Ayşegül Plakta


Hani her şeyin o çok fazla köşeli ve sert olduğu ilk gençlik zamanları vardır. Tüm içinize sığmayan duygu çağnozlarını en beterinden, en şiddetlisinden yaşadığınız, hiçbir duygunuzu eğip bükemediğiniz, hiç kimseye hatta kendinize bile katlanamadığınız o bulanık şuursuz zamanlar… Bütün bir hayatın bundan ibaret olduğunu sanıp, çocuk kalmakla büyümek arasında çok ciddi bir seçimin eşiğinde (sanki seçme şansı varmış gibi) durakalır, ne yapacağınızı bilemez, ya dışınızdaki her şeye karşı öfkeli ve sabırsız bir kabalıkla dışa dönük ya da olağandışı bir tevekkül ve boyun eğişe dönüştürülmüş içe dönük bir şiddetle dengelemeye çalışırsınız dünyayla aranızdaki bu tanıdık olmayan alışverişi. Sonradan alışacak, kanıksayacak, hatta işin cambazlığını da öğreneceksinizdir ya, o yaşlarda bununla hiç başa çıkılamazmış gibi gelir insana. Öyle beter bir halet-i ruhiyedir, bilen bilir.



Kimisini çabuk, kimisi ağır atlatır bu durumu. Ben kelimenin her iki anlamıyla da ağır atlatanlardan oldum. Hem uzun sürdü, hem şiddetli. Bereket hayata şarkılarla tutunanlardandım. Her duygu kırıntısı karşılığında mutlaka bir şarkı bulundu içimde. Bu konudaki içsel arşivim plak, kaset vesaireden oluşan fiziksel arşivimden her daim daha zengin oldu. Şarkılar çoğu zaman kolaylaştırdı işimi, kimi zaman da zorlaştırdı belki, bilinmez; ama hep “İyi ki şarkılar var” dedim, demeye de ömür boyu devam edeceğim galiba. Bütün bunları neden anlattığıma gelince... Onun izahını az sonraya bırakıp şimdi bu yazının sebebi hikmeti olan, Ayşegül Aldinç’e getirmek istiyorum sözü.


Mehmet Teoman’ın, o canım Nükhet Duru şarkılarının söz yazarının, Nükhet’le ayrı gayrı düştüğü bir dönem vardı. Hatta aradaki itilaf, yolları ayırmanın da ötesine gitmiş, Mehmet Teoman, Nükhet’e yazdığı şarkıların yayınlanmasını filan da yasaklamıştı. Oysa sadece iş ortağı değil, sevgili oldukları bilinirdi. (Bu ve bundan sonra sıralayacağım bilgiler, işin biraz “paparazzi” tarafı ve “paparazzi”liğin doğası gereği bittabi ki teyit edilmemiş bilgiler.) Denilen oydu ki, Mehmet Teoman nicedir yeni bir Nükhet yaratmanın peşindeydi ve bu maksatla bulunan isim, Ayşegül isimli genç bir kızcağızdı.


Nitekim o dönemde Mehmet Teoman ve Cenk Taşkan’ın ortak hazırladıkları müzikli şiir 45’liğinde Ayşegül Aldinç azıcık da olsa sesiyle yer alıyordu. Hatta plağın kapağında Mehmet Teoman, Ayşegül’le poz bile vermişti. Tarihleri ve olay akışını karıştırıyor olabilirim, bütün bunlara aklımın ermeyeceği kadar küçüktüm çünkü. (Mehmet Teoman ve Ayşegül’ün o günlerde evlendiğini ve kapak resminin de onların gelinlik-damatlıkla çektirdikleri bir resim olduğunu çok sonra öğrendim mesela.)


Sonra Mehmet Teoman – Nesli Özsoy ilişkisi başladı ve Ayşegül Aldinç ismi, 1981 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finallerine kadar bir daha hiç duyulmadı. Bir duyulduğunda ise pir duyulacak ve Ayşegül o sene finalin iki önemli şarkısını Modern Folk Üçlüsüyle beraber seslendirip, biriyle birinci, diğeriyle üçüncü olacaktı. “Dönme Dolap” bütün yavanlığına rağmen çok sevdiğimiz ve büyük finale heyecanla gönderdiğimiz şarkılardan biri oldu.


İşin enteresan tarafı, Türkiye finalinde üçüncü olan “İstanbul İstanbul” en başta Nükhet için düşünülmüş, ama sonra Ayşegül Aldinç’e nasip olmuş, ancak bir süre sonra yine Nükhet tarafından plak yapılmıştı. Yani yolları enteresan bir şekilde, ikinci kez kesişmişti. 

Seksenli yılların ilk yarısında birkaç kez daha katıldı bu yarışmaya Ayşegül Aldinç. “Heyecan” ve “Merhaba Ümit” diye iki tane Selahattin İçli bestesi hatırlıyorum mesela. Seksenlerdeki bugün anlatılması da anlaşılması da çok zor o Eurovision histerisi içerisinde, adını ufaktan ufaktan duyuran bu “seramikçi” genç kızın güzel yüzü dergi ve gazetelere haber oluyor hatta benim gibi işi sıkı tutanların hafızasına kazınıyordu ister istemez.


Çok büyük idealleri, afralı tafralı lafları yoktu. Dönemin gereği midir nedir pek mütevazı ve sade suya tirit bir havası vardı. Sanki yıllar boyu ülkenin –kendi istemi dışında da olsa- “en seksi” kadını seçilecek, hatta uzunca bir dönem bu kategoride rakipsiz bir ikon haline gelecek kadın, o kadın değildi.


Pop Müziğin (tabiri caizse) iki seksen yattığı günlerde, inanılması hala çok güç bir albümle başlamıştı Ayşegül Aldinç’ in  asıl serüveni. Eurovision’dan hatırımızda kalan Selahaddin İçli şarkılarının güler yüzlü ama yetersiz yorumcusuyla, Dönme Dolap’ ın Modern Folk Üçlüsü’ne renk getiren beyaz elbiseli, cılız sesli genç kızı bir yana, uzun yıllar sonra nihayet geldiğini müjdelercesine “…Ve Ayşegül Aldinç” adı konulmuş albümüyle o artık yetkin bir şarkıcı, seksi ve etkileyici bir “star”dı.


Ona “star”lık serüveninde hayli yükselen bir ivme kazandıracak görsel değişimi bir yana, müzikal anlamda hakikaten inanılmaz bir albümdü bu ilk çalışma. Barış Manço, Timur Selçuk, Ali Kocatepe, Atilla Özdemiroğlu, Fuat Güner, Banu, Aysel Gürel gibi her biri başlı başına bir duayen bir sürü isim, hem de hepsi yeni üretilmiş eserlerle bir araya getirilmiş, arabeskin alıp başını gittiği günlerde bir deli cesaretiyle yüzde yüz katıksız pop bir albüm kotarılmıştı.


Gerçi kıyametler kopmadı, ortalık yıkılmadı ama pop müzik takipçileri gerçek bir pop müzik şarkıcısıyla, üstüne üstlük yıllar sonra ilk defa hayran olunacak bir “star”la kucaklaştılar bu albüm sayesinde.


Ülkemizin ikinci pop müzik patlamasını tetikleyecek Aşkın Nur Yengi imzalı “Sevgiliye” adlı albüm henüz piyasaya çıkmamıştı. Zerrin Özer arabesk şarkıcısı olmuş, Ajda Pekkan ve Nilüfer arabeske şöyle bir yüz sürüp ite kaka popa geri dönmüş, Nükhet Duru ve Erol Evgin alaturka şarkıcılarla aynı kategoride “Hafif Türk Sanat Müziği” furyasından nasiplenmiş, Füsun Önal, Yeliz, Yeşim, Esmeray, Nil Burak gibi yetmişlerin yıldızlarının ise rüzgarı eskisi kadar şiddetli esmez olmuştu. Sezen Aksu ve Mazhar-Fuat-Özkan’dan başka kimse yok gibiydi sanki ortalıkta. Olanlar da popüler müziğin alıcısı ve hedef kitlesi olması handiyse zorunlu olan gençlerin beğeni skalasında ne yapsalar yer tutamıyorlar, yabancı pop müzik dinlemenin dinleyene her nedense kazandırdığı kalbur üstülüğün yanında ben gibi onlara hala hayran olanların zevksiz muamelesi görmesine mani olacak şöyle adamakıllı bir iş çıkaramıyorlardı.

Böylesi umutsuz ve ümitsiz günlerde, bir deli cesaretiyle ortaya çıkıveren “...Ve Ayşegül Aldinç” tüm bu anlatmaya çabaladığım ticari ya da gayri-ticari pozisyonunun ötesinde bir yerlerde, ilk paragrafta izahına epeyi söz sarf ettiğim ergenlik hezeyanları içerisinde satın alındı tarafımdan sıcak ve ıslak bir cumartesi öğleden sonra, İzmir Kemeraltı’nın kalabalık ve boğucu dükkanlarından birinden. Dedim ya içimde her duyguya eşlik edecek, ses olacak bir şarkı vardı. Bu kasetin içsel arşivime  katkısı ise hatırı yıllar sonra bile sayılacak kadar hallice olacaktı.


Müziğin teorik tarafından, müzikaliteden, enstrüman ve vokal tekniklerinden, şarkıların sosyal ve psikolojik açılımlarından ve benzeri bir dolu şeyden, bugün müşkülpesent vıdı vıdılar yapmama vesile olacak gerekli ya da gereksiz bilgilerden bihaberdim. Belki daha saftım. Daha çok severdim şarkıları. Daha koşulsuz ve çıkarsız bir ilişkiydi o yaşlarda sevdiğim şarkılarla yaşadığım. Hayat bana sunulduğu kadardı; korunaklı ve seçilmiş bir hayat yaşamak zorunda idim. “Bütün bunları anlatmak istediğim bir tek sen varsın...Ve şimdi sen, dinlemiyorsun,” diyordu bir şarkısında Ayşegül Aldinç. İnsanın içinde birikmiş sözleri söyleyememesinin bu derece saf, bu derece incelikli ve sade bir şekilde dile getirilmesi sık rastladığım bir şey değildi. “Bir hayal aradım, o sen değildin.” Belki klişeydi ama dokunuyordu işte.

En çok da Timur Selçuk’un bestelediği Aysel Gürel sözlerinde, “Birdenbire çıkıverip gel, şaşırsın kalbim, sesimden önce,” diyen kadını sevmiştim. Tüm şarkıların duruluğu ve sadeliğine koşut, bağırıp çağırmayan, alaturka gırtlak nağmelerine meyletmeyen, yorum yapmak adına olmadık yere sesini eğip bükmeyen, gayet temiz ve net şarkı söyleyen bir şarkıcı dinliyordum. Timur Selçuk’tan uzunca bir zaman ses eğitimi alan Ayşegül Aldinç, bu haliyle Eurovisionlarda boy gösteren cılız sesli genç kızdan çok ama çok daha yetkindi.


Daha önce dediğim gibi, ilk albüm çok büyük kıyametler koparmadı. Ama Ayşegül Aldinç farklı kimliği ve suretiyle adından iyiden iyiye söz ettiren bir isim oldu çıktı. “Seksi kadın”lık payesine de bu dönemlerde layık görüldü sanıyorum. Birkaç yıl geçmeden ikinci pop patlaması başladı zaten. Ortalık bir anda şenlendi. Yerli pop dinlediği için yarı-deli gözüyle bakılan bir avuç insana her geçen gün yenileri eklendi, derken eski yeni kim varsa albüm yapmaya başladı ve bugünlere dek sürecek bir geniş zaman dilimi içinde neredeyse yetmişlerin bolluk bereketine denk bir şamatayı hep beraber yaşamaya başladık.


Ayşegül Aldinç’in ikinci albümü “Benden Söylemesi” adını taşıyordu ve bu albüm de bir öncekini aratmayacak kadar nitelikli şarkılarla, satın alanlara adeta bir şölen yaşatıyordu. Nice sonra ortalığı kasıp kavuran Sezen Aksu bestesi ‘Sorma’ bir çok kişinin bilmediği üzere, ilk kez (ve en güzel yorumuyla) bu albümde yer almıştı örneğin. Üstelik Atilla Özdemiroğlu, Bülent Ortaçgil, Metin Özülkü, Şehrazat gibi yine önemli isimler bir aradaydı.


Kendisine her daim yakıştırıldığı üzere yalnız güzel değil, zeki de bir kadındı ve bugün bir çok kişinin başvurduğu bir yöntemle kotarıyordu albümlerini. Ne kadar eli yüzü düzgün ve banko iş yapan müzisyen varsa, hepsinin kapısını çalıyor, işini şansa bırakmaksızın on tane gayet iyi seçilmiş şarkıyla giriyordu stüdyoya.


Malumunuz, artık albüm tanıtımları ıkış tıkış stüdyolara doluşmuş onlarca gazetecinin kameraları önünde şarkıcının en gündelik haliyle şarkılara “playback” yapması, müzik direktörüne övgüler yağdırması, e bu arada malzeme olsun diye kimi şarkılarda ağlayıp sızlaması hatta ayılıp bayılması ritüelleriyle tezahür ediyor. Sonra basın bültenleri dağıtılıyor ve albümde hangi besteciden kaç şarkı alınmış, ertesi gün bütün gazeteler bundan bahsediyor. Sezen Aksu’dan 2, Altan Çetin’den 1, Gökhan Özen’den 2, İlhan Şeşen’den 1 şeklinde toto-loto havasında kotarılmış ruhsuz albümlerle böyle tanış oluyoruz ilkin. Ayşegül Aldinç’in, zamanında bu işi hakkıyla ve doğru yerinden yapan ilk ve tek isim olduğunu ise nedense pek kimse hatırlamıyor.


İkinci albüm, o günlerde yeni kurulup, kısa bir süre sonra da kapanacak olan Şan Plak etiketiyle piyasaya çıkmıştı. Sektöre her yeni girmiş firma gibi Şan Plak’ın da tanıtım ve dağıtım konusunda yetersizlikleri oldu ve beklendiği kadar satmadı bu albüm de. Oysa “Bir Başka Gece” isimli müzik-eğlence programımızın bir daha hiç olamadığı kadar popüler olduğu, reyting rekorları kırdığı günlerdi ve Ulusal Televizyon’un belki de o güne dek çektiği en iyi klipler, Ayşegül Aldinç şarkıları için çekilmişti.


Daha adına klip bile denmeyen, mizansenli çekimlerin her birinde farklı bir konsept yaratılmıştı. O albümün beni en çok etkileyen şarkısı “Delip de Geçer”in klipinde, pirinç bir karyolada siyah saten çarşafların altında çıplak olduğu izlenimi verilmiş Ayşegül Aldinç görüntüleri soluk kesiciydi örneğin. Ya da “Şık Latife” de rüküşlük defilesi yapan sosyetik kadının eğlenceli görüntüleri...

Ancak neden sonra, bu albümde ilk kez Ayşegül Aldinç tarafından okunan “Sorma”, durup dururken bir anda popüler olacak, Zeki Müren’den Bülent Ersoy’a, Kibariye’den Ferdi Özbeğen’e kadar okumayan kalmayacaktı bu şarkıyı. 


Hal böyle olunca, kapanan Şan Plak’tan albümün yayın haklarını satın alan Bay Müzik, tipik bir Unkapanı kurnazlığıyla albümü “Sorma” adıyla ilk yayınlanışından iki yıl sonra yeniden piyasaya sürecekti. Adı ve kapağı değişmişti belki ama bir önceki baskı zamanında CD teknolojisi yaygınlaşmadığı için çok az sayıda basılan ve bu nedenle piyasada bulunmayan albüm, Bay Müzik sayesinde en azından bulunur hale gelecekti.


Asıl mesleği seramik sanatçılığı olan Ayşegül, içine girdiği bu piyasada boş durmamış, iyi bir şarkıcı kimliğine, iyi bir oyuncu sıfatını da eklemişti geçen yıllar içinde. Oysa çok kötü bir şarkıcı, çok kötü bir oyuncu olsa bile, baştan kazanılmış Allah vergisi karizması ve güzelliğiyle çok daha önemli yerlere çok daha kısa sürede gelebilmesi mümkündü güzel ülkemde. Ama o, işini hiç şansa bırakmamış, daima temkinli ve sağlam adımlar atmış, hep iyi şeylere imza atmıştı. Bu anlamda sadece “en seksi şarkıcı” olarak anılmayı hak etmiyordu elbette ama öyleydi de doğrusu. Bu kadar soyunmadan bu kadar seksi olmayı kaç kişi başarabilirdi ki?


Belki onu seksi kılan sadece vücut hatları değil, sahneden, ekrandan ve fotoğraflarından süzülen ve ondan bize geçen elektrikti. Bir kere gazinoda izlemiştim onu. Her zamanki güçlü, gizemli ve emin duruşuyla, o gün her nedense işini doğru dürüst yapamayan ışıkçıyı epeyi bir haşlamıştı programı esnasında. Kaprisli miydi, ya da huysuz? Bayıldığımız insanların mükemmel olmadıklarını bilmek rahatlatıcıdır ya, bir sürü kulp takıvermiştik o dakika. Oysa sadece işine verdiği önemin, gösterdiği ciddiyetin izleriydi gördüğümüz. Bunu çok sonraları, çok yıllar sonra fark edebilecektim ancak.


Onu televizyonda oyuncu olarak “Acımak” dizisinde gördüm sanıyorum ilkin. Sonra birkaç sinema filminin video kaset versiyonlarında. Doğrusu ekrana yakışan bir yüzü vardı, bu inkar edilemezdi. Üstelik oyunculukta da yetenekli olduğu aşikardı. Ama beni şarkıcılık yanı daha fazla ilgilendiriyordu. Herkesin deli gibi “Acımak” dizisini konuştuğu ve izlediği günlerde bile ben fazla takılmamış, önemsememiştim bu yüzden.

Memleketin ikinci pop patlamasının zirvesi, 1992-1994 yılları arasıdır. O yıllarda, daha önce ve sonra hiç olmadığı kadar çok sayıda albüm ve şarkıcı piyasaya çıkmıştır çünkü. Bir çoğu bugünlere kadar gelecek bir sürü isim…


Bugünün starları kabul edilen Tarkan ve Sertab Erener’in o yıllarda patladığı, Yıldız Tilbe’den Demet Sağıroğlu’na bir sürü yeni ismin ilk albümlerini o yıllarda yaptıkları bir gerçektir. Ayşegül Aldinç, o günlerde “Alev Alev” çıkacaktı karşımıza. Buz gibi bir resmin altından yükselen alevlerin eşlik ettiği albüm kapağı ve Onno Tunç imzasıyla.


Bir Barış Manço, bir Onno Tunç bestesi, iki Yunan “cover”ı ve o günlerde yeni yeni adını duyurmaya başlamış Mustafa Sandal, albümün ağır toplarıydı. Bir de Tarık Tarcan. “Çarkıfelek” yarışmasının daha böylesi dallanıp budaklanmadığı, sulanmadığı o günlerin hayli popüler sunucusu, eski manken ve sinema oyuncusu Tarık Tarcan, ilk ve son kez şarkıcı kimliğiyle boy gösterip Ayşegül’le bir şarkıda düet yapacaktı bu albümde.

Neresinden baksanız hayli renkli, enteresan bir albümdü. Tıpkı önceki albümlerde olduğu gibi yine her dakikası ince ince düşünülmüş, hiçbir şarkısı şansa bırakılmamış bir katıksız pop albüm vardı elimizde. Albümün adı ve açılış şarkısı olan Onno Tunç bestesi “Alev Alev”, dönemin popüler topluluğu Gıyps Kings tarafından İspanyolca sözlerle söylenince bir hayli sükse yapmıştı doğrusu. Onno Tunç’un da en parlak günleriydi. Deyim yerindeyse, kapanın elinde kalıyordu. Sezen’le arası limoni olunca Nilüfer’le çalışmaya başlamış, Zerrin Özer’den Yeşim Salkım’a herkes onunla albüm yapmanın peşinde düşmüştü. Bu anlamda da Ayşegül Aldinç yine turnayı gözünden vuruyordu. Barış Manço imzalı “Al Beni” adlı şarkı da çöllerde çekilen klipiyle beğeni toplayacak ve albümün ilgi çekmesinde pay sahibi olacaktı.


1995 yılında Ayşegül Aldinç bu kez çok daha sade bir albümle çıkacaktı karşımıza. Şehrazat, Aykut Gürel, Metin Özülkü, Ercan Saatçi ve Nazan Öncel vardı bu albümde. Albüme adını veren “Söze Ne Hacet” adlı şarkının sözlerini kendisi yazmış, böylece ilk kez bir şarkıya yorumculuğun ötesinde imza atmıştı. Albümün en enteresan tarafı ise tiyatro oyuncusu Uğur Yücel’in söz ve müziğini yazdığı bir şarkının varlığıydı. Uğur Yücel’in albümlere girmiş ilk ve tek bestesi oldu bu şarkı.


Daha ilk albümünde yolunu çizmişti Ayşegül Aldinç ve aynı yolda ilerlemeye devam ediyordu. Yine seçilmiş isimlerin seçilmiş şarkıları vardı ama önceki albümlerine nazaran bu kez biraz yavan kalmıştı. Albümün konseptine taban tabana zıt, şatafatlı bir Mete Özgencil klipiyle boy gösterdi televizyonlarda önce. “Alimallah”ın balıklar arasında saçları uçuşarak şarkı söyleyen kadını, bu kez “seksi” olmaktan ziyade itici bir “surreal” masal kahramanı gibiydi. Hemen ardından “Beni Hatırla” ve “Anladım Ben Seni” nin romantik klipleri geldi de zararın bir yerlerinden dönüldü, kara geçildi.


Nazan Öncel imzalı “Beni Hatırla” albümün kuşkusuz en güzel şarkılarından biriydi. Ama az önce de dediğim gibi, baştan sona dinlemesi biraz sabır isteyen, insanı çok kolay sarıp sarmalamayan bir albüm olmuştu “Söze Ne Hacet”. Zaten ortalık yeni yetme şarkıcıların istilasına çoktan teslim olmuştu. Bu da hiçbir şey demek olmasa bile, daha kıdemli şarkıcıların albümlerinin daha az ilgi görmesi demekti. Böyle de bir kaide vardı çok az ismin karşı durabildiği, bir çoğunun ise en başından kabullendiği. Oysa Ayşegül Aldinç bu albümde, önceki albümlerin hepsinden daha sıcak, daha gerçek bir şarkıcı olarak vardı. Doğru bir teknikle şarkı söylemenin ötesine geçmiş, ustalıklı bir yorumu da performansının artı hanesine eklemişti.


Sonrasında epeyce uzun bir ara verdi Ayşegül Aldinç. O kadar uzun bir araydı ki bu, köprünün altından bir hayli su akacak, kimilerine göre her şey birbirini tekrar ediyor iken, kimilerine göre hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.


Bir kere tıpkı Ayşegül Aldinç gibi Eurovision Şarkı Yarışmasıyla adını duyuran Candan Erçetin, oldukça sağlam adımlarla girdiği piyasada sadece müzikal anlamda değil, soğuk ve seksi güzelliğiyle de isim yapacak ve bu yönüyle Ayşegül Aldinç’e benzetilecekti kimileri tarafından. Sonrasında “en seksi erkek” diye Ahmet Mete Işıkara’nın adının zikredildiği günlere gelecek ve bu seksilik mevzuun başından bu yana ne tapon bir yakıştırma olduğuna iyiden iyiye kanaat getirecektik. Bütün o Beyaz’lı dedikodulara, yıllar boyu inadına sürüyor olan ilişkisinin bitiyor, bitti dedikodularına ve tüm hayatımıza sıvaştırılmış “Televole” pespayeliklerine rağmen kendini korumayı, malzeme edilmemeyi bir şekilde becermiş ender isimlerden biri olarak Ayşegül Aldinç yine bildiğini okuyacak, yine şarkılarıyla gündeme gelmeyi hedeflediği bir albümle çıkacaktı karşımıza.


Yine büyük oynandığı her halinden belliydi kartonetteki isimlere bakınca. Sezen Aksu, Meral Okay, Can Dündar, Barlas Erinç, Gökhan Kırdar, Aykut Gürel diye uzayıp giden bir liste vardı ve o güne dek yapılmış en iyi Ayşegül Aldinç albüm kapağı tasarımı ve resimleriyle doğrusu satın alanları ilk anda bir hayli heyecanlandırıyordu “Nefes” adlı albüm. Ama  o kadar.


Ben kendi adıma, “Nefes” albümünün ciddi bir yeni soluk olmasını istemiştim Türkçe pop dinlemekten belki de ilk defa çok ama çok sıkıldığım o günlerde. Dinlediğim şarkılarla şarkıyı yazanın bile kestiremeyeceği türden çok derin, çok aşk dolu, hatta depresif ilişkiler kurduğum günler geride kalmış, biraz da piyasanın iyi kötü içine girdiğimden midir nedir, şarkıların ve şarkıcıların saflığına olan inancım bir hayli örselenmişti. Kolay kolay hiçbir şarkı peşine takıp sürüklemiyor, hayata ilham olmuyordu artık benim için. Bir tane bile olsa böylesi bir şarkı bulunur diye bekliyordum nasıl olsa Ayşegül Aldinç’in albümünde ama yoktu. Nedense tutmamıştı bu kez karar.

Sezen Aksu’nun dört şarkısını da yakıştıramamıştım Ayşegül Aldinç’e. Hele “Ağır Abim” bir tam felaketti. Çıkış parçası olarak seçilen “Ben Kimselere Yar Olmam” da, albüme adını veren “Nefes” de cılız, ses getirmeyecek şarkılardı. İlk albümünde yer alan “Kara Sevda” ve “Gözlerin Su Yeşili”nin 2000 versiyonları, orijinal versiyonlarını aratıyordu. Ne kadar dinlediysem sevemedim “Nefes”i. Benim gibi düşünen çok olsa gerek ki, bir süre sonra müzik marketlerin fırsat köşelerinde satılmaya başlandı albüm.

Ayşegül Aldinç bir markaydı artık, hiçbir zaman diva miva gibi sıfatlarla anılmamış, konserlerinde kimse kendini yerden yere atmamıştı ama zaman içerisinde en başından en sonuna aynı olgunluk ve aynı hatasız duruşuyla yaptığı işin ciddiyetinin altını çizmiş, hiçbir sululuğa, pespayeliğe prim vermemiş, kendi bildiği yoldan başka yollara tevessül etmemiş ender isimlerden biriydi.


Gazete köşe yazarlığıyla hakkında hep bir rivayetmiş gibi anlatılan “çok zeki” güzellemesinin doğruluğunu da gösterecekti. Çünkü çok komikti. Yazdıklarıyla güldürüyor, Türkçeyi çok ustaca kullanıyor, evet tutup siyasal gündeme dair yazılar yazmıyor ama “humour”un ne derece zeka ve ustalık gerektirdiğini bilenlerin hafife alamayacağı lezzette köşe yazıları döktürüyordu “Malumatfuruş” adını verdiği köşesinde.


Belki o da bıkmıştı camianın alavere dalaverelerinden ve belki son albümünün çok satmamasından muzdarip bile olmamıştı bu yüzden. Belki camianın ve müziğin gittiği yere bakarak “İyi ki orada değilim,” bile demiştir içinden gülerek. Ben hala Ayşegül Aldinç şarkıları dinlemek istiyorum oysa, benim gibi düşünenlerin sayısının az olmadığını da bilerek. Belki şu yazma işini biraz da şarkılara dökmeli ve daha önce tek tük örneklerini verdiği şarkı sözü yazarlığı işini daha fazla  ciddiye almalı. Söyleyecek bu kadar sözü olan bir sanatçının bunu şarkılarıyla da söylemesinin ve artık toplama değil, kendi sözünü söyleyen şarkılarla karşımıza çıkmasının vakti gelmiş olmalı. Çünkü onu bir şarkıcı olarak tanımış ve sevmiş bir sürü insanın “Ayşegül Kitapta” dan aldığı tadın çok daha fazlasını “Ayşegül Plakta” dan alacağı su götürmez. Bunu da söylemeden geçemeyeceğim. E bunca satır karaladıktan sonra Ayşegül Aldinç hakkında, bu kadarcık bir şey istemek de çok olmasa gerek.

HAZİRAN 2002


Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder