Türkiye’de “rock” müziğin bugün anladığımız tanımı seksenli yıllarla birlikte şekillenmeye başladı. Öncesinde yapılanların “rock’n roll”dan Anadolu-popa uzanan bir çizgide, kimi kez deneysel arayışlar, kimi kez de taklitler ya da öykünmelerden öteye geçebildiğini söyleyebilmek biraz zor.
Yılbaşına kısa bir süre kala geride bıraktığımız yıla dair genellemeler, değerlendirmeler, özet çıkarmalar aldı yürüdü yine. Aralık aylarımız hep böyle geçer. Yazılı ve görsel basın, “yılın en…” listelerinden geçilmez. Nicedir buna sosyal medya da dâhil oldu. Hele ki popüler müzik gibi herkesin üzerinde koşulsuz şartsız fikir sahibi olduğu bir alanda kalem oynatanlardansanız, bu mevsimde genelleme listelerine fikir beyan etmelere de, yayımlanmış listeleri okumalara da doyamazsınız.
Buraya kadarına kimsenin bir itirazı olamaz. Dünyanın her yerinde yapılıyor bu. İnsan kendi içinde bile geride bıraktığı yılın iyisinin kötüsünün muhasebesini yapıyor yıl dönümlerinde, bilumum sektörleri, üretim alanlarını, sanatı, kitabı, sinemayı, müziği muhasebe etmişiz, her kafadan bir ses çıkarmışız çok mu? Kaldı ki fena da olmuyor.
“Şarabi” adlı şarkımın bir satırına düşen “Zamanından eleğinden geçiyor hayat,” cümlesi tam da bunun için yazılmıştı. Tarih her şeyi tek tek yargılıyor ve değerini zamana teslim ediyor. Köprünün altından çok sular aktıktan sonra geride kalanlar, hayat dediğimiz şeyin ta kendisi oluyor. Bu dramatik teşbihi müzik sektörünün üzerine oturtursak şunu söyleyebiliriz bir kalemde; bu yılın müziğine dair tarihe not düşeceklerimiz . aslında yıl içerisinde dinlediklerimiz değil, dinlediklerimizin bütününden bize kalanlar. Bu tip soruşturmalarda tamamen öznel gerekçelere dayanan sıralamaları sağlıksız, hatta hastalıklı buluyorum, onu baştan söyleyeyim. Siz gerçekten bir müzik yazarı iseniz, Kral TV’nin sokakta yürürken mikrofon uzattığı bir yeni yetme gibi davranamazsınız/davranmamalısınız, öyle değil mi?
_En sevdiğiniz şarkıcı?
_Yusuf Güney.
_En sevdiğiniz şarkı?
_Yusuf Güney’in “Yar Yüreğimde Uçuşuyor Yangın Tozları”.(Yazarın Notu: Tabii ki ben uydurdum, böyle bir şarkı yok.)
_En sevdiğiniz klip?
_Yusuf Güney’in güneş gözlüğü takarak üstü açık spor araba kullandığı klip. (Aslında bahsi geçen şahıs bunu bütün kliplerinde yapmaktadır, o ayrı.)
_En son aldığınız albüm? (İnternetten indirdiğiniz anlamında…)
_Yusuf Güney’in son albümü. (“Adı ne” diye sorsan bilmez, o ayrı.)
Şimdi bir de benzeri mantalitede bir müzik yazarının soruşturma cevaplarına bakalım...
_Yılın albümü?
_Aylin Aslım’ın “Gülyabani” adlı albümü. (Yedi sene önce yayımlanmış olsa bile.)
_Yılın şarkıcısı?
_Aylin Aslım (O yıl Hayal Kahvesi’nden başka yerde sahneye çıkmamış, albüm yayımlamamış olsa bile.)
_Yılın şarkısı?
_Aylin Aslım’dan “Güldünya”. (Okuyanlar dünya görüşümü ve politik duruşumu da bilsin yani.)
_Yılın ümit vaat eden şarkıcısı?
_Aylin Aslım (Uymasa bile nasılsa gerekçesi sorulmuyor. Kaldı ki sorulsa da “sadece arkadaşım olduğu, Cihangir White Mill’de çok teşriki mesaimiz bulunduğu için” diye yemin etse başı ağrımaz.)
Hadi biraz kafa yorun ve yukarıdaki iki soruşturma arasındaki on farkı bulun şimdi. Bulursanız bir zahmet bana da haber verin!
Tabii meselenin altını biraz kalınca çizmek, biraz kaba mizah yaparak dikkat çekebilmek adına örneklerde adlarını kullandığım Yusuf Güney ve Aylin Aslım’ı tenzih ederim. Hepsi tamamen benim hayal gücüm…
Size “yılın en sevdiğiniz albümleri” sorulduğunda vereceğiniz cevapla “yılın en iyi albümleri” sorulduğunda vereceğiniz cevap aynı olmamalı. Olursa orada bir duygusal tavır, bir adam kayırma, bir hesap kitap var demektir. En sevdikleriniz arasında gerçekten gece gündüz dinledikleriniz, kalbinize dokunduğunu hissettiğiniz ya da ne bileyim, sırf şarkıları söyleyeni ya da yazanı ahbabınız, tanışınız, eşiniz, dostunuz diye hatır-gönül belasına kayırdıklarınız olabilir. İnsancadır, doğaldır. Ama bir müzik yazarı olarak en iyilerin değerlendirmesini yaparken kriteriniz White Mill’de birlikte içtiğiniz kahvelerin hatırı olamaz. Olursa yanlış olur. Ciddiyetsiz olur.
Tüm bunları düşünmemi sağlayan aslında birkaç hafta önce yayımlanan bir gazete soruşturması oldu. Listenin başlığı “yılın keşfedilecek albümleri” idi. Hoş, değişik, zekice. Peki ya listenin içeriği?.. On albümlük listede iki albümün 2010 yılında yayımlanmış olması?..
Bunu Twitter’da yazdığım zaman karşıt görüş olarak dendi ki, yılın sonunda yayımlanmış albümleri de bir sonraki yıl değerlendirmeye almakta, böylece es geçmemekte fayda var. İlk bakışta gayet mantıklı gözüküyor, değil mi? Peki o halde bu liste yayımlanmadan bir hafta önce piyasaya çıkmış bir albümün bu listede ne işi vardı?.. Hadi gelin şimdi hep birlikte bu listenin samimi ve nesnel olduğuna inanalım.
Yok siz yorulmayın, ben sizin yerinize inanırım. Ya da inanırdım, şayet bazı gerçekleri bilmiyor olsaydım.
Gazete ve dergilerde (ve bir süredir “blog”larda) köşe başlarını tutmuş müzik yazarlarının (Naim Dilmener, Atilla Aydoğdu, Murat Meriç ve belki bir iki isim daha hariç) neredeyse hepsi seksenli ya da doksanlı yıllardan bu yana ağırlıklı olarak “rock” olmak üzere yabancı müzik dinleyerek müzikal bilgi ve birikimini elde etmiş kimselerdir. (Bu eksi mi? Elbette değil. Aksine; doğru kullanıldığında kocaman bir artı.)
Bunlar Türkçe pop müzik dinlemez ve yazmazlar. Yazarlarsa mutlaka içine Türkçe popun ne kötü fena, pis bir şey olduğunu, onların asla dinlemediğini ama meslek gereği yazdıklarını ima eden cümleler serpiştirilmiş “tü kaka”lama yazıları olur bunlar. Arada beğendikleri de olursa bilin ki bir hatır-gönül ya da bir “yukarıdan emir” vardır; aksi mümkün değildir.
Büyük umutlarla, büyük yatırımlarla piyasaya sürülen Rolling Stone, Billboard gibi dünya çapında dergilerin Türkiye edisyonlarının üç beş yıl dayanamadan topu dikmesinde de bu yazarlarımızın ve editörlerimizin payı büyüktür.
Demet Akalın, Hande Yener ve benzerlerinin (yani beğenin ya da beğenmeyin ülkenin önde giden popüler ikonlarının) kapağa çıkamadığı, haber olamadığı, yer bulamadığı bir popüler müzik dergisi yaratmaya, seçkinci bir tavırla, çoğunluğun beğenisini görmezden gelmeye odaklanmış, editörlerinin cemaat zihniyetine hizmet eden bu tip yayınların kapanmasından sonra yaşanan şaşkınlık da ayrıca gülünç gelmiştir bana.
Mesela Roll başka bir dergiydi. Misyonu, yayın politikası ve kuruluş amacı ile zaten alternatif ve bağımsız olmaya soyunmuş bir işti ve kapanması beni de üzdü. Ama aynı şeyi Rolling Stone ve benzerleri için söyleyemeyeceğim.
Popüler olanı dinlemekten, yazmaktan kaçınmak, çevrem ne der, “cool” imajım nasıl sarsılır kaygılarıyla habire kalemiyle alternatifleri işaret edip durmak, o beğenmediğiniz popülerin beğenmediğiniz yerde kalmasından başka bir işe yaramaz. Oysa dinlemelisiniz. Dinlemeli, iyisini, kötüsünü (sadece kötüsünü değil) yazmalısınız ki sözünüze değer verenler kadar sizi hiç okumayanların da dikkatini çekin ve onların yanlış, sizin doğru bildiklerinizi onlara anlatın. “Tü kaka” ederek değil; ciddiye alarak, paha biçerek, eşeleyerek.
Gelelim başka bir gerçeğe…
Bir müzisyenin müzik yazarlığı yapması ne kadar ihtimal dâhilindeyse, bir müzik yazarının da şarkı yazmaya, şarkıcılık yapmaya soyunması o denli mümkündür. Hatta ben bile (yayımlanmış şarkılarım bir elin parmaklarını geçmemiş olsa da) ucundan kıyısından bu isimler arasında sayılabilirim.
Ancak müzik yazarlığından meslektaş olduğunuz biri müzisyenliğe soyunduğunda onu “en şahane, ne muhteşem, en keşfedilmeyi hak eden” sıfatıyla listelemek ne derece ahlaklıdır, bunu tartışabilirim. Ama bu bizde hep yapılmıştır, halen yapılmaktadır; hem de üzeri örtülü filan da değil, çok açık ve net, aleni bir şekilde. Müsaade ederseniz, isim vermeyeyim ama illa merak ediyorsanız şu meşhur “yılın keşfedilmesi gereken albümleri” listesine bir göz atın derim. (Bahis konusu albümün/albümlerin/müzisyenin/müzisyenlerin iyiliği ya da kötülüğü değil burada konu ettiğim, yanlış olmasın!)
Bir de yakınlıkların, ahbaplıkların, samimiyetlerin getirdiği sınırlamalar, hatta zorunluluklar vardır ki, en zoru da odur. Bunu ben de sıklıkla yaşıyorum. Piyasanın uzağında iken, kimseyi tanımıyor iken kolayca sarf edebileceğim cümleleri, biraz tanış edindikten sonra ne çok içime atmışımdır bir ben bilirim. Bu biraz Türk olmakla ilgili bir şey galiba. Biraz vicdanla, belki biraz da yüzünüzün tutmamasıyla.
Eşiniz dostunuz, Allah’ın günü yüz yüze baktığınız, aynı ortamlarda bulunduğunuz kişiler sizden hakkında hep iyi yazmanızı bekler. Kötü yazarsan alınır, kırılırlar. Hikâyesini bildikleriniz vardır ve siz yazarken kaleminizi ister istemez o hikâyeden soyutlayamazsınız. Bir bakarsınız övgüyü abartmış ya da yergiyi oto-sansüre uğratmışsınız. Aslında bunun en güzel formülü Dilmener ustadan öğrendiğim üzere hiç yazmamaktır ama bazen omuz vermek arka çıkmak boynunuzun borcu olur ve siz bu çok insanca kaygılarla biraz ödün verirsiniz.
Bu kadarını anlar ve makul bulurum. Yapmıyorum dersem de yalan söylemiş olurum. Ama bunu bir tarz, bir biçim, bir üslup haline getirmiş, kariyerini yazdıklarından nemalanarak inşa etmiş yazarları kim ne kadar ciddiye alır ve önemser, iyice bir düşünmek lazım -ki var böyleleri yazık ki.
Nereden nereye geldik. Halbuki ben daha geride kalmak üzere olan yılın özetini çıkaracak, “yılın en iyi ... "leri listesi yapacaktım. Neyse, onu yapan ve daha yapacak olan nicesi var nasılsa. Benim geçen yıla bakışım da, geçen yıla bakanlara bakmaktan ibaret olsun. Yeni yılınız kutlu olsun!
Görüntüler akıyordu. Kiminden yok edilmesi mümkün olmayan derin çizgiler, lekeler oluşmuş, kimi bulanıklaşmış, kimi rengini kaybetmişti. Bazılarının sesi çıkmıyor, bazılarının görüntü ve ses senkronları tutmuyordu. Zamanı hapsetsin diye icat ettiklerimiz bile, zamana yeniliyordu bir süre sonra.Dijital bantlara aktardığımız her görüntüyü sadece bir program için ekrana değil, geleceğe de aktardığımızı düşünüyor (dijitale dönüştürülmüş her şeyin sonsuza dek yok olmayacağını varsayıyorduk en azından şimdilik), gururlanıyorduk kendi kendimize. Elhan, D. ve ben...
Bulduğumuz ve aktardığımız görüntü ne kadar eskiyse, ne kadar yer etmişse anılarımızda bir yerlere ya da biz ne kadar çok özlemişsek o görüntünün bize anımsattıklarını, o kadar büyüktü zaferimiz her defasında. Aktarma stüdyosundakilerin bu abartılı coşkumuza bakışları alaycıydı. Yaptığı işten heyecan duymayanların yüzdesi bildim bileli yüksek olmuştu çevremde; bense “amatör heyecanı” denilen klişeye sapına kadar inanmıştım her elimi attığım işte. Alay konusu olmak pahasına da olsa, memnundum bu halimden.Çok kolay değildi işimiz tabi. İyi kötü bir veri tabanı vardı. Mesela “Ajda Pekkan” diye arama yaptığınız zaman bilgisayar sisteminde, içinde Ajda Pekkan görüntüsü bulunan bütün bantların numaraları dökülüyordu ekrana. Ama ne şarkıların adı, ne de bandın hangi dakikalarında yer aldıklarına dair bir “minutaj” bilgisi vardı. Dolayısıyla her bandı tek tek izlemek gerekiyordu. Bir de yanlış veri girişleri çok fazlaydı. Mesela Ajda Tekkan yazınca da bir o kadar bant numarası bulabiliyordunuz. Muhtemelen veri kaydını tutanların yazım hatalarının sonucuydu bu. Özellikle arayıp da bulamadığımız bazı isimler için bu yüzden çok uğraşmıştık.
Arşivdeki en eski görüntüler 76-77 yıllarına aitti. Ondan öncesi ya hiç yoktu ya da çok ama çok azdı. O dönemde daha ziyade canlı yayın yapıldığı, canlı yayınlar kayıt edilmediği ya da edilse bile o günlerin bant yokluğunda silinip üzerine başka kayıt yapıldığı için, ne yazık ki daha eski görüntülere ulaşmak mümkün değildi. Olana da razıydık ama kırk yıllık bir arşivde sözgelimiHümeyra’nın “Sessiz Gemi”sinin bulunmaması anlaşılır gibi değildi.
Bu durum şarkıcıların müzikal geçmişlerini anlatacağımız bir serinin oluşturulmasında karşımıza çıkan en büyük engel olacaktı sonrasında. Hümeyra’yı anlatırken “Sessiz Gemi”yi anmadan geçemezdik, Güzin ile Baha’yı anlatırken “Gençlik Başımda Duman”ı ve benzerlerini... Ama nedense bazı şarkılar, üstelik de her birini ekranda defalarca izlediğimi hatırlıyor olmama rağmen, nedense arşivden çıkmıyordu. Bu sorunu ilkel bir yöntemle çözmekten başka çaremiz kalmayacaktı ki onu daha sonra anlatacağım.
Konar göçer bir millettik. Arşiv geleneğimiz yoktu. Devrin “vaka-nüvist”lerinin hep yabancı kökenli olması boşuna değildi. Bu durumun ülkenin en büyük yayın kuruluşuna yansıması da değeri sonradan anlaşılmış, hatta belki bugün bile tam anlaşılamamış bir arşive sahip olmasıydı belki de. Ankara Radyosunun tam arkasındaki alanda yer alan bit pazarında TRT tarafından elden çıkarılmış ne çok plak bulmuştum mesela. Üzerlerindeki “yayınlanır” ya da “yayınlanmaz” damgaları ele veriyordu bu plakların TRT arşivinden çıktığını.
Nitekim vakti zamanında bozulduğu için (ya da kimilerine göre arşivde yer açmak için, rivayet muhtelif) Sıhhiye’deki binanın arka bahçesinde yakılan bantların hikayesi bir efsane gibi anlatılıyordu radyonun koridorlarında. Radyo arşivinde hala sağlam kalan hatırı sayılır sayıdaki ses bandının dijital ortama aktarılmasına (ki doğrudan disklere kaydediliyor, dip ses alma, dijital işlemden geçirme filan söz konusu değil) ancak 2003 yılında başlanabildiği de bir sır değil.
Görüntü arşivine dair efsaneler de vardı kulaktan kulağa anlatılan. Bunların en acı olanı, zamanında TRT’ye program yapmış bazı “büyük “ gazetecilerin daha sonra özel kanallara yapacakları belgeselleri ve programları hep TRT arşivinden, en hafif tabiriyle “aşırdıkları” görüntülerle yaptıklarına dair idi. Şimdilerde herhangi bir özel kanal, TRT arşivinden görüntü kullanmak isterse dakika başına epeyce yüklü bir para ödeyerek görüntü satın alabiliyor. Arşivden herhangi bir şeyi kaçamak çıkarmaksa tamamen imkansız görünüyor. Görüntü aktarmak için bile onlarca formaliteyi yerine getirmek zorundasınız. Ancak bu hep böyle değilmiş ne yazık ki.
İlk albümünü, yurt dışında yaşadığı dönemde, 1990 yılında, Şanar Yurdatapan’ın müzik direktörlüğünde kaydeden Hüsnü Arkan, 1993 yılında Ezginin Günlüğü’ne katılmıştı. Hem sesi, hem de yazdığı şarkılarla grubun on bir albümünde imzası bulunan Hüsnü Arkan, 2010 yılında, uzun yıllar sonra ilk kez bir solo albümle dinleyici karşısına çıktı.
Her ne kadar adı “Solo” olsa da, rahatlıkla bir Ezginin Günlüğü albümü gibi de dinlenilebilecek bu albümdü bu. Şahsen benim “playlist”imden o vakit bu vakit düşmüyor (ki nankör Ipod hafızasında zordur bir albümün bu kadar uzun kalabilmesi).
Şarkılarla epey mücadele eden, hatta mücadeleden de ötesi, adeta kavga eden bir şarkı söyleme stili var Hüsnü Arkan’ın. Bunu uzun yıllardır onun karakteristiği olarak benimsemişiz zaten, ne gam. Kaç zamandır biliyoruz ki Hüsnü Arkan imzasının olduğu yerde şiirli şarkı sözleri, şiirlerden bestelenmişler, zamansız, modasız, gelen geçmeyen armonik ve melodik yapılarla kurgulanmış evladiyelik şarkılar var. Nitekim “Solo” tam da böyle bir albümdü. Bundandır ki dinlemelere doyulmuyordu.
Geçtiğimiz ay içerisinde Hüsnü Arkan’ın “Mino’nun Siyah Gülü” adını verdiği yeni kitabı yayımlandı. Kitabı satın alanlar, “5 Mayıs” adlı yeni bir şarkının yer aldığı Hüsnü Arkan “single”ına da sahip oldular.
Albümün en güzel şarkılarından biri olan ve Arkan’ın Birsen Tezer’le düet söylediği “Hoş Geldin” için çekilen klip ise geçtiğimiz hafta servis edildi.
“Solo” albümünden çekilen ikinci klip bu. Şarkının hikâyesinden azade, tematik bir klip. Ülke tarihinin kara deliklerinden biri olan ve ne yazık ki bu çağ ve bu zamanda dahi süregelen, acısı hiç geçmeyen, yarası hiç kapanmayan şu veya bu sebeple “kayıp” olmuş, kaybolmuş, kaybedilmişlerin anısına çekilen klip, heykeltıraş Mehmet Aksoy’un atölyesinde ve kısmen de Heybeliada’da çekilmiş. Klip boyunca sürekli gördüğümüz heykeller de Aksoy’un “Kayıp Analar” adlı eserleri.
Yanı sıra klipte Derya Alabora ve Yetkin Dikinciler de oyuncu olarak yer alıyorlar. Ve elbette ışıklı, tertemiz ve aydınlık sesiyle su gibi duru Birsen Tezer…
Mehmet Adil Yalçın’ın yönetmenliğini yaptığı klip de, şarkı da genel geçerin hengâmesinde başka bir dünyaya aitmiş gibi duruyor. Belki de sahiden öyle. Başka bir zamanın, başka bir dilin, imlânın, başka zamanların insanlarının el sürdüğü, el verdiği, başka bir dünyanın şarkısı, şiiri, filmi aslında izlediğimiz. İyi ki de öyle. Ferah bir soluk her zaman iyi geliyor. Kulağımız, gözümüz, kalbimiz temizleniyor.
SALİM DÜNDAR & YEŞİM SALKIM - "AMA SEN YOKSUN"
Eskilere, hele ki çocukluğumuza iz sürmüşlere saygımız, sevgimiz sonsuz. Bu uğurda abartmaktan imtina edenlerden değilim. Ne ki ne söylesem abartı kaçmayacakların sayısı da az değil resmi (ya da şahsen, bizzat, öz, kişisel, bana ait, hususi) pop tarihinde/tarihimizde. Salim Dündar bunların en başında sayılacaklardan.
Başta Nükhet Duru ve Seyyal Taner olmak üzere nice “adam gibi” şarkıcının onun tekniği ve sahne duruşundan ne denli etkilenerek yol aldığı hem bilinir, hem söylenir. İspanyolca şarkıları bir İspanyol kadar, hatta daha iyi söylemesi, gündelik hayattaki mülayim görünüşlü adamın şarkı söylerken kendini kaybetmesi, delirmesi ve devleşmesi ise efsane gibi anlatılır.
Az bulunur bir ses, bir şarkıcı, kelimenin tam anlamıyla bir duayendir Salim Dündar. Onu sahnede şarkı söylerken bir kez izlemişseniz, sonrasında ne izleseniz, kimi izleseniz eksik kalır, kalmıştır bilen bilir.
Hal böyleyken ve de Dündar hayli yaş almış; yani bu eşsiz ses ve yorum tam da demini bulmuşken, benim eksik vefalı, ayran gönüllü memleketim insanı handiyse kapıları kapatmıştır nicesi gibi Salim Ağabey’e de yıllar yılı. Reva mıdır? Elbette değildir. Popülerliğin gözünü çıkarmayana ekmek yedirmez, teklif götürmez sektör bir yana, konserine, çalıştığı yere rağbet etmez, albümü çıksa alıp dinlemez, televizyona çıksa reyting bahşetmez halkım da az sabıkalı değildir söz konusu vefaysa şayet.
2010 yılınsa Selahattin Erhan’ın üstün çabalarıyla bir araya getirilen kıdemli ve daha az kıdemli şarkıcıların düetlerinden oluşan “Her Devin Devleri” (kötü bir addı, evet) albümü, olması gerekenden çok daha az ilgi gördü belki ama en azından Salim Dündar’ın yeniden keşfedilmesine neden oldu.
Salim Dündar 2011’in Mart ayında yine Selahattin Erhan imzalı ama bu defa solo bir albümle karşımıza çıktı ve böylece kariyerinin üçüncü albümünü, tam 30 yıl aradan sonra yayımlamış oldu.
Emre Plak etiketiyle ve “Sihirli Değnek” adıyla piyasaya sürülen bu albüm, geçtiğimiz günlerde bu defa DMC etiketiyle ve “Ama Sen Yoksun” adıyla yeniden yayımlandı. İçerikte de birkaç değişiklik var tabi.
Öncelikle yeni baskıya adını veren şarkı… Daha önceki baskıda Dündar’ın solo seslendirdiği bu şarkı bu defa Yeşim Salkım’la düete dönüşmüş. İyi de olmuş. Bu iki ses çok yakışmış birbirine.
Önceki baskıdaki altı şarkıya ilave olarak, bu yeni baskıya yedinci bir şarkı konmuş ki o da Salim Dündar’ın ilk kez 1972 yılında 45’lik plağa okuduğu “Bir Dost Bulamadım” adlı şarkı. Böylece “cover”sız albüm kalmasın mantığı bir kez daha hortlatılmış gerçi ama bahis konusu Salim Dündar olunca ne söylese dinleniyor; gidiyor yani.
Böyle bir adam, bir ses, bir “ekol” kolay kolay yeniden gelmez. Bir kulak kabartın, pişman olmazsınız. İşe bu klipten başlayabilirsiniz mesela.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.