Erol Evgin - "İşte Öyle Bir Şey"

“PLAY IT AGAIN SAM !”*


(Nisan 2006 tarihinde birzamanlar.net'de yayımlanmıştır.)

İzmir’de, Konak – Balçova minibüslerinden birinde, bir araba pikabında “Şoför Mehmet” 45’liği dönüyordu. Yetmişlerin ortalarıydı. Adını bir süredir daha sık duyduğumuz genç şarkıcı, bu şarkıyla turnayı gözünden vuracak gibiydi. Öyle ki Balçova’ya varıncaya dek, adının Mehmet olduğuna kesin kanaat getirdiğim minibüs şoförü şarkıyı belki on, belki onbeş kez yeniden çalmıştı. 



Plakta “Haydi Mehmet, biraz gayret, her derdin çaresi vardır,” diyen genç adam kendisiydi artık. Yüzündeki bezgin duruş, minibüsü alabildiğine hoyrat kullanıp, habire durup kalkarken yine de gösterdiği maharet, ama en çok da pikapta dönüp duran şarkıyı birkaç dudak hareketleriyle belli belirsiz mırıldanışındaki o çok içten sahiplenme, çocuk gözlerimden kaçmamıştı. Böyle şarkılar yazmalıydı insan yazacaksa. Hayatın bu kadar içinde ve bu kadar gerçek. Ve bu kadar da içten söylemeliydi söyleyecekse, bu kadar geçsin dinleyene, dokunsun diye.

Bu hikayenin üzerinden neresinden baksanız bir otuz yıl geçmişti. 2005 yılının bir Mayıs gecesi Hakan Eren’in evinde bir koltukta ben, bir koltukta Erol Evgin oturuyorduk. Hakan odanın ortasında yığılmış stüdyo bantları arasından aradığı şarkıları bulabilmek için teybe birini takıp birini çıkarırken, çalan her şarkı başka bir anıyı canlandırıyordu gözümde. 

Sarı renkli etiketiyle “İşte Öyle Bir Şey” 33’lüğü az mı dönmüştü otomatik pikabımda. Minibüs şoföründen daha az değildi aynı plağı defalarca yeniden dinleme takıntım. Gümüş renkli kapağındaki her bir resme, her bir satıra bin kez, milyon kez  göz gezdirmiş, her ayrıntıyı ezberime almıştım. Sonra ben Erol Evgin olmuştum. Kendimi onun kadar yakışıklı bulmasam da, en azından tüm şarkılarını ezbere söyleyebiliyordum çünkü. Vokalist kızların rol dağılımını da ben yapardım. Tülay Simin olurdu, Şelale Zerrin, Nihal de Esma. “Herkesin dosttan saydın ama,” diye başlardım şarkıya, kızlar devam ederdi : “Neye yaradı, neye yaradı ?”.


1979, çocuk yılıydı. Yaşadığımız yere Milliyet Çocuk Dergisi Salı günleri gelirdi. Okul çıkışı ilk işimiz bakkala uğrayıp dergilerimizi almak olurdu. Sonra eve gelir, siyah önlükleri çıkarır, annelerin güne gitmesini beklerdik. Nihal bir divana uzanırdı, ben öbürüne, pikapta “İstanbul Şehri” çalmaya başladığında kulağım Erol Evgin’de, dalıp giderdim Pıtırcık’ın, Uzay Çocukları’nın maceralarına. Kah Sulhi Dölek’in, kah Umur Bugay’ın satırlarına eşlik ederdi Erol Evgin’in sesi. Sonra hafta sonu gelir, cümbür cemaat denize gidilirdi. Bizi kampa götürecek servis otobüsünde bu defa hep bir ağızdan güle oynaya, el vura vura söylenirdi o şarkılar: “Ahhhh bu hayat çekilmez, sen olmasan canım, ahhh bu çile çekilmez.”

Başka bir şehirde yaşadığımız seksenli yılların ilk yarısında tatil için amcamlarda kalmak üzere İstanbul’a geldiğimde, bir komşu kızının “Söyle Canım” 45’liği pikabında dönerken, “Hisseli Harikalar Kumpanyası” müzikalini ne çok eğlenerek izlediğini ballandıra ballandıra anlatması nasıl acıtmış ki canımı, nasıl kıskanmış olmalıyım ki onu delice, hiç aklımdan çıkmamıştı. Müzikal nihayet televizyonda gösterildiğinde ise ben o şarkıları plaktan dinleye dinleye çoktan ezber etmiştim bile.


Bunlar sadece o gece, o şarkıları zamanında kaydedildikleri orijinal bantlardan dinlerken ilk aklıma geliverenlerdi. Hatırlamakla bitmezdi oysa. Şarkıları dinlerken çok ince ayrıntılardan dem vurmam, olmadık şeyleri hatırlamam Erol Evgin’in ilgisini çekmişti. “Ben bir Erol Evgin hayranıyım,” deyiverdim “cool” davranmaktan o dakika cayıp. Korkarım hiç profesyonel olamayacaktım. Çocuk gibi seviniyordum zira o şarkılar yeniden basılacak, yayınlanacak diye. “O şarkı da olsun, bu şarkı da olmalı,” deyip duruyordum fırsatını buldukça. O şarkıların sadece benim için yazılıp söylendiklerini sandığım günler geride kalmıştı. O yüzden yeni nesillerin de dinlemesine, evlerinde CD formatında bulundurmasına müsaade etmeli (!) hatta destek olmalıydım elimden geldiğince. Ben de öyle yaptım “netekim”.

2006’ya günler kala piyasadaydı Erol Evgin “İşte Öyle Bir Şey” albümü. Yirmi eski şarkı, tertemiz, pırıl pırıl kayıtlarla o gece o evde, odanın ortasında yığılı bantlardan çıkıp CD üzerine yerleşmişti nihayet. Özlem Ginalar Semiz’in harikulade tasarımı, birbirinden güzel kapak yazıları ve o yılların Erol Evgin resimleriyle süslenmiş kartonetiyle albüm nihayet elimdeydi işte. Keyfime diyecek yoktu doğrusu.

Melih Kibar’ın bu şarkılardan bazılarını günümüz şarkıcılarına söylettiği iki albüm (“Yadigar” ve “Saat Sabahın Dokuzu”), ikibinli yılların ilk yarısında yayınlanmış en kayda değer çalışmalar arasına girmiş ve müzik tarihine yazılmıştı yazılmasına ama o günlerde yaptığımız bir telefon röportajında bu konuda sorduğum sorulara Erol Evgin’in verdiği buruk cevaplar da dikkatimden kaçmamıştı. O şarkılar üzerinde Melih Kibar ve Çiğdem Talu kadar Erol Evgin de hak sahibiydi elbette. Belli ki biraz kırılmış, ama her zamanki zarafetiyle bunu saklamayı yeğlemişti. Kabul ediyorum ki Candan Erçetin’den Yaşar’a dek hemen herkes, söylediği şarkının sorumluluğunu bilerek hakkını vermeye çaba göstermişti ama benim gibi eskicibaşıların hepsi Erol Evgin’in sesini silmemişti kulaklarından o şarkıları dinlerken.

Erol Evgin 1991 yılında, uzunca bir aradan sonra yaptığı “Erol Evgin’le Yeniden” adlı albümünde Melih Kibar – Çiğdem Talu şarkılarının bazılarını yeniden okumuştu ama doksanlı yılların hemen başında Türkçe müzik piyasasına hakim elektronik aranje anlayışı nedeniyle bu yeni versiyonlar da pek tatsız tuzsuz olmuştu. İşin doğrusu, orijinal versiyonlardaki Timur Selçuk, Norayr Demirci gibi usta isimlerin düzenlemelerinin tadını verebilmek de pek kolay iş değildi zaten. En iyisi plaklara talim etmekti yine. Ucuz iğneli pilli pikaplarda çalına çalına iyiden iyiye çizilmiş tüm o plakları bıkmadan usanmadan yeniden dinlemek. Hayatımızın fon müziklerini “Play it again Sam,”* tavrıyla pikapta döndürürken, ola ki zamanı da geriye döndürebilmenin bir çaresini bulmak. Öylece dalıp gitmek belki. Melih Kibar ve Çiğdem Talu arasındaki o son derece zarif ve naif aşk öyküsünün izlerini sürmek sonra, asri zamanın şehvani aşklarına inat. “Ellerini tutmasam, gözlerine bakmasam, susam hiç konuşmasam bile... Ben sana hasretimden, seni çok sevdiğimden, bir türlü söz etmesem bile... Sen benimsin.” “Sen başkalarına benzeme sakın, hep böyle kal, hep bana yakın...” “Ayrı dünyaların insanıyız ikimiz dağ ve deniz gibi, aynı duygularla çarpsa da kalplerimiz, vazgeç sevmekten beni...” 

Derken gencecik yaşta hayata veda eden Çiğdem Talu’nun o sonsuz yaşam sevgisi, umut ve coşkusundan pay almak. “Anlamlı bir söz duysam, sevgiden aşktan yana, nasıl çarparsa kalbim, yine öyle çarpacak...” “Gözlerim görüyorsa, ellerim tutuyorsa, aşkını yüreğimde duyabiliyorsam eğer, bir kara sevda türküsü gibidir yaşamak, ah böyle yaşamak, varsın olsun yine de güzeldir yaşamak, ah yaşamak.”

Bu albüm ağırlıklı olarak, üçlünün birlikte kotardığı ilk iki albümden derlenmiş şarkılarla oluşturulmuş. 1977 tarihli “İşte Öyle Bir Şey” 33’lüğünden sadece bir şarkı eksik. “Gün Doğmadan Neler Doğar” özellikle şahane vokalleriyle benim çok sevdiğim bir şarkıydı oysa, albüme konulmayacağını bilseydim o gece buna müdahale edebilirdim üzerime vazife edip. Vokal deyip geçmeyin bu arada çünkü o çok iyi ezber ettiğim 33’lük plağın kapağına bir göz gezdirirseniz, vokallerde Zerrin Özer’in, Ayten Alpman’ın kızı Ayşe Gencer’in ve seksenlerde Beş Yıl Önce On Yıl Sonra grubunun kadın solistleri olarak tanıyacağımız Esma Erdem ve Nilgün Onatkut’un var olduğunu göreceksiniz (Gerçi Zerrin’in suratı görünmüyor ama ‘hippy hippy shake’ saçlar ve ‘parmağında yüzükler kolunda bilezikler’ durumu şüphe götürmüyor).


1979 tarihli ikinci Erol Evgin 33’lüğündeki 11 şarkıdan 9’u bu seçkide yer alıyor. Albüme giremeyen iki şarkının biri 1979 Çocuk Yılı için yapılan “Çocuklar Çocuklarımız” adlı şarkı. Diğeri ise dönemin furyası siyasi mesaj kaygılı şarkılara ucundan kıyısından benzeyen “Duydun mu?” adlı şarkı. Özellikle müthiş keman partisyonlarıyla Timur Selçuk’un ustalığını konuşturduğu “Duydun mu?” çok bilinen bir Erol Evgin şarkısı değil; muhtemelen o dönemde TRT denetiminden de geçememiş olsa gerek ki, hiç radyo ya da televizyonda yayınlandığını duymadım.

Ve 1980 tarihli son Erol Evgin 45’liği “Söyle Canım / Hep Böyle Kal” da bu albümde yer alıyor. “Hisseli Harikalar Kumpanyası” müzikalinin ortalığı kasıp kavurduğu günlerde müzikalde yer alan bu iki şarkı da dillere düşmüştü. Bilirsiniz, tribünlere yayılan şarkıların sırtı yere gelmez bir daha. Tıpkı Gülden Karaböcek’in “Sürünüyorum”u, Ömür Göksel “Sevemem Artık”ı gibi Erol Evgin’in “Söyle Canım”ı da yıllardır stadyumlarda yapılan tezahüratların değişmez şarkılarından biri (ayriyeten “Sevdan Olmasa”yı da bu kategoriye dahil edebiliriz). “Hep Böyle Kal”ın ise Türk popunda yapılmış en zarif ve dokunaklı aşk şarkılarından biri olduğunu zaten herkes kabul ediyor.

Albümün “bonus”u ise “Söyle Canım” şarkısının “remix” versiyonu. 2002 yılında bir ciklet firmasının promosyonu olarak kaset formatında basılan “Söyle Canım” “remix single”ında şarkının farklı “remix”lerinin yanı sıra Tuba Önal tarafından seslendirilmiş bir versiyonu ve Tuba Önal – Erol Evgin düet versiyonu vardı. Can Hatipoğlu ve Murat Tunalı imzalı bu “remix”lerden biri de albüme dahil edilmiş.

Şöhret olmanın, çok sevilmenin ve bu sevgiyi ve şöhreti uzun yıllar sürdürebilmenin, birden fazla kuşağın hafızasında yer edecek bir kariyer inşa edebilmenin elbette ağır bedelleri var.  Kolay olmadığını herkes biliyor. Ancak bir de sorumluluğu var ki işte o sorumluluk ağır bir bedel midir, değil midir bilinmez. Bu ülkede yaşayan tüm insanların ortak hafızasına, duygusal geçmişlerine, anılarına ve kişisel tarihlerindeki bir çok dönüm noktasına silinmez izler sürmüşseniz, bunu yok sayamaz, inkar edemezsiniz. Ve en önemli tarafı da beğenmezlik etmek gibi bir lüksünüz olamaz. Tüm acemiliklerine, eksiklerine, hatalarına ve kusurlarına rağmen o geçmiş sadece sizin değil, bizim de geçmişimizdir çünkü artık.

Bunun bilincine varmış, kendi geçmişine sahip çıkmış ve bu geçmişi kompleks haline getirmeyerek, derleyip toparlayıp bugünlere aktarabilmiş şarkıcı sayısı ne yazık ki hala çok az Türk popüler müziğinde. Ya eskiden yaptıklarından utanıp yayınlanmasına engel oluyorlar ya da geçmişlerine sahip çıkmaları gereğinin sorumluluğuna yüz vermeden, ne kadarı yayınlanmış, nasıl yayınlanmış, kim yayınlamış ilgilenmiyor, hatta çoğu kez bir imza için bile günlerce peşlerinden koşturuyorlar. Erol Evgin bu sorumluluğu kendi üstüne alıp, büyük bir özen, sabır, uğraş ve özveriyle kariyerinin çok önemli bir kısmını bugünlere aktarmayı başaranlardan oldu. Umuyor ve diliyoruz ki bu çaba birilerine daha örnek olur ve onlar da henüz hayattayken bu işin ucundan tutarlar. Tabi asla azıyla yetinmiyor ve Erol Evgin’in bu albümün peşi sıra, kariyerindeki diğer kilometre taşlarını da birer birer gün ışığına çıkarmasını bekliyoruz. Gelin hayal edelim şimdi.

Geride bir albüm dolusu daha Melih Kibar ve Çiğdem Talu şarkısı var. Onları “Tüm Bir Yaşam” adıyla bir albümde toplasak... Sonra sırada “Hisseli Harikalar Kumpanyası”, “Şen Sazın Bülbülleri” müzikallerinin ve “Renkli Dünya” filminin şarkılarından oluşan bir albüm var. Bu albümün adı da “Hisseli Harikalar Kumpanyasında Şen Sazın Bülbülü Erol Evgin’in Renkli Dünyası” olabilir. Benimki sadece bir öneri.

Tabi Erol Evgin’in erken dönem 45’liklerinden oluşan bir albümü de unutmuyoruz. “Şoför Mehmet”, “Garip Gönlüm Olmuş Deli”, daha eskilerden “Aşk Başlarken”, “Unutma Sen” ve niceleri. Bu albümün kapağında mutlaka Erol Evgin’in o dönem plak kapaklarında yer alan pos bıyıklı fotoğraflarından biri olmalı. Bu plaklar bir yıldızın doğuşunu müjdelediğine göre, albüme de gelin o şarkılardan birinin adını verelim: “Bir Yıldız Doğdu Yüceden”. Fazla mı iddialı oldu ? Neyse...

Sırada Melih Kibar ve Çiğdem Talu sonrası şarkılar var. Seksenlerin ortasında Hafif Türk Sanat Müziği adı verilmiş ve çok sevilmiş o türde doldurulmuş iki 33’lüğü var Erol Evgin’in; “Yeni Bir Gün Doğarken” ve “Lades”. O iki albümden bir CD çıkar. “Yas tutmasın gönüller, ağlamasın bülbüller, açsın rengarenk güller, düğünümüz var dostlar” şarkısı birinci sırada olmalı. Albümün adı da “Bir İlkbahar Sabahı” olsun hatta mümkünse Samime Sanay’ı da yanımıza alıp hep beraber seksenlere geri dönelim, Erol Evgin’in dev vatkalı ceketlerinden birer tane edinelim, kollarını da kıvıralım.

Tüm Erol Evgin diskografisinin en zor bulunan albümü olan ve zamanında sadece kaset formatında basılan Erol Evgin’88 albümünün bir tıpkı-basımı da hiç fena olmaz hani. Olmazsa, “Erol Evgin’84” albümündeki pop şarkıları da bu albüme dahil edebiliriz. “Sitem” şarkısını unutmak olur mu? Ama ne yazık ki bu şarkıyı bu adla kimse hatırlamıyor, o yüzden albümün adı mümkünse “Önde Zeytin Ağaçları, Arkasında Yar” olsun. Zaten uzun albüm isimleri moda, çok da şık olur. 

1991 tarihli “Erol Evgin’le Yeniden” albümü de pek kolay bulunmuyor. Onu da “Erol Evgin’le Yeniden Yeniden” adıyla piyasaya sürdük mü bu iş tamamdır.

Şaka bir yana, şu yirmi şarkılık seçki bile tek başına çok kıymetli, çok önemli. Şarkı sözleri, besteler, düzenlemeler ve yorum. Sadeliğin ve abartısızlığın bu denli mükemmel ve bu denli anlamlı olabildiğine çok sık rastlamak mümkün değil, hele ki bu devirde. Bu albüm sadece geçmişe değil, bugüne de ışık tutuyor bu yüzden. Teşekkürler Erol Evgin, teşekkürler Melih Kibar ve Çiğdem Talu. Ve hala hayatta mı bilmiyorum ama teşekkürler minibüs şoförü. Şarkıların hayatımızda tuttuğu yeri ve önemi bana daha o küçücük yaşımda, hiç farkında olmadan anlattığın ve öğrettiğin için.

* Tekrar çal Sam. “Casablanca” filminde Ingrid Bergman tarafından bardaki Sam adlı piyaniste söylenen “Play it, play as time goes by” repliğinden esinlenerek Woody Allen tarafından yazılan ve daha sonra sinemeya da aktarılan tiyatro oyununun adı.(Yazılarındaki nostalji tadının altını çizmelere doymayan yazarın naçizane ve de acizane notu)

ŞUBAT-NİSAN 2006

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder