(Ağustos 2011 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.)
Hep söylüyorum; artık tamamen kangrene dönüşmüş yayıncılık anlayışları ile özel radyolar yerlerde sürünüyor. Söyleyecek hiç bir sözü olmayan, bir vizyonu, bir misyonu olmayan, sadece günü kurtaran, reklam alan radyolar ve onların kendine ait cümleler kurmaktan, şarkılar seçmekten aciz “anons makinesi” programcıları.
Hep söylüyorum; artık tamamen kangrene dönüşmüş yayıncılık anlayışları ile özel radyolar yerlerde sürünüyor. Söyleyecek hiç bir sözü olmayan, bir vizyonu, bir misyonu olmayan, sadece günü kurtaran, reklam alan radyolar ve onların kendine ait cümleler kurmaktan, şarkılar seçmekten aciz “anons makinesi” programcıları.
Bakmayın “programcı” dediğime. O lafın gelişi. Bir çokları “radyocu” tabirinden alınıyor. “Biz radyo alıp satmıyoruz,” gibi de bir savunmaları var. Terziler “moda tasarımcısı”, sekreterler “yönetici asistanı”, berberler “saç tasarımcısı” ya memlekette nicedir; radyocuların hepsi de “radyo programcısı”ymış! Yapmayın Allah aşkınıza!
Hadi gelin sorgulayalım…
Programınızın bir bütünlüğü var mı? Yani başladığı ve bittiği hissediliyor mu? Yoksa tüm gün yayın akışında değişen yalnızca “dj”lerin ses tonları mı?
Sizden önce ya da sonra yayın yapandan farkınız nedir? Mesela farklı şarkılar çalıyor musunuz? Çalabiliyor musunuz? Yoksa radyo yönetiminin rotasyona yüklediklerini, sırasını bile değiştirmeden çalmaktan mı sorumlusunuz sadece?
Gündelik “geyik” muhabbetlerinden başka, kendinize ait bir fikriniz, bu fikrinizi ifade edebileceğiniz cümleleriniz var mı? Sizi sesinizden mi, yoksa kurduğunuz cümlelerden mi tanıyor dinleyenleriniz?
Müzikle ne kadar haşır neşirsiniz? Hiç CD satın alıyor musunuz mesela? Yoksa sadece radyoya gönderilen “promo” CD’lerden mi ibaret müzik kültürünüz? (Abarttığımı düşünmeyin sakın. “Bilmem kaç yıllık radyocuyum, aman da ben fakültede radyo televizyon okudum,” diye böbürlenen ismi lazım değil bir meşhur radyocumuzun “A o albümü dinlemedim, henüz bana göndermediler, bizim radyoda rotasyona girmedi” dediğine bizzat şahit olmuşluğumuz var Twitter camiasında.)
Peki “program” sandığınız o şey yayından kalksa bir gün, eksikliğiniz hissedilir mi mesela? Yoldan geçen herhangi bir radyocu da aynı şekilde devam ettirebilir mi yoksa “program”ınızı? Yani sizin kondurduğunuz kuş nedir, hiç düşündünüz mü?
Ya da tam tersini sorayım; tasınızı tarağınızı toplayıp başka bir radyoya geçseniz bir gün… Yayın yaptığınız ilk gün, dinleyicileriniz de sizinle birlikte frekans değiştirir mi? Dinleyenler sizi mi, o frekansı mı arar radyo cihazlarında?
Hadi diyelim radyonun kişiliksiz yayın politikası gereği, şarkı seçme hakkınız yok. Ama karnınızı doyurmak için de bu işi yapıyorsunuz. Peki en azından çaldığınız şarkılar hakkında iyi kötü yorum yapma şansınız var mı? Hani radyo programcılarının müzik sektörüne yön verdiği sanılıyor ya hep. Siz nasıl bir yön veriyorsunuz? Mesela kötüye kötü diyebiliyor musunuz? Yoksa bütün şarkılar “ay çok şahane” mi? Yoksa sizin radyonuz zaten kötü şarkılar çalmaz mı? Hadi canım, güldürmeyin beni!
Bu yazıyı sonuna kadar okuyan ve kafasında soru işareti uyanan tüm radyocu arkadaşlarımdan özür dilerim. Eğer üzerinize alınmadıysanız, zaten sorun yok demektir sizin açınızdan. Alınanlaraysa şunu söylemek isterim; inanın maksadım özgüveninizi sarsmak değildi. Hem siz değil, sizi birer “anons makinesi”ne dönüştüren bu sistem, bu düzen utansın. Siz anonslarınıza devam edin. Hem bakarsınız Demet Akalın, seneye sizi de Bodrum’a davet eder!
AĞUSTOS 2011
(Haziran 2011 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.)
Radyoda konuk ağırlamak zordur. Hem de çok zordur.
Radyoda konuk ağırlamak zordur. Hem de çok zordur.
Şarkıcılar, basın danışmanları veradyo programcıları arasındaki ilişkiler ağı sarpa sarı saralı, nice radyo “albüm promosyon kutusu”na dönüştü. Bundandır ki programcılar da hafta sekiz gün dokuz konuk ağırlamaya başladılar. Radyocular ellerindeki tek malzemenin piyasaya yeni çıkan albümler olmadığını anlayana kadar da bu böyle devam edecek gibi görünüyor. O zaman buyurun radyoda konuk ağırlamanın altın kurallarına!
1.
1. Konuğa çalışmak:
Geçtiğimiz yıl yayımlanan ilk albümünüz çok beğenilmişti.
_Hımmm… Beğenildi evet, ama o benim dördüncü albümümdü!
ya da;
_Evet şimdi de “Bambaşka Biri” adlı şarkınızı dinleyelim. Bunun söz ve müziği size mi ait?
_Hayır, 1979 tarihli bir Ajda Pekkan şarkısıdır o. Ben yeniden söyledim sadece!
Eğer konuğa çalışmadan stüdyoya girdiyseniz, bu ve buna benzer gaflarla dolu bir yayın siz bekliyor demektir. Konuğa mı yoksa dinleyicilere mi rezil olduğunuza yanarsınız, orası size kalmış.
2. Konuğu konuşturmak: Radyo programcıları konuşmayı sever. Sermayeleri de budur nitekim. Ama şayet konuk ağırlıyorsanız azıcık egonuzun sesini kısın ve bırakın o konuşsun. Derdi ne ise anlatması için gerekirse çanak tutun, konuşturun ve siz susun.
“Bu şarkının düzenlemesini Ozan Çolakoğlu mu yaptı?” kötü bir sorudur çünkü verilecek cevap ya “evet” ya da “hayır”dır. Oysa “Bu şarkının düzenlemesi nasıl yapıldı, kim yaptı?” diye sorsanız topu konuğa atabilir, anlatması için çanak tutabilirsiniz.
Programcılar soru cümlelerinin başına “Gerçi ben biliyorum ama…” yapıştırmaya bayılırlar. Hayır, bildiğinizi biz bilmesek ne olur? Ne kaybedersiniz? Siz sorularınızı dinleyicinin duymak istediği cevapları alacak şekilde sorsanız?.. Sizin bildiğinizi bilince belki de özetleyeceği bir çok şeyi aslında bıraksanız uzun uzun anlatacak konuk. Buna izin verin. Emin olun dinleyici sizi değil, konuğu dinlemeyi tercih edecektir.
Bir de lafı konuğun ağzından alıp hikayeyi kendisi anlatmaya başlayanlar var ki, onlara zaten ne desek nafile.
3. Radyoda olduğunu unutmamak: Bu genel anlamda radyo programcılarının bir sorunu aslında ama stüdyoda konuk varken nüksederse iyice zıvanadan çıkabiliyor durum. Hele bir de programcıyla konuk iyi kaynaştıysa, şakalar, espriler gırla gidiyor, kahkahalar kesilmiyor. İkisi evlerinin salonundaymış gibi muhabbete daldığında sanıyorlar ki dinleyenler de aynı derecede eğleniyor.
Aksine ben kendimi yan masadakilere kulak misafiri oluyormuş gibi hissedip utanıyorum ve dinlemeye devam edemiyorum. Çünkü ben onların umurunda değilim. Onlar kendi aralarında konuşuyorlar, bana anlatmıyorlar.
Bazen araya reklam girer, şarkı girer, haber girer, sonrasında sohbet kaldığı yerden devam eder. Siz şayet radyonuzu yeni açmışsanız ve konuşanın kim olduğunu merak etmişseniz, bunu anlamak için genellikle tahminde bulunmaktan başka çareniz yoktur çünkü programcı o kadar kaptırır ki kendini sohbete, arada bir konuğunun kim olduğunu hatırlatmak aklına bile gelmez. Yapmayın, olmuyor böyle!
4. Konuğun “aura”sına kapılmamak: Konuğunuz çok hayran olduğunuz biri olur bazen. Bazen de ilk kez tanışır ama oracıkta hayran olursunuz. Çünkü sanatkarlar malûm, “aura”sı yüksek insanlardır. Öyle ya da böyle, profesyonelliği elden bırakan, yelkenleri suya indiren nice programcı vardır ki anında başlarlar övgüler düzmeye, konuğu yere göğe sığdıramamaya.
“İlk benim programıma konuk oluyorsunuz,” “Yeni şarkınızı ilk kez şimdi, burada çalacağız,” gibi radyoculuk zaferleriniz için müteşekkir olabilirsiniz elbette; haklısınızdır da yerden göğe. Ama ayarı kaçmış “yıkama yağlama”nızın tarafsız kulakla dinleyen dinleyiciye nasıl kötü tınlayacağını bir düşünün. Konuğa (can ciğer kuzu sarmanız da olsa) bir parça mesafeli durmak çok daha şık olabilir. Zor da değildir bunu yapmak üstelik.
5. Klişelerden uzak durmak: Konuklu yayın yaparken, konuğa soru sormak üzere dinleyici telefonu bağlarsanız, “Ayyy size o kadar hayranım ki, bütün albümlerinizi aldım. Heyecandan konuşamıyorum şu anda,” ya da “Sizi epeydir ekranlarda görmüyoruz. Konya’ya ne zaman konsere geleceksiniz?”den öte soru duymayı beklemeyin ve emin olun bu cümleler konuk ve arayan dışındaki kimseyi (hatta sizi bile) zerre ilgilendirmeyecek.
Konuğun eşini, dostunu, “kanki”sini, menajerini filan arayıp ona sürpriz yapmış gibi davranmayın. Mümkünse konuk da şaşırmış ve hatta duygulanmış gibi yapmasın. Bu numarayı hiçbir dinleyici yemiyor artık. O telefon numaralarını programcıya konuğun yayından önce verdiğini hepimiz biliyoruz, kasmayın.
Konuğun yeni çıkmış albümünü dinleyicilere hediye etmek için “Konuğumuzun kaç tane burun deliği var?” gibi zırva sorular sorup hem kendinizi, hem de dinleyicileri salak durumuna düşürmeyin. Ya adam gibi hediye edin albümü ya da etmeyin.
Programın sonunda konuğa katıldığı için teşekkür ederken sakın ola ki “Çok keyifli bir sohbet oldu” cümlesini kurmayın. Memnuniyet hali, “keyif”ten başka kelimelerle de ifade edilebiliyor, biraz sözlük karıştırın.
Daha çok ama pek çok şey söylenebilir ama o kadarını da benden beklemeyin. Biraz da siz çalışın. Mesela konuk aldığınız bir programın kaydını dinleyin bakalım sıkılmadan, hakikaten eğlenerek dinleyebiliyor musunuz? Program bittiğinde sade bir dinleyici olarak kendinizi gerçekten “keyif almış” hissedebiliyor musunuz? Cevabınız “evet”se bu yazıyı boşuna okudunuz demektir. “Hayır”sa başa dönün, bir daha okuyun!
HAZİRAN 2011
Van için “Rock” konseri, yapıldı, bitti ve şahane oldu. Beklenenin de üzerinde bir para toplanmış olması bir yana, bu çapta bir organizasyonun bu kadar kısa sürede, bu kadar kusursuz kotarılmış olması da neresinden baksanız memlekette bir ilk.
Gripal enfeksiyonla bir haftadır sürmekte olan mücadelemde Pazar sabahı itibarıyla cephe taarruzuna maruz kalarak yorgan döşek yatmam, konseri ancak akşam haberlerinde özetlendiği kadarıyla takip edebilmeme neden oldu. Neyse ki Ege (kızım) arkadaşıyla konserdeydi. Bu vesileyle, Ege’nin konser sonrası izlenimleri bir yana, o gün onları konser alanına bırakırken gözlemlediklerimiz bile, ne fevkaladenin fevkinde bir işe imza atıldığını görmeye yetti de arttı.
Gripal enfeksiyonla bir haftadır sürmekte olan mücadelemde Pazar sabahı itibarıyla cephe taarruzuna maruz kalarak yorgan döşek yatmam, konseri ancak akşam haberlerinde özetlendiği kadarıyla takip edebilmeme neden oldu. Neyse ki Ege (kızım) arkadaşıyla konserdeydi. Bu vesileyle, Ege’nin konser sonrası izlenimleri bir yana, o gün onları konser alanına bırakırken gözlemlediklerimiz bile, ne fevkaladenin fevkinde bir işe imza atıldığını görmeye yetti de arttı.
Büyük çoğunluğu 17-25 yaş ortalamasında gençlerin oluşturduğu mahşeri kalabalık, içeri giremeyip konseri “led” ekrandan izlemeye oturmuş, serin havaya rağmen civardaki çayıra, çimene, tretuvara yayılmış ve halinden yine de hiç şikâyetçi görünmeyen biletsizler, konser alanının hemen yan tarafında, cadde kenarında sıralanmış stantlarda canla başla yardımları toplayan, tasnifleyen, paketleyen, “Van İçin Rock” tişörtlü gönüllüler…
İnönü stadının çevresinden dolanıp tekrar Dolmabahçe’ye, geldiğimiz istikametin aksine dönerken peşimizi uzun süre bırakmayan, her nasılsa hiçbir konserde rastlamadığım kadar temiz ve net duyulan müzik sesi… Yağsa mı yağmasa mı bilememiş, kararsız, mat, bulanık, sarı-yeşil sonbahar havasını siyahın her tonundan tişörtler, pantolonlar, ceketler, montlarla çiçeklemiş cıvıl cıvıl, şen şakrak, terütaze, pirüpak taifenin, Dolmabahçe’den Beşiktaş’a uzanan tarihi caddeye, cadde boyuna sıralanmış asırlık çınarlara, ağır kapıların ardındaki ağır başlı, yaşlı ve yorgun saraya nispet, tam da bugüne ait seslerinin, konuşmalarının yolumuza dökülen yankısı…
Konserin cereyan etmeye başladığı ilk saatlerden itibaren, sosyal medyada çoğunlukla memnuniyet, övgü ve takdir dolu yorumlar yazıldı. Anlaşılan o ki, ülkede Olcayto Ahmet Tuğsuz dışında herkes bu konserden gayet memnun olmuş. Giden de gitmeyen de, izleyen de izlemeyen de sonuçta 500.000 TL gibi bir hâsılat elde edilmiş bu organizasyona alkış tutuyor. (“Olcayto Ahmet Tuğsuz da kim, konuyla ne ilgisi var?” diye soranlara, konserden birkaç gün önce gecce.com da yazdığı yazıyı okumalarını önerip, bu mevzuu daha fazla macunlamayacağım.)
İnönü stadının çevresinden dolanıp tekrar Dolmabahçe’ye, geldiğimiz istikametin aksine dönerken peşimizi uzun süre bırakmayan, her nasılsa hiçbir konserde rastlamadığım kadar temiz ve net duyulan müzik sesi… Yağsa mı yağmasa mı bilememiş, kararsız, mat, bulanık, sarı-yeşil sonbahar havasını siyahın her tonundan tişörtler, pantolonlar, ceketler, montlarla çiçeklemiş cıvıl cıvıl, şen şakrak, terütaze, pirüpak taifenin, Dolmabahçe’den Beşiktaş’a uzanan tarihi caddeye, cadde boyuna sıralanmış asırlık çınarlara, ağır kapıların ardındaki ağır başlı, yaşlı ve yorgun saraya nispet, tam da bugüne ait seslerinin, konuşmalarının yolumuza dökülen yankısı…
Konserin cereyan etmeye başladığı ilk saatlerden itibaren, sosyal medyada çoğunlukla memnuniyet, övgü ve takdir dolu yorumlar yazıldı. Anlaşılan o ki, ülkede Olcayto Ahmet Tuğsuz dışında herkes bu konserden gayet memnun olmuş. Giden de gitmeyen de, izleyen de izlemeyen de sonuçta 500.000 TL gibi bir hâsılat elde edilmiş bu organizasyona alkış tutuyor. (“Olcayto Ahmet Tuğsuz da kim, konuyla ne ilgisi var?” diye soranlara, konserden birkaç gün önce gecce.com da yazdığı yazıyı okumalarını önerip, bu mevzuu daha fazla macunlamayacağım.)
Ne var ki bu, alan memnun veren memnun etkinliğin öncesi ve sonrasında yazılıp çizilenlerin dönüp dolaşıp dokunduğu bir yer var ki, işte orada bir durup yeniden düşünmek gerekiyor.
Bunu daha önce de yazmış ama daha yumuşak tabirleri tercih etmiş, konunun adeta etrafından dolanmıştım. Bu defa biraz daha içinden geçeceğim zira bu yeterince hassas mevzuda şişi de kebabı da yakmama gayreti büsbütün yanlış anlaşılmalara, doğrudan kafa göz yarmalara neden olabilir.
Bunu daha önce de yazmış ama daha yumuşak tabirleri tercih etmiş, konunun adeta etrafından dolanmıştım. Bu defa biraz daha içinden geçeceğim zira bu yeterince hassas mevzuda şişi de kebabı da yakmama gayreti büsbütün yanlış anlaşılmalara, doğrudan kafa göz yarmalara neden olabilir.
“Rock” camiamızın genel olarak takındığı “elitist” tavrın (her ne kadar bu iki kelimeyi yan yana getirmek ilk bakışta çok aptalca ve çok kaba gelse de kulağa), zaman zaman faşizan bir söyleme kadar gittiği bu konser vesilesiyle bir kez daha teyit edilmiş oldu. Derdim bu. Konserin öncesinde ve sonrasında ortaya dökülüp saçılan inciler…
Vay efendim popçulardan önce “rock”çılar organize olmuş da hadi sıkıysa popçular da organize olsunmuş.
Bir dakika! Bir kere “rock”çıların yaptıkları bu şahane işi popçuların yapamamış olması üzerinden kıymetlendirmesi yeterince saçma değil mi? “Bak biz yaptık, siz yapamadınız!” cümlesi tek başına bir mahalle kavgası tadı, basitliği, acıklılığı yaratmıyor mu? Hem kendinizi popüler kültürün, popüler müziğin bir parçası olarak görmeyecek, hem de popüler kültürle sidik yarıştıracak ve buradaki ikilemin üzerini yukarıdan bakan cümlelerle örttüğünü sanacaksın.
Kim ne derse desin, hangi istatistiği, hangi anketi, hangi sayısal değeri baz alırsanız alın, bu ülkede en çok dinlenen müzik türü hiçbir zaman “rock” olmadı, olmayacak. Böyle bir gerçek var. Ve siz eğer “rock” dışındaki müzik türlerini yok sayar, küçümser, bunları üreten, icra eden, çalan, söyleyen ve dinleyenleri kendi dünyanızın dışında görür, sayarsanız, öncelikle ülke gerçeğinden, halktan, aynı toprağı paylaştığınız insanların duygu, düşünce, bilgi, görgü, kültür ve yaşam tarzlarından, dünyaya baktıkları pencereden uzaklaşır, kendi sanal gerçekliğinizde yaşamaya başlarsınız. İşte o zaman yaptığınız müzik “rock” müzik olmaz. Çünkü “rock” steril olmaz.
Popçular “rock”çılar kadar hızla organize olup, böylesi bir konsere imza atamazlardı evet. Bu görüşe tamamen katılıyorum. POP-SAV denilen ve bütün popçuları bir çatı altında toplaması beklenen derneğin yılda bir düzenlediği konserlerin hali ortada. Planlı ve organize bir işin bile altından kalkılamazken, bu plansız ve zamansız konseri kotarmak popçuların boyunu aşardı. Burası doğru. Peki ama neden? Şimdi gelelim nedenlerine…
Kim ne derse desin, hangi istatistiği, hangi anketi, hangi sayısal değeri baz alırsanız alın, bu ülkede en çok dinlenen müzik türü hiçbir zaman “rock” olmadı, olmayacak. Böyle bir gerçek var. Ve siz eğer “rock” dışındaki müzik türlerini yok sayar, küçümser, bunları üreten, icra eden, çalan, söyleyen ve dinleyenleri kendi dünyanızın dışında görür, sayarsanız, öncelikle ülke gerçeğinden, halktan, aynı toprağı paylaştığınız insanların duygu, düşünce, bilgi, görgü, kültür ve yaşam tarzlarından, dünyaya baktıkları pencereden uzaklaşır, kendi sanal gerçekliğinizde yaşamaya başlarsınız. İşte o zaman yaptığınız müzik “rock” müzik olmaz. Çünkü “rock” steril olmaz.
Popçular “rock”çılar kadar hızla organize olup, böylesi bir konsere imza atamazlardı evet. Bu görüşe tamamen katılıyorum. POP-SAV denilen ve bütün popçuları bir çatı altında toplaması beklenen derneğin yılda bir düzenlediği konserlerin hali ortada. Planlı ve organize bir işin bile altından kalkılamazken, bu plansız ve zamansız konseri kotarmak popçuların boyunu aşardı. Burası doğru. Peki ama neden? Şimdi gelelim nedenlerine…
Bir kere “rock” müzik, tanımı itibariyle dünyayla, dünyada olup bitenle, yani siyasetle, gerçek hayatla pop müzikten kat be kat daha fazla ilgili. “Rock”çıların derdi bu zaten. Hayatla bir alıp veremedikleri var. Bir itirazları, bir isyanları, bir karşı duruşları var. Olan bitenin arka yüzünü görmeye, göstermeye, kapalı kapısını açmaya, paslı kilidini kırmaya, yeni bir söz duymaya, duyurmaya, söylemeye niyetliler. Bu denli büyük bir felaketin tüm müzik camiası içerisinde öncelikle “rock” müzisyenlerinin görüş alanına girmesinden doğal bir şey olamazdı. Aksi olsaydı şaşırmalıydık, zira popçuların ne algısı ne de kaygısı “rock”çılarla aynı düzlemde. Onlar başka yolun yolcuları.
Popçular neden bir konser için kolayca bir araya gelemez? Çünkü onlar popüler pazarın tam ortasındalar ve “rock”çıların yanından bile geçmeyen kıyasıya bir rekabetin kılıçları şakırdıyor tepelerinde. Onların mücadelesi ölümüne. Her biri en güzel, en parlak, en genç, en göz alıcı, en popüler, en, en, en yıldız olmak, öylece kalmak, para kazanmak zorunda. Bir an gözden kayboldun mu, yeniden görünme şansın çok ama çok az. Ama “rock”çılar öyle mi ya?
Popçular neden bir konser için kolayca bir araya gelemez? Çünkü onlar popüler pazarın tam ortasındalar ve “rock”çıların yanından bile geçmeyen kıyasıya bir rekabetin kılıçları şakırdıyor tepelerinde. Onların mücadelesi ölümüne. Her biri en güzel, en parlak, en genç, en göz alıcı, en popüler, en, en, en yıldız olmak, öylece kalmak, para kazanmak zorunda. Bir an gözden kayboldun mu, yeniden görünme şansın çok ama çok az. Ama “rock”çılar öyle mi ya?
Siz hiç bayi toplantılarında, sünnet düğünlerinde, cemiyet davetlerinde, Kuruçeşme barlarında çalan, söyleyen “rock”çı gördünüz mü? Yani onların aylar öncesinden bağlanmış “extra”ları yok ki paraya kıyamayıp iptal edemesinler. Sosyete düğününün tarihini değiştiremezsiniz kolay kolay ama Yüksek Sadakat’in Jolly Joker konserinin tarihini pekâlâ değiştirebilirsiniz. Değiştiremeseniz bile zaten kaybedeceğiniz para, bir “extra”dan kazanacağınızın onda biri bile değildir muhtemelen; koymaz yani.
“Rock” müzisyenleri genellikle gruptur zaten; olmayanlar da birbirini tanır, hepsinin birbirine çalmışlığı vardır bir yerlerde. Yani birisi “koş gel” dese bir “rock”çı “Ama nasıl olur? Ya orkestra, ya prova, ya ses düzeni, ışık düzeni, makyaj, kostüm?..” diye sormaz; koşar gelir, gelebilir. Popçuların büyük çoğunluğunun ise kendi orkestraları yoktur. Kurulan orkestralar genellikle o program, o iş sonrası dağılır. Çünkü pop camiasında hiçbir şarkıcı hiçbir müzisyeni, hiçbir müzisyen hiçbir şarkıcıyı, hatta özetle hiç kimse hiç kimseyi beğenmez. Yani zordur ha deyince koşup gelmesi bir popçu için. E hal böyleyken öyle gönül birliği, güç birliği filan da yalan olur. İlla para ister popçunun toplama orkestrası. Nice yardım konserine “Ben bedavaya gelirim ama orkestram para ister,” gerekçesiyle “katılamayan” popçular vardır. İsterler ama katılamazlar. Orkestrasız söyleyecek halleri yoktur ya!
“Rock” müzisyenleri genellikle gruptur zaten; olmayanlar da birbirini tanır, hepsinin birbirine çalmışlığı vardır bir yerlerde. Yani birisi “koş gel” dese bir “rock”çı “Ama nasıl olur? Ya orkestra, ya prova, ya ses düzeni, ışık düzeni, makyaj, kostüm?..” diye sormaz; koşar gelir, gelebilir. Popçuların büyük çoğunluğunun ise kendi orkestraları yoktur. Kurulan orkestralar genellikle o program, o iş sonrası dağılır. Çünkü pop camiasında hiçbir şarkıcı hiçbir müzisyeni, hiçbir müzisyen hiçbir şarkıcıyı, hatta özetle hiç kimse hiç kimseyi beğenmez. Yani zordur ha deyince koşup gelmesi bir popçu için. E hal böyleyken öyle gönül birliği, güç birliği filan da yalan olur. İlla para ister popçunun toplama orkestrası. Nice yardım konserine “Ben bedavaya gelirim ama orkestram para ister,” gerekçesiyle “katılamayan” popçular vardır. İsterler ama katılamazlar. Orkestrasız söyleyecek halleri yoktur ya!
Buraya kadar ibre “rock”çıların tarafına daha yakın duruyor, değil mi? Peki şimdi bir de meseleye başka bir yerden bakalım.
Van İçin “Rock” konserinin fikir ve organizasyon aşamasına Twitter’da Redd grubunun ikiz kardeşleri, Güneş Duru ve Doğan Duru’yu takip edenler yakından şahit oldular. Fikir bir gecede doğdu, birkaç gün içerisinde gelişti ve etkinlik kotarıldı. Bu çok muhalif, çok sert, bir o kadar da açık sözlü, rengi belli kardeşler, zaman zaman aynı fikirde olmasam da, yazdıklarıyla, bizim bir kısmı tatlı suda yüzen “rock” camiası içinde “aktivist, hareketçi, kalk gidelimci” tarafta durduklarını sık sık göstermekte idiler. Bu organizasyon da bunun tuzu biberi oldu.
Peki şimdi şunu sormalı; Duru kardeşler ve organizasyonun diğer planlayıcıları herhangi bir popçuyu davet ettiler de, “hayır” cevabı mı aldılar? Sanmıyorum. Zira bu zaten başından beri bir “rock” konseri organizasyonuydu. Eğer adı “Van İçin Müzik” olsaydı da popçular da çağırılsaydı ve çağırıldıkları halde gelmeseler ya da reddetselerdi, o vakit onlara kızmaya, hepsini toptan karalamaya herkesin hakkı olurdu belki. Ama bu şartlarda olmamalı. Zira bu ayrımı “rock”çılar başından kendileri yaptılar zaten.
Peki şimdi şunu sormalı; Duru kardeşler ve organizasyonun diğer planlayıcıları herhangi bir popçuyu davet ettiler de, “hayır” cevabı mı aldılar? Sanmıyorum. Zira bu zaten başından beri bir “rock” konseri organizasyonuydu. Eğer adı “Van İçin Müzik” olsaydı da popçular da çağırılsaydı ve çağırıldıkları halde gelmeseler ya da reddetselerdi, o vakit onlara kızmaya, hepsini toptan karalamaya herkesin hakkı olurdu belki. Ama bu şartlarda olmamalı. Zira bu ayrımı “rock”çılar başından kendileri yaptılar zaten.
Kaldı ki “Biz yaptık, onlar yapamadı” demek onlarla aynı potaya girmek değil de nedir? Birbirinin dengi iki taraf var da, biri diğerini yenmiş gibi. Oysa zaten başından “rock”çıların lehine bir dengesizlik var ortada; tam da yukarıda saydığım sebeplerden dolayı.
Geçenlerde memleketin müzik yazan, kayda değer “blogger”larının bir araya getirildiği bir etkinlikteydim. Orada bulunan bir çok kişinin birbirini yeni tanıdığı o gece, havada uçuşan laflar arasında en çok takıldığım cümle “Arkadaşlar şu veya bu şekilde burada bulunan kimse zaten popüler müzik dinlemiyor ve yazmıyor,”du. Herkes başını salladı, onay verdi. Hep beraber o tehlikeden uzak olduğumuz için rahat bir nefes aldık. Ben sustum. Ergenlikten kalma bir öğretilmişlikle, ilk kez bulunduğum bir ortamda arıza çıkaramayacak kadar çekingenim hâlâ; bakmayın kalemimin ha babam de babam çemkirmesine.
“Rock” dinleyen adam, popüler dinleyen adamdan neden üstün olsun? Onu bırakın, “rock” neden poptan üstün olsun? İkisinin de gayet iyi ve gayet de kötü örnekleri var. Sözgelimi “Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar” türküsü, Gripin’in iç bayıltıcı “Durma Yağmur Durma”sından çok daha “rock” olabilir. Çocuk denecek yaşta evlendirilen bir kızın haykırışı, yağmura sitem eden romantik “rock”çımızın haykırışından daha inandırıcıdır belki de.
Ben kendi adıma her iki türü de iyisiyle kötüsüyle dinliyorum; ne “rock”çıyım ne popçu. Ruh halim o an, o gün neyse oyum. Ne birinin “rock” dinliyor olması onu yüceltiyor gözümde, ne de bir diğerinin alaturka, pop ya da türkü dinliyor olması küçültüyor. Kaldı ki niye kategorize edilmeli müzik dinleyenler? Herkes her şeyi dinleyemez mi? Dinlediğin müzik sosyal statünün bir göstergesi midir? Öyleyse şayet; bunun adı “faşizm” değil de nedir?
“Faşizm” olgusunun sarkık bıyıklarla, kurt işaretiyle, o veya bu, bir takım öğretilmiş simgelerle değil; farkında olmadan gayet de içselleştirdiğimiz bir takım bakış açıları, yaklaşımlar, cümleler ve makul ve mantıklıymış gibi görünen seçkinci, elitist kaygı maskeleri altında servis edildiği bu çağ ve zamanda faşizanlıkla suçlanabilecek belki de en son felsefe, dünya görüşü olacak “rock” müzik müritlerinin bu topa girmiş olması inanılır gibi değil.
Yani hepimiz “rock”çı olsak ne değişecek? Tıpkı Doğan Duru’nun ismi lazım değil bazı “rock”çıları “cry baby” diye tanımlaması gibi, bu defa da “rock”çılar arasında kategoriler, sıralamalar oluşacak/oluşturulacak. İyisi mi bırakın herkes istediği müziği yapsın, isteyen de istediğini dinlesin. Çok “concon” olacak belki ama bu lafı etmenin de tam sırası; “Bırakın müzik kazansın!”
Yani hepimiz “rock”çı olsak ne değişecek? Tıpkı Doğan Duru’nun ismi lazım değil bazı “rock”çıları “cry baby” diye tanımlaması gibi, bu defa da “rock”çılar arasında kategoriler, sıralamalar oluşacak/oluşturulacak. İyisi mi bırakın herkes istediği müziği yapsın, isteyen de istediğini dinlesin. Çok “concon” olacak belki ama bu lafı etmenin de tam sırası; “Bırakın müzik kazansın!”
EKİM 2011
Bu bereketli topraklar üzerinde ne yazık ki yüzyıllardır kan gövdeyi götürüyor. Savaşlar, yıkımlar, göçler, kan davaları, töre cinayetleri, kıyımlar, katliamlar, cinayetler... İnsanın insana ettiği yetmezmiş gibi bir de doğanın kah selle, kah yangınla, kah depremle durup durup vurması...
Acıyı sineye çekmeyi, kan kusup kızılcık şerbeti içmeyi erdem saymış bu millet, her nasılsa acının en koyusundan sebepleniyor asırlardır. Bu bereketli topraklar can yakıyor...
Bir kaç gün önce yaşanan Van depremi henüz kesin sayısını bilmediğimiz kadar çok cana mal oldu. Yaralananlar, sokakta kalanlar ama yine de en azından hayatta olduğuna şükredenler kadar, yanıbaşında yakınlarını kaybedip ölmekten beter olanlar var. Bu ağır, bu kesif acı kolay kolay dinmeyecek. Bunu biliyoruz. Daha önce de yaşadık.
İster doğanın intikamı deyin, ister ilahi bir ikaz, ister bilimsel bir gerçek... Sebebi bilmek sonucu değiştirmiyor. Günlerdir gazeteler, televizyon ve sosyal medya, deprem haberleri, enkazdan çıkarılan ya da enkaz altında kalanların hikayeleriyle çalkanlanıyor. Ya ibret alıyor, ya yazıklanıyor ille de ne yapabilirizin peşinde koşuyoruz. Bu anlamda sosyal medya Türkiye'de ilk kez tüm devlet kuruluşlarından, özel sektörden v eyazılı ve görsel basından daha hızlı, daha etkin ve daha fonksiyonel bir rol oynadı.
Çok kısa sürede beklenmedik çapta organizasyonlar, kampanyalar yapıldı, duyuruldu, yürütüldü. Firmaların, belediyelerin, kişilerin yaptığı yardımlar hem duyurulup hem desteklenirken, şu veya bu şekilde yardım yapmayan ya da yaptığını açıklamayanlara zaman zaman ifrada kaçan ikazlarla ayar verildi. Bir söylenen bine dönüştü. Yer yer bilgi de kirlendi, yer yer bunu fırsat bilenler evvel ahir hasımlarından intikam alıp, zora sokmak istediklerini tefe de koydular/koydurdular. Yanlışla doğru, yalanla gerçek karıştı, her kafadan bir ses çıktı.
Buna karşın çok ciddi bir başarı sağlandı. Görülmemiş bir hız ve çeviklikle, hem de bürokrasiye, mevsime, iklime, araziye rağmen yardımların büyük kısmı yerini buldu, bulmaya devam ediyor. Elbette bir çok şey tartışılabilir; eksikler, gedikler, hatalar ortaya konulabilir ama sonuç itibariyle bu olay Türkiye'de sosyal medyanın ilk büyük zaferi olarak tarihe yazılacaktır.
Kim bilir belki bir gün, gözümüzün bu kamaşması geçtikten sonra, "Peki sosyal medyanın üstlendiği bu rolü, daha afetin ilk dakikalarından itibaren ve hatta afet olmazdan da evvel üstlenmesi gereken devlet nerede; neden biz ilkel kabileler gibi kendi başımızın çaresine bakıyoruz?" sorusunu da sorarız. Ama şüphesiz ki bunun şimdi ne yeri ne de zamanı.
İşte bu toz dumanın ortasında bir güzel haber de memleket popüler müziğinin "rock" tayfasından geldi. "Rock" gruplarının ve müzisyenlerinin katılacağı koca bir konser organizasyonu yapıldı. Konserin tüm geliri ve dahi konserin televizyon yayını esnasında toplanacak bütün bağış Kızılay'a teslim edilecek.Depremden tam bir hafta sonra yardım geliri toplamak üzere, görülmemiş katılımda bir konser...
Bu kadar çok sayıda grubun ve müzisyenin bu kadar kısa sürede organize olması, bırakın Türkiye'yi, dünyada bile eşine az rastlanır bir durum. İnsanın inanası gelmiyor ama doğru.30 Ekim 2011 günü sabah saat 11'den itibaren Maçka Küçükçiftlik Parkı'nda hayko Cepkin'den Emre Aydın'a, Redd'den Şebnem Ferah'a memlekette "rock" müzik yapan ne kadar "baba" isim varsa, hepsi sırayla sahneye çıkacak. Artık kaç saat sürer, kaçta biter bilinmez ama epey uzun bir maraton olacağı kesin.
Konsere gelenler konser alanındaki yardım toplama standlarına bırakmak üzere yanlarında depremzedelerin işine yarayacak her türlü yarım malzemesini de getirebilecekler. Konsere gelemeyenler ise Dream TV'den canlı yayınla dakikasına dakikasına olan biteni izleyebilecek, hatta ekran başından "SMS" atarak da yardımlara katılabilecek.
Biletler 20 TL ve Biletix'de satışa çıktı bile. Eskiler "teberru" diye tabir ederlerdi; konsere gidemeyecek olsanız bile yani bilet alıp katkıda bulunabilmek, yardımlara ortak olabilmek mümkün.
Memlekette böylesi bir maksatla, bu çapta bir konserin ilk kez organize edildiği düşünülürse, eğer imkanınız varsa hem buna şahit olmak, hem de çorbaya bir tutam tuz katmak adına Pazar günü Maçka'ya gelin. Zira "Van İçin Rock" orada olacak!
BENDENİZ - "O BİLİYOR"
Türk popunun bilinen en saçma lakap hikâyesi “Of Aman” Nalan’sa şayet, en saçma isim hikayesi de Deniz Çelik’in Bendeniz’e dönüşmesidir kuşkusuz. Deniz Çelik 1993 yılında ilk lanse edildiği günlerde Neslihan Yargıcı’nın kendisine biçtiği “abajur kız” imajını fazla sürdüremedi ama, yine Yargıcı tarafından bulunmuş albüm adı, nasılsa kendi adına dönüşüp üzerine yapıştı kaldı. Her iki Yargıcı cin fikirliğinin de Deniz’in tanınırlığını ve akılda kalırlığını kolaylaştırdığı inkâr edilemez bir gerçek. Nitekim Deniz, aradan geçen yirmi yıla yakın süreye rağmen hâlâ Bendeniz.
“Benden İzler”, Bendeniz’in geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni albümü. 2000 yılında piyasaya sürülen ve o güne dek Raks firması hesabına yapılan albümlerden derlenmiş “Bendeniz’den” albümü, her ne kadar Bendeniz’in rızası dışında piyasaya sürülmüşse de, erken bir “best of” sayılabilirdi. Kariyerinde iz bırakmış şarkıların yeniden seslendirilmiş “remix” versiyonlarından oluşan bu albümü ise “best of” kategorisine sokmak pek mümkün değil. Çünkü seçilen şarkılar bir “best of” mantığıyla değil, “remix”e gelirliklerinden yola çıkılarak bir araya getirilmiş. Aralarında vakti zamanında çok “hit” olmamış şarkılar da var. Ama ne gam! Zaten şarkıları yeniden düzenlemek, onlara düpedüz ikinci bir şans vermekle eşdeğerken, daha önce kulağımıza çarpmamış şarkıları belki bu defa keşfetmek gibi de bir lüks sunuyor dinleyene bu albüm.
Sezen Aksu’nun Onno Tunç’tan ayrılmasından sonra daha deneysel işlere yönelip, popüler piyasayı gençlere bıraktığını adeta ilan ettiği “Deli Kızın Türküsü” albümünün yayımlandığı günlerde, sanki onun bıraktığı yerden devam eden bir genç kız sunulmuştu önümüze. İlk albümü yayımlandığında, özellikle de çıkış şarkısı olarak seçilen “Ya Sen Ya Hiç”le aleni bir biçimde Sezen Aksu’ya benzeyen (daha doğrusu bir pazarlama taktiği olarak özellikle benzemesi istenmiş) bu genç kız, tek hünerinin Aksu’ya benzemek/benzetilmek olmadığını sonrasında yaptığı işlerle kanıtlamaktan geri kalmadı. Böylesi bir çıkışın arkası ya çok zor gelir ya da hiç gelmezken, en az ilki kadar ses getiren bir ikinci albüm çıktı piyasaya. Ve böyle devam etti.
Doksanlı yıllar boyunca çok parlak bir kariyer çizgisi çizdi Bendeniz. İstikrarını hiç bozmadan, yolundan hiç sapmadan, kendi yazdığı şarkılarla, kendine ait tarzıyla, herkesin birer ikişer dağıldığı, yolda kaldığı zorlu dönemeçlerin her birini aşıp bugünlere kadar geldi. Elbette ilk albümlerinin ulaştığı o büyük büyük satış rakamlarını sonrasında herkes gibi o da yakalayamadı ama sektörün genel gidişatı içerisinde azımsanmayacak sayıda albüm satmasını sağlayabilecek bir kemik kitleyi de bunca yıldır peşinden sürüklemeyi başardı. Bundandır ki aynı çizgide yoluna devam ediyor, edebiliyor.
Bendeniz’i diğer pop yıldızlarından ayıran çok önemli bir fark var. O, albümleri ve şarkıları dışında kendini neredeyse görünmez kılmayı başarabilmiş bir şarkıcı. O kadar ki, albüm yayımladığı dönemlerde bile çok az sayıda televizyon programına çıkıyor, az röportaj veriyor, Bendeniz’den renkli basına en ufak bir haber malzemesi çıkmıyor. Televizyonda bir ay görünmeyene “uzun süredir ortalarda yoksunuz” denilen bu öğütücü/kıyıcı camiada, bu tavra ve duruşa karşın sahiden yok olup gitmemenin tek bir açıklaması olabilir; gönülden kabul görmek. Eh, bu da hiç kolay kazanılır, hafife alınır bir marifet değil.
“Benden İzler” albümü, 16 Bendeniz şarkısını “remix” versiyonlarıyla yeniden bir araya getiriyor. İlk büyük “hit”i “Ya Sen ve Hiç” dışında bu albümdeki bütün besteler kendisine ait. “Ya Sen Ya Hiç”in sözleri Zeynep Talu imzası taşırken, Aysel Gürel’in kaleminden çıkmış “Kırmızı Biber” haricindeki bütün şarkı sözleri de yine Bendeniz’e ait.
“Remix” versiyonlarda Murat Uncuoğlu, Ayhan Saygıner , Suat Aydoğan, Barış Büyük ve Soner Kıvanç’ın imzalarını görüyoruz. Müzik piyasasında bir çok iyi işe imza atmış, bilinen, sevilen, kabul gören aranjörler bunlar. Bu albümde ortaya koydukları iş de bunu bir kez daha ispat ediyor zaten. “Remix” yapayım derken şarkıyı maymun eden, tanınmaz hale getiren, şarkıdan çok kendi aranjörlük marifetinin gösterişini yapan nicesini gördük, duyduk, dinledik bugüne dek. Burada ise bir çok versiyon, orijinalinden daha anlı şanlı, ihtişamlı olmuş. Tempo hiç düşmüyor ama “remix”ler dans ettirebilmenin ötesinde de kendini dinletebiliyor.
Albümden ilk klip geçtiğimiz günlerde “O Biliyor” adlı şarkıya çekildi. Bendeniz’in bir önceki albümü “Olsun”un göz önüne çıkmamış şarkılarından biri olan “O Biliyor”, yeni versiyonuyla düpedüz bir “hit” olmuş.
Klipte Bendeniz bugüne dek alışık olmadığımız bir halde çıkıyor karşımıza. Dans ediyor, seksi görünüyor. Kostümlerini çok beğendiğimi söyleyemem, dans etmeyi Bendeniz’e ne kadar yakıştırdığımı da tartışırım ama yüksek tempolu bu şarkıya böylesi bir klip çekilmesi ve şu veya bu şekilde dikkat çekici ve şaşırtıcı olması doğru görünüyor göze.
Bu albüm ve bu klip, bir süredir kendi ekseninde dönüp duran Bendeniz kariyerine yeni bir açılım getirir mi, onu zaman gösterecek. Ama çok tutkulu bir Bendeniz “fan”ı olmayan bendeniz, albümü de klibi de bağrıma bastım büyük bir sempatiyle. Bir de siz izleyin bakın.
TUĞBA ÖZERK - "AKLIMDA SEN VARSIN"
Sezen Aksu, Tuğba Özerk’i dinleyiciyle ilk kez tanıştırdığında gecelerden bir yılbaşı gecesiydi. TRT’nin yılbaşı özel programında Sezen Aksu sadece konser vermekle yetinmemiş, Yıldız Tilbe, Sertab Erener ve Tuğba Özerk’e solo şarkı söyletmişti. Diğer ikisi için şartlar hemen hemen olgunlaşmış, Sezen Aksu prodüktörlüğünde albüm kayıtları başlamıştı. Nitekim yıl içerisinde Sertab Erener’in ilk albümü yayımlandığında, o gece seslendirdiği iki şarkının da albümde yer aldığını gördük (“Oyun Bitti” ve “O Ye”).
Yıldız Tilbe’nin bir süre sonra, o malum olay nedeniyle Sezen Aksu okulundan ilişiği kesilecek ve o gece seslendirdiği, söz ve müziği İlhan Şeşen’e ait “Yürürüm” adlı şarkı, daha sonra Gündoğarken’in “Ankara’dan Abim Geldi” albümünde “Aşka Doğru” adıyla yayımlanacaktı.
Tuğba Özerk ise o yılbaşı gecesi henüz küçük bir kızdı. Kocaman gözlükleri, çocuk sesi ve heyecandan tir tir titrediği her halinden belli ürkek duruşuyla meşhur Azeri şarkısı “Ayrılık”ı söylemişti. Şarkı bitti, yeni bir yıl geldi ve biz Tuğba Özerk adını unuttuk gitti.
Sonra aradan yıllar geçti ve Tuğba Özerk, Sezen Aksu’nun yıllar önce lanse ettiği kız olma titrini haklı olarak “PR” malzemesi yaparak ilk albümünü piyasaya sürdü. Beklendiğinin aksine, Sezen Aksu’dan destek almamıştı.
Müzik camiasında belli bir tedrisattan geçmişlerin geçmemişlere hiç tahammülü, toleransı yoktur. Konservatuarda bırakın enstrüman eğitimini, şan eğitimi almış olmanın bile iyi şarkıcılık için yeterli olmadığı, olamadığı gerçeğine nedense aymaz bizim mektepli takım. Aynı şekilde bilmem kime uzun yıllar vokal yapmış olmak ya da bilmem kaç senedir barlarda marlarda sahneye çıkıyor olmak da adam etmeye yetmeyebilir bir şarkıcıyı. Ayıp olmayacağını bilsem, yüz tane isim sayarım şimdi.
Buna mukabil bazılarında o duyan kulak Allah vergisidir. Hiçbir teknik bilmeden de en baba teknik bilenden daha doğru söyleyen eğitimsizler yok mudur? Elbette vardır. Ama şayet Allah vermediyse, en azından sonradan edinmenin yollarını aramalı, bulmalı. Zira böyle bir iddianız var; şarkıcıyım diyorsunuz, albümler yayımlıyorsunuz ve kusura bakmayın ama kötü şarkı söylüyorsunuz!
Tuğba Özerk bugüne dek dört albüm ve bir “single” yayımladı. Beşinci albümü “Aklımda Sen Varsın” ise yakın zamanda piyasaya çıktı. Yine albümdeki bütün şarkılar prozodi hatalarıyla dolu. Bazı şarkılar var ki neredeyse her bir kelimesini yanlış söylüyor, yanlış vurguluyor, yanlış heceleri uzatıp, yanlış heceleri kısa tutuyor. Son dönemde moda olan ve çok havalı durduğu zannedilen kelimeleri yaya yaya şarkı söyleme şekli ise özellikle hareketli şarkılarını büsbütün dinlenemez hale getiriyor.
Bir önceki albümün en iyi iş yapan şarkısını hatırlayın… “Çekip gidesim var artık yalan dünyadan” diyen kadının sesinde en ufak bir acının, gitme arzusunun, isyanın, haykırışın izi olmadığı gibi, adeta “Ah şekerim ben hep yabancı sözlü şarkı söyledim, Türkçe’de zorlanıyorum bu yüzden” komikliği vardı. Ne ki Tuğba Özerk kendini ve şarkısını çok beğenmiş olmalı ki, çok benzer bir başka şarkı daha yazmış bu yeni albüm için, sonra hem albüme adını vermiş, hem de albüm yayımlandıktan sonraki ilk klibi de bu şarkıya çekmiş (Albüm piyasaya çıkmadan önce, dijitalde “single” olarak yayımlanan “İlan”a klip çekilmişti.)
Tuğba Özerk gayet güzel bir genç kadın. Kliplerinin görsel enerjisi de gayet yüksek oluyor haliyle. Yine öyle olmuş. Özellikle suyun içindeki altın rengine bulanmış görüntüler çok estetik, çok şık, çok da seksi. Yani televizyonun sesini kısarak izlerseniz mesele yok çünkü klipte hem kendisi hem de sesi çok güzel bir kadın kötü şarkı söylüyor. Kulağa yer eden melodisi ve yer yer manadan düşen cümlelerine karşın, buruk acı sözleriyle aslında çok doğru yakalanmış bir şarkı olan “Alkımda Sen Varsın” da bu talihsizliğin kurbanı oluyor.
EKİM 2011
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
(1984'ten Bugüne) Sezen Aksu'nun yeni albümünün piyasaya çıktığı bugünlerde, Türk popunun efsane albümlerinden "Sen Ağlama&q...
-
“Vayomini dö pua, yunaytıd kindım tu points… Lalmeyn di pua, görmıni ten points…” Ecnebi ülkeler birbirine böyle böyle puan dağıtırken bi...
-
Nebahat Çehre tramplene çıkan basamaklardan birine oturdu. Ellerini de dizlerinin üzerinde kenetledi. Serçe parmağında altın bir halka ...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...