Kendime çok gülüyorum. Daha birkaç yıl öncesine kadar
albümleri / şarkıları didiklediğim yazılarımda tek bir prozodi hatası için
paragraflarca cümle kurmuşluğum vardı. Aman Allah’ım o ne bilmişlik! Yok orada
o “aaaa” uzatılmazmış da, öbür taraftaki o “rrr” vurgulanmazmış da… Vıdı vıdı
vıdı… Hele “auto-tune” denen meret tam bir felaketmiş. Duyduğum an “Geldi yine
tipini…” diyormuş, kapatıveriyormuşum çat diye.
Müzik eleştirisi de ancak bu kadar işe yarar işte. Ne oldu? En
prozodi hatalı, en artikülasyonu, diksiyonu bozuk şarkıcılar, en “auto-tune”lu
şarkılar kazandı. Yavuz Bey hadi itiraf et, utanma; bazılarını sen de dinliyor,
hatta seviyorsun şimdi.
Eh, popüler müzik de böyle bir şey. Gelen her yeni kuşak bir
önceki kuşağın yaptıklarını alaşağı eder, tepki çeker, eleştirilir, öfke
doğurur hatta yasaklanır, sonra paşa paşa kendini kabul ettirir. “Rock’n roll”
dan başlayarak okuyun popüler müziğin hikâyesini. Hepsini anlatıyor tarih.
Şimdilerin popüler şarkılarını dinlerken çoğunlukla üç cümle
ya anlıyorum ya anlamıyorum. YouTube videolarını 1.25 hatta 1.50 hızla izleyen,
15 saniyelik bir “story”nin ya da Tik Tok videosunun sonunda ne olacağını
anlayıp beş saniyede bir sonrakine geçen, türlü çeşitli oyunlarda saniyelerle
yarışmayı çocuk oyuncağı eden, anlık refleksleri palazlanmış bir kuşak var
sonuçta. O kuşağın yaptığı ve dinlediği şarkılar bunlar. Bu şarkıların sözlerini
de bir dinleyişte anlıyor haliyle.
Ben o arada sözleri aratıp buluyorum, ekrandan okuyorum ama yine
anlamıyorum. Başka bir dil, başka bir ifade biçimi, bambaşka bir duyarlılık ve
ruh hali. Galiba bize anlamaya çalışmak düşüyor. Müziğin, şarkının, şarkı
sözünün, şarkı söylemenin, armoninin, melodinin bin yıllık kurallarına,
kaidelerine, konservatuarlarına, hocalarına, akademik bıdı bıdılarına rağmen
böyle bu. Hayat yeniliyor kendini. Bunun ne kadarını tekâmül, onu zaman
gösterecek. Kim içinden geçtiği zamanı, içinden geçerken doğru anlatabilmiş ki?
Bir ülkenin popüler müziğinde eğilimleri her zaman orta-alt
ekonomik düzey ve kültür belirler. Bir üst kültürün kendine tehdit gördüğü
eğilimleri kendince temize çekme, sterilize ederek benimseme çabaları ise her
zaman boşa çıkar. TRT’nin “acısız arabesk” komedyası, şahit olanların hiç
unutamadığı bir ibret vesikasıdır misal: “Henüz üç yaşında bir gardaşım var,
seni ondan bile kıskanıyorum.”
Daha yakın zamana kadar “creme de la creme” gece kulüplerinin,
sonradan görme “beach”lerin, Bebek sahilinde turlayan üstü açık son model
arabaların gözdesi popçular tahtlarını sokak çocuklarına bırakmanın inanılması
ve hazmedilmesi güç hezimetiyle onların yakınına dükkân açmanın yollarını
arıyor şimdi. Kolay değil. Kırmızı ışıkta durduğunda arabasının camlarını
silmeye yeltenen çocuğu ya kovar ya eline üç beş sıkıştırıp savarlardı oysa.
Şimdi o çocukla düet yapmanın yollarını arıyorlar. Garip bir paradoks. Onu ya
da ötekini yüceltmek için yazmıyorum bunları. Durum tespiti yapıyorum sadece.
Aslında söylemeye gerek yok ama bu zamanda altını çize çize söylemek gerekiyor
artık: Durum tespiti yapmak, tespit ettiğin durumu onayladığın anlamına
gelmez.
Varsın Zeynep Bastık, sponsorlu koltuğunda akustiğe yatırıp
çitilesin o şarkıları. Varsın Mustafa Ceceli Kanlıca sırtlarındaki stüdyosunda
bir yanına Kurtuluş Kuş’u, bir yanına Burak Bulut’u alıp Esenyurt’a selam
göndersin. Semicenk günün birinde Bodrum’a yerleşip köy muhtarı olmaya karar
veren Funda Arar’ın Göktürk’teki villasını satın alabilir. Ziynet Sali, Demet
Akalın, Hande Yener, Gülşen ve Murat Boz’la birlikte verdiği nostaljik “Şimdi
2010’lar” konserinden çıkıp Bilal Sonses’in Altın Tıklama Ödülü alacağı törene
seyirci olarak katılabilir. Belki aynı gece Sefo da Açık Hava’daki sekizinci
konserine çıkar; önceki yedi gece gibi o gece de “sold-out” olmuştur.
Bilemeyiz.
Şimdilerde herkes Sefo’dan konuşuyor ama kimse Sefo’yla
konuşmuyor, onu anladım. Sağdan saysanız iki, soldan saysanız üç röportajı var
internette. Ana akım medya çok temkinlidir bu konularda. Her yeniyi hemen
bağrına basmaz, genellikle geriden takip eder popüler olanı. “Bakın böyle biri
var, ilginizi çekebilir,” demez de o birinde ancak toplum tarafından ilgi gördükten
sonra haber değeri bulur. Buna alışkınız. Ama şu da bir gerçek ki yeni neslin
müziğini yapanların da kendilerini anlatmak, tanıtmak gibi bir dertleri pek
yok. Sadece şarkı çıkarıyor, yeri geldikçe de konser yapıyorlar o kadar. Kim
bilir belki de anlatacak hikâyeleri yoktur. Öyle ya eskilerden kime sorsan şu
orkestrada başladım, şu müzisyenlerle çalıştım, buralarda sahne yaptım filan
diye anlatır da anlatır. Şimdikilerin ortak hikayesiyse şöyle: “Lisedeyken
müzik dinliyordum, sonra bilgisayar aldım ve müzik yapmaya başladım.
Şarkılarımı internete saldım ve bir gün bir tanesi viral oldu.”
Haksızlık etmeyeyim ama pek çoğunun anlatacağı bundan
ibaret. Sefo’nun da aynen öyle olmuş. 1998 yılında Samsun’da doğan ve gerçek
ismi Seyfullah Sağır olan Sefo’nun, küçük yaşlarında Ceza’yla başlayan “rap”
sevdası, 50 Cent’le ve sonrasında daha “underground” isimlerle devam etmiş.
Dinleye dinleye geldiği yer de bizzat bu işi yapmak olmuş. 14-15 yaşlarında
yazmaya, şarkılar üretmeye başlamış. Önceleri yaptıklarını duyurabilmek için
bir dolu insana “mail” atmış ama kimseden dönüş alamamış. İlk şarkısı “Yalan”ı
2018 yılında yayımlamış. 2019 yılında sosyal medya fenomenleri Ala Tokel ve
Ahmet Aksöz’ün destek verdiği “Derdi Ne?” şarkısı viral olunca da onu başından
beri takip edenlerin dışında bir kitlenin ilgisini çekmeyi başarmış.
Ardı ardına gelen “rap” işlerden sonra ufak ufak pop
“sound”undan beslenmeler, önce “Toz Duman” sonra bir başka sosyal medya
fenomeni Reynmen’le birlikte kaydettiği “Bonita” ve derken “Bilmem mi?”yle
gelen büyük tanınırlık. İlkokul çocuklarının okul bahçesinde olanca
sevimlilikleriyle bir ağızdan “Bilmem mi?” söyleyip eğlendikleri o video, bu
karanlık günlerde hangimizin içini açmadı ki? Yılların burnundan kıl aldırmayan
Altın Kelebek’i bile gidip Sefo’ya kondu bu şarkı sayesinde. Kral TV Video Müzik
Ödülleri çoktan tarihe karışmamış olsaydı, oradan da payını alırdı hiç şüphe
yok.
Sefo’nun aslında “Muu?” şarkısıyla başlayan pop, daha
doğrusu “reggaeton” açılımı karşılığını çabuk buldu. Sonuçta “reggaeton”
dediğimiz şey de “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” memleketin evvel ezel
pek bayıldığı kıvrak ve ateşli Latin tonlarından, ritimlerinden devşirme. Hadi
onu da geçtim, düpedüz halay ritmi be kardeşim. Bir yandan müstehzi Mahmut
Tuncer şakaları yapıp bir yandan “reggaeton”a ayılıp bayılmalar da Orta
Asya’dan geldi geleli Boğaz’ın hangi yakasına daha fazla meylettiğini hiç bilememiş
bizlerin yüz bin milyon “bu ne yaman çelişki”sinden sadece biri.
Zaten Sefo da ister “reggaeton” deyin ister düz halay, ritmi
bir yana, şarkı söyleme biçimiyle de Anadolu’nun bağrından kopup geliyor. O
bağır tam olarak neresi, onu bilmiyorum. Çünkü aşina olduğumuz hiçbir aksana
benzemiyor Sefo’nun aksanı. Güneydoğu değil, Kars, Azerbaycan değil, Ege değil,
İç Anadolu değil ki Sefo Samsunlu ama Karadeniz hiç değil. Gerçi bu yeni aksan
Sefo’nun icadı da değil. Böyle bir Müslüm Gürses edası üstüne gurbetçilerin
üçüncü kuşak Almanca-Türkçe kırması sosu, belki bir parça siyahi Amerikan
çeşnisi filan derken “rap-trap-hip hop-şu-bu” türevi Türkçe müzik yapanların
benimsediği aksan bu oldu. Oysa videolarını izliyorum Sefo’nun; bildiğin
İstanbul Türkçe’siyle konuşuyor. Şarkı söylerken niye böyle oluyor onu
bilmiyorum. İçten gelen bir şey olsa gerek. Yermek için söylemiyorum; durum
tespiti yapıyorum sadece (bak yine!..)
“Bilmem mi?”nin 2021 yılının ikinci yarısında damgasını
vurmasından sonra 2022’yi “Affettim” teklisiyle açtı Sefo. Ardından “Bilmem
mi?”nin İspanyolca versiyonu “Mirame”yi Meksikalı grup Reik ile kaydederek ilk
dünyaya açılma denemesini yaptı. Peki sonuç ne oldu? “Büyük beğeni toplayan
şarkı başta Meksika olmak üzere Fransa, İtalya, İspanya,
Yunanistan, Norveç, Portekiz gibi birçok ülkenin listelerine ve dünya
çapında yüzbinler tarafından takip edilen Global X gibi listelere üst sıralardan
girdi ve kapağında yer aldı.” (Daha doğrusu almış; ben basın bülteninin
yalancısıyım.)
Peşi sıra genç rapçi Revart ile Aerro prodüktörlüğünde
“Yarım Kalır” şarkısını yayımlayan Sefo’nun yakın dönemde servis edilen yeni
“hit”i ise “Tuzak” oldu. Şarkının ilk dinleyişte bir defada anladığım ve aklıma
yer eden “mükemmel bir film tadında” cümlesi nicedir dilimde dolaşıp duruyor.
Gerisini de söyleyeyim istiyorum hatta ama bir türlü oturup çalışacak fırsat
bulamadım. Çünkü ezber yapmanın en iyi yolu okuduklarınızı bir mantığa
oturtmak, hikâye ederek akla sokmaktır. Ama daha ilk cümleler “Gümüş gerdanında
tutsaktı ben ellerinde,” olunca ne mantık kalıyor ne hikâye. “Bir mendil niye
kanar?” diye sorardı Edip Cansever bir şiirinde. “Bir yapı çıldırabilir mi?”
diye sorardı Tomris Uyar bir öyküsünün ilk cümlesinde. Kafa yorardık. Aynı şey
mi? Belki de… Kim bilir? (Emin olun, bu da bir durum tespiti.)
Sefo geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni şarkısı “Isabelle”i
ise (basın bülteninde “Isabella”, diğer her yerde “Isabelle” yazıyor) Türkiye
kökenli bir aileden gelen Alman rapçi Capo ile birlikte kaydetmiş. Şarkı kulağa
çok tanıdık gelen gitar tınıları ile başlayıp ele, ayağa, nerenizle ritim
tutuyorsanız oraya çok tanıdık gelen ritimlerle devam ediyor. Bu tür, bu tarz
müzikte şarkıların fena halde birbirine benzemesi şimdilik bir sorun değilmiş
gibi gözükse de zamanla usandırır mı? Bence usandırır. Hiç 130 BPM pop
sevmemişlerin en büyük argümanıydı ya: “Popta bütün şarkılar birbirine
benziyor,” denirdi. Çünkü “sample”lar kardeş, “loop”lar akraba, “kick”ler
“drum”lar ruh ikiziydi. Müziğe elektroniğin girmesinin bir bedeli vardı,
ödenecekti. Şimdi aynı yoldan popa “alternatif” türler yürüyor.
“Isabelle” kıpır kıpır, fıkır fıkır. Kızgın kumlardan serin
sulara atlarken fonda çalsa “değiştirin şunu” demez kimse. Kaldı ki hepi topu 2
dakika 25 saniye, “değiştirin” desek bile değiştirene kadar bitiverir. Şarkının
Almanca kısımlarını (dili bilenler hariç) zaten anlamıyoruz, Capo yüzümüze küfretse
(ki “rap”te kuvvetle muhtemeldir malum), “yaya” deyip geçeriz. Türkçe kısımları
deseniz… Yıllar yılı sıkıldığımız, yerden yere vurduğumuz saçma sapan Türkçe
pop şarkı sözlerine alternatif mi arıyorsunuz? Misal, “Onu sal, yola gel, bi’
tutam karamel” cümlesinin bizi arkamızdan itip 130 BPM şarkılarda arayıp da
bulamadığınız mana derinliğinin içine yuvarlaması pekâlâ mümkün olabilir. Tıpkı
“Bu kız bir afet bir afet, bu kız felaket felaket,” ya da “Dedim götür beni
aya,” cümleleri gibi.
Fark ettiyseniz hiç rol yapmadım, bu tür müziği
çocukluğumdan beri dinlermiş ve severmiş gibi davranmadım. Benim çocukluğumda
bu tür müzik yoktu zaten, yemezdiniz. Kendisinden önce gelen diğer kuşaklarla
arayı zart diye açıveren z kuşağını yakalamaya çalışmak çok kere zavallı bir
çaba gibi görünebilirken sadece anlamaya çalışmak bile insanı “rahmetli”
konumuna düşürebiliyor. Ve fakat x, y ya da z her neyse, bir kuşağın
kendisinden önce hiçbir şey yapılmamış, yazılmamış, çizilmemiş, söylenmemiş
sanması, sanmasa bile öyle saymasında, aslında tarihin bir yerinden tekrar
ettiği şeyleri ilk defa yaptığına inanmasında da acıklı bir cehalet yok mu?
Acaba bir müşterek mi bulmalı? Birbirimizi tanısak… Sever
miyiz?
Tarkan bir şarkı yayımladı, ortalık karıştı. Niye öyle oldu?
Cevabı basit aslında: Çünkü o Tarkan.
Bir kere çok uzun ara verdi. Pop müzikte bir starın bu kadar
uzun ara vermesi feci riskli bir durumdur. Çünkü popüler müzik hiç yerinde
durmaz, sürekli devinir, değişir. Dengesizdir, tutarsızdır, öngörülemezdir pop
müzik. Siz “Dur bir evleneyim, bir de çocuk yapayım, aman çocuğumu büyüteyim, azıcık
tütü giyeyim,” filan derken bir dönüp bakarsınız en iyi yaptığınız şey hiç
bilmediğiniz bir şeye dönüşmüş. Ne olacak şimdi? Ayak uydursan bir dert,
uydurmasan ayrı dert.
Yani Tarkan bu kadar uzun bir aradan sonra ne yaparsa yapsın
ya “Nerede o eski Tarkan?” diyeceklerdi ya da “Ohooo Tarkan da çok eskide
kalmış!” Zamana ayak uydurayım derken komik duruma düşmekle zamana ayak
uyduramamak aynı efekti yaratır çünkü: İki uçlu otlu değnek. Üçüncü bir
alternatif yok muydu peki? Vardı elbet ama zordu. En çok da bu yüzden, herkes
gibi ben de bütün önyargılarım cebimde, merakla bekliyordum Tarkan’ın yeni
şarkısını.
Her perşembe gecesi saatler 12’yi vurduğunda dijital
platformlara boca edilen yüzlerce yeni şarkı arasından sıyrılsın diye Tarkan’a
özel bir ayrıcalık tanındı. Şarkı saatler 12’yi vurmadan üç saat önce düşürüldü
platformlara. Ben şahsen oturup dakika dakika bekledim bilgisayar başında. Eminim
çok bekleyen oldu benim gibi. Demek ki işe yaradı. Kimileri bunun bir haksızlık
olduğunu yazıp çizdi sonrasında, onları da gördüm. Bence değildi. Çünkü o kimilerinden
bazıları da listelerde görünür olmak için haftada bir şarkı çıkarıyor misal. O
da bir öne çıkma çabası, bir rekabet üçkağıdı (ya da pazarlama taktiği) değil mi sonuçta?
Tabii bilgisayar başındayım ya o an, şarkıyı dinledim, klibi
izledim ve hemen şöyle bir baktım sosyal medyada ne yorumlar yapılıyor diye. On
beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti.
“Kötü…”
“Çok kötü…”
“Tarkan bunu senden beklemezdim.”
“Tarkan’ın şarkısı büyük hayal kırıklığı…”
“Tarkan vurdu gol oldu!”
“Tarkan farkı.”
“Geççek ne abi ya?..”
Twitter’ı açınca insanda gece gezmesi sonunda mekândan
çıkarken paparazzi mikrofonları ağzına dayanan ünlü psikolojisi hasıl oluyor
ister istemez. Herkes ama herkes gündemdeki konuyla ilgili senin ne düşündüğünü
merak ediyor o anda. Öyle bir hisse, telaşa kapılıyorsun. Acilen fikir beyan
etmeli, dakika sekmemeli.
“Kötü… Çok kötü!”
“Mükemmel, süper, olağanüstü!”
Fikrini beyan ettin, kamuoyuna demecini verdin, rahatladın.
Tamam. Artık seninle aynı fikirde olanlardan oluşan bir kitlen var. Gelsin beğeniler,
“retweet”ler. İster ilk cümleden yürü ister ikinciden, fark etmez. Mühim olan
bir kutupta durmak, yerini göstermek. Bu, şarkıdan, türküden, Tarkan’dan Markan’dan
bağımsız bir durum aslında. Bu, içinde bulunduğumuz çağın delilik hâli.
“Fikir de mi beyan etmiyek yani napak?” dediğinizi duyar
gibiyim. Edeceksiniz tabii; sosyal medya, en çok da Twitter bunun için var ama şu
beğenme ya da beğenmeme, övme ya da yerme halleri çoktandır şirazesinden kaymış
olabilir. Gerçi konumuz o değil. Elbette herkes istediğini söylesin, parmağının
ucuna geleni yazsın, buna itiraz eden de evvel ahir “boomer” olsun, rahmetli
Demirel’in tabiriyle “demokraaaaasi” böyle bir şey.
Bak Demirel dedim hooop geldik mi siyasete? Gelelim çünkü
asıl kıyamet orada koptu. Eğer bu şarkı ortalama bir aşk şarkısı olsaydı yine aşırı
beğenmeler ve aşırı beğenmemeler arasında gidip gelecektik her zaman yaptığımız
gibi. Bu da üç bilemediniz beş gün sürecekti, o kadar. Ama onu da gölgede
bırakan bir şey oldu bu defa. Şarkının sözleri yeni ve daha önce görülmemiş bir
başka kutuplaşma ihtimalini orta yere bırakıverdi ki biz bizim her çeşit kutuplaşma
ihtimalimizi sevmiştik zaten nicedir. İstisnasız her şey ama her şey kutuplaşmamız
için bir sebep olabilirdi. Fırsatı kaçırmadık, hemen bir kere daha kutuplaşıverdik.
Hemen oracıkta… Yani daha şarkı çıkalı yarım saat, bir saat bile geçmemişken
üstelik.
‘70’leri yaşayanlar bilir, o dönemde sokakta elinizde
gazeteyle gezemezdiniz. Çünkü elinizdeki gazetenin siyasi eğilimine göre ya
sağcılar ya da solcular tarafından potansiyel düşman görülüp oracıkta
vurulmanız işten bile değildi. Abartı değil, oldu böyle şeyler. İşte o zamanlar
elinizde bir gazeteyle sokakta gezmek neyse, şimdilerde sosyal medyada siyasi
bir fikir belirtmek de aynı şey. Tek fark silahla vurulacak kadar hayati bir
tehlikeyle karşılaşmamanız. Yani en azından şimdilik öyle…
Peki “Geççek”in siyasetle ne ilgisi var? “Geççek” siyasi bir
şarkı mı? Aslına bakarsanız değil. Öte yandan yaşadığımız hayatta ne siyasetle
ilgili değil ki? Hele ki sanat siyasetten bağımsız düşünülebilir mi? “Sen
sanatçısın, sanatını yap, siyaseti siyasetçiler yapsın,” kafalarına hiç
girmiyorum bile. Olmaz öyle şey! Kahvede tavla atan kasketli Osman Amca kadar “megastar”
Tarkan’ın ya da şunun ya da bunun da siyaset konuşmaya, fikir belirtmeye hakkı
vardır. Bunu ister doğrudan doğruya yapar, bir safta yer alır, hatta aktivist
olur, isterse de kendinde saklı tutar, tarafsız olur ya da en azından öyle
görünür. Bu yüzden durduğu yere göre kimi kez kızarız, küseriz, eleştiririz ya
da daha çok alkışlarız, bağrımıza basarız o ayrı mesele. İçine top tüfek ya da
en az onlar kadar tehlikeli katıksız önyargı girmediği sürece o da bizim fikir
beyan etme hakkımız.
Ama gelin görün ki “Geççek” siyasi bir şarkı değil. Misal
bir “Yiğidim Aslanım” gibi açık bir siyasi slogan, vurgu taşımıyor. Zaten şarkı
bir anda öyle bir yere konulunca “rock”çılar filan kendi şarkılarını paylaşmaya
başladılar: “Bakın siyasi şarkı böyle yapılır, öyle yapılmaz, biz daha siyasiyiz,
en siyasi biziz,” filan diye. İyi güzel, buna bir itirazımız yok ama şarkılar
kendi kaderlerini kendi tayin eder /etmiştir tarih boyunca, buna da yapacak bir
şey yok. İçinden geçilen zamana, hâle, duruma göre şarkılar bazen anlamlarını
aşar ve beklenmedik misyonlar üstlenebilir. O misyonu üstlensin diye yaptığınız
şarkılar bazen hiçbir işe yaramaz da ummadığınız şarkılar yarar ne çare. Örnek
mi? Basit bir hafif Türk müziği şarkısı olan ve yayımlandığı dönemde bile dile düşmemiş, dikkat çekmemiş “Dur Bakalım” adlı şarkının yıllar sonra neye
dönüştüğünü en iyi o siyasi “rock”çı arkadaşlar bilir ama nasıl dönüştüğünü
kimse bilemez. Hiçbir zaman da bilemeyecek.
Ya da zamanında sadece belli bir siyasi görüşün
bayraktarlığını yaptığı herkesin malumu Ahmet Kaya şarkılarının bugün beyaz
Türk’ünden türbanlısına, Kürt’ünden milliyetçisine herkes tarafından dinlenir,
sevilir olmasını nasıl açıklayacağız? Benzer minvaldeki Zülfü Livaneli
şarkılarının yıllar içinde herkesin birlikte söylediği türkülere dönüşmesini? Şenay’ın
“Sev Kardeşim”inin sözlerinde siyasi bir mesaj var mıydı? Ne oldu da bir dönem CHP
mitinglerinin vazgeçilmez şarkısı oldu? Örnekler çoğaltılabilir. Yani bir
şarkının, bir görüşün, bir inanışın, bir kitlenin, bir eylemin şarkısı olması bazen
yazanından, söyleyeninden ve onların maksadından bağımsız gelişir. Ondan sonra
siz istediğiniz kadar “Ben o şarkıyı onun için yazmadım,” deyin, işe yaramaz. Yani
Tarkan bu şarkıyı sahiden de sadece pandemi sürecinde kasılmış insanların ruh
halini düşünerek yazmış da olabilir, her kelimesini çift anlamlı seçerek
subliminal mesajlar vermek istemiş de olabilir. Bilemeyiz. Bunun bir önemi de
yok zaten. Sonuçta bir kesim öyle anlamak istemiş ve öyle anlamak onlara iyi
gelmişse şarkı kendi hikâyesini yazmış demektir. Sanat zaten tam da böyle bir
şeydir.
Bunca laf ettim de hâlâ şarkı hakkında benim ne düşündüğümü
yazmadım. Onu da yazayım, tam olsun:
Mahallenin bıçkın delikanlısı, kıvrak ritimlerin işveli
erkeği, alaturka nağmelerin zarif beyefendisi… Tarkan bu üçgenden çıkmak için
geç bile kalmıştı. Daha önce denedi ama olmadı. Bu sefer olur mu? Onu kısa
vadede tahmin etmek mümkün değil. “Geççek” siyasiler tarafından bile paylaşılıp,
haber programlarında tartışma konusu olmuşken Tarkan bu saatten sonra şarkının
arkasında ne kadar duracak, onu görmek lazım. Misal, “Cuppa”nın arkasında hiç durmamış,
anında vazgeçmişti şarkıdan.
“Geççek, gitçek” kullanımlarına takılanlar çok ama ben hiç
takılmadım. Sonuçta gündelik hayatta “geçecek, gidecek” diye konuşan kaç kişi
var? Kaldı ki o kelimeler diksiyon kuralları gereği de “geçecek, gidecek” diye
telaffuz edilmez, “geçicek, gidicek” diye telaffuz edilir. Aradan bir “i”
harfini çıkarsanız ne olur? Kısaltma yapmış olursunuz. Sıklıkla kullandığımız “n’aber”
gibi ya da “bir” yerine “bi’” dememiz gibi. Tarzan Türkçesi ve “nigga” şivesi
kullanılan “rap” şeylerine, Seattle aksanlı alternatif solistlerine, arabesk “trap”in
korkunç prozodilerine takılmadınız bunca zamandır da buna mı takıldınız Allah
aşkınıza?
Evet şarkının bir iki yerinde Tarkan da yer yer “rap”çiler gibi
Türkçe’yi eğip bükmüş, bazı yerlerde sözler hiç oturmamış, bunu da belli ki
bilakis yapmış, bir nevi olta atmış “rap”sever gençliğe. Bunu çok gereksiz
buldum, doğruya doğru. Öte yandan bir evvelki paragrafta bahsettiğim üç köşeden
ibaret Tarkan imajının dışına çıkmış, bunu da görmek lazım. Cilve yapmıyor,
nağme yapmıyor, “vibrato” yapmıyor. Mahalledeki kıza laf atmıyor, aile
büyüklerinin elini saygıyla öpmüyor, göbek atıp gerdan kırmıyor. Dördüncü bir
köşe açıyor kariyerinde. Mahallenin sırt sıvazlayan, umut veren, destek olan güzel
abisine oynuyor. Bunu yaparken de bilgeliğe, bilgiçliğe soyunmuyor haliyle
konumu (ya da donanımı) gereği. Bir popstar olduğunun bilincinde çünkü. Birdenbire
Bülent Ortaçgil’e dönüşecek hâli yok.
Şarkının Ozan Çolakoğlu tarafından yapılmış düzenlemesi de gayet yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Dünyada popüler müzik her koldan ilerlemeye devam ederken, Adele'inki gibi "old school" bir "sound" bile olaylar yaratır, milyonlar satarken bizim memlekette günün popüler müziği sadece "rap", "trap", "R&B", "hiphop"tan ibaretmiş, ötesi hep demodeymiş gibi algılanıyor, yazılıp çiziliyor. Bizim çabuk sevip çabuk vazgeçen çocuk ruhumuz, ayran gönlümüz ve bir türlü kendisi olamamış, hep nereye çekilirse oraya gitmiş beğeni kriterlerimizde son durum bu. Allah'tan Ozan Çolakoğlu doğru bildiğini yapan müzisyenlerden.
Kuşkusuz “Geççek” Tarkan’ın en iyi şarkısı değil. Genç
yaşlarından itibaren “iyi şarkı” kategorisine rahatlıkla koyabileceğimiz “Kış
Güneşi”, “Biz Nereye?”, “Beni Anlama”, “Sevdanın Son Vuruşu” gibi şarkılar
söylemiş, kimilerini de yazmış, bestelemiş biri Tarkan. Öte yandan Tarkan “Kıl
Oldum Abi”, “Hepsi Senin mi?”, “Şımarık” gibi şarkılarla da Tarkan oldu.
Zamanında her biri çok ama çok eleştirildi, yeni nesil bilmez. Onlar da kötü
bulundu, ucuz bulundu, basit bulundu kimilerince. Tartışma programlarında değil
belki ama köşe yazılarında tartışıldı, “Müzik nereye gidiyor, Türkçe nereye
gidiyor?” soruları, ciddi endişeler, karamsar kaygılar havada uçuştu. Sonuçta
ne oldu? Bugün hâlâ o şarkıları dinliyor, dinlerken eğleniyoruz. “Geççek” de o
kategoriye girer ya da girmez, onu zaman gösterir, o ayrı. Peki biz nicedir moraller
bunca kurşun gibi ağırken, asaplar bu kadar bozuk, sinirler bu kadar laçkayken “Geççek”le
niye azıcık da olsun eğlenemiyor, neşelenemiyor, mutlu olamıyoruz? Beğenmeyenler
beğenenleri ıslak odunla dövsün mü, iyi bulanlar kötü bulanları alnının
çatından vursun mu? Nasıl yapalım?
Kalben 2021 yılında hiç boş durmadı. Hem sürekli yeni
şarkılar üretti hem de konserden konsere gezdi. Ocak ayında “Hükümsüz” dizisi
için kaydettiği “Yüksek Yüksek Tepeler” türküsünü yayımladı. Mart ayında Teoman
düeti “Robot Kozmonot” piyasaya çıktı. Nisanda ilk iki albümünden dokuz şarkıyı
canlı kayıtla yeniden seslendirdiği “Eski Yeniler” albümüyle çıktı karşımıza.
Mayısta “Şansız Mücadeleci”, temmuzda “Ne Güzel Yerlerin Var” ve yine temmuzda
“Robot Kozmonot (Karakter Remix)” teklilerini yayımladı. Eylülde “Bilmiyor
İçim”, kasımda ise bir reklam filmi için kaydettiği “Çünkü Başka Sen Yok”
teklileriyle de yılı kapattı.
Farklı bir öneri sunan, benzersiz bir stille dinleyici
karşısına çıkan müzisyenlerin işi iki kat zordur çünkü dinleyici o ilk günlerde
“Ne değişik ne enteresan,” diyerek sevdiği şarkılardan ve sesten bir süre sonra
sıkılır, “Amaaan bu da hep aynı,” demeye başlar. Örnekleri çoktur. Kalben’de
böyle bir şey olmadı ama. Müziğini kendi içinde yer yer ufak tefek yer yer
radikal değişikliklerle çeşnilendirse de şarkılarındaki özü, çekirdeği hemen
hiç değiştirmedi ve buna rağmen dinleyicinin ilgisini peşinden sürüklemeyi
başardı.
Geçtiğimiz ocak ayında yayımlanan “Eski Dünyanın Yangını”,
Kalben’in beşinci albümü. Albümden önce “Kaybolmuş” teklisi yayımlandı ve 10
gün sonra da albüm piyasaya sürüldü.
Daha önce de yazmıştım: Kalben’in kendi içindeki tekamülüne,
ruhsal ve fiziksel değişimine birlikte şahit olduk. 2017 yılında röportaj
yapmak için Cihangir’de bir kafede bir araya geldiğimizde “Ay çok heyecanlıyım
Yavuz Abi,” diyen ve gerçekten de heyecanı her halinden belli olan, sohbet
esnasında utana sıkıla bir sigara isterken mahcubiyetten elleri titreyen çekingen
genç kız, Eylül 2021’de “Bilmiyor İçim” şarkısının Kabataş Setüstü’ndeki tanıtım
partisinde pembe saçlarıyla oradan oraya uçuşuyor, kendinden emin ve çok belli
ki sahici bir özgüvenle dostlarını ağırlıyordu.
En çok Kalben’i gözlemledim o gece. “Sahici özgüven”
tabirini kullanırken emin olmak istiyordum çünkü. Aksi takdirde bu hikâye
Yeşilçam filmlerinde Filiz Akın’ın köylü kızından sosyete kızına dönüşümü
hikâyesi kadar sığ ve gerçeklerden uzak kalabilirdi.
Geçtiğimiz yıl çektiğimiz ve halen Exxen’de yayınlanmaya
devam eden “Arabeskin Âşık Kadınları” belgeselinde bir zamanlar sahneye çıkan,
şarkı söyleyen kadınların erkek egemen bir dünyanın tahakkümü altında nasıl
ufalandıklarını anlatıyorduk. Daha doğrusu bizden çok onlar anlatıyordu. Çoğunu
biliyor olsak bile dinlerken bir kez daha derinden sarsıldığımız hikâyeler.
Erkeğin istediği kadar, izin verdiği ölçüde var olabilmek. Sahnede binlerce
insan seni alkışlarken sahne arkasında bir tek erkeğin ilgisi ya da
ilgisizliğinden güç devşirmeye çalışmak. İşin ilginci, ayakta kalabilmiş,
kaybolmamışların da kendi başlarına değil, yine bir erkek himayesiyle bugünlere
gelebilmiş olmasıydı. Başka bir örnek yoktu. Bugün artık var.
Her ne kadar kendisi çok açık etmese de Kalben’in de benzer
bir hikâyeden geçip bugüne geldiği ve bir yerden sonra zincirlerini kırdığı çok
belli. Değişiminin, dönüşümünün ve kanatlarını alabildiğine özgür açabilme
sürecinin anlatılması gereken bir kıssası var. Kim bilir belki de ileride
bugünlere dair yapılacak belgesellerde anlatılacak hikâyeler de böyle hikâyeler
olacak.
Bütün bunları yazıyorum çünkü bunlar Kalben’in müziğinde
doğrudan izlerini sürebileceğiniz şeyler. Sahnede şarkı aralarında o kendine
has esprili hitabet yeteneğiyle anlattıklarında, sosyal medya paylaşımlarında
kurduğu uzun uzun cümlelerde hep var bu izler. Bırakın kadın ya da erkek
olmayı, bir insanın ruhsal ve zihinsel özgürlüğünü, cesaretini arayışına,
arayıp buluşuna şarkıların diliyle şahit olmak müthiş ilham verici.
Tabii ki hiçbir insan yaşadığı sürece her şeyi çözemiyor ve
hayatın her sırrına eremiyor. Kafasının içinde bir kara sinek her zaman kalıyor
ve mütemadiyen “vız vız vız” ediyor. “Eski Dünyanın Yangını”nda Kalben’in söze
böyle başlaması boşuna değil. Albümün açılışını yapan “Kara Sinek Senfonisi”
bizi en baştan uyarıyor.
O artık minimum enstrümanlar, minimalist düzenlemelerle
şarkı söyleyen sakin genç kız değil. Yer yer yırtıcı, yer yer öfkeli, bazen
pasif agresif bazen huzurlu, uysal bazen de alabildiğine neşeli. Bu hem
şarkıcılığında gözüküyor hem de şarkıların düzenlemelerinde. Daha ikinci
şarkıda yaylıların sakinleştirici eşliğiyle “Bugün Bana Tatil” derken,
kafasının içindeki kara sineği çıkarıp atan da kendisi.
Sonrasında “Kaybolmuş”un peşine düşüyor. Öpülmemiş kadınlar,
ağlamamış adamlar, sevilmemiş çocuklar, hiç güneşe uçmamış yüreksiz kuşlar… Her
insanda en az biri, bazen hepsinden birazı, bazen de hepsi yok mu? Bilmiyorum.
Kalben de vermiyor cevabını zaten, kafanızı karıştırıp öylece bırakıyor.
Hemen üstüne de sıcak sıcak retro tınılarla “Kalbim Yeniden”i servis ediyor. Hoooop
dolduk mu bir umutla yeniden? Cayır cayır “Kalbim atsa atsa atsa yeniden,”
diyor Kalben. “Bu oda yansa yansa yansa yeniden,” diyor. Tam bir konser
şarkısı. Kalabalıklarla hep bir ağızdan nasıl söyleneceğini hayal edebiliyorum.
Kalben’in Emre Aydın’la YouTube sohbetini izledim. Bu
albümdeki şarkıların hepsinin bir defada çıktığını, yazıldığını anlattı. Hem
söz hem müzik mi yoksa sadece söz ya da sadece müzik mi onu detaylandırmadı ama
bu albümde yer yer o “bir defada”lık kendini hissettiriyor. O sohbeti izlemeden
önce şunu düşünmüştüm: Hani ünlü şairlerin şiirleri bestelenir bazen. Özellikle
de vezinsiz, kafiyesiz, misal Nazım Hikmet’in olgunluk dönemi şiirleri türden
şiirler doğal olarak kolay notaya gelmez. Biraz zorlama olur hatta bazen de çok
zorlama olur öyle şarkılar. Beste şiirin hakkını veremez. Şiir içine sokulmaya
çalışılan kalıba sığmaz, taşar, dökülür. İşte tam da böyle bir şey hissetim
Kalben’in bazı şarkılarını dinlerken. “Bi’ Şeyler” bunlardan biri mesela. Sanki
önüne daha önce hiç görmediği bir şiir koymuşlar ve “Bir defada bestele
bakalım,” demişler gibi. Ya da o anda aklına gelen sözleri doğaçlama
besteliyormuş gibi. Hani kaydetmiyor olsa ikinci defa söyleyemeyecek belki de;
o kadar dağınık melodiler. “Bi’ Şeyler”in sözleri çok şey anlatıyor, çok derine
iniyor ama bunu yaparken şarkı formunun sınırlarına meydan okumaktan hiç
çekinmiyor. Belki de yukarıda bahsi geçen özgürlük arayışına bu da dâhildir,
kim bilir?
Peşi sıra gelen “İçinden Ben Çıktım” bir insanın belki on
belki yirmi belki otuz, kırk yılda yaşayacağı, yaşadığı kendisiyle hesaplaşma,
anlaşma ve barışma sürecini 4 dakika 3 saniyede anlatıveriyor anlatmasına ama o
da tıpkı bir önceki şarkı gibi sözü müziğini gölgeleyen bir şarkı. Şarkı
bittiğinde bir tek “İçinden ben çıktım” tekrarları kalıyor aklınızda.
Albüme adını veren “Eski Dünyanın Yangını” yedinci sırada
karşımıza çıkıyor. Sadece albüme adını vermiyor bu şarkı; aynı zamanda Kalben’in
albümle eş zamanlı olarak piyasaya çıkan ilk romanına da adını veriyor. 13 yıla
yayılmış bir yazım macerasından sonra romanı nihayet tamamladığında, 13
şarkılık albümüyle birlikte piyasaya sürmek istemiş Kalben ve doğrudan bir
bağlantısı olmasa da her ikisine de aynı ismi vermiş. Bunun bir tanıtım sorunu
yaratacağı konusunda kendisini ikaz edenlere de kulak asmamış Kalben. Kendisi
bilir tabii ama albümle ilgili bilgi ararken internette hep kitap bilgisiyle
karşılaştım ne çare. Albümle kitabın eşzamanlı piyasaya çıkmasıydı hep öne
çıkarılan ama misal albümün aranjörleri kimler ona hiç değinilmemişti. Ben de
bu yüzden bu yazıda aranjörlerden hiç bahsetmiyorum farkındaysanız. Bunu
özellikle yapıyorum. Önemsiz bulduğumdan değil; kendileri önemsiz bulduğundan.
Şarkıya gelince… Hoş bir folk esintisiyle başlayıp retro
sularda seyreden “Eski Dünyanın Yangını” albümün akılda kalıcı şarkılarından.
Peşinden gelen “Pişmaniye” de hem akor düzeni hem de melodik yapısıyla adeta
onun kardeşi gibi. Şarkının sözleriyse yıllar önce “Beni Kategorize Etme” diyen
Ortaçgil’e cevap verir gibi. Şarkının pişmaniyeyle ilgisi ise
“…saydım…seydim”le biten pişmanlık cümlelerinde saklı; bildiğimiz yiyecekle bir
bağlantısı yok yani.
“Düşünürüm”, albümün en melodik ve sıcak kanlı şarkılarından
biri. Tabii bu sıcaklıkta nostaljik tınıların, düzenlemenin etkisi büyük. “Kuşgözü”
ise ilk iki albümünün sularında gezen, bir yere kadar tek bir gitarla
kaydedilmiş, sakin sakin yürüyen ama sözleriyle dinleyeni dürtmekten de geri
kalamyan bir şarkı.
Sırada “Kedi” var. Albümdeki birçok şarkının aksine söz ve
müziğin birbiriyle tam olarak örtüştüğü, birinin diğerine baskın çıkmadığı bir
şarkı “Kedi”. Bir önceki şarkı gibi bu şarkıda da Kalben’in pes seslerdeki
hakimiyeti, şarkıcılığının geldiği noktayı göstermesi açısından dikkat çekici. Peşinden
gelen “Yasak”, adından da anlaşılacağı üzere, içinden geçtiğimiz döneme dair
bir şarkı. Düzenlemedeki kaotik atmosfer boşuna değil.
Albümün kapanışını “Taksi” yapıyor. Belli ki bir
yaşanmışlığın içinden çıkıp gelmiş, kişisel bir şarkı “Taksi”. Kalben’in birçok
şarkısı üzerinde kafa yormayı gerektiren metaforlar, göndermeler, değinmelerle
doludur. Çoğunlukla bütünü tam oturmaz üzerinize ama bazen bir ya da birden çok
cümlesi “bızzzzzt” yapar ciğerinizde ya da yüreğinizde. “Taksi”deki “Bu aşk
bizi birbirimizden koparacak” cümlesi gibi. Yoksa ne Roma’ya gitmişliğiniz
vardır büyük ihtimalle ne de Roma’dan İstanbul’a taksiyle gitmişliğiniz.
Tabii bütün bu şarkıları benim yaptığım gibi tek tek, kabuğunu
kıra kıra dinlemez de albümü başından sonuna fonda çalmaya kalkarsanız bütün
şarkıların birbirine benzediğini düşünme ihtimaliniz yüksek. Zor bir albüm “Eski
Dünyanın Yangını”. Sizi öyle hemen o dakika sarıp sarmalamıyor, kulağınıza
melodilerini, sözlerini bir kerede yapıştırmıyor. Bunu bir handikap olarak nitelendirmiyorsam
da Kalben’in bir tık kendi döngüsünün içinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya
bırakabileceğini düşünmüyor da değilim.
Albümle aynı adı taşıyan roman mı? Onu daha okumadım. Kalben’in
de kabullendiğini ve röportajında söylediği bir şey var: “Bu zamanda görünür
olmak zorundasınız.” Misal, uzunca bir süre müzik üzerine yazılar yazmazsanız
artık size basın bülteni de göndermezler, imzalı kitap da lansman konseri
daveti de. Görünür olmadığınız sürece işlerine yaramazsınız. Yani yaptığınız
işi ne kadar “alternatif”, “bağımsız” ve benzeri kelimelerle tanımlarsanız
tanımlayın, oyunu “bağımlı”ların kurallarına göre oynarsınız, oynatırlar. Hoppp
döndük mü başa? “O lanet kara sinek kafamın içinde gezinecek: Vızzz vızzz vızzz…”
Bu şarkı bolluğunda, her hafta çıkan onlarca, yüzlerce yeni
şarkı, az biraz da albüm arasında ister istemez gözden kaçanlar oluyor.
Bunların arasında zamanın eğilimlerine, güncele, dolu bittiye yüz vermemiş
işler de var. Onlar uzun vadede kalıcı olacak şüphesiz. Elif Sanchez’in kendi
adını taşıyan ilk albümü de bunlardan biri.
Bakmayın siz soyadının Sanchez olduğuna. Elif, İstanbul’da
doğmuş, büyümüş.Ailesinin de müzikle
ilgili olması nedeniyle çocuk yaşlarından itibaren müzik eğitimi almaya
başlamış, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın orta bölümüne girmiş
ve lise bölümünden Üstün Başarı Ödülü ile mezun olmuş. Konservatuarda obua ve
korangle eğitimi alan Sanchez, 16 yaşından itibaren Senfoni Orkestrası’nda
çalmaya başlamış.
Üniversite eğitimine de aynı konservatuarda devam ederken
bir yandan da Bahçeşehir Üniversitesi Caz Bölümünde caz vokal öğrenimi görmüş.
Böylece Türkiye’nin önemli caz müzisyenleriyle sahneye çıkma fırsatını da
yakalamış.
Sonrasında eğitimine Amerika’da devam etmeye karar veren
Elif, hayatını müziğe adamış her gencin hayali olan Berklee College of Music’e
tam burslu olarak kabul edilmiş ve orada caz, obua, vokal ve “music business”
dallarında eğitim almış. Bu da ona uluslararası çapta tanınmış müzisyenlerle
çalışma fırsatını getirmiş. Çok önemli konser salonlarında, caz kulüplerinde
sahneye çıkmış, önemli müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer
almış.
Bütün bunlardan haberiniz var mıydı? Benim yoktu. Oysa
yurtdışında, özellikle de Amerika’da herhangi bir sanat dalında başarı
kazanmanın önündeki yegâne engel Doğu’dan gelmenizdir. Bu yaftayı ancak
olağanüstü yeteneğinizle söküp atabilirsiniz. O yüzden yurtdışında, özellikle
de Amerika’da başarı kazanmak, bütün Orta Doğulu komplekslerimizden bağımsız
olarak, sahiden önemlidir. Buna karşın böyle şeyler Türkiye’de icra ettiğiniz
müzik türü ve tanınmışlığınızla orantılı olarak dikkat çeker, yazılır, çizilir,
konuşulur ya da kimsenin umurunda olmaz.
Elif Sanchez’in hikâyesi, icra ettiği müzik türlerinde yurt
dışında varılabilecek en üst noktalara kadar uzanan başarılarla dolu. Buraya
hepsini sıralamak mümkün değil. Dedim ya, tüm bu detayların bizi ilgilendirmesi
için öncelikle onun Türkiye’de tanınır olması gerekiyordu. İşte bunun ilk adımı
da Passion Turca-Elif Sanchez iş birliğiyle atıldı. Sanchez’in kendi adını
taşıyan ilk albümü 2021 yılında Passion Turca etiketiyle yayımlandı.
Açıkça söyleyeyim: Doğası gereği tek sesli türkülerin caz,
“blues”, “rock”, şu ya da bu formlarda çalınması ve söylenmesi hiç yeni bir
fikir olmadığı gibi epeyce de suyu çıkarılmış bir yöntem. Ben kendi adıma bu
tür iddialarla yayımlanan albümlere nicedir mesafeli yaklaşıyorum. İlk aklıma
gelen de “Herhalde söze, besteye verecek paraları yoktu, onun için anonim
türküleri alıp çaldılar, söylediler”, ön yargısı oluyor. Gelin görün ki Elif
Sanchez’in albümü böyle bir albüm değil. Çünkü bu albüm için seçilen şarkılar
ya da türküler Elif Sanchez’in müzikal birikimi, tarzını ve tavrını ifade
etmesinin aracı olmuşlar. Sanchez’in “Biyografi gibi bir albüm oldu,” demesi
boşuna değil.
İstanbul’da doğmuş ama Anadolu müziğinden etkilenmiş, buna
karşın ülkenin hem doğu hem de batı sınırlarının ötesindeki müzik kültüründen
de beslenmiş, caz ve klasik müzik eğitimi almış, bir İspanyol müzisyenle
evlenerek (Sanchez soyadını havalı olsun diye almış değil yani) Latin müziğiyle
de haşır neşir olmuş bir müzisyenin yıllar içerisinde edindiği birikimin doğal
sonucu bu. Bu albüm bütün bu renklerin içinden geçtiği, hiçbir rengin bir
diğerine baskın çıkmadığı, rengarenk ve ahenkli bir gökkuşağı gibi.
Sanchez soyadı İspanyolca konuşulan ülkelerde tıpkı Türkiye’deki
Yılmaz gibi, Öztürk gibi sıklıkla karşınıza çıkan bir soyadı ama bu Sanchez başka
Sanchez; bu Sanchez Elif Sanchez ve tıpkı ismi gibi müziği de melez.
Bir kere Elif Sanchez’in gerçekten etkileyici, dokunaklı,
yakıcı bir sesi var. Şarkı söylerken doğru tekniğin getirdiği en büyük kayıp
duygudur çoğu zaman. Nice Türkçe caz albümünde, Türk caz solistlerinde Türkçe
vurgu, Türkçe duygu yoktur bu yüzden. Yabancı dilde bir şarkıyı Türkçe
kelimelerle söyler gibidirler. Elif Sanchez bunu yapmıyor. Hatta yeri
geldiğinde türkülere mahsus ve bence gerekli gırtlak nağmelerini, oyunlarını
yapmaktan çekinmiyor. Bu da türkülerin etnik kimliğine yabancılaşmamızı
önlüyor. Bunu çok önemli ve değerli bulduğumu söylemeliyim.
Albümde dokuz şarkı var. Bunların sekizi türkü. “Ay Oğlan
Yiğit misin?” Kütahya, “Bağlamam Perde Perde” Giresun, “Giyinmiş Kuşanmış” ve
“Bulut Bulut Üstüne” Mersin yöresinden türküler. “Yemenimin Oyası” bir İstanbul
türküsü. “Küçelere Su Sepmişem”, “Quba’nın Al Alması” ve “Almanı Atdım Xarala”
ise albümdeki Azerbaycan türküleri. Söz ve müziği Meksikalı besteci ve şarkıcı
Armando Manzanero’ya ait “Contigo Aprendi” ise İspanyolca bir şarkı.
Elif Sanchez’in müziği Afrikalı kölelerin çalıştığı pirinç
tarlalarından Hazar Denizi’ne, Karadeniz’in fındık bahçelerinden Akdeniz’in
pamuk ekilen ovalarına, oradan sıcak Endülüs topraklarına uzanıyor; farklı
coğrafyalarda yaşayan insanların duygudaşlığını, ortak acılarını, sevinçlerini,
aşklarını müzik potasında harmanlıyor. Bunu yaparken ülkelerinin yerel
müziklerini uluslararası platformlara taşımış Buika, Amelia Rodriguez, Haris
Alexiou ve Loreena Mckennitt gibi isimlerden aşağı kalmayan bir müzikal
standardı yakalamayı da başarıyor.
Bu albümü mutlaka dinleyin ve şayet severseniz Elif
Sanchez’i bir konserinde sahnede canlı izlemeyi de ihmal etmeyin. Zira bu
yetkinlikte bir müzisyenin albüm performansından çok daha fazlasını bir konserde
dinlemenin bir sürpriz olmayacağı gün gibi aşikâr. Günün harala gürele güncel
müziği her yerden üzerimize boca edilirken kulak temizlemek için böyle bir
alternatif zor bulunur.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.