“Abi Apaçi var mı Apaçi?..”
Apaçi yoktu. Ama benim sinirlerim vardı ve bu soru onları oracıkta bozmuştu. Sabaha karşı hava aydınlanırken yatağa girdiğimde kafamda aynı cümleler uçuşup duruyordu:
“Biraz böyle hareketli yabancı şeyler çalamaz mısınız?”
“Şöyle dans edilebilecek bir şey çalsanıza sılov…”
“Çekirge yok muydu?”
“Programınızı bozmak istemem ama bunun arkasından bir Sezen Aksu çok güzel gider.”
“Ama bak istediğimizi çalmazsanız gideceğiz!”
“Abi Apaçi var mı Apaçi?..”
Bu “dj”lik işine kendi rızamla bulaştım; kimseyi suçlayacak değilim. Radyo Odtü’de bir yılını deviren “Ah! Mazi…”nin büyük ilgi görüyor olmasının yarattığı coşkuyla bu işi daha inter-aktif hale getirmeye karar verişim ile ilk “Ah! Mazi…” partisinin düzenlenişi arasında çok az bir zaman vardır. Ankara’nın en büyük barlarından birine teklif götürmüş, her nasılsa olumlu yanıt almış ve kendimi bir anda “dj” kabininde bulmuştum.
Düşünün ki bundan on yaş daha gençtim. Bu on yaş daha cesur olmak anlamına gelmese, daha önce yanından yöresinden geçmediğim, içindeki cihazların nasıl kullanıldığını bilmediğim “dj” kabininde, radyoda on gün boyunca saat başı yayınlanan tanıtımlar sayesinde üç yüz kişilik mekâna dört yüz kişinin dolduğu o gece hangi akla hizmet bulunduğumu, bu özgüveni nereden bulduğumu sormaz mıydım kendime?
Bereket bir önceki gün akşamüzeri uğramış, sistemin nasıl çalıştığını üstünkörü öğrenmiştim. “CD” çıkarıp “CD” takmaktı temel mesele. Şarkının kaçıncı sırada olduğunu bilmek, onu ayarlamak, bir de mikserin “pot”larını zamanında indirip kaldırmak.
Henüz mikser üzerindeki diğer düğmelerle göstere göstere oynayarak sesin tizini basını ayarlamayı, ince ayar çekerken bir yandan da “dj” gösterişi yapmayı, ne bileyim arada bir kulaklığın tekini kulağına dayayarak dinliyor, ediyor gibi görünmeyi filan bilmiyordum. Zaten şarkıları, ritimleri öyle birbirinin içine geçirip, üst üste bindirip, ondan onda geçmeler, “mix”ler yapmalar, “loop”lar çıkarıp “scratch”ler atmalar filan gerektirmiyordu benim çalacağım tür şarkılar. Arka arkaya dizsem yeterdi.
O ilk gece beklemediğim kalabalık karşısında nasıl ter döktüğümü, nasıl zorlandığımı şimdi gülümseyerek hatırlıyorum. Altından kalkmıştım alimallah; herkes memnun ayrılmıştı partiden. Öyle olmasa dört yıl boyunca her ay düzenli olarak sürdüremezdik zaten “Ah! Mazi…” partilerini.
Hacettepe Üniversitesi bahar şenliğinde bir stadyum dolusu üniversite öğrencisinin deliler gibi eğlendiği o müthiş akşamüstünü, Ankara Tenis Kulübünün muhteşem gecesini ve Kuğulu Park şenliğinde çaldığımız o Pazar günü öğleden sonrasını bunca yıllık “dj”lik anılarımın arasında ayrı yerde tutarım. Zoru başarmanın nasıl bir haz verdiğini en çok o üç etkinlikte hissetmiştim.
“Zoru başarmak…” dedim. Yaptığım şeyin ne kadar zor olduğunu şimdi geriye dönüp baktığımda anlıyorum. O deli cesareti geçtikten sonra insanın “Yahu ben ne yapmışım,” dediği anlar vardır ya… İşte öyle bir şey benim için o günleri hatırlamak. “Neden?” derseniz…
“Eski şarkılar çalarak insanları eğlendirmek” cümlesi bile kendi içinde çelişki barındırıyor. Türk popunun icat olunduğu altmışlı yıllardan bu yana hatırlanan, bilinen, hâlâ bir ağızdan söylenebilen, dans edilebilen ve en önemlisi bugünün eğlence anlayışında da anlam ifade eden şarkı sayısı taş çatlasın otuzu geçmez. Oysa böylesi bir gecede en az dört saat çalarsınız ve bu da neresinden baksanız ortalama seksen şarkı eder.
Yani siz eğlencenin tavan yaptığı, herkesin delice dans ettiği anlara sakladığınız on beş ve dans etmelerin yerini bir ağızdan söylemelere bıraktığı anlara sakladığınız diğer on beş şarkıyı bir kenara koyduğunuzda, elli şarkı daha bulmak zorundasınızdır.
“Hit”ler dışında kalanların kategorileri üç aşağı beş yukarı bellidir. Türk filmlerinden aşina olduğumuz “neo-alaturka” şarkılar, Anadolu poplar, altmışların romantik aranjmanları, daha ziyade seksenler menşeli pop-arabesk-taverna kıyılarında gezinen eserler ve yetmişlerin B sınıfı aranjmanları. Bu kategorilerin en bilinenlerinden gruplar oluşturursunuz.
Sıkıştığınız yere de bir Ajda şarkısı atarsınız. 10 yıllık “dj”lik tecrübemle sabittir ki başka hiçbir şarkıcının Ajda’nınkiler kadar çok sayıda bilinen, eşlik edilen, eğlenilen şarkısı yok. Her durumda işe yarar Ajda şarkıları; en az eğlenilen ortamlarda bile.
“Dj”lik yapmanın radyoculuk yapmakla çok benzeştiği taraflar var. İkisinde de şarkılar seçiyor ve kendinizce bir kurguyla onları sıralıyorsunuz. İkisinde de hitap ettiğiniz kitlenin beğenilerini ön planda tutuyor, bu nedenle çoğu kez bireysel tercihlerinizden vazgeçebiliyorsunuz. İkisinde de reaksiyon almak sizi mutlu ediyor; sanki o şarkıları yazan, söyleyen sizmişsiniz gibi gururlanıyorsunuz.
Ancak bu iki eğlenceli mesleğin birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı noktalar da var. Aslında şöyle bir örnek vermek yerinde olacak sanırım; bir tiyatro oyuncusu için sinema filminde oynamakla tiyatro sahnesinde oynamak arasındaki ayrım ne ise, bir “disc-jokey” için de radyoda çalmakla, bir mekânda çalmak arasındaki ayrım o. Şöyle ki…
Radyoda bir stüdyonun dört duvarı arasından bir mikrofon, bir mikser ve bir verici vasıtasıyla sesinizi boşluğa salıyor ve nereye kadar gittiğini, o an kimlere, ne şekilde ulaştığını asla bilemiyorsunuz. Oysa “dj” kabininde iken çaldığınız her şarkıda anında reaksiyon alıyor; hatta çalacaklarınızı da bu reaksiyona göre planlıyorsunuz. Radyoda bir ön hazırlık, bir sıralama söz konusu.
“Dj” kabininde ise her şey anlık değişiyor. Böyle olunca adrenalin daha yüksek oluyor. Bir çalışınız asla bir diğerine benzemiyor. Bir önce çaldığınızda ardı ardına çok iyi giden iki parça, bir sonraki çalışınızda gitmeyebiliyor. Her defasında yeni kombinasyonlar buluyor, kağıtları yeniden karıyor, bulmacayı farklı yollardan giderek çözüyorsunuz. Böyle düşününce radyo çok daha durağan, çok daha az riskli bir mecra gibi gözüküyor.
Bununla birlikte radyoda hiç bilinmeyenleri, daha az bilinenleri, hatta zaman zaman sadece canınızın istediğini çalma özgürlüğünüz her zaman vardır. Oysa “dj” kabini bunun yeri değildir. Ardı ardına çaldığınız iki bilinmeyen şarkı, mekândakilerin dikkatini oracıkta dağıtabilir. Çok sevdiğim nice şarkıcı ve şarkı bir mekânda çalarken “playlist”ime hiç girmemiştir mesela, girmez. Orada “reyting” kaygısı, “asgari müşterek”i yakalama kaygısı çok daha fazladır ve elzemdir, çünkü gelenler dinlemeye değil, eğlenmeye gelmişlerdir ve kimse bilmediği bir şarkıyla eğlenmez.
Ne var ki geride bıraktığım bu on yıl boyunca eğlenmeye gelenlerin profilinde ciddi bir değişim var ki aslında bu yazıda bahsetmek istediğim tam da bu.
Mesela siz “Bim Bam Bom”larla, “Delisin”lerle, “Oh Olsun”larla, yani yetmişli yılların kol kola girilip dans edilen, ıslıklar ve alkışlarla eşlik edilen şarkılarıyla yüksek bir tansiyon yakalamışsınız, mekânda coşku tavan… Tam da bu sırada birisi gelip “Dans edilecek sılov bir şarkı çalar mısınız?” diye yanaşabiliyor size. Ya da geçen gece başıma geldiği üzere “Çekirge var mı Çekirge?” diye sorabiliyor bir başkası.
Yani orada, o anda herkesin eğleniyor oluşu umurunda değil. O başka bir şey istiyor ve bunu dillendirmekten asla çekinmiyor. Çalmazsan, “şu anda çalamam” dersen de alınıyor, hatta bozuluyor. Artık seti bırakıp başlıyorsun açıklamaya: “Bakın şu anda insanlar eğleniyor, yavaş şarkı çalmak olmaz; ortalık sakinleşince çalarım…” Karşı taraf ya anlıyor, ya anlamıyor, çoğunlukla da anlamıyor. Anlayıp giderse de durup durup size kaş göz yapıyor bulunduğu yerden. Hani garsondan bir şey sipariş etmiş de gelmemiş gibi: “E ne oldu bizim şarkı, hâlâ gelmedi?..”
Artık kimsenin bulunduğu yere ayak uydurmak, oranın adabına, görgüsüne göre davranmak gibi bir kaygısı yok. Yıllarca Yeşilçam filmlerinde sevdiği erkekten intikam almak için görgü dersleri alan, şalvarını çıkarıp tuvalet giyen Filiz Akınlar, Türkan Şoraylar yalan olmuş. Görünen o ki artık kimse yemek masasında hangi çatalın hangi yemek için kullanıldığını bilmemenin ezikliğini yaşamıyor. Artık kimse tavuğu çatal bıçakla yemenin zorluğunu göze alamadığından sofradan aç kalkmıyor. Herkeste bir “Ben olduğum gibiyim, içim dışım bir, beni seven böyle sevsin” haliyle on parmak girişiyor tavuğuna.
“Peki ya görgü, adap, medeniyet, insan olmanın evrensel gereklilikleri?” diye sormaya kalksanız faşist, ırkçı, ayrımcı diye damgalandığınızla kalıyorsunuz. Herkesi olduğu gibi kabul etmelisiniz. Memlekette tanımı bir türlü yapılamamış demokrasinin bu olduğuna neredeyse tamamen inanmış durumdayız. “Başkalarını değil, beni eğlendir,” diyor adam. “Beni benim bildiğim, sevdiğim şekilde eğlendir.”
Hiç öyle bir konseptiniz olmasa da “Mikrofonu versene, şarkı söyleyeceğim,” diyenleri, elinde “flash-disc”iyle gelip, “Şurada bir şarkı var, bilgisayara tak da onu çalalım,” diyenleri ve hatta isteğini yerine getirmediğiniz için sizi mekân sahibine şikâyet edenleri daha saymadım. Hayır bir de işin kötüsü biz gazinolarda istediği şarkı söylenmediği diye solisti topuğundan vurmuş kabadayıların çarşaf çarşaf haberleriyle büyümüş bir nesiliz. Çalsan bir türlü, çalmasan başka türlü.
Oysa yine gazino kültüründen yadigâr kalmış “peçeteyle şarkı isteme” usulü bile çok daha nazik, çok daha utangaç ve çok daha edepliydi. En azından önünüze koyardınız gelen peçeteyi, yeri geldiğinde, müsait olduğunda da çalardınız. Kimse gelip başınıza çöreklenmezdi. İsteğin kimden geldiğini ancak şarkıyı çaldığınızda o civardan yükselen alkışlardan anlardınız.
Peki bunun çözümü nedir? Aslında buldum gibi. Çocukluğumdan beri belediye otobüslerinde neden asılı durduğunu hiç anlamadığım o meşhur “Şoförle konuşmak yasaktır,” ikazının bir benzerini “dj” kabininin yakınına asmayı düşünüyorum: “Dj’le konuşmak yasaktır!” Bu ne derece çözüm olur, onu bilmiyorum, deneyip göreceğim.
“Dj”lik meşakkatli iştir. Ve mesele o gece oraya gelenleri eğlendirmekten ibaret değildir. Gelmiştir bir kere, eğlenmeye koşullanmıştır ve belki başka bir seçenek deneyecek durumu da yoktur. O gece eğlenir ya da eğlenir gözükür ama bir daha da gelmez. Mesele “Ah çok eğlendik, ilk fırsatta gene gelelim,” dedirtebilmektir.
Bakmayın siz bu ara elinde az buçuk müzik arşivi olan ve bunları Winamp’e dizmeyi bilen herkesin kendini “dj” diye adlandırmasına, profil “bio”larının “dj” titrinden geçilmemesine… İnsan eğlendirmenin, hoşnut etmenin ne denli zor ve (hadi biraz da abartayım) sorumluluk istediğini iyi bilen gerçek “dj”ler yukarıda saydığım şeyleri dert eder, hatta bencileyin gecenin sabahı bulduğu saatlerde gece boyu kendisinden yersiz isteklerde bulunmuş mekân müşterilerinin yüzlerine söyleyemediklerini uykularında verip veriştirirler. Kaldı ki yukarıda bahsi geçen “loop” olsun, “scratch” olsun bilumum atraksiyonları yapamıyorsanız, elinizin altındaki mikserin sadece ses potlarını açıp kapatabiliyorsanız da ne kadar “dj” sayılırsınız, o da tartışılır.
Güzel ülkemde “dj”lik zanaatının günün birinde hak ettiği değeri ve saygıyı görebilmesi temennisiyle satırlarıma nihayet vermek isterim. Bu yazı buna ne derece vesile olur bilemem ama en azından beni dinlemeye geldiğinizde ne istememeniz gerektiğini artık biliyorsunuz. E bu da bana yeter!
OCAK 2012
"SÜPER STAR '83" (A YÜZÜ)
"Petrol" hezimeti ve peşi sıra gelen Yaşar Plak macerasından sonra Ajda Pekkan 1983 yılında dinleyicilerinin karşısına bir kez daha "Bambaşka Biri" olarak çıkmayı başaracaktır.Aslan başı modeli saçları, aerobik taytları, renragenk, fosforlu tozluklarıyla yine genç, yine dikkat çekici ve yine "trend-setter"dır Ajda. Yeşil Giresunlu prodüktörlüğünde, Fikret Şeneş süpervizörlüğünde ve Garo Mafyan aranjörlüğünde hazırlanan yeni albümü de öyle olmalıdır. Olur da nitekim.
Görüntüler akıyordu. O günlerde çok revaçta olan “simit kafe”lerden birinden, sabah aç gözlülüğüyle çeşit çeşit, şekil şekil, kaşarlı, sucuklu, zeytinli hatta krem çikolatalı simitler almış, bir torba dolusu simit ve fazla demli, fazla acı çayla sürüp gidecek koca bir günü, gün ışığı görmeden geçirmeye hazırlanmıştık. Böyle kim bilir kaç gün geçecekti aktarma stüdyosunda. Kimler gelip kimler geçecekti monitörlerden, neler neler düşecekti aklıma her görüntünün izdüşümünde çok değil, birkaç gün sonra yazılı metinlere dönüşmek üzere.
Yapacağımız seri, aslında tek başına bir televizyon programı değildi. Epeyce sakin, durağan ve iddiasız bir sabah programının içeriğinde bir unsurdu sadece. Epeyce şatafatlı, gürültülü ve iddialı bir unsur, bir köşe. Bundandır ki ekonomik davranmak zorundaydık. Yine de alamıyorduk kendimizi. Onu da kaydedelim, bunu da derken, ihtiyacımız olandan çok daha fazlası birikiyordu dijital bantlarda. Biz kullanmasak da birileri kullanırdı nasılsa. Dijital olmayan bantlar, bugünün teknolojisiyle kullanılamıyor, lazım bile olsa arşivden çıkarıp da aktarmaya kolay kolay kimsenin eli değmiyordu. Simit tadındaydı izlediklerimiz. Simit tadı kadar eskinin sıcaklığını taşıyordu yerin dibindeki aktarma stüdyosunun ruhsuz serinliğine inat.
Gelibolu’daydık. “Deli kadın”larda misafirdik o yılbaşı gecesi. Mavi gözleri, dalgalı ve seyrek sarı saçları, elmacık kemiklerini ve dişlerini ilk bakışta dikkat çekici hale getiren zayıf yüz hatlarıyla bu ufak tefek, ama alımlı kadın, bildiğimiz ev hanımlarına, en azından annemin diğer arkadaşlarına hiç mi hiç benzemiyordu. Bir kere çok neşeli, çok konuşkan, çok eğlenceliydi. Durup durup taşar, olmadık yer ve zamanda şarkılar söylemeye başlar, kocasıyla rakı kadehini tokuşturur, hatta çakırkeyif olurdu.
Aslında içmediği zamanlarda bile hep çakırkeyifti. Kocası ona “mavişim” diye hitap eder, o da kocasına “hayatım, aşkım, bir tanem” diye seslenmekten çekinmezdi (ki ne ayıptı başkalarının yanında çekinmeden sarf edilen sevgi sözcükleri, ne alışılmadıktı o zamanda ve o zamanın ortalama aile ahlakında). Ondandı adını “deli kadın” takışımız kardeşimle birlikte. “Başkaları ne der”i bu kadar dert etmeyen bir kadın, olsa olsa “deli” olabilirdi. Eski İstanbullu bir aileden geliyordu. Kocasının işi sebebiyle İstanbul’dan uzakta yaşamak zorunda kalmıştı ve bundan nefret ediyordu (her ne kadar o günün ulaşım şartlarında bile İstanbul’a gitmek en fazla dört saat sürse de).
Ne zaman onlarla birlikte aynı arabada İstanbul’a gitmek üzere yola çıksak, yol boyunca aklına estikçe “İstanbul’u Artık Hiç Sevmiyorum” şarkısını “İstanbul’u Artık Çok Seviyorum” diye değiştirerek söylemeye başlardı. O kart sesiyle bağır çağır, detone metone demeden, delice haz alarak söylediği şarkı, ister istemez kazınacaktı hafızalarımıza (öyle ki yıllar sonra plağını aldığım zaman Nesrin Sipahi’nin şarkıyı yanlış söylediğini bile düşünecektim.)
Kadıncağızın yüzüne karşı gerçek ismini kullanırdık elbette ama, yıllar bana onun gerçek ismini unutturmuş bir şekilde, aklımda bir tek cıvıl cıvıl mavi gözler, “İstanbul’u Artık Çok Seviyorum” şarkısı ve “deli kadın” yakıştırması kalmış.
“Deli kadın”ların denize nazır evinde perdeler ardına kadar açıktı. Işıl ışıl, şahane bir Çanakkale Boğazı manzarasından, zehir gibi soğuk bir Aralık gecesinin kömür dumanı tüterken, o zamanın zenginlik göstergesi kaloriferli apartman dairelerinden birinde olmanın insanın iliğini kemiğini ısıtan keyfini yaşıyorduk.
Siyah beyaz televizyon, pencerenin hemen yanında duruyor, formika televizyon sehpasının iki rafından birinde kırmızı ışıklı düğmesiyle regülatör (ani voltaj düşmelerine karşı televizyonu koruyan ve o yıllarda hemen her evin demirbaşları arasında yer alan cihaz), diğerinde ise tam da “deli kadın”ın rüküşlüğüne yaraşır simli mi simli bir örtüyle üzeri örtülmüş radyolu kasetçalar (teyp denirdi o zamanlar) duruyordu. Sofrada nar gibi kızarmış, içi tepeleme fıstıklı, kuş üzümlü pilav dolu, masal gibi bir hindi dolması, yanında zeytinyağlılar, muska börekleri, fındık, fıstık, iri bademler, illa ki çekirdek, beyaz leblebi, kokulu mandalinalar, portakallar, kütür kütür elmalar, sarı ayva, kızıl nar... Gece boyu yenilecek, içilecek.
Babamın ve İbrahim Amcanın (“deli kadın”ın kocası) yılbaşı gecesi şerefine tüttürdükleri puronun vanilyasına, durup durup tokuşturdukları kadehlerin anasonu, tencerede patlatılmış mısırın iştah açan yağlı kokusu karışıyor. Televizyonda günün en sevilen şarkıcıları. Basit ve sade dekor, yılbaşı süsleriyle şenlendirilmiş. Bir köşede geniş bir platform, fonda siyah beyaz ekranda bile ışıldayan 1979 yazısı...
Şarkıcılar stüdyonun bir köşesinde bir arada oturuyor. Sırası gelen platforma çıkıp şarkısını söylerken, diğerleri kah alkışlayarak, kah dans ederek, kah ağız oynatarak eşlik ediyor sahnedekine. Sair zamanlarda hep ayrı ayrı izlemeye alıştıklarımızı böyle sohbet muhabbet görmek içimizdeki samimiyet duygusunu coşturuyor. “Deli kadın”ın dönüp dolaşıp bana ve kardeşime sarılmasına, yanaklarımıza şapır şupur öpücükler kondurmasına bile ses çıkarmıyoruz. Onun bu taşkın sevgi gösterilerine ortak bile olabilirim biraz yüz bulsam annemden. Ama annem her zamanki mesafesini korumayı nasılsa başarıyor, hatta içinden içinden ayıplıyor “deli kadın”ı, bunu bakışlarından anlamakta zorlanmıyorum.
Nükhet Duru, Semiha Yankı, Ayla Dikmen, Seyyal Taner... Kimler yok ki o gece salonumuzda konuk. Mandalina kabuğunun çocukluk kokusu dolanıyor aktarma stüdyosunun sert köşeli duvarlarında. Elhan’ın sesiyle dönüyorum bugüne: “Hakan, Ayla Dikmen’i de alıyorum kayda.” “Al al” diyorum. Yüzümdeki ifadeden seziyor içimden geçenleri.
Mavi gözlü, kart sesli o kadıncağızı yıllar yılı “deli kadın” diye anmamın, hatırlamamın bedelini, fizik olarak hiç benzemese de, çok ama çok benzer bir hal ve tavırdaki Elhan’la (aynı taşkın sevgi hali, aynı şarkılı türkülü, şenlikli, kasıntısız, takıntısız kadın prototipi) evlenerek ödemiş olduğumu düşünüyorum. Yaradan “al sana bir deli kadın da benden” demiş olmalı bana. “İyi ki de demiş” diye geçiriyorum içimden. “Hatırladığımdan daha güzelmiş” diyorum dışımdan. Bu son cümle Elhan’ın önündeki monitörde tek omuz dekolteli kostümüyle “Zehir gibi aşkın var lalalalala...” diyerek dans eden Ayla Dikmen için.
TAVŞAN KANI MFÖ
Türkiye’de “rock” müziğin bugün anladığımız tanımı seksenli yıllarla birlikte şekillenmeye başladı. Öncesinde yapılanların “rock’n roll”dan Anadolu-popa uzanan bir çizgide, kimi kez deneysel arayışlar, kimi kez de taklitler ya da öykünmelerden öteye geçebildiğini söyleyebilmek biraz zor.
Yılbaşına kısa bir süre kala geride bıraktığımız yıla dair genellemeler, değerlendirmeler, özet çıkarmalar aldı yürüdü yine. Aralık aylarımız hep böyle geçer. Yazılı ve görsel basın, “yılın en…” listelerinden geçilmez. Nicedir buna sosyal medya da dâhil oldu. Hele ki popüler müzik gibi herkesin üzerinde koşulsuz şartsız fikir sahibi olduğu bir alanda kalem oynatanlardansanız, bu mevsimde genelleme listelerine fikir beyan etmelere de, yayımlanmış listeleri okumalara da doyamazsınız.
Buraya kadarına kimsenin bir itirazı olamaz. Dünyanın her yerinde yapılıyor bu. İnsan kendi içinde bile geride bıraktığı yılın iyisinin kötüsünün muhasebesini yapıyor yıl dönümlerinde, bilumum sektörleri, üretim alanlarını, sanatı, kitabı, sinemayı, müziği muhasebe etmişiz, her kafadan bir ses çıkarmışız çok mu? Kaldı ki fena da olmuyor.
“Şarabi” adlı şarkımın bir satırına düşen “Zamanından eleğinden geçiyor hayat,” cümlesi tam da bunun için yazılmıştı. Tarih her şeyi tek tek yargılıyor ve değerini zamana teslim ediyor. Köprünün altından çok sular aktıktan sonra geride kalanlar, hayat dediğimiz şeyin ta kendisi oluyor. Bu dramatik teşbihi müzik sektörünün üzerine oturtursak şunu söyleyebiliriz bir kalemde; bu yılın müziğine dair tarihe not düşeceklerimiz . aslında yıl içerisinde dinlediklerimiz değil, dinlediklerimizin bütününden bize kalanlar.
Bu tip soruşturmalarda tamamen öznel gerekçelere dayanan sıralamaları sağlıksız, hatta hastalıklı buluyorum, onu baştan söyleyeyim. Siz gerçekten bir müzik yazarı iseniz, Kral TV’nin sokakta yürürken mikrofon uzattığı bir yeni yetme gibi davranamazsınız/davranmamalısınız, öyle değil mi?
Bu tip soruşturmalarda tamamen öznel gerekçelere dayanan sıralamaları sağlıksız, hatta hastalıklı buluyorum, onu baştan söyleyeyim. Siz gerçekten bir müzik yazarı iseniz, Kral TV’nin sokakta yürürken mikrofon uzattığı bir yeni yetme gibi davranamazsınız/davranmamalısınız, öyle değil mi?
_En sevdiğiniz şarkıcı?
_Yusuf Güney.
_En sevdiğiniz şarkı?
_Yusuf Güney’in “Yar Yüreğimde Uçuşuyor Yangın Tozları”.(Yazarın Notu: Tabii ki ben uydurdum, böyle bir şarkı yok.)
_En sevdiğiniz klip?
_Yusuf Güney’in güneş gözlüğü takarak üstü açık spor araba kullandığı klip. (Aslında bahsi geçen şahıs bunu bütün kliplerinde yapmaktadır, o ayrı.)
_En son aldığınız albüm? (İnternetten indirdiğiniz anlamında…)
_Yusuf Güney’in son albümü. (“Adı ne” diye sorsan bilmez, o ayrı.)
Şimdi bir de benzeri mantalitede bir müzik yazarının soruşturma cevaplarına bakalım...
_Yılın albümü?
_Aylin Aslım’ın “Gülyabani” adlı albümü. (Yedi sene önce yayımlanmış olsa bile.)
_Yılın şarkıcısı?
_Aylin Aslım (O yıl Hayal Kahvesi’nden başka yerde sahneye çıkmamış, albüm yayımlamamış olsa bile.)
_Yılın şarkısı?
_Aylin Aslım’dan “Güldünya”. (Okuyanlar dünya görüşümü ve politik duruşumu da bilsin yani.)
_Yılın ümit vaat eden şarkıcısı?
_Aylin Aslım (Uymasa bile nasılsa gerekçesi sorulmuyor. Kaldı ki sorulsa da “sadece arkadaşım olduğu, Cihangir White Mill’de çok teşriki mesaimiz bulunduğu için” diye yemin etse başı ağrımaz.)
Hadi biraz kafa yorun ve yukarıdaki iki soruşturma arasındaki on farkı bulun şimdi. Bulursanız bir zahmet bana da haber verin!
Tabii meselenin altını biraz kalınca çizmek, biraz kaba mizah yaparak dikkat çekebilmek adına örneklerde adlarını kullandığım Yusuf Güney ve Aylin Aslım’ı tenzih ederim. Hepsi tamamen benim hayal gücüm…
Size “yılın en sevdiğiniz albümleri” sorulduğunda vereceğiniz cevapla “yılın en iyi albümleri” sorulduğunda vereceğiniz cevap aynı olmamalı. Olursa orada bir duygusal tavır, bir adam kayırma, bir hesap kitap var demektir. En sevdikleriniz arasında gerçekten gece gündüz dinledikleriniz, kalbinize dokunduğunu hissettiğiniz ya da ne bileyim, sırf şarkıları söyleyeni ya da yazanı ahbabınız, tanışınız, eşiniz, dostunuz diye hatır-gönül belasına kayırdıklarınız olabilir. İnsancadır, doğaldır. Ama bir müzik yazarı olarak en iyilerin değerlendirmesini yaparken kriteriniz White Mill’de birlikte içtiğiniz kahvelerin hatırı olamaz. Olursa yanlış olur. Ciddiyetsiz olur.
Tüm bunları düşünmemi sağlayan aslında birkaç hafta önce yayımlanan bir gazete soruşturması oldu. Listenin başlığı “yılın keşfedilecek albümleri” idi. Hoş, değişik, zekice. Peki ya listenin içeriği?.. On albümlük listede iki albümün 2010 yılında yayımlanmış olması?..
Bunu Twitter’da yazdığım zaman karşıt görüş olarak dendi ki, yılın sonunda yayımlanmış albümleri de bir sonraki yıl değerlendirmeye almakta, böylece es geçmemekte fayda var. İlk bakışta gayet mantıklı gözüküyor, değil mi? Peki o halde bu liste yayımlanmadan bir hafta önce piyasaya çıkmış bir albümün bu listede ne işi vardı?.. Hadi gelin şimdi hep birlikte bu listenin samimi ve nesnel olduğuna inanalım.
Yok siz yorulmayın, ben sizin yerinize inanırım. Ya da inanırdım, şayet bazı gerçekleri bilmiyor olsaydım.
Gazete ve dergilerde (ve bir süredir “blog”larda) köşe başlarını tutmuş müzik yazarlarının (Naim Dilmener, Atilla Aydoğdu, Murat Meriç ve belki bir iki isim daha hariç) neredeyse hepsi seksenli ya da doksanlı yıllardan bu yana ağırlıklı olarak “rock” olmak üzere yabancı müzik dinleyerek müzikal bilgi ve birikimini elde etmiş kimselerdir. (Bu eksi mi? Elbette değil. Aksine; doğru kullanıldığında kocaman bir artı.)
Bunlar Türkçe pop müzik dinlemez ve yazmazlar. Yazarlarsa mutlaka içine Türkçe popun ne kötü fena, pis bir şey olduğunu, onların asla dinlemediğini ama meslek gereği yazdıklarını ima eden cümleler serpiştirilmiş “tü kaka”lama yazıları olur bunlar. Arada beğendikleri de olursa bilin ki bir hatır-gönül ya da bir “yukarıdan emir” vardır; aksi mümkün değildir.
Büyük umutlarla, büyük yatırımlarla piyasaya sürülen Rolling Stone, Billboard gibi dünya çapında dergilerin Türkiye edisyonlarının üç beş yıl dayanamadan topu dikmesinde de bu yazarlarımızın ve editörlerimizin payı büyüktür.
Demet Akalın, Hande Yener ve benzerlerinin (yani beğenin ya da beğenmeyin ülkenin önde giden popüler ikonlarının) kapağa çıkamadığı, haber olamadığı, yer bulamadığı bir popüler müzik dergisi yaratmaya, seçkinci bir tavırla, çoğunluğun beğenisini görmezden gelmeye odaklanmış, editörlerinin cemaat zihniyetine hizmet eden bu tip yayınların kapanmasından sonra yaşanan şaşkınlık da ayrıca gülünç gelmiştir bana.
Mesela Roll başka bir dergiydi. Misyonu, yayın politikası ve kuruluş amacı ile zaten alternatif ve bağımsız olmaya soyunmuş bir işti ve kapanması beni de üzdü. Ama aynı şeyi Rolling Stone ve benzerleri için söyleyemeyeceğim.
Popüler olanı dinlemekten, yazmaktan kaçınmak, çevrem ne der, “cool” imajım nasıl sarsılır kaygılarıyla habire kalemiyle alternatifleri işaret edip durmak, o beğenmediğiniz popülerin beğenmediğiniz yerde kalmasından başka bir işe yaramaz. Oysa dinlemelisiniz. Dinlemeli, iyisini, kötüsünü (sadece kötüsünü değil) yazmalısınız ki sözünüze değer verenler kadar sizi hiç okumayanların da dikkatini çekin ve onların yanlış, sizin doğru bildiklerinizi onlara anlatın. “Tü kaka” ederek değil; ciddiye alarak, paha biçerek, eşeleyerek.
Gelelim başka bir gerçeğe…
Bir müzisyenin müzik yazarlığı yapması ne kadar ihtimal dâhilindeyse, bir müzik yazarının da şarkı yazmaya, şarkıcılık yapmaya soyunması o denli mümkündür. Hatta ben bile (yayımlanmış şarkılarım bir elin parmaklarını geçmemiş olsa da) ucundan kıyısından bu isimler arasında sayılabilirim.
Ancak müzik yazarlığından meslektaş olduğunuz biri müzisyenliğe soyunduğunda onu “en şahane, ne muhteşem, en keşfedilmeyi hak eden” sıfatıyla listelemek ne derece ahlaklıdır, bunu tartışabilirim. Ama bu bizde hep yapılmıştır, halen yapılmaktadır; hem de üzeri örtülü filan da değil, çok açık ve net, aleni bir şekilde. Müsaade ederseniz, isim vermeyeyim ama illa merak ediyorsanız şu meşhur “yılın keşfedilmesi gereken albümleri” listesine bir göz atın derim. (Bahis konusu albümün/albümlerin/müzisyenin/müzisyenlerin iyiliği ya da kötülüğü değil burada konu ettiğim, yanlış olmasın!)
Bir de yakınlıkların, ahbaplıkların, samimiyetlerin getirdiği sınırlamalar, hatta zorunluluklar vardır ki, en zoru da odur. Bunu ben de sıklıkla yaşıyorum. Piyasanın uzağında iken, kimseyi tanımıyor iken kolayca sarf edebileceğim cümleleri, biraz tanış edindikten sonra ne çok içime atmışımdır bir ben bilirim. Bu biraz Türk olmakla ilgili bir şey galiba. Biraz vicdanla, belki biraz da yüzünüzün tutmamasıyla.
Eşiniz dostunuz, Allah’ın günü yüz yüze baktığınız, aynı ortamlarda bulunduğunuz kişiler sizden hakkında hep iyi yazmanızı bekler. Kötü yazarsan alınır, kırılırlar. Hikâyesini bildikleriniz vardır ve siz yazarken kaleminizi ister istemez o hikâyeden soyutlayamazsınız. Bir bakarsınız övgüyü abartmış ya da yergiyi oto-sansüre uğratmışsınız. Aslında bunun en güzel formülü Dilmener ustadan öğrendiğim üzere hiç yazmamaktır ama bazen omuz vermek arka çıkmak boynunuzun borcu olur ve siz bu çok insanca kaygılarla biraz ödün verirsiniz.
Bu kadarını anlar ve makul bulurum. Yapmıyorum dersem de yalan söylemiş olurum. Ama bunu bir tarz, bir biçim, bir üslup haline getirmiş, kariyerini yazdıklarından nemalanarak inşa etmiş yazarları kim ne kadar ciddiye alır ve önemser, iyice bir düşünmek lazım -ki var böyleleri yazık ki.
Nereden nereye geldik. Halbuki ben daha geride kalmak üzere olan yılın özetini çıkaracak, “yılın en iyi ... "leri listesi yapacaktım. Neyse, onu yapan ve daha yapacak olan nicesi var nasılsa. Benim geçen yıla bakışım da, geçen yıla bakanlara bakmaktan ibaret olsun. Yeni yılınız kutlu olsun!
ARALIK 2011
Bulduğumuz ve aktardığımız görüntü ne kadar eskiyse, ne kadar yer etmişse anılarımızda bir yerlere ya da biz ne kadar çok özlemişsek o görüntünün bize anımsattıklarını, o kadar büyüktü zaferimiz her defasında. Aktarma stüdyosundakilerin bu abartılı coşkumuza bakışları alaycıydı. Yaptığı işten heyecan duymayanların yüzdesi bildim bileli yüksek olmuştu çevremde; bense “amatör heyecanı” denilen klişeye sapına kadar inanmıştım her elimi attığım işte. Alay konusu olmak pahasına da olsa, memnundum bu halimden. Çok kolay değildi işimiz tabi. İyi kötü bir veri tabanı vardı. Mesela “Ajda Pekkan” diye arama yaptığınız zaman bilgisayar sisteminde, içinde Ajda Pekkan görüntüsü bulunan bütün bantların numaraları dökülüyordu ekrana. Ama ne şarkıların adı, ne de bandın hangi dakikalarında yer aldıklarına dair bir “minutaj” bilgisi vardı. Dolayısıyla her bandı tek tek izlemek gerekiyordu. Bir de yanlış veri girişleri çok fazlaydı. Mesela Ajda Tekkan yazınca da bir o kadar bant numarası bulabiliyordunuz. Muhtemelen veri kaydını tutanların yazım hatalarının sonucuydu bu. Özellikle arayıp da bulamadığımız bazı isimler için bu yüzden çok uğraşmıştık.
Arşivdeki en eski görüntüler 76-77 yıllarına aitti. Ondan öncesi ya hiç yoktu ya da çok ama çok azdı. O dönemde daha ziyade canlı yayın yapıldığı, canlı yayınlar kayıt edilmediği ya da edilse bile o günlerin bant yokluğunda silinip üzerine başka kayıt yapıldığı için, ne yazık ki daha eski görüntülere ulaşmak mümkün değildi. Olana da razıydık ama kırk yıllık bir arşivde sözgelimi Hümeyra’nın “Sessiz Gemi”sinin bulunmaması anlaşılır gibi değildi.
Bu durum şarkıcıların müzikal geçmişlerini anlatacağımız bir serinin oluşturulmasında karşımıza çıkan en büyük engel olacaktı sonrasında. Hümeyra’yı anlatırken “Sessiz Gemi”yi anmadan geçemezdik, Güzin ile Baha’yı anlatırken “Gençlik Başımda Duman”ı ve benzerlerini... Ama nedense bazı şarkılar, üstelik de her birini ekranda defalarca izlediğimi hatırlıyor olmama rağmen, nedense arşivden çıkmıyordu. Bu sorunu ilkel bir yöntemle çözmekten başka çaremiz kalmayacaktı ki onu daha sonra anlatacağım.
Konar göçer bir millettik. Arşiv geleneğimiz yoktu. Devrin “vaka-nüvist”lerinin hep yabancı kökenli olması boşuna değildi. Bu durumun ülkenin en büyük yayın kuruluşuna yansıması da değeri sonradan anlaşılmış, hatta belki bugün bile tam anlaşılamamış bir arşive sahip olmasıydı belki de. Ankara Radyosunun tam arkasındaki alanda yer alan bit pazarında TRT tarafından elden çıkarılmış ne çok plak bulmuştum mesela. Üzerlerindeki “yayınlanır” ya da “yayınlanmaz” damgaları ele veriyordu bu plakların TRT arşivinden çıktığını.
Nitekim vakti zamanında bozulduğu için (ya da kimilerine göre arşivde yer açmak için, rivayet muhtelif) Sıhhiye’deki binanın arka bahçesinde yakılan bantların hikayesi bir efsane gibi anlatılıyordu radyonun koridorlarında. Radyo arşivinde hala sağlam kalan hatırı sayılır sayıdaki ses bandının dijital ortama aktarılmasına (ki doğrudan disklere kaydediliyor, dip ses alma, dijital işlemden geçirme filan söz konusu değil) ancak 2003 yılında başlanabildiği de bir sır değil.
Görüntü arşivine dair efsaneler de vardı kulaktan kulağa anlatılan. Bunların en acı olanı, zamanında TRT’ye program yapmış bazı “büyük “ gazetecilerin daha sonra özel kanallara yapacakları belgeselleri ve programları hep TRT arşivinden, en hafif tabiriyle “aşırdıkları” görüntülerle yaptıklarına dair idi. Şimdilerde herhangi bir özel kanal, TRT arşivinden görüntü kullanmak isterse dakika başına epeyce yüklü bir para ödeyerek görüntü satın alabiliyor. Arşivden herhangi bir şeyi kaçamak çıkarmaksa tamamen imkansız görünüyor. Görüntü aktarmak için bile onlarca formaliteyi yerine getirmek zorundasınız. Ancak bu hep böyle değilmiş ne yazık ki.
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
(1984'ten Bugüne) Sezen Aksu'nun yeni albümünün piyasaya çıktığı bugünlerde, Türk popunun efsane albümlerinden "Sen Ağlama&q...
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
"BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
Bir sayım günüydü. Eve hapis olmuştuk. Sayım memuru ha geldi ha gelecekti. Anneannem, içi saman dolu boz ala boz renkli misafir odası ko...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...