(Milliyet Sanat dergisi Eylül 2012 sayısında ve 15 Eylül 2012 tarihli Milliyet gazetesi Cadde ekinde yayımlanmıştır.)
1992 yılında Gülhane Parkında verdiği konser sonrası, 14 yıl boyunca sahneye çıkmayan İlhan İrem, bu kuralını 2006 yılında bozmuş ve Harbiye Açıkhava sahnesinde yıllar sonra ilk kez hayranlarının karşına çıkmıştı. O günden bugüne parmakla sayılacak kadar az sayıda konser veren İrem, iki yıl aradan sonra, 22 Eylül gecesi Turkcell Kuruçeşme Arena’da olacak. O nereye gitse gelecek hayran kitlesi bir yana, o kadar hayran olmayanları bile etki altına alan ‘bir daha kim bilir ne vakit bir konser daha verir’ telaşı da bu konseri tıpkı öncekiler gibi yine izdihama gebe bırakacaktır. Şöyle ya da böyle, bir İlhan İrem daha yok ve sadece bu basit gerekçe bile bir müzikseveri bu konseri kaçırmamaya mecbur bırakabilir. Niye bir İlhan İrem daha yok?.. Gelin şimdi bunun cevabını arayalım.
Murat Dalkılıç dört şarkı ve üç “remix”ten oluşan, “Kasaba” adı verilmiş ilk “maxi-single”yla karşımıza çıktığında takvimler 2008 yılını gösteriyordu. Parlak bir Soner Sarıkabadayı şarkısı olan “Kasaba”yla parlak bir çıkış yapan Dalkılıç, bu çıkışı 2009 yılında dijital “single” olarak yayımlanan iki şarkıyla sürdürdü. Nisan ayında Sıla imzalı “Pardon”, Ağustos ayında ise yine bir Soner Sarıkabadayı bestesi olan “La Fontaine” servis edildi. 2010 yılında ise içinde bu iki şarkının da bulunduğu ilk albüm “Merhaba” yayımlandı. Ve 2012 yılının Mayıs ayında Murat Dalkılıç “Bir Güzellik Yap” adı verilmiş ikinci albümüyle tekrar karşımıza çıktı.
İlk üç yıllık süreçte Dalkılıç’ın popüler müzik piyasasında kendini gösterdiği profil, üzerine bir tutam Murat Boz baharatı serpilmiş bir Kenan Doğulu-Yalın ortalamasıydı. Hani Kenan Doğulu ve Yalın’ın canım “Ünzile” şarkısını birlikte perişan ettikleri bir düet vardır. Hâlâ hangi cümleyi Kenan, hangisini Yalın söyler ayırt edilemez o düette. Hah işte onların arasında bir cümle de Murat söylemiş olsaydı, emin olun anlamazdık. Ya da Murat’ın “Kıyamadım İkimize” ve “Çatlat” şarkılarını alıp Kenan’ın albümüne koysalar farkına bile varmayabilirdik.
Yola yeni çıkmışlar için tutmuş formüllere yaslanmak elbette anlaşılabilir, hatta belki de hak verilebilir bir tercihtir elbette. Bir de tam tersi vardır oysa. Kimselere benzemeden/benzetilmeden, farklı, yeni, kendine özgü olarak dikkat çekmek. Bu daha zordur ve daha riskli. Ülke popüler müziğinde kaç kez Mirkelam benzeri çıkışlar yaşandı düşünsenize. Bundandır ki hep bir pay bırakmak, bir süre beklemek, şans vermek gerekir deneye yanıla yolunu arayanlara. Ben kendi adıma Dalkılıç’ı böyle bir yere koymuştum ve bekliyordum.
“Bir Güzellik Yapsana” bu anlamda farklı bir Murat Dalkılıç çıkardı karşımıza. Şaşkınlığa uğratmadı belki ama Dalkılıç cephesindeki olumlu gelişmeyi de açık seçik bir biçimde hissettirdi.
On şarkı ve bir versiyondan oluşan ve Kaya Müzik etiketiyle yayımlanan albüm bir Ersay Üner bestesiyle açılıyor. Bazı bestecilerin adı bazı şarkıcılarla özdeşleşir ve o ikisinin bir arada olmadığı durumlar da nedense pek parlak sonuç vermezmiş gibi gelir her defasında. Ne ki bu defa aynı şey olmamış. Çünkü “Teslim Oldum”, Demet Akalın albümlerinden aşina olduğumuz Ersay Üner şarkılarına hiç mi hiç benzemiyor. Üzerine bir de aranjör İskender Paydaş şarkıyı öyle bir düzenlemiş ki, hani bir tık daha ileri gidilse basbayağı “senfonik rock” bir şarkı çıkabilirmiş ortaya. Popüler müzikte son dönemin en gözde ikilisi Gülşen ve Ozan Çolakoğlu, Murat Dalkılıç albümüne adını veren şarkıya da imza atmışlar. Bu şarkı ileride 2012 yazının en popüler şarkılarından biri olarak hatırlanacak şüphesiz. Esprili, kışkırtıcı ve çok ritmik, çok melodik “Bir Güzellik Yapsana”, Murat Dalkılıç’a çok yakışmakla kalmamış, onun bugüne kadar ki müzikal seyrini de başka bir yöne çekmiş. Gülşen’in popüleri tam kalbinden yakalayabilen şarkı yazarlığı ve Ozan Çolakoğlu’nun Türkiye ortalamasının üzerine çoktan çıkmış aranjörlük yeteneği bu tek şarkıyla bile albüme çok şey katmış ki albümde Çolakoğlu imzalı başka düzenlemeler de var. “Yalancısın” da bunlardan biri. “Rock’n roll” ritminde seyreden bu şarkının söz ve müziği albümde vokal koçluğu da yapan Murat Çekem’e ait. Tamamen bugünün lisanından beslenen “genç işi” bir şarkı “Yalancısın”. Bir o kadar da eğlenceli. Teknik olarak söylenmesi epeyce zor bu şarkıda önceki albümlerine kıyasla çok daha farklı bir Murat Dalkılıç dinliyoruz.
“Lüzumsuz Savaş” söz ve müziği Murat Dalkılıç’a ait bir şarkı. Yine İskender Paydaş imzasıyla davulun ve elektro gitarların ön plana çıktığı orta tempolu bu pop şarkısı, albümün dikkat çekecek işleri arasında sayılabilir. Dalkılıç’a vokalisti Zeynep Bastık’ın eşlik ettiği bu şarkının nakarat kısmı bir parça doksanlardan bir şarkıyı, Reha’nın “Aşk Çiçeğim”ini anımsatıyor; onu da söylemeden geçemeyeceğim.
“Lüzumsuz Savaş”ın ardından yine Ozan Çolakoğlu düzenlemesiyle oryantal bir şarkı geliyor. Sözleri Bertan Arslan ve Ahmet Kurtiş’e, bestesi Bertan Arslan’a ait “Bir Hayli”, “Gül Döktüm Yollarına”dan bu yana her pop albümünün olmazsa olmazı bir kalıptan biçilmiş olmasına karşın, düzenlemesiyle bir basamak yukarı çıkıyor. Yaylıların şarkıyı açışının ve “intro”daki ud solonun bunda payı büyük. Yine de şarkıyı dinlerken “Bu bir Özgün şarkısı mı acaba?” diye şüpheye düşmeniz çok mümkün. O havalardan çalıyor çünkü.
İlk kez Bengü’nün “Çetele” adlı şarkısında adını gördüğümüz İzmirli şarkı yazarı Oytun Karanacak’ın bu albümde iki bestesi birden var. Ozan Çolakoğlu’nun düzenlediği “Yudum Yudum” bunlardan biri. Ortalama pop şarkılarının bildik nakarat yürüyüşlerinden farklı melodik yapısı şarkının en dikkat çekici tarafı. “Yudum Yudum” batılı bir armoniyle ilerleyip “yar elinden aşk” cümlesinde alaturkaya şöyle bir dokunup geçiyor ki bu dozu birçok pop şarkıcısı ve aranjör ölçek olarak kullansa ne şahane olur diye düşündüm ister istemez.
Sırada bir İskender Paydaş bestesi olan “Yalan Dünya” var. Şarkı, dizi meraklılarına çok tanıdık gelecek zira son dönemin epeyce popüler ve bu nedenle de uzadıkça uzayan televizyon dizilerinden “Lale Devri”nin jenerik müziği aslında. İsra Gülümser çok zor bir şey yapmış ve bu çok bilinen enstrümantal parçaya söz yazmış. Pişmiş aşa su katmak bir nevi. Ya da bir kitabı filme çekmek gibi. Neyse ki diziden tamamen bağımsız, bambaşka bir şey çıkmış ortaya ve hiç de fena olmamış. Orijinal jenerik müziğine vokal yapan Pelin Yılmaz, bu şarkıda da aynı vokali bu defa Dalkılıç için yapıyor. “Yalan Dünya”nın albümün cepte “hit”lerinden biri olduğu ortada. Belki de sırf bu yüzden bu şarkıya klip çekilmemeli.
Yine bir Oytun Karanacak bestesi olan “Neyleyim İstanbul’u” Emir Batkan tarafından düzenlenmiş. Karanacak’ın besteci olarak adını çok daha fazla duyurması çok muhtemel gözüküyor. Bu albümdeki iki şarkısı da bunun habercisi gibi. “Neyleyim İstanbul’u” da tıpkı “Yudum Yudum” gibi farklı düzenlemelere, varyasyonlara açık bir beste. Düzenlemede kullanılan ud ve klarnet, özellikle şarkının açılışında bir Yeni Türkü dizi müziği (Süper Baba, Baba Evi vb.) atmosferi yaratıyor ve bunun da etkisiyle “Neyleyim İstanbul’u” kulağı çok kolay yakalıyor. Bununla birlikte bu şarkıyı bir de “rock” kıyılarında gezen bir düzenlemeyle dinlemek enteresan olabilirmiş. Keşke olsaymış.
Murat Dalkılıç bir önceki albümünde “Çatlat” adlı şarkısını seslendirdiği Emre Kaya’dan bu defa “Kader”i almış. Şarkıya güvenmiş de olsa gerek ki ikinci klip “Kader”e çekildi. Evet akılda kalıcı, yüksek tempolu ve kolay ezber edilecek, eşlik edilecek bu şarkı ticari açıdan doğru bir seçim olabilir ama albümün genel seyri içerisinde daha “hafif” duruyor. Ozan Çolakoğlu’nun oyunu kuralına göre oynayan düzenlemesine rağmen böyle bu. Dalkılıç’a (ve hatta kimseye) bu tür şarkıların kazandıracağı yeni bir şey yok artık. Olsa olsa yerinde saydırır.
Söz ve müziği Caner Yemez’e, düzenlemesi Emir Batkan’a ait “Canına Yandığım”, yine çok tanıdık pop klişeleri üzerine kurulu, ortalama bir şarkı. Şarkı sözlerindeki “bağrıma taş basarım,” bir ömür ağlasam sönmez yangını,” gibi dizimleri ise klişe diye tanımlamak bile az geliyor artık. Şarkının “intro”sunun Sezen Aksu’nun “Yalnızlık Senfonisi”nin “intro”suyla ikiz kardeş olduğu da fark edilmeyecek gibi değil.
Albüm “Yudum Yudum”un Ora ve Ventus versiyonuyla kapanıyor. Çok iddialı, çok şatafatlı bir “remix” değil bu. Hatta tam tersine mütevazı, orta halli. “Yudum Yudum” kulüplerde çalınsın diye yapılmış olsa gerek. Amacına da hizmet ediyor gibi.
“Bir Güzellik Yapsana”nın en büyük “güzelliği” ise albüm fiyatına satın aldığınız CD kutusunun içinden bir de DVD çıkması. Albümün prova ve kayıt aşamalarından bir saate yakın görüntünün derlendiği bir film var DVD’de. Bir albüme ne kadar çok insanın elinin değdiğini, ne kadar emek sarf edildiğini içeriden görmek, uykusuz gecelere, oradan oraya koşturmacalara ve bir yandan da müzik üretiyor olmanın o koşulsuz şartsız hazzına, neşesine, enerji patlamalarına şahit olmak sıradan dinleyici için çok farklı bir deneyim. Bunu birebir yaşatabildiği için filmi hazırlayanlara teşekkür etmek lazım. Bu aynı zamanda bir belgesel bir taraftan da. Keşke her albümün böyle belgeselleri olsa, olabilse.
Albüm gayet eğlenceli, şık ve pop bir kartonet tasarımı ile birlikte sunuluyor. Klip ve albüm görselinin uyumu da tam olması gerektiği gibi, doğru bir iş olmuş.
Başından sonuna bir “ortaya karışık” duygusu yaratsa da Murat Dalkılıç’ın bu albümle kariyerinde yeni bir dönemece girdiği pekala söylenebilir. Kenan Doğulu-Yalın çizgisinden uzaklaştığı, Gökhan Tepe-Gökhan Özen çizgisinin ise yakınından bile geçmediği (“Kader” biraz geçiyor gibi) ölçüde bundan sonra yapacaklarıyla adını tek başına yazdıracağı yeni bir sayfa açabilir. Umarım öyle olur.
Müzik sektöründe yaşanan sıkıntılar, müziğe gerçekten gönül vermişleri yıldırmıyor. Onlar ne yapıp ediyor, sadece işlerini yaparak ayakta kalmanın yollarını arıyor, buluyorlar. Zeliha Sunal da bunlardan biri. 2010 yılında “Aşk Bana Kalır” adlı mini albümüyle müzik kariyerine bir kilometre taşı daha ekleyen Sunal, bu defa bir tekliyle yeniden karşımızda. Söz ve müziği Neslihan Demirtaş’a ait “Kurbağa Prens” adlı şarkının dört versiyonla yer aldığı bu tekli, TMC Müzik etiketiyle piyasaya çıktı.
Öyle bir terimimiz bile var. Artık nasıl istenmeyen, nasıl kulağa kötü gelen, nasıl baş ağrıtan bir şeyse cazdan anladığımız, birinin karşımıza geçip fazla dırdır etmesi durumunda “Bana caz yapma!” deriz. Yani biz halk olarak cazı pek de sevmeyiz. Ama biliriz ki caz bunu pek dertmez. Çünkü caz, tribünleri coşturmak için yapılan bir müzik değildir. Caz yapıyorsanız çaldığınız enstrümanla, söylediğiniz şarkıyla, caz dinliyorsanız dinlediğiniz müzikle sevişmektir olan biten aslında. Öyle bir tutku, bir adanmışlık ve teslimiyet halidir. O derece iki kişiliktir, özeldir. Ve haliyle tabii, tribünlerde sevişilmez.
Türkiye’ye caz müziğinin Cumhuriyet’le birlikte girdiğini söylemek yanlış olmaz. Kökleri Afrika’ya dayanan ve Amerika’ya köle olarak getirilen Afrikalılardan yayılıp zamanla bütün dünyaya ulaşan caz müziği epeyce tekamül ettikten, zencilerin yerel müziği olmaktan çıkıp dünya genelinde tanınıp bilindikten sonra Türkiye’ye ulaşabilmiş. Ayten Alpman, Rüçhan Çamay, Sevinç Tevs gibi caz solistleri ve Süheyl Denizci, İsmet Sıral, Erol Pekcan gibi caz enstrümanistlerinin adlarını duyurmaları ellili ve altmışlı yıllara uzanıyor. Uzun süre seçkin gece kulüplerinin programlarında, otel lobilerindeki beş çaylarında dinleyici bulan bu müzik türü hiçbir zaman ana akıma girememiş, yıllar boyunca sadece belirli bir kitleye, meraklısına hitap edebilmiş.
O günlerden bugünlere ulaşabilmiş ve çoğu taş plaklar üzerinde kalmış az sayıda caz kaydını dinlediğimizde, icra edilen müziğin dünyadaki emsallerini aratmayacak yetkinlikte olduğunu görüyoruz. O dönemlerde ülkenin dünya ile izole hali, yurt dışına gidip gelme, yurt dışından enstrüman ve teknik ekipman getirtebilme zorlukları gibi nedenlere ve Türk müzik dinleyicisinin caza olan mesafesine rağmen kat edilen yol hiç de az değil.
Nitekim o zamandan bu zaman şöyle bir baktığımızda, caz müziğinde hiçbir müzik türünde olmadığı kadar çok dünyaca tanınmış isim çıkardığımız da görünüyor. Başta Okay Temiz olmak üzere Aydın Esen, İlhan Erşahin, Kerem Görsev ve Ferit Odman en bilinen örnekler. Dünya çapında popüler olmasalar bile bu topraklarda dünya çapında işler yapmış Neşet Ruacan, Nükhet Ruacan, Metin Gürel, Tuna Ötenel, Kudret Öztoprak, Ayşe Gencer, Özdemir Erdoğan ve daha bir dolu ismi de anmadan geçmemek lazım. Liste çok daha kabarık ama bu yazının konusu Türkiye’de caz tarihi olmadığı için özetleyerek geçiyorum.
1973’den beri düzenlenen İstanbul Müzik Festivali’nin caza giderek daha fazla yer vermesi ve kendi dönemlerinin en popüler caz müzisyenlerinin birer ikişer Türkiye’de konser vermesi de bu müziğe olan ilginin artmasında azımsanmayacak bir pay sahibidir kuşkusuz. Her kuşaktan yetişen çok yetenekli ve çok yetkin müzisyenlerle cazın Türk müzik skalası içinde göze görünmeyen ama sağlam bir yer edindiği su götürmez. Nitekim son yıllarda beklenmedik bir şekilde sayıları giderek artan Türk caz albümleri de bunun ispatı gibi.
ŞENAY LAMBAOĞLU – “İÇİMDE AŞK VAR”
Ülke caz gündemini takip edenlerin yıllardır yakından tanıdığı Şenay Lambaoğlu geçtiğimiz günlerde ilk albümü “İçimde Aşk Var”ı yayımladı. Çok küçük yaşlardan itibaren müzikle yakın temasta olan, çok geçmeden de eğitimini almaya başlayan Şenay Lambaoğlu, caz müziğini ders çalışırken dinlediği radyoda keşfetmiş ve o günlerde sevdiği bu müzik zamanla hayatının bir parçası haline gelmiş. Biyografisi yurt içi ve yurt dışı sayısız caz deneyimi ile dolu. Kariyerine kilometre taşı yaptığı her bir deneyimle bir adım daha yol alırken, kendine ait bir albümle dinleyici karşısına çıkmak için acele etmemiş. Kendi şarkılarını yazmış ve onları en iyi duyurabileceği zamanı beklemiş. Ve artık o kadar hazırmış ki albümü kaydetmek sadece iki ay sürmüş.
Şenay Lambaoğlu’nun bu ilk albümünde söz ve müzikleri kendisine ait dokuz şarkı var. Düzenlemeler henüz çok genç yaşta olmasına rağmen müzikte hem akademik anlamda hem de piyanist, besteci ve aranjör olarak ciddi bir kariyer edinmiş Ercüment Orkut tarafından yapılmış. Albümde çalanlar da Cem Tuncer, Yahya Dai, Eylem Pelit ve Şenova Ülker gibi usta müzisyenler. Hal böyle olunca ortaya çıkan işin tadı tuzu da ziyadesiyle yerinde olmuş.
Şenay Lambaoğlu her şeyden önce çok iyi bir şarkıcı olduğunu gösteriyor bize bu albümde. Kusursuz bir entonasyon, tertemiz bir artikülasyon ve abartısız, kavgasız gürültüsüz bir teknik. Lambaoğlu özellikle ipin ucu çok kolay kaçırılabilecek pes seslerde çok başarılı. Bununla birlikte, notalara bu kadar hâkim her şarkıcının yaptığı gibi onun yorumu da yer yer kelimelerin duygusunu teğet geçebiliyor. Bu biraz da hep sahnede, kalabalıklar önünde şarkı söylemenin tuzağı aslında. Stüdyoda biraz daha küçük oynamak, şarkıyla dış etkenlerden tamamen bağımsız bir ilişki kurmak gerekiyor. Ancak Lambaoğlu’nun şarkıcılık tekniği, ilk albüm için bu ayrıntıyı göz ardı edilebilir kılıyor.
Albümün başından sonuna koyu bir caz albümü olmadığını kendisi de söylüyor bir röportajında. Pop-caz daha doğru bir tanım olabilir belki. Ne popçuların ne de cazcıların itiraz edeceği bir tanım olur bu.
Albümdeki şarkıların ilk ortak paydası, kadına dair öyküler anlatıyor olmaları. Hayatın içinde tek başına ama dik duran, eğitimli, entelektüel, otuzlu yaşlarında bir genç kadının, muhtemelen de bizzat Şenay Lambaoğlu’nun özyaşamsal öyküleri bunlar. Öyküleri ya da duyguları… Gündelik hayat içerisindeki devinimleri, soruları, sorguları, umutları, beklentileri… Tüm bunları bugünün televizyon dizileri/romanları/şarkılarında bahsi geçen ve dahi bizzat hayatın içinde tanış olduğumuz orta yaşlı şehirli genç kadın şablonuna oturttuğunuzda genellikle bir miktar acılı, gelgitli, arızalı bir haleti ruhiyeyle karşılaşıyorsunuz. Oysa Şenay Lambaoğlu’nun şarkılarının ikinci ortak paydası iyimser ruh hali. En hüzünlü şarkıda bile neredeyse elle tutulur, gözle görülür dozda bir umut var.
“Hayat Bu” adlı şarkıda “Düşeceksin acının en dibine vurmadan önce karaya, ayaklanıp çıkacaksın yeni bir aşkın sıcağına,” diyor Lambaoğlu. Bu şarkı benim yukarıda iki uzun cümleyle anlatmaya çalıştığımı, iki kısa cümleyle özetliyor aslında, fazla söze gerek bırakmadan.
“Hayat Bu”dan bahsetmişken, koyu bir Hümeyra hayranı olarak (şarkıcı Hümeyra’ya tabii; oyuncu değil) bu şarkının bana anımsattığı Hümeyra tadına bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Albümde ilk klip “Monolog” adlı şarkıya çekildi. Caz şarkıcılarından ilk ağızda beklenen, seslerini bir enstrüman gibi kullanabilmeleri, emprovizasyon yapabilmeleridir ya, Lambaoğlu tam da bu isteneni yerine getiriyor bu şarkıda. Şarkı sözleri de bugünün kadın-erkek ilişkileri coğrafyasında çok tanıdık engebelere işaret ediyor. Belki de bu sebeplerle (haliyle ticari olarak da) önce bu şarkıya dikkat çekildi. Yoksa albümün en önemli ve tek kozu “Monolog” değil. Ben kendi adıma “Hayat Bu”yu ve “Oysa Umut Var”ı diğer kozlar olarak aldım kabul ettim bile. Albümün açılış şarkısı “Ay”ın esrarengiz çekiciliğini de es geçmemek lazım tabii.
Şenay Lambaoğlu sadece caz severlerin değil, “Bana caz yapma!” ünlemini sıkça kullananların da sevebileceği bir albüm yapmış sözün özü. Kulak kabartmak gerek.
GÜVENÇ DAĞÜSTÜN – “EVDE YOKLAR”
Son dönemin dikkat çekici caz albümlerinden biri de Güvenç Dağüstün’ün “Evde Yoklar” adını verdiği ilk albümü.
Ankara kökenli bir müzisyen olan Dağüstün, opera eğitimi almış ve uzun yıllar opera temsillerinde rol almış. Bir dönem Viyana Operasında, üstelik başrolde sahneye çıkmışlığı da var. Fazıl Say’ın “Nazım” orotoryosunda da yer alan Dağüstün, aynı adla piyasaya sürülen albümde de şarkı söylemişti. Tiyatro oyunculuğunun yanı sıra bugüne dek bir de sinema filminde rol alan Güvenç Dağüstün, kendisinden beklendiğinin aksine bir şan tekniğiyle aryalar söylediği bir albüm yerine, caz içerikli bir konseptle dinleyici karşısına çıkmayı tercih etmiş.
Cazın yerli tarafına daha yakın duran bir albüm bu. İçinde etnik öğeler de var. Şarkı sözlerinde ise yer yer Dağüstün’ün siyasi duruşunun izlerini görmek mümkün. Nitekim bir süredir Oda TV’ye yazdığı yazıları kadar Twitter’daki yorumlarıyla da emsali birçok sanatçının ve popüler kişinin aksine ülkede yaşananlara karşı bitaraf olmamayı/durmamayı tercih ettiğini alenen gösteriyor.
İşin şarkıcılık kısmında ise bariton Güvenç Dağüstün ne caz ne de şan tekniğiyle tanımlanabilecek bir biçimde şarkı söyleyerek dinleyeni şaşırtıyor. Tanımlardan bağımsız, kendi gibi söylüyor demek daha doğru olur belki. E bizim milletçe operaya da en az caz kadar mesafeli olduğumuz düşünülürse, bu en doğru seçimmiş gibi görünüyor (Türk televizyon tarihinin en eski “sitcom”u “Kaynanalar” dizisinin tiplemesinin, korkunçluğunu operacı olmasına dayandıran, sinir bozucu “niiiiii” nidasıyla bir kuşağın hafızasında travmatik izler bırakan kokoş burjuva kaynanası Tijen Hakmen’i [ya da gerçek adı ve sanıyla öz be öz opera sanatçısı Sevda Aydan’ı] benim gibi unutamayan kim bilir kaç kişi var memlekette hâlâ, düşünsenize.)
Kaldı ki şan eğitimi almış, yıllarca şan tekniğiyle söylemiş birisi için bir reflekse dönüşmüş tekniğinden sıyrılarak şarkı söylemek hiç de kolay değildir. Ben kendi müzik bilgim ve görgümle, Dağüstün’ün sesinde bazı şarkılarda belirgin bir şekilde hissedilen nazal tınıları buna yordum. Belki de başka bir teknik açıklaması vardır ve ben yanılıyorumdur. Buna karşın aldığı eğitimi ve sırtına yüklediği onca deneyimi, sesini verdiği şarkılarda tek bir nota bile sektirmeyerek, ziyadesiyle gösteren bir şarkıcı dinliyoruz albüm boyunca.
Albüm Polad Bülbüloğlu’nun sesinden tanıyıp sevdiğimiz “Gel Ey Seher”in enteresan caz yorumuyla, adeta bir “jam session” havasında başlıyor. Albüme adını veren “Evde Yoklar”, Metin Altıok’un şiirinden bestelenmiş bir şarkı. Cihan Sezer’in bu bestesi albümün en çarpıcı şarkılarından biri. Altıok’un herhangi bir dizesine değdiğinde gözünüz ya da kulağınız, canınız Sivas katliamına yanmadan geçip gidemiyorsunuz kolay kolay. Yine öyle oluyor. “Evde yok” olan biz miydik acaba diye düşünüyorsunuz ister istemez.
Bir Mehmet Güreli bestesi olan “Kimse Bilmez”i yakın zamanda Kürşat Başar’ın albümünde Yaşar’ın sesinden dinledik. Öncesinde ise Zuhal Olcay ve Jülide Özçelik de seslendirmişti bu şarkıyı. Ömer Hayyam’ın dizelerinden bestelenmiş “Kimse Bilmez”, bin kere de çalınıp söylense dinlenilecek, zamansız şarkılardan. Cihan Sezer’in bu düzenlemesi de şarkının değerine değer katmış üstelik.
Çoğumuzun illüzyonist olarak tanıdığı, zaman zaman karşımıza oyuncu olarak da çıkan Kubilay Tunçer’in sözlerini yazdığı “Yanan Bilir”in bestesi ve düzenlemesi Nurkan Renda’ya ait. Makamsal müziğin içinden geçen ve bu nedenle kulağı kolay yakalayan şarkıda enstrümanların büyük kısmını da Renda çalmış.
Sözü ve müziği Zafer Cımbıl’a ait “Sevdanın Yolları”, albümde ikinci klip çekilmek üzere seçilen şarkı oldu (Pascal Nouma’dan Mehmet Esen’e, epeyce kalabalık kadrolu klip izlenmeye değer.) Bu şarkıda Dağüstün’e kalp yıkayan su misali sesiyle Birsen Tezer eşlik ediyor. Şarkıyı 2008 yılında yayımlanan “Organic Şarkılar” adlı albümünde Zafer Cımbıl’ın da seslendirdiğini hatırlatayım. Albümde sözü ve müziği Güvenç Dağüstün’e ait tek şarkı olan “Bugün”ü, ilk klip şarkısı “Ellerin” takip ediyor. “Ellerin”in söz, müzik ve düzenlemesi Cihan Sezer imzası taşıyor. “Ben bugün şarkı yazdım, bunu hiç yapmamıştım,” diyor Güvenç Dağüstün “Bugün”de. Şarkının enteresan davul yürüyüşü ile Olgu Kızılay’ın şahane kemanı kadar, beklenmedik elektrogitar solosu da dikkat çekici. “Ellerin”in klibi de hayli enteresan zira Güvenç Dağüstün bu klibi bir Beyoğlu gecesinde, İstiklal Caddesinde, kendi cep telefonuyla çektiği görüntülerden kurgulayarak oluşturmuş. Bir Pir Sultan Abdal deyişi olan “Bin Cefelar Etsen Almam Üstüme”de Güven Dağüstün ve 1999’da hayata gözlerini yuman (babası) müzisyen ve tiyatro oyuncusu Yusuf Dağüstün teknoloji marifetiyle düet yapıyor. Yusuf Dağüstün’ün 1977 yılında piyasaya çıkmış “Bağımsızlığa Ezgiler” adlı ilk ve tek33’lük plağından alınan kayıt, bugünün teknolojisiyle Güvenç Dağüstün’ün sesi ve Cihan Sezer’in düzenlemesiyle birleştirilmiş. Hem teknik olarak başarılı, hem de duygu olarak çok etkileyici bu şarkıda baba oğul Dağüstünler Ruhi Su’ya bir saygı selamı gönderir gibiler.
Albümün dokuzuncu ve son şarkısı ise başka türlü bir sürpriz içeriyor. Rus besteci Nikolai Rimsky-Korsakov’un Türkiye’de de iyi bilinen “Sherezade”(“Şehrazat”) adlı senfonik süitinin bir bölümünün üzerine Güvenç Dağüstün Türkçe sözler yazmış bir klasik eserden günümüz formlarında bir şarkı ortaya çıkarmış. Aynı eseri 1981 yılında Barış Manço da İngilizce sözlerle “Şehrazat” adıyla şarkı yapmıştı. Dağüstün ise bambaşka bir yoldan gitmiş. Romantik, özellikle nakarat sözleri ve melodisiyle bir parça muzır, kısacık tadımlık bir şarkı bu. Dozunda bırakılmış bir espri, hatta belki de dinleyiciye yapılmış küçük, şık bir jest.
Üzerinde epeyce emek ve çaba sarf edildiği her halinden belli bu albüm, poptan kaçarken “rock”a yakalananlar başta olmak üzere, bu ara kulağını temizlemek isteyen herkese tavsiye olunur.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.