(18 Mart 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
İlk albümü “Siyahın Matemi” ile 2000 yılında tanıştığımız Sarp, o günlerde “Nikâh Masası” adlı meşhur Ümit Besen şarkısının “rock” düzenlemesiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Türkiye’de ne “rock” müzik bu kadar popülerdi, ne de eski şarkıları yeniden söylemek. Ardından 2006 yılında “Eski Aşklar” adlı bir albüm daha yaptı ve üçüncü albümü için 2013 yılına kadar bekledi. Bu ikinci uzun arada ise onu bir televizyon dizisi ve filmde oyuncu olarak izledik.
Sarp’ın Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle piyasaya sürülen üçüncü albümü “Çırılçıplak” adını taşıyor. Albümde 10 şarkı ve 1 farklı versiyon var. Bu şarkılardan biri yine bir “cover”. İlk albümünden bu yana “cover”lardan vazgeçmeyen Sarp, bu kez de Ayten Alpman’ın sesinden kulaklarımıza yer eden, sonrasında ise Zerrin Özer, Candan Erçetin, Bülent ve Yonca Lodi tarafından yeniden seslendirilen “Ben Böyleyim”i kullanmış ve hatta albümün çıkış şarkısı yapmış. Bu kadar çok söylenmiş bir şarkıya bir kez daha oynamak neresinden baksanız akıl kârı görünmüyor ve hatta bu çıkış albümü biraz da gölgeliyor. Zira albüm tek bir “cover”a yaslanacak bir albüm değil.
Sarp’ın şarkıları daha ziyade ‘70’ ve ‘80’lerin klasik “rock” şarkılarını sevenleri memnun edecek nitelikte. Bu etkiyi vurgulamak için olsa gerek yer yer gitarların, yer yer de solistin sesi bir takım efektlerden geçirilmiş ki. Sarp’ın vokal tekniğinde önceki albümlere kıyasla hissedilir bir farklılık var. Sesini kırıp döken, çatlatan, kelimelerle oyun oynayan Sarp, bu haliyle Mick Jagger’dan David Coverdale’e dek adeta bir dönemin klasik “rock” solistlerine öykünerek, kendi stilini yaratmış gibi.
Albümde iki şarkıda Türkçe “rock”ın yıllardır sessiz sedasız bir biçimde en etkili isimlerinden biri olmuş Demirhan Baylan’ın imzası var. Daha önce Baylan tarafından da seslendirilen “65 Amerikan” ve “Cennet”, özellikle göndermeli sözleriyle iki sıkı “rock” şarkısı. Albümün sonunda “Cennet”in bir de akustik versiyonu var. Diğer şarkılarda ise Sarp’ın ve eşi Meris Sanin’in imzası var. Düzenlemeleri ise Sarp’ın yanı sıra, albümde birlikte çaldığı grup elemanları Alp Tiner, Özgür Özgüven, Gökçe Dayanç ve Serkan Çalar yapmış.
Diğer şarkılara nispetle ortalama dinleyiciyi daha kolay yakalayacak “Dön Ya Da Pişman Ol”, “distortion” sevenler için “Saklambaç” ve iki Demirhan Baylan parçası albümde ilk dinleyişte öne çıkıyor. Hem melodik yapıları, hem sözleri, hem de düzenlemeleriyle epeyce depresif aşk şarkılarına hayır demeyenlerdenseniz albümde ardı ardına dinleyeceğiniz “Tut Beni”, “Sensiz” ve “Dön N’olur”u sevmemeniz için bir neden yok. Hatta bunların hemen arkasına rahatlıkla “Yalnızsın Yine” ve “Belki de Haklısın”ı da ilave edebilirsiniz.
Can Yazıcı tarafından çekilmiş albüm kapak fotoğraflarının pek profesyonel olduğu söylenemez. Lö Designers tarafından yapılan kapak tasarımı da biraz aceleye gelmiş gibi. Buna karşın albüm kendi kulvarında kendi dinleyicisini yakalayabilecek şarkılarla Türkçe “rock” ortalamasının üzerine çıkmayı haydi haydi başarıyor.
(11 Mart 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Gülnur Gökçe’yi biz ilk kez 4 Yüz grubuyla tanıdık. 2007-2009 yılları arasında “R&B” ve “teenage pop” etkili şarkılarla, hem dans edip hem şarkı söyleyerek, yurt dışında sıklıkla gördüğümüz bir modeli Türkçe pop müziğe adapte eden grup, sonrasında dağıldı ve grubun iki erkek solisti olan İlkay Sipahi ve Onur Kırış ardı ardına yaptıkları solo çalışmalarla müzik piyasasında şanslarını denediler. 4 Yüz’ün iki kızından biri olan Gülnur Gökçe’nin ilk albümü ise geçtiğimiz günlerde Jingle Box Müzik Yapım etiketiyle yayımlandı.
“Porselen Düşler” adını taşıyan bu çalışma, 4 şarkı ve 1 versiyondan oluşan bir mini albüm aslında. Albüme adını veren ve ilk klip şarkısı olarak seçilen “Porselen Düşler”, Ozan Güneysu’nun söz ve müziğini yazdığı bir şarkı. “Terk Et Beni”nin söz ve müziğinde ise Gülnur Gökçe’nin imzası var. Albümde iki versiyonla yer alan “Eşik”in sözleri Gülnur Gökçe’ye, bestesi ise Murat Güneş’e ait. “İlk Gece” adlı şarkı ise Gülnur Gökçe ve Süleyman Yüksel’in ortak bestesi. Düzenlemeleri Temel Zümrüt yapmış. Doksanlardan bu güne dek yaptıkları bütün işlerde Türkçe pop ortalamasının üzerine çıkmayı başarmış Temel Zümrüt ve Süleyman Yüksel, 4 Yüz grubunun da mimarlarıydı. Bu albüme attıkları imza da çok belirgin olarak hissediliyor. Nitekim albümde yer alan 4 şarkı da Batılı bir “sound” üzerine kurulmuş, sıkı pop şarkıları.
Gülnur Gökçe, aldığı tiyatro eğitimini müzik eğitimiyle de pekiştirmiş, güçlü bir sesi olan ve sesinin imkanlarını iyi kullanan bir şarkıcı. Ne ki İngilizce şarkı dinleme ve söylemenin, Mariah Carey, Whitney Houston, Beyonce, Christina Aquilera ve benzeri solistlerden etkilenmenin doğal sonucu olarak, Gökçe’nin Türkçe vurguları zaman zaman aksıyor. Şarkı söylerken yer yer kelimelerin ne anlattığına değil, sesini nasıl kullandığına odaklanıyor ve bu da şarkıların duygusuna zarar veriyor. Bu kusuru giderdiğinde Gülnur Gökçe’nin dinlemelere doyulmayacak bir şarkıcı olmaması için hiçbir sebep yok.
“Eşik”, hem yavaş, hem de hareketli versiyonuyla etkili bir şarkı olarak albümde ön plana çıkıyor. “Terk Et Beni”, ilk dinleyişte kulağa yer eden melodisi ve kıvrak ritmiyle avantajlı. Yukarıda adı geçen şarkıcıların tarzına ve tavrına daha yakın duran “İlk Gece” ve “Porselen Düşler” ise türün meraklıları tarafından ayrı ayrı sevilecek, ezber edilecek şarkılar. Kısacası bu mini albümde boş yok. Belli ki çok özenilmiş, uğraşılmış ve süresi kısa ama etkili bir albüm kotarılmış. Albüm için Fırat Koçak tarafından çekilen fotoğraflarda iddialı ve çarpıcı bir görsellik hedeflenmiş. 1995 yılında yayımlanan ilk ve tek albümü “Uçalım mı?” ile dikkatleri üzerine çeken ama arkasını getirmeyen Çiler Erbil, Gülnur Gökçe’nin bu albümüne grafik tasarımcısı olarak imza atmış. CD kutusunun iç yüzünde kartonetin boş bir beyaz zeminden ibaret olması ise tasarımın kusuru olarak göze çarpıyor.
Su katılmamış pop müzik sevenlerin kayıtsız kalmaması gereken bir albüm bu. Sırf bu nedenle ticari başarısı düşük olacaktır muhtemelen; zira hem içinden alaturka geçmeyen pop müziği pek talep etmiyoruz, hem de yeni sesleri bağrımıza basmak konusunda fazla temkinliyiz milletçe. Buna karşın birilerinin bunu yapması, hatta Gülnur Gökçe’nin albümün tanıtım konserinde giydiği türden bir zırhı kuşanıp yola düşmesi gerekiyor. Neyse ki hem Gökçe’nin müzikal donanımı, hem de arkasındaki ekip bunu yapabilecek güçte.
(4 Mart 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Daha ilk albümüyle farkını hissettirmişti Mabel Matiz. Başka türlü bir müzisyenle karşı karşıyaydık. Şiirlerini müzikleyen bir şair, müziğini şiirleyen bir besteci, şarkılarını söylemeyen, anlatan bir şarkıcıydı. Sesi kadife değildi; aksine teninizi dalan bir kumaş gibiydi. Şarkı sözleri de öyle. Orta halli mahallelerin sıraya girmiş evlerinden, şehrin eteklerine serilmiş güvenlikli sitelerin manzaralı dairelerinden değil, girmemek için yolumuzu değiştirdiğimiz karanlık ve tekinsiz arka sokaklardan sesleniyordu. Bir sokak şarkıcısıydı aslında; durup dinlemedikçe ne söylediğini asla fark edemeyeceğimiz.
Mabel Matiz’in merakla beklediğimiz ikinci albümü “Yaşım Çocuk”, geçtiğimiz günlerde DMC ve Zoom Kurumsal işbirliğiyle yayımlandı.
12 şarkının yer aldığı bu yeni albümde Mabel Matiz yine ağırlıklı olarak kendi şarkılarını söylüyor. Bir şarkıda (Mabel Matiz’in deyimiyle) “Türk popunun ‘punk’ şairi” Mete Özgencil’in de imzası var, bir şarkı ise bir Yıldız Tilbe “cover”ı. Düzenlemeler Can Güngör ve Cihan Murtezaoğlu tarafından yapılmış. Düzenleme, kayıt ve miksaj ilk albüme kıyasla çok daha profesyonel bu defa. Doğrusu albümü ilk kez dinlemeye koyulduğumda bu durum benim için bir soru işaretiydi: Teknik profesyonellik, ilk albümdeki acemi, çok hevesli ve tam da bu sebeplerle hizaya girmemiş o ruha zarar vermiş miydi acaba?..
Evet, ilk albüme kıyasla Mabel’in bu kez daha az savruk, daha derli toplu, hatta uslu şarkı söylediği bir gerçek. Sesi de stüdyoda bir parça daha ‘bas’ tonlanmış. Neyse ki bunlar ilk albümü cazip kılan ve bu yazının ilk paragrafında tarife çalıştığım etkiyi daha az kılmıyor. Yine bilmediğimiz ya da bilsek de bilmezden geldiğimiz hikâyelerin içinden, kemiksiz bir dilin başına buyruk cümleleriyle geçerken, kulaklarımıza ve kalplerimize yer eden; yer etmek ne kelime, adeta “çakılan” melodilerle bir Mabel Matiz farkındalığı daha yaşıyoruz bir albüm boyunca. Şarkıları ilk dinlediğim günden beri favorim değişmedi: “Alaimisema” yüksek enerjisi, muzır melodisiyle dinleyeni hemen kavrayan güler yüzlü bir şarkı. Aynı sebeple “Tanburu Yokuştan”ı da sevmek çok mümkün. Albümde son sırada yer alan ve Mabel’e vokalde Göksel’in eşlik ettiği “Ah Bu Sefer”, Mete Özgencil’in eli değmiş “Zor Değil” ve ilk albüme çok yakın duran “Kerem Gibi” bıçak yarası gibi sızlayan, sızlatan şarkılar. “Krallar”, sadece “huzur isyanda” mottosuyla bile Mabel şarkılarının özeti olabilecek bir açılış yapıyor albüme. Yıldız Tilbe’nin en iyi dönemlerinden “Aşk Yok Olmaktır”, albümde adeta bir Mabel şarkısıymış gibi tınlıyor. “Yıllar Saçlarına” ve “Sefil Çıplak Korkusuz” ise iyi işlenmiş, iyi düzenlenmiş ve çalınmış etkili Mabel şarkıları olarak dikkat çekiyor. Albüme adını veren “Yaşım Çocuk” (kimin değil ki?), “Aldanıyor” ve “Ölü Pantolon”la da bu “şahane çığlık tablosu” (Sezen Aksu ve Edvard Munch’a göndermeyle) tamamlanıyor.
Tıpkı ilk albümdeki gibi yine çok kişiye özel bir kartonet tasarımı (Elif Yemenici tarafından yapılmış) ve fotoğraflarla (Dilan Bozyel imzalı) dinleyiciye sunulan albüm, bu bakımdan da ne kadar özenli bir iş yapıldığı gösterir gibi.
Nazan Öncel başkadır, benzersizdir. Popüler müziğin hem içinde, hem de dışında kalabilmiş, kimi kez neşeli kalabalığın tam orta yerinden, kimi kez kuş uçmaz kervan geçmez bir sokağın kuytu bir köşesinden ses vermiş bir müzisyendir. Bir şarkıda güldürdüğü, başka bir şarkıda süründürdüğü, bir şarkıda mutluluk verirken, bir başkasında öldürdüğü bilinir. Bundan sabıkalıdır. En eğlencelisinden en karamsarına her şarkısının bir derdi vardır o ve o dert hep çok tanıdıktır, ortaktır. Şahittir yaşadıklarımıza; yakın tanıktır. Bu yüzden yeri ayrıdır, ara ara kalkıp gitse, bir müddet geri dönmese de koltuğu hep sıcaktır.
2011 çıkışlı “Hayvan” ve 2012’de piyasaya sürülen “Hayvan’a Remix” albümleri, benim Nazan Öncel’imin kalkıp gittiği albümlerdir mesela. Kalbime dokunmamış, içime sinmemiştir. 2000’lerden sonra yüzünü ana akıma dönmeye başlayan Öncel’in, ‘90’lardaki “Göç”üne, “Sokak Kızı”na, hele hele “Demir Leblebi”sine uzak akrabadır “Yan Yana Fotoğraf Çektirelim”ler, “7’in Bitirdin”ler… Ama en çok “Hayvan” öyledir. Hele hele “Hayvan’a Remix” düpedüz bir yabancılaşma efektidir; hayal kırıklığıdır.
Neyse ki hayli zamandır beklediğimiz haberi geçtiğimiz aylarda Nazan Öncel’in oğlu Serkan Öncel duyurdu Twitter’dan. Nazan Öncel “Göçe Devam” etmeye karar vermişti. ’90 yıllar pop müziğinin tam orta yerine roket gibi düşen “Göç” albümünün devamı geliyordu. Öncel’in en popüler olduğu, çok sayıda “hit”le dillere düştüğü bir dönemde her şeye sırtını çevirip, tamamen akustik, tamamen ‘çemberin dışından’ şarkılarla kotardığı “Göç” sadece müzikalitesi yüksek, sözü ağır ve sarsıcı bir albüm değil, pop müziğin oyuncak zaferlerine, yaldızlı imgelerine indirilmiş okkalı bir tokattı. Onu yapan, pekala bunu da yapabilirdi. Kim bilir belki de tam da bu aralar böylesi bir tokada daha ihtiyacımız vardı.
İşin haber kısmı bu: Nazan Öncel “Göçe Devam” edecek. Gelelim hayal kısmına…
Haberi duyar duymaz kafamdaki dur durak bilmez proje üretme merkezinin voltajı yükseldi. Ve bakın aklıma ne getirdi.
“Göç” albümünün yapıldığı yıllarda alternatif müziğe, kent ozanlarına, popülere sırtını çevirmiş genç şarkı yazarlarına, deneysel işlere filan yabancıydık. O günlerde sözgelimi bir Mabel Matiz çıkıp gelse, Yonca Evcimikleri, Tayfunları, Ozan Orhonları filan buyur ettiğimiz kapıyı Mabel’in suratına kapatabilirdik. Gel zaman git zaman durum değişti. Nazan Öncel ve benzerlerinin açtığı yoldan yürüyen, yürürken de yüksek ihtimal “Göç”den de ilham alan bir dolu müzisyen bugün popülerin baskın gürültüsü içinde sesini duyurabilecek bir alan yarattı kendine. E peki şimdi Nazan Öncel tutsa, gölgesinde onlara da bir yer açıp, “Göç”e onlarla devam etse nasıl olur?
Herkesten bir şarkı istese mesela… “Siz “Göçe Devam” etseniz, nasıl edersiniz?” diye sorsa ve cevabını bir şarkıyla alsa. Mabel Matiz’den Yasemin Mori’ye, Ceylan Ertem’den, Genç Osman’a… Hepsi bir şarkıyla “Göçe Devam”ın izlerini sürse… Sonra onları Nazan Öncel yine kendi müziğinin, sesinin içinden geçirse… Kendi düzenlese, söylese…
Kariyerinin acemi dönemleri hariç, bugüne dek hiç başkalarının yazdığı şarkıları söylememiş bir müzisyen için zorlu bir teklif mi bu?.. Belki öyle. Ama neden olmasın? Bu Öncel için ondan ilham alanları kucaklamak, ondan ilham alanlar için de Öncel’in ellerinden öpmek anlamını taşır. Yani büyüğün küçüğe, küçüğün büyüğe saygı gösterdiği, karşılıklı bir ‘saygı albümü”. Olamaz mı?.. Olabilir!
Düşünüyorum da; böylesi bir proje Nazan Öncel’den başka kimsenin üzerine olmaz sanki. Sakil durur, ya büyük ya da küçük gelir. Ama ona çok yakışır. “Göç”e de.
DİLMENER’İN GÜNLÜĞÜ
Naim Dilmener, kendini müzik eleştirmeni olarak tanımlayanların yüzüne bakmadığı albümleri dinleyiciyle tanıştıran, eleştirileriyle müzik sektörüne yön veren, unuttuğumuz birçok eski şarkı ve şarkıcıyı yazılarıyla hatırlatıp, pop müziğin geçmişini gün ışığına çıkaran, yazdıklarıyla ben dâhil çok kimsenin yolunu aydınlatan, çok önemli bir müzik adamı, bir gazeteci ve yazardır.
Bu, dışarıdan bakarak kurabileceğimiz, özet bir cümle. Onu tanıdığınız zamansa bu cümleye nokta koymakta zorlanabilirsiniz. Yazılarındaki o hem sivri, hem tatlı dilinin, karşılıklı oturup sohbete koyulduğunuzda ne kadar samimi, içten, gerçek ve bir o kadar da müdanasız olduğuna şahit olup, zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız. Saatlerce müzikten, sanattan, politikadan, kısaca her şeyden konuşabileceğiniz, konuşurken sıkılmayacağınız, çok güleceğiniz, çok eğleneceğiz, bu arada çok şeyler de öğreneceğiniz bir adamdır Dilmener.
Yazdıklarına yerden göğe kadar hak verdiğiniz de olur, “Yok artık, o kadar da değil!” diye tepki verdiğiniz de. Ama düşünürsünüz eninde sonunda. Sizi düşündürür, sorgulatır, hiç aklınıza getirmediğinizi gözünüze sokar, ak bildiğinizin kara olduğuna sizi ikna edebilir. Özellikle sosyal medya denilen şey icat olduğundan bu yana hayatlarımıza çektiğimiz koyu renkli, kalın çizgiler var ya hani… En kalını da insanları yazdıkları, söyledikleri üzerinden sınıflandırıp, “Bu bizden, bu bizden değil” diye kategorize etmek, kafamızdaki önyargı kutucuklarının içine hapsetmek. İşte o noktada ezber bozabilen sayılı yazardan biridir o. Sizden mi değil mi ayıramazsınız. Çünkü sahiden hiçbirimizden değildir. Kendindendir çünkü. Sadece kendisidir. Ve size düşen “acaba ne yazmış, niye yazmış”ı merak etmektir.
Naim Dilmener’in ilk okuduğumdan beri kıskandığım, “bunu ben niye düşünemedim?” diye hayıflandığım bir formatı var. Bir müzikal günce tutuyor yıllardır. Gün gün, eline ulaşan ya da satın aldığı albümleri, gittiği konserleri, okuduğu haberleri; velhasıl müziğe dair her şeyi kendi üslubunca kaleme alıyor, içinden geçtiğimiz zamanların bir nevi popüler müzik almanağını çıkarıyor. Bu güncelerin bir kısmı her ay Milliyet Sanat dergisinde okuyucu karşına çıkıyor ama tamamı değil. Bir kısmı da 2006 yılında “Eleştirmenin Günlüğü” adı ile Everest Yayınlarından kitap olarak yayımlanmıştı ama bildiğim kadarıyla o kitap şimdilerde piyasada bulunmuyor.
Gelin bu güzel haberi Naim Dilmener’in kaleminden cümlelerle perçinleyelim:
“2001 yılının hemen başında başladı bir "müzik günlüğü" tutma/yazma telaşım. Amacım, Radikal ya da benzeri bir yerde yayımlanan yazılarımda yer alamayacak fikirlerin/görüşlerin, bir biçimde yazıya aktarılması, satırlara dizilmesiydi. Bir nevi "Benim yazacağım her şey mühimdir" saplantısı; ama bir nevi de, kaynak ve arşiv çabalarına el hareketi çekenlere inat, müziğimizin adımlarını yıl yıl/tarih tarih kayıt altına almaktı.
Aradan geçen uzun yıllar boyunca, bir "müzik günlüğü" tutma iddiamdan uzaklaşmamaya çalıştım. Gün geldi sinema, gün geldi edebiyat, gün geldi her türden popüler kültür gelişmesine de bulaşmadım değil; ama hep asgaride kaldı bütün bunlar. Amaç müziğin gündelik akışını kayıt altına almaktı ve bunu yapabilldiğim iddiasındayım.
Artık Twitter ve benzeri sosyal medya ortamları var. Bu nedenle fikirlerimizi oralarda daha kolay ve daha işlevsel bir şekilde sayıp döküyoruz. Belki de bu ve buna benzer nedenlerle, bir günlük tutma fikri "dinozorca" görülüyor olabilir. Ya da yarın, öbür gün öyle görülebilecektir. Ama "arşiv" takıntılı biri olarak, ben bu günlüklerin toplu bir şekilde yayımlanmasını da çok istedim. Ve evet; bu çağa yaraşır bir biçimde, dijital olarak.
Bu imkanı da Overteam ve Idefix verdi bana; "Eleştirmenin Günlüğü" artık dijital kitap.
Tabii canım; o kadar da "dinozor" değil(miş)im :)”Bu yazı www.sahiplen.com tarafından Yavuz Hakan Tok adına koruma altına alınmıştır. Kaynak gösterilmeden ve izinsiz kullanılması kanunen suç teşkil etmektedir.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.