en kabına sığmaz günleriydi. Durdurabilene aşkolsundu şimdi popu. Kaset satışları tavana vurmuş, frekans mrekans dinlemeden bir verici, iki kasetçalarla bir gecede yayına geçebilen özel radyolarla popun ateşi iyice harlanmıştı. Kasetini aldığımız, çala çala bir hal olduğumuz, ezber ettiğimiz şarkıları bir de radyodan duymazsak içimiz rahat etmiyordu. İlla telefon başında bir türlü düşmeyen radyo numaralarını ısrarla çevirecek, istediğimiz şarkıyı kimler için istediğimizi sıralayacak, sonra ağzı kalabalık dj’lerden birinin adımızı ve şarkımızı anons etmesini kalp çarpıntılarıyla bekleyecektik. Bu anında istek hatları, bu önümüze gelene şarkı armağan etme, armağan edilen şarkılarla haberleşme, hatta flörtleşme histerimiz bizi o günlerden bugünlere oyalayacak, bir nesil değişecek, radyo anonslarının yerini ekranın altından akan cep telefonu mesajları alsa da, mesajların içeriği ve kullanılan cümleler hep aynı kalacaktı.

Piyasaya çıkan albümlerin akıbetine radyoların katkısı da o günlerde kendini göstermeye başladı. Önceleri herkes tıpkı televizyonun Yeşilçam’ı nakavt etmesi gibi, radyoların da Unkapanı’nı kündeye getireceğini düşünüyordu. Hatta telifsiz kanunsuz 24 saat bangır bangır şarkı çalan radyoların kapatılması için müzik yapımcılarının epeyce tepindiği, hatta bir süreliğine kapattırmaya muvaffak oldukları da biliniyor. Ancak bir zaman sonra anlaşıldı ki, radyolar hiç de sanıldığı gibi albüm satışlarının düşmesine neden olmuyor, tam tersine insanların gidip albüm almasını teşvik ediyor, tetikliyor.

İşte tam da bu noktada, şarkıcısından prodüktörüne tüm müzik üretenler, radyocularla savaşmak yerine, onlara yaranmanın daha akılcı olduğuna uyandılar. O sıralar telif yasaları da yavaş yavaş işlerliğini kazanmaya başlamış, tek tük de olsa anlaşmalar imzalanmış, hatta eser sahiplerine telif bile döner olmuştu zaten. Sanırım radyocuların da müzik sektöründeki rollerinin tam olarak ne olduğunun farkına varmaları da aynı döneme denk gelir. Palazlanmaları ve ne çare ifrada kaçmaları da öyle.

Bugün müzik sektörü ile radyo camiası arasında ahlakını çoktan kaybetmiş bir “al gülüm ver gülüm” ilişkisinin hüküm sürdüğü bir sır değil. Her iki tarafta da işini doğru dürüst yapanları ayrı tutmak kaydıyla, şöyle bir genelleme yapmak çok mümkün ki, artık Türkiye’de köşe başlarını tutmuş radyocuların şu veya bu sebeple sevmediği şarkıların müzik piyasasında pazar payı şüphe götürmez bir şekilde azalıyor, hatta hiç kalmıyor. Elbette koca memlekette albüm satın alan kitlenin tamamı, sadece büyük yüzdesi İstanbul’da konuşlanmış radyolardan pompalanan şarkıları kriter kabul ederek müzik marketlere ya da internet başına koşmuyor. Öyle olsaydı ne Ankaralı Turgutların esamisi okunurdu yıllardır, ne “Kına Gecesi” serilerinin, ne de Sabahat Akkirazların. Ancak müzik sektöründe şarkıcısından bestecisine, prodüktöründen yapımcısına dek hemen herkes, her nedense bunun böyle olduğunu zannediyor. Tabi bir de gece kulüpleri ve onların “dj”leri var ki onlar da son birkaç yıldır radyoculardan sonra en önemli ikinci baraj olarak sektörün gözünde yükselen değerler. 

Velhasıl bir albüm yapmaya mı meylettiniz, önce en iddialı şarkılarınızı dallı güllü kutular, şık ambalajlar, tercihen hediye paketleri takviyesiyle radyoculara, popüler barlara, “dj”lere göndermeniz, şarkılarınızın çalınması için araya hatırlı dostlar koymanız, hatta kimi müzik kanallarından alışılageldiği üzere, üstüne para vermeniz size asla zül gelmemeli. İşin doğası nicedir bu. Yok, yapmam diyorsanız da kaderinizle baş başa kaldığınız an o andır. Radyocuların çalmadığı bir şarkınıza ne menajeriniz oynar o saatten sonra, ne prodüktörünüz, ne de klip sponsorunuz.

Tabi doksanlarda iş bu kertede değildi henüz. Tıpkı bir şarkıcının asistanının/menajerinin bir yerden sonra nicedir birlikte çalıştığı şarkıcıdan bahsederken “biz” demesi, kendini onun hakkındaki tek söz sahibi, hatta bizzat şarkıcının kendisi zannetmesi gibi, radyocular da sektörde şarkıların ve albümlerin kaderini belirlemede, şarkıların ve şarkıcıların kendisinden bile önemli oldukları hissine kapılmamış ve bunu tuhaf bir şekilde müzik sektörüne de kabul ettirmemişlerdi henüz. Herkes biraz acemi ve acemiliğin doğası gereği heyecanlı ve hevesli idi. Dinleyiciye zorla şarkı pompalanmaz, istenen şarkılar çalınır, hatta hiç üşenilmez albümlerde gözden kulaktan ırak düşmüş şarkılar keşfedilir, dinletilirdi. Barlarda ise zaten doğru dürüst Türkçe şarkı çalınmaz, “dj” tabiri Hakan Gündüz’den başkasını kapsamazdı.

Yani o vakitler daha inandırıcıydı radyolarda çalınan şarkılar. Gerçek bir kriterdi albümün akıbetine yönelik. Nil Burak’ın 1995 tarihli “Akdeniz Rüzgarları” albümü, pek de ses getirmeyecekti anlaşılan. Radyolarda gün boyu bitmek tükenmek bilmeyen istek şarkıların arasına zaman zaman “Üçe Çeyrek Var” ya giriyor ya girmiyordu. Ama hepsi buydu.

Uğur Başar’ın bestesi, Ülkü Aker’in sözleriyle “Üçe Çeyrek Var”, albümün açılış şarkısıydı ve akılda kalıcı melodisiyle dikkat çekiyordu. Sonrasında Nil Burak, o pek sevdiği ağır ağdalı, daha ziyade yorumculuğunu ön plana çıkaran, ancak kolay akılda kalmayan şarkılar seslendiriyor, “E Neyse Ne” gibi kıvrak bir şarkı bile albümün genel gidişatını hareketlendirmiyordu. Yer yer Ege kıyılarında dolaşsa da melodiler, albüm daha ziyade Doğu Akdeniz havası taşıyor, adının uyandırdığı heyecanı dinlerken uyandırmıyordu.

Albümün kapak resmi yine şahaneydi. Nil Burak’ın uçuşan kırmızı-kızıl saçları ve yan bakışı da öyle. Ama son birkaç yıldır yaşadıklarının izdüşümü müydü artık bilinmez, albümün tamamına hakim koyu hüzün, kim bilir belki de o günlerde iyi gelmemişti bize. Sonuçta her albüm ve her albümde yer alan şarkılar, doğru zamanlarda duyulduğunda karşılığını buluyordu ya, belki de doğru zaman değildi. 1995 çok iddialı albümlerin ardı ardına yayınlandığı bir yıl olacaktı zira. Candan Erçetin’in ilk albümü “Hazırım”, Nazan Öncel’in zamansız bir klasiğe dönüşecek “Göç”, Sezen Aksu’nun sınırları zorladığı “Işık Doğudan Yükselir” albümleri, o güne kadarki popüler müzik beğenilerimizi alaşağı edecek yeni işlerdi. Son iki yılda adını duyurmuş Sibel Tüzün, Kenan Doğulu, Burak Kut, Yıldız Tilbe, Nalan, Haluk Levent, Gökhan Kırdar, Bendeniz, Çelik ve Yeşim Salkım’ın ikinci albümleri, İzel’in ilk solo çalışması ve üstüne Mirkelam, Özlem Tekin, Demet, Rafet El Roman, Sibel Alaş, Kerim Tekin ve Ege gibi her biri farklı renkte yeni yüzlerin ilk albümleri de eklenince, yeni yüz arsızı dinleyiciye çok cazip gelmemişti belki de Nil Burak’ın son albümü. Ne var ki Burak kariyerinin müzikalitesi yüksek çalışmalarından biri olarak anılacak “Akdeniz Rüzgarları”nın ticari başarısızlığı, 12 yıllık bir ayrılığın da başlangıcı olacaktı. Nil Burak “doğduğu yer”e, Kıbrıs’a geri dönmüştü.

Reşat Nuri Güntekin’in “Yaprak Dökümü” romanını, Türkçe’ye Arapça ve Farsçadan devşirilmiş kelimelere her daim bayıldığımdan kelli, sadeleştirilmemiş baskısından okumuş, romandan uyarlanan siyah beyaz filmde Fatma Girik’in evin diğer kızlarıyla 45’lik plaklar çalarak “twist” yaptığı sahneyi ise hiç unutmamıştım. Roman, seksenlerdeki TRT versiyonundan nice sonra, ikibinlerde bitmek tükenmek bilmez bir televizyon dizisine dönüştüğünde ise, Avrupa Yakası’nın reklam aralarında şöyle bir gelip geçecekti hala ısrarla plazmaya evrilmemiş küçük ekran televizyonumuzdan. Reşat Nuri üstadın romanda ve romana verdiği adda saklı çok bilge, ama bir o kadar da basit hayat bilgisini ise yaşadıkça, ağır ağır öğrenecektim. Bir yaprak dökümüydü hayat, evet. Bir bir kopuyordu yapraklar dalından, bir bir azalıyor, eksiliyorduk.

Artık ne o sayım günü ve o evde kaldığım sürece Allah’ın hemen her günü üzerinde zıpladığım içi saman dolu koltuklar vardı, ne de o koltukları her misafir öncesi kan ter içinde sabunlu sularla silen, evinin her köşesini, koltukların kollarından, mutfak dolaplarının içine varıncaya dek dantellerle süsleyen anneannem. Önce o gitmişti. Ardından kısa bir süre sonra dedem. Sonra esmer güzelliğine, şen şakraklığına hep hayran olduğum, cenazesine giderken Harem’den Doğancılar’a dek ağlaya ağlaya yürüdüğüm, Şemsi Paşa Parkında hala çocuk ellerimden sıkı sıkı tuttuğunu hayal ettiğim Rahime Teyzem ve kısa bir süre sonra da tüm yaşamı kadar sessiz sedasız hayata veda eden Hüseyin Dayım...

Derken babam kopmuştu ağacın bir dalından, ardından kocaman bir boşluk bırakarak. Yakın bir zaman da hiç ölmeyecek, hep öyle dinç, sağlıklı ve güzel kalacak sandığım babaannemi uğurlamıştık son yolculuğuna. Üsküdar’daki anneannemlerin evi çoktan elden gitmişti. Şimdilerde Cevizli’de, babaanne-torun doyumsuz hafta sonları geçirdiğimiz o ev haraç mezat satışta. Grundig marka lambalı radyo kaldı bana yadigar. Eşyaya tutkuyla bağlanmanın hastalıklı bir ruh hali olduğuna dair tez üretenlere, bazı eşyaların sadece birer eşya olmadığını anlatmak güç. Çocukluğuma tanık o radyo, babaannemin ta kendisi artık benim için. Tıpkı babamın lüle taşı pipoları gibi.

Sadece sonsuzluğa yolcu ettiklerimiz değil, hayatın gailesinde yolunu izini kaybettiklerimiz de yaprak dökümünün birer parçası aslında. İki unutulmaz yılı gülüşe didişe kapı komşu geçirdiğimiz Nihaller neredeki şimdi ? Ya çıkmaz sokaktaki gece gündüz ahbaplarımız ?   

Bir ihtimal bulurum diye Akika Eren yazmadım mı Facebook’un “arkadaş bul” hanesine bilmem kaç kere ? “Deli kadın” hayatta mıdır hala, hayattaysa hala “deli” midir bilmem. Bu eksilmeler, yarım kalmalar mıdır aslında, yıldızlara bu denli sıkı sıkıya bağlanmaların asıl sebebi ? Onlar hiç kopmazlar, kaybolmazlar diye midir ? Nil Burak izini kaybettirmişti ama, plakları dönüp duracaktı pikabımda o yokken bile. Dedim ya, yapraklar hiç dökülmezdi
o yanda. Plaklar döner, filmler oynar, şarkılar dinlenir, söylenir, ölenle ölmez, gidenle gitmezdi.



Nil Burak’la 2007 yılının sıcak bir Ağustos öğleden sonrasında, İstanbul’da tanıştım. 2008 yılının ilk ayında, 12 yıl aradan sonra yaptığı yeni albümü ve eski şarkılarının orijinal kayıtlarından oluşan “En İyileriyle” albümü aynı anda piyasaya sürüldü. Bu onun müzikte otuzikinci yılı, albümlerin sloganı da “32 Yıl, 32 şarkı” idi.


Yeni albüm, “Bir Numaramsın” adını taşıyordu. Albüme adını veren açılış şarkısı, eğlenceli bir Ali Avaz şarkısıydı. Türk popüler müziğine çok sağlam şarkılar bıraktığı kadar, çok renkli ve çok eğlenceli işlere de imza atmış Ali Avaz’ın bu şarkısı, sanki Nil Burak için yazılmış gibiydi. Aslında albümün tamamı öyleydi. Nil Burak, albümde yer alan her şarkıyı o denli titizlikle seçmiş, düzenlemelerinden miksajına kadar albümün her safhasında o kadar çok emek vermişti ki, ortaya çıkan iş, gün aşırı piyasaya çıkan bir çok albümün ısmarlama, derleme-toplama havasına inat, yüzde yüz Nil Burak imzalı bir eser olmuştu. Gökhan Şahin, Serkan Çevik, Olcay Anar ve Nil Burak imzası taşıyan Grek havalı “Her Sözün Aklımda”yı da çok sevmiştim. “İzmir” ve “Cesur Ol” benim çocuklarımdı zaten. Ayağım ne kadar yerden kesilse azdı. Doğru şarkının doğru sesle buluşmasının ne demek olduğunun dersiydi bana kalan en çok.


Sözleri Günay Çoban’a, bestesi Serkan Özdoğan’a ait “Yolun Sonu” da albümün yürek yakıcı şarkılarından biri olarak favorilerim arasındaydı. Nil Burak ve Hakan Açıkalın imzalı “Teşekkürler” ve “Sana Alışıyorken”, bir anlam taşıyan, dinleyene söyleyecek sözü olan şarkılardı ki “Teşekkürler” için birilerinin “demode” tabirini kullanmasını gülerek okuyacaktım. Bela okumayan, dümdüz gitmeyen, verip veriştirmeyen şarkıları “demode” bulanlar, o pek ayılıp bayıldıkları bugünün şarkılarının büyük yüzdeyle ta yetmişlerden bu yana Fikret Şeneş tarafından kaleme alınmış Ajda şarkılarının suyunun suyu olduğunun hiç mi farkında değillerdi sahiden ?


Albümde dört eski şarkının da yeni versiyonları yer alıyordu. “Olmaz Olmaz Deme”, “Sen de Başını Alıp Gitme”, “Bulamadık ki” ve elbette olmazsa olmaz “Tatlı Tatlı”. Her biri işinin ehli aranjörlerin elinde, bugünün ritim ve armoni anlayışıyla da soluk alıp verir olmuşlardı. Ve albüm “Bir Numaramsın”ın yüksek tempolu bir “remix”iyle kapanıyordu. Çok farklı renk ve kokudaki çiçeğin seyrine doyulmaz bir aranjmana dönüşmesi gibi, poptan alaturkaya, latinden arabeske farklı stil şarkıların Nil Burak ortak paydasında kulak doyuran bir toplamıydı “Bir Numaramsın”. 


Bir telefon görüşmesiyle başlayan ahbaplığımız, albüm öncesi ve sonrasında her bir araya gelişimizde daha da koyuldu, demlendi. Hep aynı şey olurdu, yine olmuştu. O hayran olunandı, ben hayran olan. Onu ilk ekranda gördüğüm o sayım gününün üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçmiş olsa da, beni kolumdan tutup o ekranın içine çekmiş, evine, yaşamına konuk etmiş, arabama binmiş, hatta albümünde şarkılarımı söylemiş olsa da, ben hala koltukların tepesinde zıplayan çocuk, o hala göz alıcı ve erişilmesi imkansız yıldızdı.      


Bazı sevmeler karşılıksız olduğu kadar güzeldir. Tuhaftır, ama öyledir. Hayran olmak da tam da böyle bir şeydir. Hayran olduğundan hiçbir şey beklememek, hatta çoğu kez senin sevginden haberdar bile olmamasına razı gelmek, yine de sevmek, sevmeye devam etmektir. Ben şanslıydım. Hayran olduklarıma sevgimi söyleyebilecek kadar yakın olabilme fırsatını günü geldikçe verdi bana hayat. Onları o kadar çok sevmiştim ki, doğal olarak onların beni sevmeme ihtimalini ortadan kaldırıyordu bu halim, daha ilk tanıştığımız andan itibaren. Onlar da sevilmeyi seviyorlardı zaten. Hep ahbap olduk, iyi anlaştık nitekim. Ve ben her defasında hep teşekkür ettim onlara, beni besleyip büyüttükleri, hayatımı zenginleştirdikleri için. Sözün özü, ister “demode” olsun, ister bilmem ne; “Teşekkürler Nil Burak”! Bu yazıda anlattığım her şey için... Çok teşekkürler...

OCAK-EKİM 2008

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder