NTV’de yayınlanan Söz ve Müzik belgeselinin Kayahan özel bölümü için kolları sıvadığımızda 2014’ün yaz aylarındaydık. Projeyi ilk konuştuğumuzda çok heyecan duydum ve hemen çalışmaya başladım. Önce elimin altındaki bütün eski dergileri tarayıp Kayahan haberlerini, fotoğraflarını topladım, yetmedi birkaç gün kütüphaneye gidip Kayahan’ın 60’larda ve 70’lerde katıldığı müzik yarışmalarının haberlerini buldum. Bir aya yakın devam eden bu süreç boyunca bana hep Kayahan şarkıları eşlik etti. Çünkü birini yazmanın yolu önce onu anlamaktan geçiyor. Ve birini anlamanın yolu da onun ürettiklerini tekrar tekrar dinleyerek, okuyarak mümkün oluyor en çok. En azından benim için öyle.
(2 Nisan 2015 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Çağın kaçınılmaz gereği dijital müzik, sadece müziği en iyi kalitede dinleme zevkini ve tutkusunu değil, aynı zamanda albümlerin bütün olarak bir eser olduğu gerçeğini de tarihe gömecek gibi gözüküyor. Albüm kapakları birer “tag” artık sadece. Kartonetler ise detaycı dinleyici dışında kimsenin umuru değil. Ogün Sanlısoy’un yeni albümünü elime alınca ilk aklıma gelen bu oldu. Çünkü Sanlısoy’un bizzat kendisi tarafından çizilmiş albüm kapağı ve kartonet içerisindeki illüstrasyonlar ve Melek Boçoğlu’nun tasarımıyla albüm, sıradan bir CD kutusuyla paketlenmekten kurtulup, içinden şarkıların geçtiği bir kitaba dönüşmüş. Böylece dinlediklerimizin hafızalarımıza yer edecek görsel izdüşümü en doğru biçimde imlenmiş. Bu yazıya albüm kartonetinden başlamam da bu örnek alınması gereken işe vurgu yapmak nedeniyledir zaten.
Kitapçığın çocukluğumuzdan kalma masal kitaplarını andırması boşuna değil muhakkak. Şarkıların hikâyelerinde tam da içinde geçtiğimiz döneme ait, acıtıcı, sert gerçekler var. Ama bu gerçeklerin çok uzun yıllar sonra bir masal gibi anlatılmayacağını nereden bilebiliriz ki? Sanatın/sanatçının işi tam bu değil mi zaten? Geçmiş zamanın öğretisini, şimdiki zamanın şahitliğinden geçirip, gelecek zamanda anlatılacak masallar bırakmak…
İşte Ogün Sanlısoy, geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketiyle piyasaya çıkan yeni albümü “Sen Uyurken”de bunu hakkıyla yapıyor. Hem müzikal nitelik, “sound”, şarkı sözü, beste ve icra anlamında adamakıllı bir Türkçe “rock” albümü nasıl yapılır onu gösteriyor, hem de bir müzisyenin dünya görüşünü, fikrini, hissini şarkılarla nasıl dillendirebileceğine dair zeki ve nitelikli bir örnek veriyor. “Çal”ın özellikle önceki cümlenin ikinci önermesine dair bir zirve olduğu rahatlıkla söylenebilir. “Ağaç” ve “Onbeş” de hemen peşine eklenebilir. İlk önerme ise albümün bütününü kapsıyor. “Bir albüm kaydında gitarlar, davullar nasıl tonlanır?” sorusunun bin türlü cevabı vardır belki ama “Türkiye’de kaç tane iyi örneği var?” diye sorsanız cevap vermek zordur çünkü.
Aynı şey, Türkçe “rock” şarkılarında geleneksel Türk motiflerinin kullanılması konusu için de geçerli. Arabesk nağmelerden alaturka makamlara, geniş bir yelpazeden beslenen güncel Türk “rock” müziğinde kimse zamanında Moğollların, Cem Karacaların, Erkin Korayların tutturmayı başardığı dozu tutturamıyor. Çünkü artık o dozu Kral TV, Powerturk, bilmem ne FM’ler ve avaneleri belirliyor. “Gitarları yumuşat,” diyorlar mesela. “Davulun sesini kıs, biraz da ney, klarnet üflet…” Ya da açık açık “Bu cümleyi kullanma, bu şarkıyı albüme koyma!” Bu, yaptırım gücü yüksek kartele karşı, kendi müzik anlayışına sahip çıkmak da tek başına bir direniş artık… Belli ki Ogün Sanlısoy, müziğiyle de direnenlerden. En azından bu albümün yakından gösterdiği o.
Albümdeki dokuz şarkının da söz ve müzikleri Ogün Sanlısoy tarafından yazılmış. Kayıtlarda elektrik ve akustik gitar da çalan Sanlısoy’a, davulda Sertan Soğukpınar, bas gitarda Sertan Coşkun, yine gitarlarda Onur Ataman ve “keyboard”da Cihan Barış eşlik etmiş. Albümün prodüktörü Tarkan Gözübüyük’ün de dâhil olduğu bu ekip, şarkıların düzenlemelerine de birlikte imza atmış. Bilenler bilir, zaten bu isimlerin her biri, ortaya çıkan işin birer garantörü gibi.
“Rock” müzik dinleyicisi olmasanız, popa daha yakın dursanız bile kalbinize dokunacak “Son Defa”, “Sen” ve “Gün Olur”, hem Anadolu “rock” denemelerini, hem de klasik “rock” formunu sevenlerdenseniz kulağınıza çok sıcak gelecek “Merhem”, “Sonsuza” ve “İsterse” ama illa ki “Çal”, Gezi’de canınız yanmışsa “Ağaç”, Berkin’e ağlamışsanız “Onbeş”… Her biri tek başına bu albümü dinlemenize, sevmenize neden olabilir.
Albüm kitapçığının son sayfasında ve albümün son “track”ine gizlenmiş son saniyelerinde her masal kitabını bitiren cümle var: “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…” Masal nerede biter, muradına eren kimler olur, kerevetine kimler çıkar, şimdilik bilmiyoruz. Belli olduğunda ise muhtemelen biz buralarda olmayacağız. Bugünlerin masalını bu şarkılar anlatacak o günlere. Bizim kârımızsa, ilk dinleyenler hanesine yazılmak olacak.
(30 Mart 2015 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Onca eleştiriye, onca söze rağmen şarkıcılık iddiasından vazgeçmiyor Sinan Akçıl. 2014 yılında Poll Production ile yollarını ayırdıktan sonra DMC saflarına geçen Akçıl, Nisan ayında piyasaya sürülen “Tabi Tabi” (ki “tabii” kelimesi öyle yazılmıyor biliyorsunuz) adlı albümünün üzerinden çok zaman geçmeden “Hatırlasana” adlı teklisini dijital platformlarda yayımlamıştı. Sinan Akçıl’ın yeni albümü “Best Of Aşk” ise 2015 yılı Şubat ayında raflarda yerini aldı.
Adından anlaşılacağı üzere, Sinan Akçıl’ın yazdığı “en iyi” aşk şarkılarından oluşturulmuş bir albüm bu. Zeynep Casalini’nin seslendirdiği “Dokunma Bana” ile başlıyor albüm. Ferhat Göçer’in sesinden sevdiğimiz “Biri Bana Gelsin”, Funda Arar’ın söylediği” Hafıza”, ilk kez Hande Yener’in seslendirdiği “Teşekkürler”, “Dön Bana”, “Çöp”, Ziynet Sali tarafından seslendirilmiş “Rüya” ve “Her Şey Güzel Olacak”, İzel’in sesinden kulaklara yer etmiş “Gurur” ve “Anlayamazsın” ve de Ajda Pekkan’dan dinlediğimiz “Arada Sırada” albümde yer alan şarkılar.
Yanı sıra “bonus track” diye nitelendirilmiş, “Okyanus” adını taşıyan bir de yeni şarkı var. O da dâhil olmak üzere, tamamı yavaş ve orta tempoda, romantik aşk şarkıları. Nitekim Cem İyibardakçı, Febyo Taşel, Serkan Ölçer, Birkan Şener, Erdem Yörük ve bizzat Akçıl’ın kendisinden oluşan kalabalık bir aranjör kadrosu olmasına karşın, albümün bütünü aynı akustik “sound” üzerine inşa edilmiş. Alışageldiklerimizin aksine alabildiğine sakin, alabildiğine telaşsız, gürültüsüz, patırtısız bir Sinan Akçıl albümü bu…
Ve işin enteresan tarafı, çok da doğru bir sıralamayla dizilmiş şarkıları arka arkaya dinlediğinizde, “adam ne güzel şarkılar yazmış” dedirtiyor size (“Her Şey Güzel Olacak”ın şarkı sözlerini bu genellemenin dışında tutarım, o ayrı.) Söyleyen kendisi olsa bile dedirtiyor bunu. Zira bakmayın böyle sakin durduğuna, albümün alt metninde çok büyük bir iddia var slında. Hatta belki sırf bu nedenle bile yapılmış olabilir: “Ben bir sürü güzel şarkı yazdım ve bunları hep önemli isimler söyledi. Ayrıca her birini ben de söyleyebilirim.“ Ben olsam, bu kadar da eleştiriliyor iken, Ajda Pekkan’ın, Hande Yener’in, Ferhat Göçer’in seslerinden sevilmiş şarkılara kendi sesimi vermeye cesaret edemezdim asla. Ama Sinan Akçıl bu… Cüreti ve becerisi arasında denge kurmayı önemsemeyenlerden… Bir yazımda onu Hülya Avşar’a benzetmem boşuna değildi.
Buna karşın şunu da kabul etmek lazım ki bu albüm Sinan Akçıl’ın şarkıcı olarak kendini gösterdiği en iyi albümü olabilir. Sonuçta ses aralığı ve tınısı Allah vergisi bir şey ve bir yere kadar geliştirilip değiştirilebiliyor ama şarkı söylemek öyle değil. Onu çalışarak öğrenebilmek mümkün… Ve Akçıl bu anlamda bir adım ileri gitmiş görünüyor. Vurguları, baskıları, prozodisi önceki albümlerine nazaran çok daha iyi... Zaten seçilen şarkılar onun ses sınırlarını zorlamayacak aralıklarda düzenlenmiş ve bu da çok doğru olmuş. Hani “filancanın buğulu sesinden duygu yüklü şarkılar” klişesine oturmuş yapılan iş. Tabii haliyle vokallere çok iş düşmüş ve Muraz Aziret ile Yonca Kocadağ, üzerilerine düşeni hakkıyla yapmışlar, bizim duyduğumuz veya duyamadığımız (gizlenmiş) destek vokalleriyle.
Her ne kadar bu albüm, önceki Akçıl albümlerine göre çok daha “müzisyen” işi gibi duruyor olsa da, Sinan Akçıl’ın “teen-age” pop müzik dinleyicisinin “star”ı olma hevesinden vazgeçmediğini anlamak için albümün kapak fotoğraflarına bakmak yeterli. Bu imajı taşımak için bir on yıl kadar geç kaldığını söylemekse sanırım faydasız.
Son olarak Sinan Akçıl’ın bir televizyon programında müzik eleştirmenleri için söylediği bir cümleye istinaden doğan cevap hakkını kendi adıma kullanayım. “Müzik eleştirmenlerinin sevmediği albümler çok satıyor, şarkılar çok seviliyor,” gibi sığ bir argümanı dillendirecek son kişi bir müzisyen olmalı. Zira halkın sevip sevmemesi de, albümün satılıp satılmaması da bir müzik eleştirisi içerisinde ancak haber değeri taşır ve asla birer eleştiri kriteri değildir; hiçbir zaman da olmamıştır. Ve müzisyenler de bunun böyle olduğunu pekala bilir. Ya da en azından ben öyle sanıyorum.
Türkçe müzik sektörü içinde birçok açıdan dikkate değer bir albümü yazmak için, piyasaya çıkışının üzerinden bir yıl bile geçmiş olsa geç değildir sanırım. Kaldı ki albümün üçüncü klibi de geçtiğimiz günlerde servis edildi.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.