Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş (imzası taşıyan demek zor tabii) albümlerin ses getirdiği bir gerçek. Özellikle Dilmener ustanın her fırsatta yazıp çizmesi, hatta biraz da yüksek sesle çıkışması boşuna değil. Bugüne kadarki ENBE albümlerinin ne kadarında ENBE vardı hiç bilemedik ve açıkçası büyük kısmında olmadığı iddiasının aksini ispat edebilen de olmadı. "O zaman ENBE ismi niye var?" sorusunu göz ardı eder ve bunları birer toplama albüm gibi değerlendirirsek, ticari başarının açıklaması da kendiliğinden gelmiş oluyor.
(Ekim 2011 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.) Gün boyu yağan karın buza kestiği, kuru ayazın adamın iliğine kemiğine işlediği bir gecede, şehirdeki evlerin ışıkları bir bir söner, insanlar sıcak yataklarında, kalın yorganların altında derin uykulara teslim olurken, tek tük arabaların geçtiği, sokak lambalarının asfaltın üzerindeki buzu saydamlaştırdığı caddelerde, ağır ve temkinli sürmeye gayret ettiğiniz bir arabanın içerisinde hayal edin kendinizi. Çok değil, yarım saat sonra yeni günün ilk dakikalarına gireceksiniz ve çoğunluğun kim bilir kaçıncı rüyasında karşıladığı yeni günü, ta sabahın ilk ışıkları doğana kadar uyanık geçireceksiniz. Gece vardiyasına gidiyorsunuz. Hayır, bir fabrikada değil; radyoda!
TRT Ankara Radyosunda TRT FM’den yayınlanan Geceden Sabaha programlarından birinde buldum iki sezon süresince. Bugün bile o günler her aklıma geldiğinde gözümde ilk canlanan yukarıda anlattığım tablodur.
Sonrasında Cebeci Dörtyol’da 24 saat açık pastaneden alınan ekler pastalar, çilekli, muzlu tartoletler, kurabiyeler, su böreği… Gece boyu ayakta kalmamız, enerjimizi yüksek tutmamız için ne gerekiyorsa onlar. Sonra bolca bozuk para…
Eskiden gece sabaha kadar açık kalan, geceyi sabahlayarak geçirenlere/geçirmek zorunda olanlara hizmet eden kahvelere “sabahçı kahvesi” denirdi. Hala var mı öyle kahveler bilmem. Ama radyoda sabaha kadar devam eden canlı yayınların bir çeşit sabahçı kahvesi olduğunu söyleyebilmek mümkün. Biz de sabaha kadar uyanık kalanlara hizmet ediyorduk nitekim. Nasıl mı? Tabii ki sabaha kadar uyanık kalarak!
Elbette yayın yaptığınız radyo, TRT FM gibi dünyanın dört bir yanından dinlenilebilen bir radyoysa, dinleyen herkes aynı saat dilimi içerisinde olmayabiliyor. İlk kez bu yayınlara katıldığımda dinleyicilerin bize ulaşması için tahsis edilmiş telefonların gece boyunca, sabaha kadar aralıksız aranmasını şaşkınlıkla takip etmiştim. Sonra arayanların büyük kısmının yurt dışında yaşadığını, programın söz gelimi Amerika’da sabah saatlerine denk geldiğini fark edince, bunun normal olduğunu idrak etmiştim.
Yurt dışında yaşayan Türkiyeliler için ülkelerinden bir ses duymak, kendi dillerinden şarkılar, sohbetler dinlemek, muhakkak ki çok kıymetli, çok paha biçilmez bir şeydi. Bunu telefonun diğer ucundakilerin sarf ettiği her kelimeden, her cümleden, boğazlarına oturmuş yumrunun titrettiği seslerinden, ha ağladı ha ağlayacak ses tonlarından anlamak çok mümkündü. Duygulanırdık biz de çoğu kez elimizde olmadan.
Ne var ki yurt içinden arayanların sayısı da zannettiğimden epeyce fazlaydı. Kimdi bu “gece kuşları” ya da başka bir deyişle “sabahçılar” peki? Onları da gide gele, program yapa yapa, geceleri sabah ede ede öğrenecek, tanıyacaktık.
Radyolardaki gece programlarının en sıkı takipçileri, hiç kuşkusuz uzun yol şoförleri. Tabi ülke çapındaki tüm karayolları ağında dinlenilebiliyor olmasının, şehir değiştikçe değişen frekansların gösterildiği levhaların yol güzergâhları boyunca düzenli olarak karşınıza çıkmasının bu konuda TRT FM’i rakipsiz kıldığı bir gerçek.
Fakat bundan daha önemlisi, TRT FM yayınının canlı olması; gece boyunca mikrofonun karşısında o anda sahiden orada olduğunu bildiğiniz birilerinin konuşuyor olduğunu hissetmek. Bu sadece şoförler için değil, gece nöbeti tutan doktorlar, hemşireler, polisler, askerler, sivil güvenlik görevlileri ve benzerleri için de tartışılmaz bir tercih sebebi. Çünkü uyanık kalmak zorundasınız, çünkü muhtemelen yalnızsınız. Hele bir de etrafınızda sizi uyanık tutacak başka bir algı nesnesi yoksa, radyodan konuşan birilerini dinlemek şahane bir çözümdür. Hiçbir şey olmasa bile, bunun dinleyene verdiği güven, yol arkadaşlığı, kader birliği duygusu ayakta tutar insanı. Hele bir de dinlenilen şey keyifliyse, ballı kaymak!
Bir de belirli dönemlerde ve çok kez de belirli saat aralıklarında size eşlik edenler vardır gece yayını yaparken. Mesela sınav zamanları öğrenciler eklenir profile. Daha az uykuyla yetinebilen, ileri yaştakiler için gecenin belirli bir saatine kadar radyo dinlemek, hem eski bir alışkanlık, hem de yegâne eğlencedir. Onlar genellikle en fazla sabaha karşı ikiye, üçe kadar dinlerler sizi.
Saat dörde, beşe doğru bu defa gün ışımadan dükkânlarını, iş yerlerini açan, ya da işe gitmek üzere yola düşenler açar radyolarını. Fırıncılar bu grubun en çok radyo dinleyenleri sanırım; zira iki yıl boyunca kaç fırıncı ahbabımız oldu bilmiyorum. Ha bir de balıkçılar var. Onlar da en çok sabaha karşı dinlerler radyoyu. Bazen keskin bir sabah ayazıyla, deniz kokusu sızar ahizeden. Yorgun ve çatlamış bir sesle bir şarkı ister bir balıkçı. Uzaktan martı çığlıkları karışır canlı yayına.
Gece yayın yapmak zordur. Ama bir o kadar da güzeldir. Bu yazı devam eder... Daha anlatacak çok şey var.
Sonrasında aktarmalara her gün gidip gelemeyecek, işin hamaliyesini başından beri çok da severek yapan Elhan’a tamamen devredecektim. Yani, ilk günden beri aklımda olan, metinleri izlediğim görüntülerin izdüşümden yola çıkarak yazma planı, dün bir bugün iki sekteye uğramıştı. İşim gereği her gün stüdyoda olamıyordum. Stüdyoda aktarılan görüntüleri de eve getirme şansımız yoktu.
Birkaç kez boş zamanlarımda stüdyoya giderek, aktarılmış kasetleri izlemeye çalıştıysam da, bunun da o kadar kolay olmadığını görünce vazgeçtim. Özellikle hafta sonları boş cihaz bulup, oranın sorumlusuna rica minnet cihazı açtırmak, sonra saatlerce başında oturup görüntü izlemek filan TRT bürokrasisinde epeyce çetrefilli işlerdi. Nitekim bürokrasi kelimesinin bile tek başına yetersiz kalacağı o “işi sekteye uğratma” hali ilerleyen safhalarda da sıklıkla karşımıza çıkacaktı.
Bu durumda bana düşen, yıllar öncesinden hatırladığım ya da hiç görmediğim görüntüleri Elhan’ın bana anlattığı kadarıyla hayal ederek metne dökmekti. Ben de öyle yaptım. Her şeyden bir parça aldım. Her hafta radyo programım sonrasında gelen telefon ve postalardan hatırıma düşenler de vardı o metinlerde, kendi hissettiklerim de, başkalarının, sözgelimi Elhan’ın, hatta D.’nin hayatlarından kulağıma yer edenler de. Herkese, kim varsa hepsine, aslında tek kelimeyle geçmişe delice hayran sunucu kadın tiplemesi gittikçe şekillenirken gözümde, bir yandan da bu TRT geleneğine göre hayli “sulu” sayılabilecek kadını dengelemek için, şarkıcıların resmi biyografilerini de kısa metinler halinde kaleme alıyordum.
O metinleri görüntülerin üzerine dış sesle verecek ve sunucu kadının öznelliğini, TRT usulü bir ağızla resmileştirecek ve işin içine belgesel sosunu sezdirmeden yedirmiş olacaktık. Tabi her gün onar dakikalık ikişer bölüm halinde yayınlanacak bir serinin içerisine bunca şeyi sığdırmanın sonunda dönüp dolaşıp çok sağlam bir kurgu cambazlığına dayanacağını henüz kestiremiyordum.
Radyoda bunu yapmak çok kolaydı. Ses dosyalarını kolayca kesip biçmek, saniyelerle hatta saliselerle dans etmek, kendi başıma, yardım almaksızın bile becerebildiğim bir şeydi. Bir projede her şeyin hayal ettiğim gibi olmasının, radyoda pekala mümkün, televizyonda ise bir çok koşula ve kişiye bağlı olarak ihtimal dahilinde olduğunu öğrenmem için biraz daha zaman geçmesi gerekecekti.
“Kumral bir kadın,” diyordu Elhan telefonda bana. “Biraz tombik ama çok güzel bir kadın...” Anlamadığımı görünce telefonu dayıyordu önünde duran monitörün hoparlörüne. Ceylan Ece söylüyordu: “İsmin cismin ne söyle kimsin, nerden geldin, kimsin nesin ?..” Siyah, askılı tuvaletinin üzerine şifon bir pelerin giymişti. Bukle bukle saçlarını, peleriniyle aynı ahenkte savuruyor, arada bir hangi kameraya bakacağını şaşırıyor, sürekli gülümseyerek durumu idare etmeye çalışıyordu. Ne kadar da çok Fatma Teyzeye benziyordu.
Kim bilir neredeydi şimdi Fatma Teyze ? Orduevi gecelerinin değişmez assolistiydi o. Tıpkı Ceylan Ece’ninkine benzer tuvaletler giyer, gecenin belli bir saatine kadar salondaki masalardan birinde kocası ve çocuklarıyla birlikte kendi halinde otururken, ismi anons edilince alkışlar arasında sahneye çıkar, askerliğini yapan müzisyenlerden oluşan saz heyetine doğru dönüp, bir baş işaretiyle “başlayın” komutunu verir, sonra değme alaturkacılara taş çıkaran bir edayla şarkısına başlardı.
En çok da bizim aramızdan, bizim oturduğumuz masalardan birinden kalkıp sahneye çıktığı için, daha dün sabah evimize komşu balkonda çamaşır asmış, halı dövmüş olduğu için, gecenin sonunda cümbür cemaat eve dönülürken, salondaki tüm kadınlarınkinden daha afili de olsa tuvaleti, bizimle aynı taşlık yoldan yürüyerek kocasının kolunda lojmanın yolunu tutacağı için alkışlardık onu.
Sesi güzeldi ya da değildi, şarkı söyleyebiliyordu ya da söyleyemiyordu, ne fark ederdi ki ? Orta yaşını almış, iki çocuk annesi, orta gelirli bir ailenin börek açan, turşu kuran, gün aşırı süpürge yapan ev kadını, allı güllü tuvaletler içinde sahneye çıkıp şarkıcıymış gibi yapıyordu ya, o bile az şey değildi seksenli yılların Türkiye’sinde.
Çok az plak yapmış, sonra nedense ortalardan kaybolmuş Ceylan Ece’nin yüzü Fatma Teyze’nin yüzüyle karışıyor hafızamda. Fatma Teyze’nin assolisti olduğu Elazığ Orduevi’nin bahçesinde, 12 Eylül sonrası Elazığ’a ilk ziyaretini yapacak olan Kenan Evren’i beklediğimiz gün geliyor aklıma.
Geliş haberi kulaktan kulağa yayılmış, lojmanlardaki bütün subay-astsubay eşleri, en süslü gün kıyafetlerini giyip, Orduevinin kuaföründe en seksenli yıllar saçlarını yaptırmış, sonra çocuklarıyla beraber bahçede toplanmıştı. Kimi Pamela’ydı, kimi Sue Ellen, kimiyse Leydi Di... Sarı sıcak bir yaz günüydü. Kenan Paşa saatler sonra geldiğinde hep beraber ayağa kalkmıştık. Resmi arabadan inmiş, eliyle uzaktan selam vermiş, biz deli gibi alkışlarken o, Orduevi binasından içeri girip, odasına çıkmıştı.
Saatler süren bekleyişimiz sırasında, kuaför salonundaki Hey dergisini aşırmış, bahçede bir köşeye çekilip başından sonuna okumuştum. Bülent Ersoy, Bo Derek’e özenmiş, uzun saçlarını onun gibi tutam tutam ördürmüştü. Derginin kapağını onun Bo Derek saçlı pozu süslüyordu. Bir süre sonra gazetelerde Bülent Ersoy’un sahne yasağı haberlerini okuyunca Kenan Evren’in o gün benim Orduevi bahçesindeki masalardan birinde bıraktığım Hey dergisini her nasılsa bulup Ersoy’un o resimlerini gördüğünü ve çok kızdığını düşünmüştüm. Uzun zaman Bülent Ersoy’un sahne yasağının suçlusu olarak gördüm kendimi. Neyse ki Kenan Evren, Fatma Teyze’yi şarkı söylerken görmemiş, ona da yasak getirmeye kalkmamıştı da gazino sahnelerinden bir assolist eksilmiş olsa bile, bizim sahnemizden eksilmemişti.
Gazinoların en şaşaalı zamanlarında ben henüz küçük bir çocuktum. Çocukluğumu o şehir senin bu şehir benim yaşadığım için, İstanbul’un o anlı şanlı gazinoları benim için hep gazetelerdeki ilanlardan ibaret kaldı yıllar boyunca. İzmir’de geçen yıllarımızda Fuar gazinolarına gitmiştik birkaç kez. Bir keresinde dedemle anneannemin beni Çamlıca’da şimdi park olan alanda kurulmuş yazlık gazinoya götürdüklerini hatırlıyorum. Bir keresinde de teyzemlerle birlikte Vatan caddesindeki Lunapark Gazinosuna, Neşe Karaböcek’in assolist olduğu bir programın Pazar matinesine gittiğimiz kalmış hafızamda.
Yani orta halli ailelerin de sinemaya ya da çay bahçesine gider gibi gidebildiği yerlerdi gazinolar. Sonra işin rengi değişti ve aile gazinoları başka bir kesimin eğlence mekânları haline geldi. İşte tam da o dönemde, 1992 Şubatında kardeşim ve kocasıyla gittiğimiz Çakıl Gazinosu tecrübem de unutamadıklarım arasındadır.
Gazinoların son demleriydi artık, eski popülerliği kalmamıştı. Yenikapı sahilindeki Çakıl Gazinosunun 2005 yılında Kıyı Koruma Kanununa aykırı, kaçak bir yapı olduğu gerekçesiyle Belediye ekipleri tarafından bir saat içerisinde yerle yeksan edileceğini henüz hiç birimiz bilmiyorduk. Ne biz, ne de iki ayaklı koyunlar gibi göründüğümüze aldırmadan günün modası diye bir havayla taşıdığımız “napa”larımızla artık paralı mı göründüğümüzden nedir, bizi sahnenin hemen dibindeki masaya buyur eden siyah fraklı, kibar mı kibar şef garson.
Kadro öyle böyle değildi. Assolist Hülya Avşar, solist altı İbrahim Tatlıses, pop müzikte Ayşegül Aldinç, dansöz Sibel Barış, uvertür Özlem Selanik. Sahnenin dibinde oturmak, podyumda dolanan şarkıcılara elini uzatsan dokunacak mesafede olmak, sahneye çıkmadan üzerlerine boca ettikleri parfümlerin rayihalarıyla tütsülenmek, kırmızı, mor, sarı sahne ışıklarında yıkanırken, başım yukarıda, benden yüksekte duran (dolayısıyla yakın olduğu kadar da uzak ve erişilmez olan) sahne yıldızlarının “aura”sına iyi mi kötü mü şarkı söylediğini umursamaksızın kapılıp gitmek filan şahane şeylerdi.
Gazino demek tam da bu demekti işte. Tevekkeli değil, vakti zamanında her nevi Yeşilçam artisti, televizyon spikerleri, futbolcular filan gazinolarda sahneye çıkabilmiş, alkış alabilmişti. O sahnede, o ışıkların, renklerin, kokuların büyüsünde başkalaşıyordu gerçek; düpedüz bir rüyaya dönüşüyordu. Bir de ardı ardına farklı tatlarda yemek yemek gibi, farklı türlerde şarkıcılar izlemenin de damakta (ya da kulakta) bıraktığı lezzet başka türlüydü. Bu ne konsere benziyordu, ne televizyon programına, ne de video-klibe.
Doksanlarda son çırpınışlarını yaşayan, iki binlerde tekrar denendiği halde başarılı olmayan gazino programlarının bir benzerini bugünün şartlarına uydurarak yeniden denemek fikri neresinden baksanız çok cazip, çok çekici ama hayata geçirilmesi de bir o kadar zor bir fikirdi. Bizim Hakan (Eren), bana “Gazino Show” projesinden ilk bahsettiğinde çok heyecanlanmış ama bir yandan da dudak bükmüştüm.
Bizim gibi bugünü yaşarken bile sırtında dünün arşivini taşıyanların hayal gücü sınır tanımaz pek. Eskiye dair özlediklerimiz geri gelsin diye olmadık işlere kalkışmamız an meselesidir. Hayatın ve zamanın gerçekleri pek göze görünmez böyle yükseldiğiniz anlarda. Neyse ki Hakan Eren kalbiyle yola çıkıp aklıyla yol alanlardandır. Ondandır ki projelerini temkinli karşılarken dahi “bir bildiği vardır” diye geçiririm içimden. Bu projenin fikri de bende benzer bir kafa karışıklığı yaratmış, olabilirliği ile olmazlığının terazisi dengede kalmıştı. Ama Hakan sebat etti; uğraştı didindi ve 2 Aralık 2011 gecesi “Gazino Show” Bostancı Gösteri Merkezi’nde perdelerini ilk kez açtı.
Orada değildim. Birkaç hafta önce yapılan basın toplantısına katılmış, çocukluğumun 45’lik plaklarından çıkıp gelen, zamanla birer tanış, ahbap, hatta dost olduğumuz yıldızları o sahne üzerinde bir arada görmüş, kulisin kokusunu içime çekmiştim çekmesine ama şehir dışına gitmek zorunda olduğum için o gece orada olamamıştım. Neyse ki Elhan ve Ege oradaydı. E ben de ertesi günü anlattıkları sayesinde, izlemiş kadar oldum haliyle.
Doğduğundan beri evin içinde eski şarkılar duyuyor olmasına rağmen genellikle bizim eski şarkı merakımıza gayet mesafeli duran kızım (Ege) bile epeyce etkilenmişti o gece gördüklerinden. Kulis ve salon arasında mekik dokumuş, daha önceden doğal halleriyle tanıdığı, kuliste de öyle gördüğü yıldızları sahnede devleşirken izleyince ister istemez heyecan duymuştu.
Mesela Ege’nin gözünde Seçil Heper geçen yaz birlikte plaja gittiğimiz, zaman zaman bir araya gelip güle oynaya sohbet ettiğimiz şen şakrak bir ahbaptı; oysa o gece sahnede göz kamaştıran bir assoliste dönüşmüştü. Seyyal Taner kaç kere evimize gelip gitmiş, Ege’yle de çok sohbet etmişti ama Ege onu hiç sahnede canlı canlı “Naciye” şov yaparken izlememiş, onun o kimselere benzemeyen müthiş sahne enerjisine hiç şahit olmamıştı.
Ege ve Elhan’ın yanı sıra, o gece orada olan tanıdığım kim varsa, herkes aynı şeyi söyledi bana. Muhteşem bir gece yaşanmış, herkesin tadı damağında kalmıştı. Bunda en çok o şarkıcıları böylesi bir atmosferde yıllar sonra yeniden izlemenin coşkusu etkiliydi kuşkusuz. Evet onların hepsi müzik hayatlarına aktif olarak devam ediyor, hatta bazıları bir yerlerde sahneye de çıkıyor ama şu koca İstanbul’da böylesi bir kitleye ulaşılabilecek kaç tane mekan, kaç tane sahne var ki?..
Mesela bir Bilgen Bengü, bir Tülay Özer 45’lik Bar’da konuk sanatçı olduğunda da kıyametler kopuyor; ne ki buna sadece o gece oraya gelenler şahit oluyor. O başka bir kitle, başka bir dinleyici (ya da eğlenmeye gelmiş insanlar) topluluğu… Kaldı ki o şarkıcılarımızın alışık olduğu, kendini oraya ait hissettiği sahneler o sahneler değil.
Gazino adabıyla terbiye almış, o üslupla yetişmiş, gazino seyircisine haftanın her gecesi canlı şarkı söyleyerek mesai yapmış bir kuşağın şarkıcıları, sahip oldukları bu ciddi disiplini yine en çok bir gazinonun sahnesinde gösterebilir, en çok öyle bir sahnede parlayabilirlerdi. Hakan Eren bunu biliyordu. Bu yüzden ısrar etti ve başardı. O gece hem sahnede, hem de salonda uzun yıllardır yaşanmamış bir sinerji yaşandı ve “Gazino Show” orada bulunan herkes için eşsiz bir keyif olarak hafızalara kazındı.
Bereket konser esnasında yapılan kayıtlardan oluşturulmuş bir video yüklendi internete geçenlerde de, en azından ben gibi gidemeyenler o büyülü gecenin kıyısından köşesinden sebeplenebildiler. Kesti mi?.. Elbette kesmedi. Ama o kısa video bile salondaki atmosferi iliklerime kadar hissettirdi.
İnsan kendi yazdığı anonslardan etkilenir mi? Emin olun çok etkilendim. Elhan’ın her daim enerjisi yüksek ve etkileyici sesiyle sahne arkasından, görünmeden seslendirdiği anonsların salonda yankılanması tüylerimi diken diken etmeye yetti.
Anonsların ardından çıkan her şarkıcıyı da monitörün başında, salondaki seyircilerin coşkusuyla alkışlamak istedim. Sahnenin ışıklandırması, dekoru, orkestra, ses düzeni ve şarkıcıların performansları… Hepsi şahane gözüküyordu… Kaçırdığıma ne kadar üzülsem yeriydi. Neyse ki tekrarı vardı.
Evet, o gece salonun tamamen dolu olması, gelmek isteyen bir çok kişinin bilet bulamaması, şovun büyük ilgi görmesi nedeniyle “Gazino Show” 28 Ocak’ta Bostancı Gösteri Merkezinde, 11 Şubat’ta ise bu defa Ankara Anatolya Gösteri Merkezinde tekrar izleyici karşısına çıkacak. Ben ne yapıp edecek ve bu defa gideceğim. Size de tavsiye ederim.
Görünen o ki bu şovun getirdiği ivmeyle önümüzdeki dönemde eğlence hayatında gazino konseptli başka işler de yapılacak. “Gazino Show” bu işin öncüsü olmakla kalmadı, daha en baştan yapılabileceklerin en iyisi olarak popüler kültür tarihimizin 2010’lu yıllar almanağında yerini aldı. Bu bile (bulunduğunuz şehre göre) 28 Ocak’ta İstanbul’da ya da 11 Şubat’ta Ankara’da yaşanacak gecelerden birine şahit yazılmak için yeterli sebep.
NOT: "Gazino Show" 2 Aralık gecesine ait fotoğraflar Emre Mollaoğlu tarafından çekilmiştir. OCAK 2012
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.