“Ünlü İtalyan modacı Fernando Tahterevalli’nin özel tasarımı takım elbisemi giydim, üzerime şişesi 5000 dolarlık Norti Morti parfümümü sıktım ve İstanbul Kongre Merkezine doğru yola çıktım,” diye başlamak isterdim bu yazıya. Ne ki hepi topu bir tane takım elbisem var; onu da düğün bayram, kına gecesi, açılış, davet, kokteyl nerede gerekirse orada giyiyorum. Sevmediğimden değil, ihtiyaç hissetmediğimden bir ikincisini daha almayı düşünmedim son birkaç senedir. Parfüm deseniz; 24 senedir değiştirmemiş, başka parfüm denememişim bile. Hal böyleyken, eninde sonunda böyle bir yazı yazacağımı hesaba katarak, kıyafetim ve parfümümle de bir fark yaratamadığıma göre, önceki yıllardan farklı ne yapsam da yazının ilk cümlesi olsa diye günler öncesinden düşünmeye başladım. Ve sonunda buldum…
(Milliyet Sanat dergisi Mart 2013 sayısında yayımlanmıştır.)
Kendinizi bildiniz bileli hayatınıza eşlik etmiş sesler vardır… O seslerin sahipleri, hiç tanışmamış olsanız dahi, en yakınınızdan daha yakındırlar size. Şahittirler yaşadıklarınıza çünkü; yol arkadaşlarınız, sırdaşlarınız, dert ortaklarınız olmuşlardır hiç bilmeden. Sonra bir gün onlardan biriyle bir yerde karşılaşırsınız. Oracıkta boynuna sarılmak, kucaklamak istersiniz olanca iyi niyetinizle. Onun sizi tanımadığı gerçeğini aklınıza dahi getirmezsiniz o an. Karşılıksız, hesapsız kitapsız, öyle derin bir sevgidir çünkü beslediğiniz.
(25 Mart 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sayfasında yayımlanmıştır.)
İrem Candar henüz çok genç yaşına rağmen müzik dünyasına sağlam adımlar atarak girenlerden. Monopop adlı grupta şarkı söyleyerek sahne tecrübesi kazanan Candar, ilk kez 2008 yılında “Söz-Müzik Teoman” adlı albümde “Duş” adlı şarkıyı seslendirerek sesini geniş kitlelere duyurdu. Ardından yine bir Teoman albümünde bu defa onunla düet yaparak bir şarkıyı seslendirdi ve “Bana Öyle Bakma” adlı bu şarkı, İrem Candar ismini iyiden iyiye hafızlara yerleştirdi. 2012 yılında İskender Paydaş’ın albümünde ve Behzat Ç. Adlı televizyon dizisinde seslendirdiği şarkıların ardından ilk dijital teklisi “Bi’ Şey Olsun” yayımlandı.
İrem Candar’ın “Erik Ağacı” adı verilmiş ilk albümü geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketiyle piyasaya sürüldü. Albümde 9 şarkı var. Tüm şarkıların söz ve müzikleri İrem Candar’a ait. Düzenlemeleri ise İrem Candar ve Gürsel Çelik birlikte yapmış.
Albümde daha önce dijital tekli olarak yayımlanan “Bi’ Şey Olsun” ve “Rüya”nın yanı sıra ilk kez Behzat Ç. Dizisinde duyduğumuz “Yoldan Geçen Adam” da var. Diğer şarkılar ise ilk kez görücüye çıkıyor. Candar’ın şarkılarında kendine has bir dünya var. Az sözle çok şey anlatan, kolay akılda kalan melodik tekrarlara dayanmayan şarkılar yazıyor. Hem çok kırılgan, hem çok güçlü genç bir kadının belli ki kendi hayatından çekip çıkardıkları var bu şarkılarda. Bu yüzden bir tek şarkıyla o dünyaya dâhil olmak kolay olmayabilir. Albümü baştan sona dinledikçe sevmeniz kuvvetle muhtemel. Buna karşın daha ilk şarkıda kulağa çarpan, dikkat çeken en önemli unsur, düzenlemelerdeki ince işçilik. Birçok müzik türünün etrafında dolanıp, hiçbiri bir diğerine ağır basmadan, şarkılardaki dile en uygun tarzı tutturuyor düzenlemeler. Üzerine İrem Candar’ın çok sakin şarkı söyleme stili de eklenince, dinleme keyfi yüksek bir albüm çıkıyor ortaya.
Son yıllarda nasıl oldu, ne olduysa Türkçe’de bazı harflerin telaffuzu değişti malum. İrem Candar’ı dinlerken de yer yer bu yeni stil telaffuzdan nasibinizi alıyorsunuz. “Ş” harfleri tıslayan “s” şeklinde duyuluyor mesela. “Ç” harfleri de ona keza. Sesli harfleri, özellikle “e” ve “a”ları eze eze telaffuz etmek de cabası. Bunu dert etmiyorsanız ne âlâ ama bu stil bana hep küçük kız çocuğu taklidi yaparak konuşan genç kızları anımsatıyor ve ister istemez şarkılarla aramda kurulacak duygusal bağ zedeleniyor.
“Erik Ağacı”, “Nazlı Jazz” ve “Yoldan geçen Adam”, albümü bir kaç dinleyişte favoriler arasına aldıklarım oldu. Albüm künyesinde kim tarafından yapıldığı yazılmamış olsa da, kapaktaki illüstrasyona ve bütünüyle kartonet tasarımına da bayıldığımı söylemeliyim.
İrem Candar’ı şimdiden “dişi Teoman” ilan edenler var. O kadar uzun boylu değil elbette; bir kere Candar, Teoman’a kıyasla çok başka türlü bir şarkı yazarı. Bununla birlikte görünen o ki uzun vadede kalıcı olacak bir müzisyen daha kazandı alternatif pop/rock piyasası. Bir ilk albümle bu fikri yaratmak da az şey olmasa gerek.
(18 Mart 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
İlk albümü “Siyahın Matemi” ile 2000 yılında tanıştığımız Sarp, o günlerde “Nikâh Masası” adlı meşhur Ümit Besen şarkısının “rock” düzenlemesiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Türkiye’de ne “rock” müzik bu kadar popülerdi, ne de eski şarkıları yeniden söylemek. Ardından 2006 yılında “Eski Aşklar” adlı bir albüm daha yaptı ve üçüncü albümü için 2013 yılına kadar bekledi. Bu ikinci uzun arada ise onu bir televizyon dizisi ve filmde oyuncu olarak izledik.
Sarp’ın Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle piyasaya sürülen üçüncü albümü “Çırılçıplak” adını taşıyor. Albümde 10 şarkı ve 1 farklı versiyon var. Bu şarkılardan biri yine bir “cover”. İlk albümünden bu yana “cover”lardan vazgeçmeyen Sarp, bu kez de Ayten Alpman’ın sesinden kulaklarımıza yer eden, sonrasında ise Zerrin Özer, Candan Erçetin, Bülent ve Yonca Lodi tarafından yeniden seslendirilen “Ben Böyleyim”i kullanmış ve hatta albümün çıkış şarkısı yapmış. Bu kadar çok söylenmiş bir şarkıya bir kez daha oynamak neresinden baksanız akıl kârı görünmüyor ve hatta bu çıkış albümü biraz da gölgeliyor. Zira albüm tek bir “cover”a yaslanacak bir albüm değil.
Sarp’ın şarkıları daha ziyade ‘70’ ve ‘80’lerin klasik “rock” şarkılarını sevenleri memnun edecek nitelikte. Bu etkiyi vurgulamak için olsa gerek yer yer gitarların, yer yer de solistin sesi bir takım efektlerden geçirilmiş ki. Sarp’ın vokal tekniğinde önceki albümlere kıyasla hissedilir bir farklılık var. Sesini kırıp döken, çatlatan, kelimelerle oyun oynayan Sarp, bu haliyle Mick Jagger’dan David Coverdale’e dek adeta bir dönemin klasik “rock” solistlerine öykünerek, kendi stilini yaratmış gibi.
Albümde iki şarkıda Türkçe “rock”ın yıllardır sessiz sedasız bir biçimde en etkili isimlerinden biri olmuş Demirhan Baylan’ın imzası var. Daha önce Baylan tarafından da seslendirilen “65 Amerikan” ve “Cennet”, özellikle göndermeli sözleriyle iki sıkı “rock” şarkısı. Albümün sonunda “Cennet”in bir de akustik versiyonu var. Diğer şarkılarda ise Sarp’ın ve eşi Meris Sanin’in imzası var. Düzenlemeleri ise Sarp’ın yanı sıra, albümde birlikte çaldığı grup elemanları Alp Tiner, Özgür Özgüven, Gökçe Dayanç ve Serkan Çalar yapmış.
Diğer şarkılara nispetle ortalama dinleyiciyi daha kolay yakalayacak “Dön Ya Da Pişman Ol”, “distortion” sevenler için “Saklambaç” ve iki Demirhan Baylan parçası albümde ilk dinleyişte öne çıkıyor. Hem melodik yapıları, hem sözleri, hem de düzenlemeleriyle epeyce depresif aşk şarkılarına hayır demeyenlerdenseniz albümde ardı ardına dinleyeceğiniz “Tut Beni”, “Sensiz” ve “Dön N’olur”u sevmemeniz için bir neden yok. Hatta bunların hemen arkasına rahatlıkla “Yalnızsın Yine” ve “Belki de Haklısın”ı da ilave edebilirsiniz.
Can Yazıcı tarafından çekilmiş albüm kapak fotoğraflarının pek profesyonel olduğu söylenemez. Lö Designers tarafından yapılan kapak tasarımı da biraz aceleye gelmiş gibi. Buna karşın albüm kendi kulvarında kendi dinleyicisini yakalayabilecek şarkılarla Türkçe “rock” ortalamasının üzerine çıkmayı haydi haydi başarıyor.
(11 Mart 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Gülnur Gökçe’yi biz ilk kez 4 Yüz grubuyla tanıdık. 2007-2009 yılları arasında “R&B” ve “teenage pop” etkili şarkılarla, hem dans edip hem şarkı söyleyerek, yurt dışında sıklıkla gördüğümüz bir modeli Türkçe pop müziğe adapte eden grup, sonrasında dağıldı ve grubun iki erkek solisti olan İlkay Sipahi ve Onur Kırış ardı ardına yaptıkları solo çalışmalarla müzik piyasasında şanslarını denediler. 4 Yüz’ün iki kızından biri olan Gülnur Gökçe’nin ilk albümü ise geçtiğimiz günlerde Jingle Box Müzik Yapım etiketiyle yayımlandı.
“Porselen Düşler” adını taşıyan bu çalışma, 4 şarkı ve 1 versiyondan oluşan bir mini albüm aslında. Albüme adını veren ve ilk klip şarkısı olarak seçilen “Porselen Düşler”, Ozan Güneysu’nun söz ve müziğini yazdığı bir şarkı. “Terk Et Beni”nin söz ve müziğinde ise Gülnur Gökçe’nin imzası var. Albümde iki versiyonla yer alan “Eşik”in sözleri Gülnur Gökçe’ye, bestesi ise Murat Güneş’e ait. “İlk Gece” adlı şarkı ise Gülnur Gökçe ve Süleyman Yüksel’in ortak bestesi. Düzenlemeleri Temel Zümrüt yapmış. Doksanlardan bu güne dek yaptıkları bütün işlerde Türkçe pop ortalamasının üzerine çıkmayı başarmış Temel Zümrüt ve Süleyman Yüksel, 4 Yüz grubunun da mimarlarıydı. Bu albüme attıkları imza da çok belirgin olarak hissediliyor. Nitekim albümde yer alan 4 şarkı da Batılı bir “sound” üzerine kurulmuş, sıkı pop şarkıları.
Gülnur Gökçe, aldığı tiyatro eğitimini müzik eğitimiyle de pekiştirmiş, güçlü bir sesi olan ve sesinin imkanlarını iyi kullanan bir şarkıcı. Ne ki İngilizce şarkı dinleme ve söylemenin, Mariah Carey, Whitney Houston, Beyonce, Christina Aquilera ve benzeri solistlerden etkilenmenin doğal sonucu olarak, Gökçe’nin Türkçe vurguları zaman zaman aksıyor. Şarkı söylerken yer yer kelimelerin ne anlattığına değil, sesini nasıl kullandığına odaklanıyor ve bu da şarkıların duygusuna zarar veriyor. Bu kusuru giderdiğinde Gülnur Gökçe’nin dinlemelere doyulmayacak bir şarkıcı olmaması için hiçbir sebep yok.
“Eşik”, hem yavaş, hem de hareketli versiyonuyla etkili bir şarkı olarak albümde ön plana çıkıyor. “Terk Et Beni”, ilk dinleyişte kulağa yer eden melodisi ve kıvrak ritmiyle avantajlı. Yukarıda adı geçen şarkıcıların tarzına ve tavrına daha yakın duran “İlk Gece” ve “Porselen Düşler” ise türün meraklıları tarafından ayrı ayrı sevilecek, ezber edilecek şarkılar. Kısacası bu mini albümde boş yok. Belli ki çok özenilmiş, uğraşılmış ve süresi kısa ama etkili bir albüm kotarılmış. Albüm için Fırat Koçak tarafından çekilen fotoğraflarda iddialı ve çarpıcı bir görsellik hedeflenmiş. 1995 yılında yayımlanan ilk ve tek albümü “Uçalım mı?” ile dikkatleri üzerine çeken ama arkasını getirmeyen Çiler Erbil, Gülnur Gökçe’nin bu albümüne grafik tasarımcısı olarak imza atmış. CD kutusunun iç yüzünde kartonetin boş bir beyaz zeminden ibaret olması ise tasarımın kusuru olarak göze çarpıyor.
Su katılmamış pop müzik sevenlerin kayıtsız kalmaması gereken bir albüm bu. Sırf bu nedenle ticari başarısı düşük olacaktır muhtemelen; zira hem içinden alaturka geçmeyen pop müziği pek talep etmiyoruz, hem de yeni sesleri bağrımıza basmak konusunda fazla temkinliyiz milletçe. Buna karşın birilerinin bunu yapması, hatta Gülnur Gökçe’nin albümün tanıtım konserinde giydiği türden bir zırhı kuşanıp yola düşmesi gerekiyor. Neyse ki hem Gökçe’nin müzikal donanımı, hem de arkasındaki ekip bunu yapabilecek güçte.
(4 Mart 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Daha ilk albümüyle farkını hissettirmişti Mabel Matiz. Başka türlü bir müzisyenle karşı karşıyaydık. Şiirlerini müzikleyen bir şair, müziğini şiirleyen bir besteci, şarkılarını söylemeyen, anlatan bir şarkıcıydı. Sesi kadife değildi; aksine teninizi dalan bir kumaş gibiydi. Şarkı sözleri de öyle. Orta halli mahallelerin sıraya girmiş evlerinden, şehrin eteklerine serilmiş güvenlikli sitelerin manzaralı dairelerinden değil, girmemek için yolumuzu değiştirdiğimiz karanlık ve tekinsiz arka sokaklardan sesleniyordu. Bir sokak şarkıcısıydı aslında; durup dinlemedikçe ne söylediğini asla fark edemeyeceğimiz.
Mabel Matiz’in merakla beklediğimiz ikinci albümü “Yaşım Çocuk”, geçtiğimiz günlerde DMC ve Zoom Kurumsal işbirliğiyle yayımlandı.
12 şarkının yer aldığı bu yeni albümde Mabel Matiz yine ağırlıklı olarak kendi şarkılarını söylüyor. Bir şarkıda (Mabel Matiz’in deyimiyle) “Türk popunun ‘punk’ şairi” Mete Özgencil’in de imzası var, bir şarkı ise bir Yıldız Tilbe “cover”ı. Düzenlemeler Can Güngör ve Cihan Murtezaoğlu tarafından yapılmış. Düzenleme, kayıt ve miksaj ilk albüme kıyasla çok daha profesyonel bu defa. Doğrusu albümü ilk kez dinlemeye koyulduğumda bu durum benim için bir soru işaretiydi: Teknik profesyonellik, ilk albümdeki acemi, çok hevesli ve tam da bu sebeplerle hizaya girmemiş o ruha zarar vermiş miydi acaba?..
Evet, ilk albüme kıyasla Mabel’in bu kez daha az savruk, daha derli toplu, hatta uslu şarkı söylediği bir gerçek. Sesi de stüdyoda bir parça daha ‘bas’ tonlanmış. Neyse ki bunlar ilk albümü cazip kılan ve bu yazının ilk paragrafında tarife çalıştığım etkiyi daha az kılmıyor. Yine bilmediğimiz ya da bilsek de bilmezden geldiğimiz hikâyelerin içinden, kemiksiz bir dilin başına buyruk cümleleriyle geçerken, kulaklarımıza ve kalplerimize yer eden; yer etmek ne kelime, adeta “çakılan” melodilerle bir Mabel Matiz farkındalığı daha yaşıyoruz bir albüm boyunca. Şarkıları ilk dinlediğim günden beri favorim değişmedi: “Alaimisema” yüksek enerjisi, muzır melodisiyle dinleyeni hemen kavrayan güler yüzlü bir şarkı. Aynı sebeple “Tanburu Yokuştan”ı da sevmek çok mümkün. Albümde son sırada yer alan ve Mabel’e vokalde Göksel’in eşlik ettiği “Ah Bu Sefer”, Mete Özgencil’in eli değmiş “Zor Değil” ve ilk albüme çok yakın duran “Kerem Gibi” bıçak yarası gibi sızlayan, sızlatan şarkılar. “Krallar”, sadece “huzur isyanda” mottosuyla bile Mabel şarkılarının özeti olabilecek bir açılış yapıyor albüme. Yıldız Tilbe’nin en iyi dönemlerinden “Aşk Yok Olmaktır”, albümde adeta bir Mabel şarkısıymış gibi tınlıyor. “Yıllar Saçlarına” ve “Sefil Çıplak Korkusuz” ise iyi işlenmiş, iyi düzenlenmiş ve çalınmış etkili Mabel şarkıları olarak dikkat çekiyor. Albüme adını veren “Yaşım Çocuk” (kimin değil ki?), “Aldanıyor” ve “Ölü Pantolon”la da bu “şahane çığlık tablosu” (Sezen Aksu ve Edvard Munch’a göndermeyle) tamamlanıyor.
Tıpkı ilk albümdeki gibi yine çok kişiye özel bir kartonet tasarımı (Elif Yemenici tarafından yapılmış) ve fotoğraflarla (Dilan Bozyel imzalı) dinleyiciye sunulan albüm, bu bakımdan da ne kadar özenli bir iş yapıldığı gösterir gibi.
Nazan Öncel başkadır, benzersizdir. Popüler müziğin hem içinde, hem de dışında kalabilmiş, kimi kez neşeli kalabalığın tam orta yerinden, kimi kez kuş uçmaz kervan geçmez bir sokağın kuytu bir köşesinden ses vermiş bir müzisyendir. Bir şarkıda güldürdüğü, başka bir şarkıda süründürdüğü, bir şarkıda mutluluk verirken, bir başkasında öldürdüğü bilinir. Bundan sabıkalıdır. En eğlencelisinden en karamsarına her şarkısının bir derdi vardır o ve o dert hep çok tanıdıktır, ortaktır. Şahittir yaşadıklarımıza; yakın tanıktır. Bu yüzden yeri ayrıdır, ara ara kalkıp gitse, bir müddet geri dönmese de koltuğu hep sıcaktır.
2011 çıkışlı “Hayvan” ve 2012’de piyasaya sürülen “Hayvan’a Remix” albümleri, benim Nazan Öncel’imin kalkıp gittiği albümlerdir mesela. Kalbime dokunmamış, içime sinmemiştir. 2000’lerden sonra yüzünü ana akıma dönmeye başlayan Öncel’in, ‘90’lardaki “Göç”üne, “Sokak Kızı”na, hele hele “Demir Leblebi”sine uzak akrabadır “Yan Yana Fotoğraf Çektirelim”ler, “7’in Bitirdin”ler… Ama en çok “Hayvan” öyledir. Hele hele “Hayvan’a Remix” düpedüz bir yabancılaşma efektidir; hayal kırıklığıdır.
Neyse ki hayli zamandır beklediğimiz haberi geçtiğimiz aylarda Nazan Öncel’in oğlu Serkan Öncel duyurdu Twitter’dan. Nazan Öncel “Göçe Devam” etmeye karar vermişti. ’90 yıllar pop müziğinin tam orta yerine roket gibi düşen “Göç” albümünün devamı geliyordu. Öncel’in en popüler olduğu, çok sayıda “hit”le dillere düştüğü bir dönemde her şeye sırtını çevirip, tamamen akustik, tamamen ‘çemberin dışından’ şarkılarla kotardığı “Göç” sadece müzikalitesi yüksek, sözü ağır ve sarsıcı bir albüm değil, pop müziğin oyuncak zaferlerine, yaldızlı imgelerine indirilmiş okkalı bir tokattı. Onu yapan, pekala bunu da yapabilirdi. Kim bilir belki de tam da bu aralar böylesi bir tokada daha ihtiyacımız vardı.
İşin haber kısmı bu: Nazan Öncel “Göçe Devam” edecek. Gelelim hayal kısmına…
Haberi duyar duymaz kafamdaki dur durak bilmez proje üretme merkezinin voltajı yükseldi. Ve bakın aklıma ne getirdi.
“Göç” albümünün yapıldığı yıllarda alternatif müziğe, kent ozanlarına, popülere sırtını çevirmiş genç şarkı yazarlarına, deneysel işlere filan yabancıydık. O günlerde sözgelimi bir Mabel Matiz çıkıp gelse, Yonca Evcimikleri, Tayfunları, Ozan Orhonları filan buyur ettiğimiz kapıyı Mabel’in suratına kapatabilirdik. Gel zaman git zaman durum değişti. Nazan Öncel ve benzerlerinin açtığı yoldan yürüyen, yürürken de yüksek ihtimal “Göç”den de ilham alan bir dolu müzisyen bugün popülerin baskın gürültüsü içinde sesini duyurabilecek bir alan yarattı kendine. E peki şimdi Nazan Öncel tutsa, gölgesinde onlara da bir yer açıp, “Göç”e onlarla devam etse nasıl olur?
Herkesten bir şarkı istese mesela… “Siz “Göçe Devam” etseniz, nasıl edersiniz?” diye sorsa ve cevabını bir şarkıyla alsa. Mabel Matiz’den Yasemin Mori’ye, Ceylan Ertem’den, Genç Osman’a… Hepsi bir şarkıyla “Göçe Devam”ın izlerini sürse… Sonra onları Nazan Öncel yine kendi müziğinin, sesinin içinden geçirse… Kendi düzenlese, söylese…
Kariyerinin acemi dönemleri hariç, bugüne dek hiç başkalarının yazdığı şarkıları söylememiş bir müzisyen için zorlu bir teklif mi bu?.. Belki öyle. Ama neden olmasın? Bu Öncel için ondan ilham alanları kucaklamak, ondan ilham alanlar için de Öncel’in ellerinden öpmek anlamını taşır. Yani büyüğün küçüğe, küçüğün büyüğe saygı gösterdiği, karşılıklı bir ‘saygı albümü”. Olamaz mı?.. Olabilir!
Düşünüyorum da; böylesi bir proje Nazan Öncel’den başka kimsenin üzerine olmaz sanki. Sakil durur, ya büyük ya da küçük gelir. Ama ona çok yakışır. “Göç”e de.
DİLMENER’İN GÜNLÜĞÜ
Naim Dilmener, kendini müzik eleştirmeni olarak tanımlayanların yüzüne bakmadığı albümleri dinleyiciyle tanıştıran, eleştirileriyle müzik sektörüne yön veren, unuttuğumuz birçok eski şarkı ve şarkıcıyı yazılarıyla hatırlatıp, pop müziğin geçmişini gün ışığına çıkaran, yazdıklarıyla ben dâhil çok kimsenin yolunu aydınlatan, çok önemli bir müzik adamı, bir gazeteci ve yazardır.
Bu, dışarıdan bakarak kurabileceğimiz, özet bir cümle. Onu tanıdığınız zamansa bu cümleye nokta koymakta zorlanabilirsiniz. Yazılarındaki o hem sivri, hem tatlı dilinin, karşılıklı oturup sohbete koyulduğunuzda ne kadar samimi, içten, gerçek ve bir o kadar da müdanasız olduğuna şahit olup, zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız. Saatlerce müzikten, sanattan, politikadan, kısaca her şeyden konuşabileceğiniz, konuşurken sıkılmayacağınız, çok güleceğiniz, çok eğleneceğiz, bu arada çok şeyler de öğreneceğiniz bir adamdır Dilmener.
Yazdıklarına yerden göğe kadar hak verdiğiniz de olur, “Yok artık, o kadar da değil!” diye tepki verdiğiniz de. Ama düşünürsünüz eninde sonunda. Sizi düşündürür, sorgulatır, hiç aklınıza getirmediğinizi gözünüze sokar, ak bildiğinizin kara olduğuna sizi ikna edebilir. Özellikle sosyal medya denilen şey icat olduğundan bu yana hayatlarımıza çektiğimiz koyu renkli, kalın çizgiler var ya hani… En kalını da insanları yazdıkları, söyledikleri üzerinden sınıflandırıp, “Bu bizden, bu bizden değil” diye kategorize etmek, kafamızdaki önyargı kutucuklarının içine hapsetmek. İşte o noktada ezber bozabilen sayılı yazardan biridir o. Sizden mi değil mi ayıramazsınız. Çünkü sahiden hiçbirimizden değildir. Kendindendir çünkü. Sadece kendisidir. Ve size düşen “acaba ne yazmış, niye yazmış”ı merak etmektir.
Naim Dilmener’in ilk okuduğumdan beri kıskandığım, “bunu ben niye düşünemedim?” diye hayıflandığım bir formatı var. Bir müzikal günce tutuyor yıllardır. Gün gün, eline ulaşan ya da satın aldığı albümleri, gittiği konserleri, okuduğu haberleri; velhasıl müziğe dair her şeyi kendi üslubunca kaleme alıyor, içinden geçtiğimiz zamanların bir nevi popüler müzik almanağını çıkarıyor. Bu güncelerin bir kısmı her ay Milliyet Sanat dergisinde okuyucu karşına çıkıyor ama tamamı değil. Bir kısmı da 2006 yılında “Eleştirmenin Günlüğü” adı ile Everest Yayınlarından kitap olarak yayımlanmıştı ama bildiğim kadarıyla o kitap şimdilerde piyasada bulunmuyor.
Gelin bu güzel haberi Naim Dilmener’in kaleminden cümlelerle perçinleyelim:
“2001 yılının hemen başında başladı bir "müzik günlüğü" tutma/yazma telaşım. Amacım, Radikal ya da benzeri bir yerde yayımlanan yazılarımda yer alamayacak fikirlerin/görüşlerin, bir biçimde yazıya aktarılması, satırlara dizilmesiydi. Bir nevi "Benim yazacağım her şey mühimdir" saplantısı; ama bir nevi de, kaynak ve arşiv çabalarına el hareketi çekenlere inat, müziğimizin adımlarını yıl yıl/tarih tarih kayıt altına almaktı.
Aradan geçen uzun yıllar boyunca, bir "müzik günlüğü" tutma iddiamdan uzaklaşmamaya çalıştım. Gün geldi sinema, gün geldi edebiyat, gün geldi her türden popüler kültür gelişmesine de bulaşmadım değil; ama hep asgaride kaldı bütün bunlar. Amaç müziğin gündelik akışını kayıt altına almaktı ve bunu yapabilldiğim iddiasındayım.
Artık Twitter ve benzeri sosyal medya ortamları var. Bu nedenle fikirlerimizi oralarda daha kolay ve daha işlevsel bir şekilde sayıp döküyoruz. Belki de bu ve buna benzer nedenlerle, bir günlük tutma fikri "dinozorca" görülüyor olabilir. Ya da yarın, öbür gün öyle görülebilecektir. Ama "arşiv" takıntılı biri olarak, ben bu günlüklerin toplu bir şekilde yayımlanmasını da çok istedim. Ve evet; bu çağa yaraşır bir biçimde, dijital olarak.
Bu imkanı da Overteam ve Idefix verdi bana; "Eleştirmenin Günlüğü" artık dijital kitap.
Tabii canım; o kadar da "dinozor" değil(miş)im :)”Bu yazı www.sahiplen.com tarafından Yavuz Hakan Tok adına koruma altına alınmıştır. Kaynak gösterilmeden ve izinsiz kullanılması kanunen suç teşkil etmektedir.
İsmiyle maruf, “Tek Kişilik” bir albüm bu. Cem Başak albümdeki bütün şarkılara imza atmış, bütün enstrümanları çalmış, kayıtlardan “mix” aşamasına, kapak tasarımından klibine dek albümü neredeyse tek başına ortaya çıkarmış. Albüm Ecce Müzik Yapım etiketiyle geçtiğimiz günlerde piyasaya sürüldü.
Endüstriyel tasarım ve animasyon alanında bir meslek edinmiş iken, bir yandan müzikle haşır neşir olmaya devam eden Cem Başak, gitar çalarak başladığı yolculuğunu çeşitli gruplarda çalarak sürdürmüş, sonra şarkı söylemeye ve kendi şarkılarını yazmaya başlamış. Bu kısaca özetlenmiş hikâye bile onun müziğe ne denli gönül verdiğini ortaya koymaya yetiyor aslında. Bu işi şöhret olma, hayran kazanma hevesiyle değil, kafasında ve gönlündeki müziği çalıp söyleme derdiyle yaptığı çok açık. Hem müziği, hem de tavrı bunu hissettiriyor.
‘90’larda Mor ve Ötesi (baş harflerini küçük yazmayı inatla reddediyorum, evet), Şebnem Ferah, Teoman, Duman gibi örneklerle suyu çıkmadan/çıkarılmadan ana akıma girmeye başlayan Türkçe “rock” müziğin bugün içine düştüğü durum ortada. Artık ne kadar iyisi varsa bir o kadar da (hatta daha fazla) kötüsü var bu müziğin kulağımıza yerli yersiz çarpan. Hal böyleyken “rock” müzik kültüründen nasibini almamış, bu müziği dinleyerek büyümemiş bir kuşak için neyin doğru neyin yanlış, neyin aslında “rock” ve neyin değil olduğunu ayırt etmek pek mümkün değil. Bilen birilerinin işaret etmesi gerekiyor belki de; kafası karışık dinleyici için yön tayin etmesi ama bu karmaşada o da pek kolay değil. Çünkü sektörde fırsat eşitliği yok. Ne radyolar, ne televizyonların müzik kanalları ne de bizzat sektörün kendisi iyiden, doğrudan yana.
Didaktik olma pahasına bütün bunları neden yazdım; çünkü Cem Başak’ın albümü müzikal kriterler açısından bakıldığında “rock” müzik kulvarında dosdoğru duran, eli yüzü düzgün bir albüm. Ama dinleyici cephesinde bunun ne kadar hakkı verilir, işte onu kestirmek çok zor. Su katılmamış “rock” dinleyicisi için albümdeki her şey pek ala ama alaturka-arabesk sos sevenler “Tek Kişilik”te kendilerini memnun edecek bir şarkı bulamayacaklar.
Genellikle aşk teması üzerinden yürüyen şarkı sözlerindeki edebi dil, bazı şarkılarda sorgu sual etmekten, içinde yaşarken düşünemediklerimizi düşündürmekten de geri kalmıyor. Albümün de ismi olan “Tek Kişilik” adlı şarkıdaki soru cümlesi (“Etrafına bak, neden kimse mutlu değil?”) boşuna kurulmamış. Ya da “Bir Tek Engel”deki “Teslim olup bir hayale, başka bedende yaşamayı, kendine yabancılaşmayı öğrendik,” diyen adamın belli ki bir bildiği var. Bu küçük doneler kadar, içinden “kahır, elem, keder, efkâr, yar, beden, ten, nefes, sıcak” kelimeleri geçmeden ifade edilebilen âşık olma hallerinin şarkılara dökülüşü de ferahlık verici. Melodik yapılar sağlam, düzenlemeler de ona keza; belki yer yer bazı şarkıların istediğinden daha sert ve gürültülü ama albümü tek başına kotaran Cem Başak’ın bunu özellikle tercih ettiği de ortada. Yoksa “Sadece Sen” gibi, “Yaşamaksa” gibi bazı şarkılar daha sakin ve akustik versiyonları da pekala kaldırırmış.
Bir yaz gecesi kumsalda ateş başında söylenecek şarkılar rafına rahatlıkla kaldırabileceğiniz “Kaş’ta”nın albümde en ısınamadığım şarkı olduğunu da söylemeliyim. “Akdeniz Akşamları”ndan yeterince çektik; bir yenisine daha ihtiyacımız olduğunu hiç mi hiç düşünmüyorum.Her ne kadar kendisi öncelikle gitarist olduğunu vurgulasa da, şu sıralar duyduğumuz birçok “rock” şarkıcısından daha iyi şarkı söylüyor Cem Başak. En azından doğru vurgular kullanıyor, şarkı sözlerinde anlam kayması yaratmıyor, duygusunu dinleyene geçiriyor. Buna karşın stüdyoda yer yer zorlanmış olsa gerek ki bazı şarkılarda teknik müdahaleler yapılmış. Mesela “Tek Kişilik”te belirgin düzeltmeler, kes-yapıştırlar var. “Yarım Adam”da sesinin bir filtreden geçirildiği yine belirgin şekilde hissediliyor. Bu zamanda büyük kusur değil belki ama yine de böylesi rötuşlar ister istemez kulağa takılıyor.
Cem Başak kartonet tasarımını da kendisi yapmış; künyeye yazılmamışsa da bunu biliyoruz ama fotoğrafları kim çekmiş onu bilemiyoruz. Daha ilk bakışta iç kapak ve kitapçıktaki örme kasketli fotoğraflar keşke hiç kullanılmasaymış diye düşündüm ister istemez. Kliplerde ve albüm kapağında gördüğümüz Cem Başak’ın o fotoğraflardaki “Almanya’dan gelen “rap”çi çocuk”la ilgisi yok çünkü.
“Hadi üç beş kişi toplanalım, bir grup kuralım da “rock” müzik yapalım, meşhur olalım” devrinde “Hadi artık bir albüm yapayım da yıllardır biriktirdiklerimi dökeyim, müziğimi duyurayım” demek ve kolları sıvamak kolay değil. Sadece bu nedenle bile Cem Başak’ın şarkılarına kulak vermenizi öneririm.
ERDEM TEKELİ – “HAYAT MEMAT”
Yukarıdaki yazının son paragrafındaki önermenin gerekçesini aklınızda tutun. Çünkü orada yazılanlar, Erdem Tekeli’nin ilk albümü “Hayat Memat” için de geçerli. O da tıpkı Cem Başak gibi kendini değil, müziğini sunma derdinde zira. Bundandır ki gayet yakışıklı bir genç adam olmasına karşın albüm kartonetine fotoğraflarını koymamış, klibinde sadece şöyle bir görünmekle yetinmiş. Bunu onaylıyor değilim; bu derece görünmez olmak, müziğini kimliksiz, yüzsüz bırakmak riskini de taşıyor çünkü. Yine de bu tavrı ve cesareti önemsiyorum.
“Hayat Memat” geçtiğimiz günlerde Noiseist etiketiyle yayımlandı. Noiseist hem kendi etiketiyle albüm yayımlayan bir yapım firması, hem de birçok albümün kayıt, “mix” ve “mastering” aşamalarının kotarıldığı bir müzik stüdyosu. Sektörden teyit edilmiş bir bilgidir ki Noiseist stüdyosundan kötü iş çıkmaz ve bu fikrin oluşmasında özellikle Noiseist’in demirbaşı Çağan Tunalı’nın payı büyüktür. Nitekim Erdem Tekeli de albümünün kayıtlarını Çağan Tunalı ve Burak Serter’e emanet etmiş ve dahası Tunalı, “Hayat Memat”a prodüktör olarak da imza atmış.
Bu ön bilgi, ister istemez albümü dinlemeden önce neyle karşılaşacağımız konusunda bir fikir veriyor. Gerçekten de tertemiz kayıtları, parlak gitar ve davul “sound”ları ile yurt dışındaki emsallerini aratmayan bir “rock” albümü bu. Aynı şey müzikal bütünlüğü için de geçerli. Türk usulü “rock” değil, düpedüz Türkçe “rock” bu dinlediğimiz. Epeyce sert; bundandır ki ortalamadan ziyade meraklısına hitap ediyor.
Albümün ilk klip şarkısı olarak seçilen “Soluk”, bana sorarsanız da 8 şarkı arasında en etkili olanı. “Platonik” ve “Aslında” aşkın karanlık yüzünü kurcalayan, ilk dinleyişte dikkat çeken şarkılar. “Tekrarlar Hayat” ve “Çalış” şarkı sözlerinde anlatılanlarla birbirini tamamlayan, soru sorduran, kafa yoran iki şarkı. Hayat dediğimiz şey aslında sadece bir boşa döngü mü?.. Ve biz onun içerisinde dönüp dururken; çalıştığımızı, yetiştiğimizi, yakaladığımızı zannederken, aslında tekrarlayan hayata şahit olmaktan başka bir şey yapmıyor muyuz?.. İkisinin hemen arkasından “Parantez”i de dinlemenizi öneririm. Hem parantezin içinde ne var, onu düşünmek, hem de melodik yapısıyla albümün en akılda kalıcı şarkılarından birine kulak vermek için.
Albümün nispeten daha az sevdiğim şarkıları ise “Uzak” ve “Teninin Altında” oldu. Her ikisi de düzenlemelerin ve icraların gücüyle en az diğer şarkılar kadar sağlam duruyorlar ama sözel ve müzikal anlamda diğerlerinden daha orta halli geliyorlar kulağa.
Erdem Tekeli, şarkı yazarlığı kadar şarkıcılığıyla da dikkat çekiyor bu ilk albümünde. Alaturka gırtlak nağmelerine, kafa seslerine ya da baştan ayağa “brutal”e yaslanmış vokal teknikleri, İngiliz telaffuzuyla Türkçe şarkı söyleme, kelimelere gereksiz vurgular, uzatmalarla eziyet etme gibi yaygın eğilimlere sırtını dönmüş, doğru düzgün Türkçe şarkı söyleyen, yeri geldiğinde sertleşip, yeri geldiğinde sakinleşen, ölçülü, kontrollü bir solist dinliyoruz albüm boyunca. Doğrusu bu olmalıyken, doğruyu o kadar az duyuyor ki kulaklarımız son zamanlarda, bunun altını özellikle çizmek gerekiyor.
Yine başa döneceğim belki ama, ne bu albümdeki şarkılar, ne çekilen klip, ne de albümün iddiasız kapak resmiyle müzik market rafındaki duruşu Erdem Tekeli’ye kısa vadede popülerlik ya da en azından dikkat çekme vaat ediyor. Burada bir kasıt var elbette. Bilinen bütün formüllere sırt çevrilmiş ve başta da söylediğim gibi bu, bile isteye yapılmış. O vakit “rock” müziğinin bu halini (orijinal halini mi demeliyim, ne demeliyim) sevenlere düşüyor iş. İyiyi her zaman uzakta aramamalı. Memlekette de pekala böyle işler yapılabiliyor işte. Dinlemek, keşfetmek lazım.
CAN BONOMO – “AŞKTAN VE GARİPLİKTEN”
Eurovision olmasaydı, Can Bonomo müzik piyasasında alternatif bir müzisyen olarak kalacak ve belki de hiçbir zaman geniş kitlelere adını duyuramayacaktı. Bu delibozuk yarışma yıllar sonra memleket müziğine böyle bir fayda sağladı. Sonucu ne olursa olsun, Can Bonomo’nun henüz yolun çok başında iken oraya gitmesi, bu ‘görevi’ üstlenmesi ona hem de kolay kolay yaşayamayacağı büyük bir tecrübe kazandırdı, hem de ülkede adının duyulmasını çok ama çok hızlandırdı. Hepimiz gördük ki ilk albümü yayımlanalı neredeyse bir yıl olmak üzereyken albüm tekrar müzik market raflarına çıktı, listelerde yükseldi, klipleri “hit” aldı.
Kendisini “Team Bonomo” olarak adlandırmış Can Bonomo ekibinin, Eurovision sürecinde bir takım taktik hatalar yaptığını düşünüyorum. Bunların başında da o günlerde piyasaya çıkan “Ali Baba” teklisi geliyor. Eurovision şarkısı bu kadar prim yapmış iken, spesifik, üstelik “cover” bir şarkının satışa sunulması yanlış karardı. “Love Me Back”in Türkiye’de tekli olarak satışa sunulmamış olması da öyle. “Ali Baba” olsa olsa o teklinin içinde yer alabilirdi.
Yarışma sürecinde TRT ekibiyle yaşanan gerilim ve çıkan krizin iyi yönetilememesi de Bonomo’nun lehinde haberler olarak yansımadı buralara. Kimin haklı, kimin haksız olduğu önemli değildi (ki oradaydım, biliyorum aslında); ortaya çıkan tablo her iki taraf için de göze hoş görünmüyordu. Ve elbette çıkacak albüm ile yarışmanın arası bu kadar açılmamalı, iyi ya da kötü, esen rüzgârın etkisi kaçırılmamalıydı.
Ben Bonomo’nun o çok kendine has şarkılarını, o şarkıların çetrefilli trafiklerini, şaşırtıcı iniş çıkışlarını, zengin melodik yapılarını ve esprili, zeki, yer yer tekerlemeli, sözünü dolandıra dolandıra söyleyen şarkı sözlerini sevenlerdenim. Bir de buna Can Saban’ın klişelere saplanıp kalmayan, türler arasında özgürce dolaşmaktan, denemekten çekinmeyen düzenlemeleri eklenince ortaya çok nevi şahsına münhasır bir Can Bonomo stili çıktığını düşünüyorum ve bu neden bile tek başına Bonomo müziğini ilginç ve takip edilesi kılıyor. İlk albüm bu anlamda bir yenilik, bir farkılıktı ve peşinde koşmaya değerdi. Eurovision macerası da ona keza. Nitekim ben Bonomo’nun o yarışmada olmasını çok doğru buldum ve çok da destekledim.
Şimdi ise elimizde ikinci albüm var. Adı “Aşktan ve Gariplikten”. We Play etiketiyle yayımlanan bu ikinci albüm de birincinin izinden gidiyor. Şarkılar yine Bonomo’ya ait. Düzenlemeleri ise Can Saban (bazı şarkılarda Emre Kula ve Ali Rıza Şahenk ile birlikte) yapmış.
Ve aynı yoldan yürüyor Bonomo. Sadece bu kez daha profesyonel. Daha kendinden emin ve rahat çalışmış gibi; hem şarkı yazarken, hem de stüdyoda şarkıları düzenlenir, kaydedilirken. İlk albümde sevdiğim ve bir önceki paragrafta bahsettiğim her şey bu albümde de var. Sanırım buraya kadar okuyan herkes şimdi bir “ama…” bekliyor. Evet, bir “ama…” var; hatta bir değil, birkaç “ama…” var.
Herhangi bir şarkısını duyduğunuzda “Evet bu Bonomo şarkısı” diyebilmeniz çok mümkün. Çok karakteristik özellikleri var çünkü müziğinin. Kullandığı kelimelerden, bulduğu melodilere ve de şarkı söyleyişine dek bir yandan kişilikli, ama bir yandan da tekrara düşme, kendini yineleme riski yüksek bir stil bu. İlk dinleyişte cazip gelen, zamanla dinleyeni yorabilen bir ‘kendi olma’ hali. Nitekim bu albümde duyduğunuz melodilerin bir kısmı hem birbirlerine, hem de ilk albümdeki şarkılara yakın akraba. (Mesela “Başkan” ve “Defol”un “A” kısımları çok yakın yerlerden yürüyor.) Bu da dinleyende yer yer kafa karışıklığı yaratmıyor değil.
Aynı şey Bonomo’nun şarkı söyleme stili için de geçerli. Evet, ilk albümde sevdik, orijinal bulduk ve hoşumuza da gitti ama ben hâlâ onun şarkılarını dinlerken sözleri anlayabilmek için kartonete bakmak zorunda kalıyorum. Şarkılarda bu kadar kelime cambazlığı yapıyorken, onları bu kadar anlaşılması zor bir biçimde seslendirmek bir yerden sonra sevimli gelmeyebiliyor kulağa. Artık biraz artikülasyon çalışmanın zamanı gelmiş olabilir Bonomo için (onları biraz tanıdıysam, bu son cümle epeyce makara konusu olacaktır Team Bonomo cephesinde ama olsun; en azından illüminati geyiğinden daha gerçekçi.)Bütün bunları görmezden gelirseniz ve de ilk albümü benim gibi sevenlerdenseniz, elinizdeki albümden memnun kalmamanız için bir sebep yok. Albüme çok güçlü bir açılış yapan “Başkan” ilk favoriniz olabilir mesela. Adından anlaşıldığı üzere, bir efkar dağıtma şarkısı olarak listeye alabileceğiniz “Derda (Koy Bi’ Rakı Şişeden)” ve eğlenceli bir “ska” olan ve bu defa rakıyı maşrapadan içmeyi öneren “Maşrapa” neşenizi bulmanıza yardımcı olabilir. Albümün en bayıldığım şarkısı olan “Olmaz Sensiz”in eski stil “rock’n roll” tadına bakmadan geçmeyin mesela.
‘70’li yıllar Cem Karaca şarkılarını seviyorsanız “Min-el Aşk ve Min-el Garaib”i “playlist”te başa koyun. “Veysel”i de hemen arkasına ki Anadolu-pop ruhuna selam olsun. Politik söylemi ve kara mizahı tercih ederseniz “Haberler İyi Paşam”da tekrara geçin. “Abla”nın “A” kısmını dinlerken bir parça Duman’ın “Sor Bana Pişman mıyım?”ının nakaratını anımsayabilirsiniz. Ben baktım; 8 mezuru geçmiyor, rahat olun. “Son”u ben çok sevdim; muhtemelen siz de seversiniz. Bonomo’nun menajeri, “küçük kız kardeşi ve de ablası” Ece Çelebioğlu’na ithaf ettiği “Basması Pembe”yi de eğlenceli bulmanız muhtemeldir. Alternatif bir doğum günü şarkısı olarak “İyi ki Doğdun”u dinleyebilir, hatta doğum günü ortamlarında kullanabilirsiniz, sözlerin aslında ne anlattığına çok da takmazsanız kafayı.
“Ali Baba”yı Bonomo’ya çok yakıştırmakla beraber (ki onun da bir Sadri Alışık takıntısı olduğunu en çok Eurovision sahnesindeki Turist Ömer selamından hatırlarsınız), bu şarkının albüme bir şey kattığını düşünmüyorum. Onun yerinde Alışık’ın zamanında plak yaptığı “Tophane Rıhtımı” olsaydı şayet, fikrim tamamen değişebilirdi, o ayrı.
Velhasıl bütünde, her şarkıdan ayrı keyif duyabileceğiniz, iyi bir Bonomo albümü bu. Ama yukarıda sıraladığım çekinceler benzer bir üçüncü albümünden aynı derecede hoşnut kalmamı engelleyebilir. Beni engellesin ne gam ama dinleyiciyi de sıkabilir. Bunu dışında her şey yerli yerinde. Belirtmeden geçemeyeceğim; kapak tasarımı, fotoğraflar ve kompozisyon başından sonuna gayet bütünlüklü ve şık bir görsellikle albüme büyük katkı sağlıyor. Bunun için de Emrah Kavlak, Merve Bolulu, Hatice Gökçe ve bizzat Bonomo’nun kendisini tebrik etmek lazım. Onu ilk tanıdığımızdan beri görmekte olduğumuz kendine has giyim tarzını bu kadar kısa sürede (ama kasıtlı ama değil) alamet-i farika haline getirmek ciddi bir başarı, onun da altını çizeyim.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.