Görüntüler akıyordu. O günlerde çok revaçta olan “simit kafe”lerden birinden, sabah aç gözlülüğüyle çeşit çeşit, şekil şekil, kaşarlı, sucuklu, zeytinli hatta krem çikolatalı simitler almış, bir torba dolusu simit ve fazla demli, fazla acı çayla sürüp gidecek koca bir günü, gün ışığı görmeden geçirmeye hazırlanmıştık. Böyle kim bilir kaç gün geçecekti aktarma stüdyosunda. Kimler gelip kimler geçecekti monitörlerden, neler neler düşecekti aklıma her görüntünün izdüşümünde çok değil, birkaç gün sonra yazılı metinlere dönüşmek üzere.
Yapacağımız seri, aslında tek başına bir televizyon programı değildi. Epeyce sakin, durağan ve iddiasız bir sabah programının içeriğinde bir unsurdu sadece. Epeyce şatafatlı, gürültülü ve iddialı bir unsur, bir köşe. Bundandır ki ekonomik davranmak zorundaydık. Yine de alamıyorduk kendimizi. Onu da kaydedelim, bunu da derken, ihtiyacımız olandan çok daha fazlası birikiyordu dijital bantlarda. Biz kullanmasak da birileri kullanırdı nasılsa. Dijital olmayan bantlar, bugünün teknolojisiyle kullanılamıyor, lazım bile olsa arşivden çıkarıp da aktarmaya kolay kolay kimsenin eli değmiyordu. Simit tadındaydı izlediklerimiz. Simit tadı kadar eskinin sıcaklığını taşıyordu yerin dibindeki aktarma stüdyosunun ruhsuz serinliğine inat.
Gelibolu’daydık. “Deli kadın”larda misafirdik o yılbaşı gecesi. Mavi gözleri, dalgalı ve seyrek sarı saçları, elmacık kemiklerini ve dişlerini ilk bakışta dikkat çekici hale getiren zayıf yüz hatlarıyla bu ufak tefek, ama alımlı kadın, bildiğimiz ev hanımlarına, en azından annemin diğer arkadaşlarına hiç mi hiç benzemiyordu. Bir kere çok neşeli, çok konuşkan, çok eğlenceliydi. Durup durup taşar, olmadık yer ve zamanda şarkılar söylemeye başlar, kocasıyla rakı kadehini tokuşturur, hatta çakırkeyif olurdu.
Aslında içmediği zamanlarda bile hep çakırkeyifti. Kocası ona “mavişim” diye hitap eder, o da kocasına “hayatım, aşkım, bir tanem” diye seslenmekten çekinmezdi (ki ne ayıptı başkalarının yanında çekinmeden sarf edilen sevgi sözcükleri, ne alışılmadıktı o zamanda ve o zamanın ortalama aile ahlakında). Ondandı adını “deli kadın” takışımız kardeşimle birlikte. “Başkaları ne der”i bu kadar dert etmeyen bir kadın, olsa olsa “deli” olabilirdi. Eski İstanbullu bir aileden geliyordu. Kocasının işi sebebiyle İstanbul’dan uzakta yaşamak zorunda kalmıştı ve bundan nefret ediyordu (her ne kadar o günün ulaşım şartlarında bile İstanbul’a gitmek en fazla dört saat sürse de).
Ne zaman onlarla birlikte aynı arabada İstanbul’a gitmek üzere yola çıksak, yol boyunca aklına estikçe “İstanbul’u Artık Hiç Sevmiyorum” şarkısını “İstanbul’u Artık Çok Seviyorum” diye değiştirerek söylemeye başlardı. O kart sesiyle bağır çağır, detone metone demeden, delice haz alarak söylediği şarkı, ister istemez kazınacaktı hafızalarımıza (öyle ki yıllar sonra plağını aldığım zaman Nesrin Sipahi’nin şarkıyı yanlış söylediğini bile düşünecektim.)
Kadıncağızın yüzüne karşı gerçek ismini kullanırdık elbette ama, yıllar bana onun gerçek ismini unutturmuş bir şekilde, aklımda bir tek cıvıl cıvıl mavi gözler, “İstanbul’u Artık Çok Seviyorum” şarkısı ve “deli kadın” yakıştırması kalmış.
“Deli kadın”ların denize nazır evinde perdeler ardına kadar açıktı. Işıl ışıl, şahane bir Çanakkale Boğazı manzarasından, zehir gibi soğuk bir Aralık gecesinin kömür dumanı tüterken, o zamanın zenginlik göstergesi kaloriferli apartman dairelerinden birinde olmanın insanın iliğini kemiğini ısıtan keyfini yaşıyorduk.
Siyah beyaz televizyon, pencerenin hemen yanında duruyor, formika televizyon sehpasının iki rafından birinde kırmızı ışıklı düğmesiyle regülatör (ani voltaj düşmelerine karşı televizyonu koruyan ve o yıllarda hemen her evin demirbaşları arasında yer alan cihaz), diğerinde ise tam da “deli kadın”ın rüküşlüğüne yaraşır simli mi simli bir örtüyle üzeri örtülmüş radyolu kasetçalar (teyp denirdi o zamanlar) duruyordu. Sofrada nar gibi kızarmış, içi tepeleme fıstıklı, kuş üzümlü pilav dolu, masal gibi bir hindi dolması, yanında zeytinyağlılar, muska börekleri, fındık, fıstık, iri bademler, illa ki çekirdek, beyaz leblebi, kokulu mandalinalar, portakallar, kütür kütür elmalar, sarı ayva, kızıl nar... Gece boyu yenilecek, içilecek.
Babamın ve İbrahim Amcanın (“deli kadın”ın kocası) yılbaşı gecesi şerefine tüttürdükleri puronun vanilyasına, durup durup tokuşturdukları kadehlerin anasonu, tencerede patlatılmış mısırın iştah açan yağlı kokusu karışıyor. Televizyonda günün en sevilen şarkıcıları. Basit ve sade dekor, yılbaşı süsleriyle şenlendirilmiş. Bir köşede geniş bir platform, fonda siyah beyaz ekranda bile ışıldayan 1979 yazısı...
Şarkıcılar stüdyonun bir köşesinde bir arada oturuyor. Sırası gelen platforma çıkıp şarkısını söylerken, diğerleri kah alkışlayarak, kah dans ederek, kah ağız oynatarak eşlik ediyor sahnedekine. Sair zamanlarda hep ayrı ayrı izlemeye alıştıklarımızı böyle sohbet muhabbet görmek içimizdeki samimiyet duygusunu coşturuyor. “Deli kadın”ın dönüp dolaşıp bana ve kardeşime sarılmasına, yanaklarımıza şapır şupur öpücükler kondurmasına bile ses çıkarmıyoruz. Onun bu taşkın sevgi gösterilerine ortak bile olabilirim biraz yüz bulsam annemden. Ama annem her zamanki mesafesini korumayı nasılsa başarıyor, hatta içinden içinden ayıplıyor “deli kadın”ı, bunu bakışlarından anlamakta zorlanmıyorum.
Nükhet Duru, Semiha Yankı, Ayla Dikmen, Seyyal Taner... Kimler yok ki o gece salonumuzda konuk. Mandalina kabuğunun çocukluk kokusu dolanıyor aktarma stüdyosunun sert köşeli duvarlarında. Elhan’ın sesiyle dönüyorum bugüne: “Hakan, Ayla Dikmen’i de alıyorum kayda.” “Al al” diyorum. Yüzümdeki ifadeden seziyor içimden geçenleri.
Mavi gözlü, kart sesli o kadıncağızı yıllar yılı “deli kadın” diye anmamın, hatırlamamın bedelini, fizik olarak hiç benzemese de, çok ama çok benzer bir hal ve tavırdaki Elhan’la (aynı taşkın sevgi hali, aynı şarkılı türkülü, şenlikli, kasıntısız, takıntısız kadın prototipi) evlenerek ödemiş olduğumu düşünüyorum. Yaradan “al sana bir deli kadın da benden” demiş olmalı bana. “İyi ki de demiş” diye geçiriyorum içimden. “Hatırladığımdan daha güzelmiş” diyorum dışımdan. Bu son cümle Elhan’ın önündeki monitörde tek omuz dekolteli kostümüyle “Zehir gibi aşkın var lalalalala...” diyerek dans eden Ayla Dikmen için.