Selda Bağcan - "Denizlerin Dalgasıyım"


“MAZİDEN ATİYE”


(Ekim 2004 tarihinde birzamanlar.net'de yayımlanmıştır.)

Hayatı boyunca durmaksızın türküler söylemiş, sesini verdiği her türküye bizi inandırmış hatta yeri gelmiş savunduğu davanın saflarında türküleriyle kitleleri peşinden sürüklemiş, en az sesi kadar babayani ve heybetli suretiyle de hafızalarımızda yer etmiş bir yaşayan efsaneydi Selda. İnsan böylesi bir “büyük”le nasıl konuşur, söze nereden başlar, ne derdi? Heyecandan ölsem yeriydi. Azıcık bir zamanım vardı ve ben Selda Bağcan’la o kısacık zaman zarfında röportaj yapmak zorundaydım.



Çocukluk günlerimin çimen kokulu, ılık bahar günlerinden, ilk gençliğimin hezeyanlar içerisindeki sarı sıcak yazlarına, oradan sarsak yirmili yaşlarımın kar kıyamet soğuk kışlarına dek kendimi bildim bileli bana eşlik etmiş, yol vermiş, yol göstermiş, kimi zaman dert, kimi zaman çare, bazen umut, bazen öfke olmuş şarkıların sahipleriyle birer birer tanışıyordum zamanı geldikçe. Ve her defasında aynı acemi, telaşlı, ürkek, saygılı, coşkulu, mütereddit, velhasıl-ı kelam alabildiğine alaca bulaca bir hissiyatla elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırıyor, iyi kötü cambazı olduğum kelimelere bile hükmedemez hale geliyordum. Profesyonelliğe zeval getirmenin bir manası yoktu. Bir cesaret tık tıkladım kapıyı. 

Güleç ve neşeli bir kadın buldum karşımda. Rahatladım haliyle. Yaşını bu camianın içinde almış her star kadar temkinliydi elbette. Daha en başta ondan bir üçüncü şahıs gibi bahsederken kullandığım “Selda” ismini (ki budur plak kapaklarında yazan) manidar bir vurguyla “Selda Bağcan” olarak düzeltti. Sonra da geçmişten bahsetmeyi pek sevmediğini, bugün de hala işine devam ettiğinin bilinmesini istediğini söyledi. Röportajın son cümlesi de bu olacaktı zaten; “Evet, ben de mazideyim ama atide olmayı tercih ederim!”

Başından aldım ya telkini, istesem de geçmişe pek dönemiyorum. Evet hala üretiyor, şarkı söylüyor, albüm yapıyor ama bu ülkenin müziğinde mihenk taşlarından biri olmuş artık. Yetmişli yıllarda elinde bir tek gitarı, alabildiğine naif ve nevi şahsına münhasır bir üslupla bambaşka bir renge boyadığı türküler, şimdilerde yeniyetmelerin eline “cover” olmakta. Ses rengi ve şarkı söyleme tekniği de ona keza, taklit edilmeye çalışılmakta aynı yeni yetme neslin insanın içine fenalıklar getiren, tahammülfersa genç türkücü kızları tarafından. 

“Nedir bu durum,” diye sorayazdım; “Benim 1971-74 yılları arasında söylediğim şarkı ve türkülerden oluşan “Türkülerimiz 1” albümü, neredeyse bir kaynak eser haline geldi. Kim albümüne türkü koymak istese, ondan istifade ediyor. İbrahim Tatlıses albüm yapacağı zaman benim albümlerimi aldırıyor. Mahzun Kırmızıgül’ün “Ayrılık”ını ilk duyduğumda ‘Tamam, benden çalışmış’ dedim. Orada söylenmedik hiçbir türküm kalmadı. Ben söylenmelerini istiyorum tabi. ‘Ay niye söylediler,’ diye dert etmiyorum. Türküler ne kadar söylenirse, o kadar çoğalırız.” diye yanıtladı beni.

Madem hoşnuttu bu durumdan, e ben de o eşsiz soruyu kendisine sormakta beis görmedim haliyle; “Sizi taklit edenler hakkında ne düşünüyorsunuz Selda Hanım?” “Bir dönem Ajda Pekkan ekolü vardı, sonra gençler Sezen Aksu’yu taklit etmeye başladı. Şimdilerde görüyorum ki benim de türevlerim var,” diye aldı sözü mutlu memnun. “Bu benim hoşuma gidiyor tabi. Kim mutlu olmaz ki böyle bir şeyden? Demek ki bu ülkede bu isimler müziğe bir şekilde damgasını vurmuşlar ki taklit edilebiliyorlar.”

Yakın bir tarihte çok alakasız bir televizyon kanalında Selda (Bağcan, yanlış olmasın) üzerine yapılmış enfes bir belgesel izlemiştim. Bütün müzik geçmişini, son derece güzel ayrıntılarla anlatan program, eski fotoğraflar, görüntüler ve elbette şarkılarla Selda’nın dünü ve bugününü ekrana getiriyordu. Memlekette henüz çok ama pek çok az sanatçıya nasip olabilmiş türden bir belgeseldi bu ve ciddi bir arşiv değeri taşıyordu. İki lafın arasına sıkıştırdım ve bu belgeselin DVD formatında piyasaya sürülmesi gerektiğini söyledim. Bilmem aklına yattı mı ? Ülkede bunu yapabilecek birkaç isimden biri Selda, ona şüphe yok. Saysam belki en fazla üç isim çıkar, Özdemir Erdoğan, İlhan İrem ve Selda. Diskografilerine sahip çıkıp, yıllar içerisinde farklı firmalarca yayınlanmış plaklarının yayın haklarını satın alan ve o şarkıları CD formatında bugünlere ulaştırabilen kaç kişi var ki? E haliyle de insan, popüler müzik tarihinin ilk belgesel müzik DVD’sini de yapsa yapsa Selda yapar diye düşünüyor, hele ki hazırda çekilmiş bir belgesel de varken.     

Yakın zamanda geçirdiği çok ciddi trafik kazasında mutlak bir ölümden dönmüştü Selda Bağcan. Ardından çıkardığı albümün adını “Ben Geldim” koyması da boşa değildi. “Albümde benim en sevdiğim şarkı “Anne Ben Geldim”di aslında. Ama o değil de, “Sivas’ın Yolları” çok beğenildi. Çünkü bir çok sempatik ve şirin bir halk türküsüydü. Yeni albüm de çok yakında çıkacak.” Bunları anlatırken sanki ikinci, bilemediniz üçüncü albümünü piyasaya çıkarmak üzere olan genç bir şarkıcı vardı karşımda. 

Hani bazılarının üzerine yıllardır bu işi yapıyor olmaktan mütevellit bir eskilik, bir eskimişlik çöker. Mükemmeliyetçi olduklarını iddia ederek ona buna burun kıvırırken hiçbir şey yapamaz hale gelir, kendileri için yapılabileceklerin de önünü keser, bu başarısızlıklarını da çok görmüş geçirmiş olmalarının bilmişliğiyle sarıp sarmalamaya çalışırlar. Dertleri güçleri yenilerden geri kalmamak, hem de en aşağı eski durdukları yerde durmaktır. Bir türlü de beceremezler ne çare. Onlar çok gözdeyken de Selda vardı oysa, şimdilerde debelenip dururlarken de Selda var. Hem de hiç düşmemiş bir çizginin peşinde, hiç kesilmemiş bir solukla. Selda’yla yüz yüze konuşunca farkına vardım bunun. Çok uzun bir serüveni ardında bırakmış, ama artık bugünde yaşayan, bugün nerede durduğunu, nerede olduğunu bilen, geçmişten aldığını bugüne dökebilen, bundan imtina etmeyen, bunu inkar etmeyen, her şeyden önce kendisiyle savaşmayan biri duruyordu karşımda. Bütün bunları onunla on dakika konuşarak bile anlayabiliyordunuz.

Kapıyı tık tıkladığım andaki heyecan çoktan gitmiş, yerini tatlı bir rehavete bırakmıştı. Handiyse röportajı unutmuş, profesyonelliği yine elden bırakmaya başlamıştım ki, durumun farkına varıp aklıma gelen en eşsiz soruyu patlatıverdim; “Sizin söylediğiniz şarkılar ve türküler, sadece birer şarkı ve türkü olmanın ötesinde politik birer kimliğe büründüler. Beylik deyimiyle kitleleri peşinden sürükledi söyledikleriniz. Neler hissediyorsunuz bugünlerden o günlere baktığınızda ?”  

Aynı soru içerisinde hem bir Reha Muhtar ambiyansı yaratıp, hem de kadıncağıza, zaten hoşlanmadığını en başında ifade ettiği asırlık çınar muamelesi yaptığımı fark ettiğimde soru ağızdan çıkmıştı bir kere. Allah’tan çok üstünde durmadan cevaba geçti; “İnsanlar kahvehanelerde benim şarkılarımı dinledikleri için itilip kakıldılar, mahpuslara düştüler. Sırf dinledikleri için. Böyle günler yaşadı bu ülke. Ama işte hep beraber yaşadık. Benim de başıma bir sürü şey geldi. Üç kere hapse girdim çıktım, dokuz yere yargılandım. Kimisi sivil, kimisi askeri mahkemeler tarafından. Yani bir gelgitler içerisinde geçti. Türkiye’de sanatçının kaderi bu.” İnsan birazcık olsun o acılı geçmişin izini sürmez, o iki kelimeye sığdırdığı üç hapis hikayesini dallandırıp budaklandırmaz, kendine kahramanlık payeleri çıkarmaz mı? Çıkarmadı işte. Hala gülümsüyordu. Gülümsemek ne kelime, gözlerinin içi gülüyordu.

Röportajdan bir yarım saat sonra devasa televizyon stüdyosunun ışık cümbüşünde, su rengi kostümünün içinde yine kollarını havaya kaldıra kaldıra şarkı söylüyordu Selda Bağcan. Salon alkış kıyametti. Benim o çekime sırf Selda’yı görmek için gelmiş onlarca insandan bir farkım vardı. Az önce Selda’yla yüz yüze konuşmuştum. Aralarında oturduğum seyircilerin bundan haberinin olmaması ne kötüydü. Çaresiz katıldım ben de hep bir ağızdan sahnede söylenen şarkıya eşlik eden kalabalığa; “Sivas’ın yollarına, çıkayım dağlarına, bırak ben beni vuram, ölüm gitmez zoruma vay!”      


Selda Bağcan’ın yeni albümü “Deniz’lerin Dalgasıyım” geçtiğimiz günlerde piyasaya çıktı. Bu albümde yine üzerinde yaşadığımız topraklara ait öyküler anlatıyor Selda bize. Kimi kez can yakıyor, kimi kez ağlatıyor, kimi kez her şeye rağmen umut vaat ediyor. O benzersiz sesin eşliğinde Adıyaman’dan, Erzincan’a, Batman’dan Diyarbakır’a dolaşıp duruyor, bir an durup Deniz’lere, Mahzuni’lere ve onların nezdinde kimi kez haksız kimi kez erken yitirdiğimiz nice ‘can’lara ağıt yakıyor, sonra kah semah, kah halay çekiyorsunuz

Bazı şeylerin üzerine söz söylenmez, onları sadece okumak, dinlemek ve anlamakla yetinmek gerekir. Bence Selda Bağcan’ın elinin ve sesinin değdiği her şey buna dahil. Çok özel ve çok önemli bir ismin her saniyesine bin emek verdiği her halinden belli bir çalışması daha bunca toz duman müzik gündeminin içinde ışıl ışıl parlıyor. Gözünüzü bile kırpmadan satın almanız için.

TEMMUZ - EKİM 2004

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder