Bülent Ortaçgil - "Sen"

ÇAKIL TAŞLARINI DENİZE ATAN ADAM 


Uzun yıllardır yitirilmiş eski değerlerimiz arasında ilk sıralarda sayılan “mahalle kültürü”, bir süredir geri döndü! Çağın gereğine uygun olarak format değiştirmiş olsa da, iç dinamikleri neredeyse tamamen aynı. Zamana ayak uydurmuş sadece; adı Twitter olmuş!

Bir Bülent Ortaçgil yazısına bu tespitle başlamam ise tamamen kaderin bir oyunu. Ben tam da bu yazının hem öznesi hem de refakatçisi olacak albümü çaldırmaya başlayacaktım ki telefonumda, el alışkanlığıyla Ipod ikonu yerine Twitter ikonuna dokunuverdim ve karanlık ve yağmurlu bir Pazar öğleden sonrasının buram buram can sıkıntısı yüklü “tweet”leri, daha uygulamayı kapatmaya fırsat bulamadan dökülüverdi ekrana. 

Son birkaç yılın en medyatik kadın popçusu kendisine saat başı gönderilen sepet sepet çiçeklerin resimlerini koymuş, “Ev çiçek bahçesine döndü, yeter!” “tweet”iyle dost düşman çatlatıyordu. İki “blog” yazarı, muhtemelen iki gün sonra pek samimi olmalarına vesile olacak bir söz dalaşıyla ortalık yerde birbirlerine verip veriştiriyor, birileri televizyonda ne izledi, gördüyse bir “tweet”le duyuruyor, birileri her yediğini, içtiğini, gezdiğini, üstelik resimli olarak takipçileriyle paylaşıyordu. Birileri birilerinin söylediklerini RT (“retweet”) yaparak söyleyenin asla tanımadığı başka birilerine iletiyor, kimi felsefi, kimi muğlak, kimi komik, kimi acılı, kimi saçma, kimi manalı, kopuk kopuk, 140 karakterlik cümlecikler alt alta dökülüyor, dökülüyordu.

Mahallelerde de böyle olmaz mıydı? Evine yeni bir iki eşya, üzerine yeni bir kıyafet alınca gösterenler (“mention”), göstermeyenleri uzaktan uzağa izleyip ne almış, ne giymiş, ne takmış takip edenler (“follower”), kim nereye gitmiş, kim kiminle gitmiş, ne yemiş, ne içmiş ya birinci ağızdan ya da ağızdan ağıza duyuranlar, birinin söylediğini yemeden içmeden bir diğerine aktaranlar (“retweet”), yedikleri içtikleri ayrı gitmezken kim bilir hangi sudan sebeple kavgaya tutuşan, kavgalı ve dahi küsken, ansızın can ciğer kuzu sarması olanlar… Hayatı mahallede yaşayıp, mahalle dışında yaşadıklarını da bir koşu gidip mahalleye anlatma telaşında kalanlar, hayatı mahalle kadar sanan, kendi gerçekliğini mahallenin gerçekliğinde sınayan, mahallede var oldukça hayatta var olduğuna inananlar… Yok muydu?.. Paragrafı başından itibaren “mahalle” kelimesinin yerine “Twitter” koyarak okuyun bakalım, değişen bir şey olacak mı?


Bir dokunuşla kapattığım Twitter, bir dokunuşla açtığım Ipod, dökülen ilk notalar, Ortaçgil’in sesi ve ilk cümleler…“Oturmuşum deniz kıyısına, tam da kayanın karşısına, çakıl taşlarını suya atarım…”

Hadi buyurun, buradan yakın! İlk üç cümle, bütün bir albümü anlattı bile. Deniz kıyısına, kayanın karşısına oturmuş, çakıl taşlarını suya atan adamın şarkılarını dinleyeceğim. “Tut”lardan “çek”lerden, “güvensiz tayfa”lardan, “korktuğu rüzgarlardan” soyunmuş, arınmış, “artık hiç canı yanmayan; çünkü denize açılmayan” kaptanın hikayelerini dinleyeceğim. Bülent Ortaçgil’in “Sen” albümünü dinleyeceğim.


Geçen yazın en güzel gecesini Ortaçgil’in 40’ıncı yıl konserinde yaşamış, bir Açık Hava dolusu şanslıdan biriydim. Sahneden gelip geçen her bir şarkıcı, başka bir Ortaçgil şarkısını dillendirir, seslendirirken, o bir kenarda, kah gitarı, kah sesiyle kendi şarkılarına çocuğunun elini tutan bir baba şefkatiyle eşlik ederken, şarkılar Maçka sırtlarından Boğaz’ın Marmara’ya döküldüğü sulara doğru akar, gökyüzünde yıldızlar yeryüzünü hiç olmadığı kadar aydınlatır ve hatta ısıtırken, hepimiz aynı büyünün tesiri altında, bir ağızdan çalmış, söylemiştik gece boyu. Bir ağızdan söylenmesi onca zor o kadar şarkıyı bu kadar dilimizden, kalbimizden geçirebilen adam, ne olsa büyücü olmalıydı bu çağda, bu zamanda. 


O konserde almıştım yeni albüm müjdesini. Bundan bir önceki albümün; “Gece Yalanları”nın müjdesini de bir konserde aldığımı düşünmüş, Ortaçgil’le birlikte yemek yediğimiz, röportaj yaptığımız o şahane ODTÜ gecesini burnumun direği sızlayarak hatırlamıştım. Şimdi 2011 yılı albümü elimdeydi, dinliyordum.

Ortaçgil bu albümde, daha ilk cümlede söylediği gibi, denizin tam kıyısında durmuş. Hemen her şarkının ya içinde ya da içinden deniz geçiyor; olmadı, kokusu duyuluyor. Bunu üstadın Bozburun’a iyiden iyiye yerleşmiş olmasına bağlayanlar varsa da, bana mesele sadece fiziki anlamda denize yakın olmakla açıklanabilirmiş gibi gelmiyor. Kaldı ki başından beri deniz, Ortaçgil şarkılarının temel izleklerinden biridir. Kızını bile “adı denizden gelen kızım” diyerek sevmiş bir adamdır Ortaçgil. Tıpkı bir önceki albümün yalan ekseninde dönen şarkılardan oluşması gibi, bu albümün de bilinçli bir seçimle “Denize Doğru” yürüdüğünü söylemek yanlış olmaz (en azından kartonetten bile belli öyle olduğu.)


Sokakları (hepsi değilse bile, bir kısmı) denize açılan bir şehirde yaşayan ben ve bencileyin nice Ortaçgil müptelasının denizle ilişkisi renginden, kokusundan, manzarasından, olsun olsun midyesinden, balığından pay almaktan ibaretken, Ortaçgil “Çözdüm her şey çok basit, denize doğru üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya, zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya,” diyerek bakıyor denize. Bizim baka baka en az ikiye böldüğü şehrin kendisi kadar kanıksadığımız deniz, onun için “eskittiği kentin” sokaklarından, “soğuk suratlardan” kaçmak demek. O, kararını çoktan vermiş; biz daha neye karar vermemiz gerektiğinin bile farkında değiliz.

Bir sonraki şarkı ciddi ciddi veriyor aslında ipuçlarını, “İstediğini yap, çok geç olmadan,” diyerek… “Sana bir şey söyleyeyim mi? Doğru yanlış yoktur; başka yönlerden bakan insanlar vardır,” diyerek… Şarkının her cümlesini yazıya dökesim, Twitterlar, sözlükler, Facebooklar, profil durumları filan derken, dört yanımız feylesof cümlelerden geçilmiyorken, sahici bir bilgenin, bir ozanın şarkıladığı şunca hayat bilgisinin cümle cümle altını çizesim var aslına bakarsanız ama maalesef yerim dar. Hemen bir sonraki şarkıya geçiyorum.

Bu albümü bundan önceki Ortaçgil albümlerinden ayıran en büyük fark, albümün tamamına tıpkı bir denizin dalgaları gibi yayılan, gidip gelen, azalan, çoğalan, köpüren kemanlar. Albüm boyunca hemen her şarkının sözleriyle dans ediyor, hatta bazen (“Sen Sorumlusun” da olduğu gibi) bizzat şarkının sözlerine dönüşüveriyor kemanlar. Bu da albümü dinlerken bir denizin kıyısında olduğumuz hissini pekiştiriyor. Nitekim bu şarkıda da Ortaçgil, “ipek yumuşaklığında deniz”e bakarken, “denizde, kıyıda, bütün kumlara” adı yazılmış aşkın izini sürüyor. “Aklın havadaysa ve sen yerdeysen; bir de fark ettiysen, acıtır” diyor sonra tutup. Ortaçgil bu işte; bize bildiğimizi söylüyor ama öyle bir söylüyor ki bildiğimizi bilmediğimize uyanıyoruz. Daha ilk dinleyişimde “Acıtır”a bir cümle de ben eklemek istedim bu yüzden (şarkının melodisiyle lütfen); “Ortaçgil şarkıları sakin sakin, usul usul… Acıtır!”

Sırada “Adalar” var. Şarkının daha girişinde kemanların yürüyüşüyle, kızgın güneşli bir yaz günü, bir teknede, denizi ve poyrazı yara yara ilerlerken tuzlu suyun yüzünüze çarpan serinliğini hissediyor, ufukta görünen adalara bakar buluyorsunuz kendinizi. Sonra Ortaçgil alıyor zaten sözü; “Gittik gittik denize açıldık, rüzgara bindik, taşındık.” Sonra şarkının orta yerinden geçen gitar solunun yarattığı yetmişli yıllar coşkusu, “artık dar gelen odalara” sığamayan ruhun tenakuzlarını dinleyene nota nota hissettiriyor, iyi geliyor.


Albümün yedinci şarkısı “Telefon”, Ortaçgil’in modern zamanların cep telefonu olgusunu ve algısını, didaktik olma pahasına tefe koyduğu bir şarkı. Fikret Kızılok’la ortak işleri dışında genellikle sözünü ince ince söylemeyi seçen Ortaçgil, “İstediğimde bulurum seni, artık özelin yok,” diyerek tavrını baştan koyuyor ve “Bu Şarkılar Adam Olmaz”dan sonraki en doğrudan vuruş yapan şarkısıyla cep telefonlarının hayatlarımıza getirdiği “ulaşılabilirlik” lüksüne/esaretine kafa tutuyor (yine de asla “bu kötüdür” demeden.) Belli ki cep telefonlarından hayli mustarip üstat. Eh, bunu dillendirmek de ancak onda sakil durmuyor madem, albümün deniz kokusu duyulmayan tek şarkısı da kabulümüzdür öyleyse.


“Yaşadık ve öğrendik, her şey başka şekilde, taşırım hala ayrıntıları içimde,” diyen “Ayrıntılar”, ellili yaşlarına ermiş bir adamın kendiyle olduğu kadar dünyayla da ödeşmesinin şarkıya dökülmüş hali. Bir yaşamış ve öğrenmişten daha iyi kim anlatabilir ki yaşanılacağı ve öğrenilmesi gerekeni?..

1974 tarihli ilk albüm “Benimle Oynar mısın?”dan çıkarılmış bir şarkı olan “Niçin”, yıllar sonra ilk kez bu albümde yer alarak bizi hikayenin başına döndürüyor. Dinlediğiniz zaman ve mekan, hal ve şart ne olursa olsun, Ortaçgil şarkılarının içinizde uyandırdığı türlü hissin en baskınını yine Ortaçgil bizden önce, hem de çok çok önce sezip şarkılamış. “Niçin” işte o şarkı. Zira geride bıraktığımız sekiz şarkının uyandırdığı his tam da bu; “Hadi yürüyelim açık havada!” Eğer bu şarkıya kadar hala bunu yapmadıysanız, Ortaçgil’in davetini de kıracak değilsiniz ya!

Ve şahane bir finalle albüm nihayete eriyor. Sadece parmak şıklatmaları eşliğinde “Sen - Ben” diyor Ortaçgil bu defa. Bu kısacık ve tadına doyulmaz şarkının sonunda da, tıpkı sahnede, konserlerinin sonunda yaptığı gibi sadece “Hoşça kalın,” diyor, gevrek gevrek gülüyor ve gitarını da alıp gidiyor. Neyse ki Ipod tekrar “mode”unda. İkinci bir dokunuşa gerek kalmadan başa dönüyor albüm; “Oturmuşum deniz kıyısına, tam da kayanın karşısına, çakıl taşlarını suya atarım…”

Baş kemancısı Türk olan Hollanda menşeli yaylı grubunun, Ortaçgil’in uzun süredir yol arkadaşları olan Baki Duyarlar, Birol ve Gürol Ağırbaş, Cem Aksel ve Birsen Tezer’in, kartonet için olağanüstü deniz resimleri çeken Aykut Uslutekin’in albüme katkıları büyük. Ortaya çıkan şeyse uzun uzun dinlebilecek, kolay kolay elden, dilden, yürekten düşmeyecek şarkılarla dolu bir Ortaçgil klasiği. Şapkamı çıkarıyor, önünde saygıyla eğiliyorum. 

OCAK 2011

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder