(Milliyet Sanat dergisi Ağustos 2013 sayısında ve 12 Ağustos 2013 tarihli Milliyet gazetesi Cadde ekinde yayımlanmıştır.)
Düşünün ki ne Twitter var, ne Facebook… Bırakın sosyal medyayı, internetle bile tanışmamışız daha. ‘Viral’ diye bir reklam anlayışı da girmemiş lügatimize haliyle. Müziği kasetlerden dinliyoruz; bir de dönemin en süper teknolojisi, en yeni oyuncaklarımız olan özel radyolardan, televizyonlardan... Sonra günün birinde bir video klip düşüyor ekranlara. Klipteki şarkıcının adı bir acayip; müziği ve dahi fiziği de… Ama en acayibi, klip boyunca nedeni belirsiz bir şekilde, şuursuzca koşuyor olması. Peşinden kovalayan mı var, o mu birini kovalıyor anlaşılamıyor ama üç gün geçmiyor, tüm memleket bu ‘koşan adam’ı konuşur oluyor. Haliyle, aslında şöhrete koştuğuna kanaat getiriyoruz. Öyle de oluyor. “Kim bu Mirkelam?” sorusu, peşi sıra pek de iyi yönetilemeyen ve ilk etkiyi aynı güçle sürdüremeyen bir süreç içerisinde cevabını buluyor.
Soner Arıca’yı sahnede ilk kez ‘90’ların bir yerlerinde Açık Hava Tiyatrosunda yapılmış Yılmaz Zafer yararına bir gecede izlemiştim. Bir dolu şarkıcının katıldığı o gecede Arıca’nın sahneye çıktığı dakikalar benim için çay molasıydı aslına bakarsanız. “Mankendi, şarkıcı oldu işte; kendi çapında bir şeyler yapıyor,” gibi bir önyargım vardı çünkü. O ara herkes popçu oluyordu zaten. O da gelir geçerdi. Ama o gece sahnede tek bir şarkıyla izlediğim adam, enteresan bir şekilde etkiledi beni. Sahnede çok iyi duruyordu. O gece sahneye çıkan nice şarkıcıdan daha iyi duruyor, sahneye yakışıyor, sahneyi dolduruyordu. Niyeti de ciddiydi belli ki; müziği enikonu iş edinmişti. Yazdım bunu bir kenara ve o günden sonra Soner Arıca albümlerine daha fazla ilgi göstermeye başladım.
Enteresan bir müziği vardır Rafet El Roman’ın. Bazen sever, bazen ‘gıcık’ olursunuz. Ortası yok gibidir. Şahane melodiler yakalar, vasat sözler yazar, Alman aranjör destekli düzenlemeleri şarkılarını klasik Avrupa popuna (yetmişli yıllar Fransız, Alman, İtalyan şarkıları) yaklaştırır; tam kulağınıza hoş gelmeye başlamışken, o bir türlü düzeltemediği Alman aksanlı Türkçesi tadınızı kaçırır. Onu ilk tanıdığımız 1995 yılından beri böyle bu. Yani en azından benim için böyle. İlk albümündeki “Seni Seviyorum”lar, “Şu Hayatta”lar çok sempatik gelmişti mesela. Ardından macera dolu “Amerika”sını duyunca bizimle kafa geçtiğini düşündüm. 1996’da Ajda’ya verdiği “Bilsen Sevgilim”, birçok Ajda şarkısından daha çok Ajda şarkısı gibi geldi kulağıma. “Son Mektup”a, “Hanımeli”ne bayıldım. Aşkın Nur Yengi’ye eteklerini tuta tuta o pek sevdiği Latin danslarını yapma imkânı veren “Peşindeyim”i demode buldum. “Yalancı Şahidim” gibi şahane bir şarkıyla aynı albümde “Kumral Bomba“yı söyleyip, İsmail YK’lığa göz kırpmasına anlam veremedim.
2005’ten bugüne kadar gelen süreçte ise sanki başka bir kitlenin peşinde koşmaya başladı. Şarkılarının arabesk dozu gözle görülür biçimde arttı, şarkı sözleri vasatın iyice altında seyretmeye başladı ve galiba benim Rafet El Roman müziğine sempatim de bu dönem de azaldı. Hele geçen senenin en sevilen şarkılarından biri oluveren “Senden Sonra”, pek fenaydı. ‘Rafet iyiden iyiye Yıldız Tilbe’ye bağladı’ bile demişliğim vardır şarkıyı ilk duyduğumda. Yanlış olmasın, şarkıyı ve bu tarzı sevenlere bir sözüm yok; sadece tıpkı Yıldız Tilbe’den beklediğim gibi Rafet El Roman’dan da, en azından daha önce yaptıklarına hürmeten daha iyi şeyler duymayı bekliyordum.
Rafet El Roman’ın yeni albümü “Yadigâr”, geçtiğimiz günlerde Emre Plak etiketiyle piyasaya çıktı ve ne yalan söyleyeyim, uzun süre sonra nihayet beklediğim gibi bir Rafet albümü dinlerken buldum kendimi. Ve sevindim.
Bir kere tamamen kendi bestelerine yaslanmamış, önceki albümlerinde de zaman zaman birlikte çalıştığı söz yazarı ve bestecilerden bu defa daha fazla yararlanmış. Üstelik bunlar adlarını Türk müzik piyasasında çok sık duyduğumuz isimler değil. Yani El Roman’ın aranjöründen bestecisine, zaman içerisinde yarattığı kendine özel çevre, bu albümün altındaki itici güç olmuş.
Bununla beraber albümle ilgili yayılan ilk haber Rafet El Roman’ın “Yadigar” şarkısını Almanya’da yaşayan müzisyen Kerim Büyükarslan’dan 100 bin TL karşılığı satın aldığı oldu. İster istemez Rafet’in de artık İbrahim Tatlıses misali manevralarla albüm kotarmaya başladığını düşündüm. Yani kalpten değil, cepten harcayarak da çok satacak, çok tutacak albüm yapmak mümkündü. Haber doğrudur, yanlıştır, reklamdır, değildir orasını bilemem. Ama dinledim ve kabul ettim ki “Yadigâr” kolay akılda kalan, şeker şurup bir şarkı, bir yazlık “hit”. Albümü güzel açıyor ve bu tarzı severek dinleyenlerin kulak kesilmesini sağlıyor. Sonrası da çorap söküğü gibi geliyor zaten.
Gökhan Güneş’in 2012 yılında yayımlanan “Bunun Adı Aşk” albümünde yer alan, söz ve müziği kendisine ait “Kalbine Sürgün”, Güneş’i internet üzerinden keşfedenlerin sevdiği bir şarkı olmasına rağmen o dönemde yeterince dolaşıma girmemişti. Rafet El Roman bir uyanıklık edip şarkıyı almış ve bu albüm için Azeri şarkıcı Ezo ile düet yaparak söylemiş. Ve şarkı buradan yol aldı, şu sıralar ciddi ciddi “hit” oldu. Yani daha ikinci şarkıda ikinci golün atıldığına şahit oluyoruz. Sesi ve stili bir parça Şebnem Ferah’ı andıran Ezo da, bu şarkının gücüyle yıldızını parlatmış görünüyor. Tabii “ben seni şok sevdim” yerine “ben seni çok sevdim” diyebilseymiş tadından yenmezmiş, o ayrı. (Şarkıyı Şebnem söylese, muhtemelen o da “şok” derdi, o da ayrı.)
Sonrasında bakıyoruz ki turnayı bir kez daha gözünden vurup, bu defa da bir Barış Manço şarkısını yeniden söylemiş Rafet El Roman. Hani onca Barış Manço şarkısı arasında en çok hangisi Rafet El Roman’a yakışır diye sorsalar aklıma ilk bu şarkı gelir miydi, onu bilemiyorum ama, ancak bu kadar yakıştırabilirmiş kendine. Şarkıdan ince ince esen arabesk esintisi, sözleri filan sanki 2010’lu yıllarda Rafet El Roman söylesin diye düşünülüp yazılmış gibi. ‘90’larda söylese olmazdı; ama şimdi olmuş. Şarkıyı zaten severdim, Muazzez Ersoy söyleyince bile sevmiştim ki bu versiyon çok daha iyi.
Bir de unutmadan, şarkının bu yakınlarda Nazlı tarafından da yeniden seslendirilmesi ve o versiyonun yok yere güme gitmesi de bir “cover” piştisinin doğal cilvesi oldu. Tıpkı geçenlerde şahit olduğumuz “Sultan Süleyman” vakası gibi. Bana sormayın, sorarsanız şarkının Erdem Kınay aranjesiyle epeyce hareketlenmiş Nazlı versiyonuna pek bayılmadığımı söylerim; hem Nazlı’ya hem de Nazlı’ya destek için klipte de oynayan Doğukan Manço’ya ayıp olur.
Albümde sözü müziği Rafet El Roman’a olan tek yeni şarkı “Ayrılık”, bildik El Roman romantizmine davetiye çıkarıyor. Davete icabet edip etmemek size kalmış. Peşi sıra ise bir Ender Gündüzlü düeti ile çıkıyor karşımıza Rafet. Şarkının adı “Körü Körüne”, sözleri Hakkı Yalçın ve Ender Gündüzlü’ye, bestesi ise Ender Gündüzlü ve Can Sanıbelli’ye ait. Rafet El Roman diskografisine daha önce “Sürgün”, “Yalancı Şahidim” ve “Bana Sen Lazımsın” gibi dikkat çekici şarkılar kazandırmış Ender Gündüzlü, 2008 yılında “Enderin” adını verdiği bir de solo albüm yapmıştı. İyi bir albümdü ama yeterince duyurulamadı. “Körü Körüne” Batı müziği normlarında, yavaş tempolu düet şarkıları sevenlerin ilgisiz kalmayacağını düşündüğüm bir şarkı. Çekilecek bir kliple alır yürür gibi. Sanırım bu şarkı Gündüzlü için de bu kez doğru bir çıkışa kapı açabilir.
Sırada söz ve müziği Çiğdem Şatıroğlu’na ait olan “Yollar” var. İzmirli müzisyen Çiğdem Şatıroğlu da Rafet El Roman’la tıpkı Ezo gibi, Müzik Benim Hayatım projesi sayesinde tanışmış. 2010 yılında Rafet El Roman’ın başlattığı bu projede bugüne dek adını duyurma fırsatı yakalayamamış genç müzisyenler, projeyle aynı adı taşıyan internet sitesine şarkılarını yüklemek suretiyle seslerini ve bestelerini kitlelerle paylaşabiliyorlardı. Rafet El Roman bu gençlerden 10 tanesini ortak bir proje albümünde buluşturacaktı. İşte Çiğdem Şatıroğlu da onlardan biriymiş ve hatta “Yollar”ı, o albüm için Rafet’le düet yaparak seslendirmiş. Ancak şarkıyı çok beğenen El Roman, karar değiştirerek kendi albümüne almış. Şarkı sadece bu albümün iyi şarkılarından biri olmakla kalmıyor, Çiğdem Şatıroğlu ismini bundan sonra sıklıkla duyacağımızın da sinyallerini veriyor.
“Mümkün Değil”, Azeri besteci Hüseyin Abdullayev’e ait bir şarkı. Şarkı Azerbaycan’da, üç erkek solistten oluşan Şeron adlı popüler bir vokal grubu tarafından seslendirilmiş ve epeyce de sevilmiş. Rafet El Roman şarkının sözlerini Azerbaycan Türkçesinden birebir adapte etmiş. Sezar’ın hakkı Sezar’a, bu şarkı da Rafet’e cuk oturmuş. Albümün en iyi şarkısı değil belki ama diğerlerinin arasında yabancı da durmuyor.
Hemen ardından gelen “Kumsaldaki İzler” ise ‘60’lı yıllarda hem Juanito hem de Selçuk Ural tarafından seslendirilmiş bir aranjman klasiği. Sözleri Fecri Ebcioğlu tarafından yazılmış şarkı, Rafet El Roman’ın zaten alışık olduğumuz eski stil Avrupalı pop müzik stilinin altını bir kere de “cover” kalemiyle çiziyor. Hiç öyle ‘modernize edelim, bugüne uyduralım, coşturalım’ kaygısına girmeden, gayet ‘60’lar tadında bir düzenleme yapılmış ve böyle yapıldığı iyi de olmuş. Aynı şeyi bir Ayten Alpman “cover”ı olan “İstersen” için de söyleyebilmek mümkün. “İstersen” bir ‘70’li yıllar şarkısı ve “sound” bu defa o yılların havalarından çalıyor. Bir kez daha yinelemek zorundayım ki Rafet El Roman bu şarkıyı da kendine çok yakıştırmış. Yani yukarıda bir yerde bahsini geçirdiğim, ‘doğru şarkı seçiminde İbrahim Tatlıses pratiği’ sahiden işe yaramış gözüküyor. Bu şarkının bu haliyle bir Rafet El Roman romantik “hit”ine dönüşmemesi için hiçbir sebep yok.
“Kumsaldaki İzler” ve “İstersen”in arasında ise Rafet kendi kendini “cover”lamış ve ilk albümünden “Leyla”yı yeniden söylemiş. Bu vesileyle şarkının 1995 versiyonunu da açıp dinledim ve Rafet El Roman’ın “Türkçemi bayağı düzelttim,” tezine ne kadar katılmadığımı bir kere daha tasdik etmiş oldum. Ses biraz kalınlaşmış, olgunlaşmış, hepsi bu. Yeni düzenleme ve özellikle de Göksun Çavdar’ın muzır klarnet solosu çok şahane, onu da ayrıca söylemek lazım.
Yeri gelmişken albümde bütün düzenlemeler Alman müzisyen Steffen Müller tarafından yapılmış. Rafet El Roman uzun süredir onunla birlikte çalışıyor ve belli ki hem Batı, hem Türk müziğine hâkim Müller, her defasında tamamen El Roman’a özgü bir iş çıkarıyor. Bu albümde de öyle olmuş. Her şey çok dozunda ve abartısız ki ayılıp bayıldığımız birçok Türk aranjörün en büyük kusuru da bu abartı meselesi zaten. Ben Rafet olsam, ben de Müller’den şaşmazdım sanırım.
Murat Çiftçi tarafından çekilen fotoğrafların ve Emel Yavuz imzalı kartonet tasarımının göze gayet hoş göründüğünü de eklemeliyim. Yeşil tonlarının hâkim olduğu tasarım, albüme şık bir görsel bütünlük sağlamış.
Sözün özü; Rafet El Roman’ı zaten severek dinleyenler daha da çok sevecektir, orası kesin. Benim gibi ara sıra ‘gıcık’ olanlarsa bu albümlük memnun kalabilir. Yok, eğer bütün bütüne önyargılıysanız, zaten bu yazıyı buraya kadar okumamışsınızdır nasılsa.
(29 Temmuz 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Okullu değil, alaylı bir oyuncu ve müzisyen Ayça Zeynep Aydın. Reklam filmleri ve birkaç televizyon dizisi sonrası, kendini bildi bileli yazdığı şarkıları bir albümle dinleyiciye sunmaya karar vermiş. Murat Matthew Erdem’le birlikte çalışmaya başlamış ve bu süreçte Tarkan ve Özkan Uğur’dan da destek görmüş. Albüm tamamlandığında Ayça Zeynep Aydın Japoncada “iyiye, güzele doğru giden”, Arapçada ise “yüzde yüz” anlamına gelen Miya adını almış. Miya’nın ilk albümü “Uzaklaşmalıyım”, geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketiyle yayımlandı.
Yakın bir zamanda yazdıklarımı çürütmek pahasına kabul etmeliyim ki, enine boyuna bir müzik deneyimi edinmemiş, bugüne dek şu veya bu şekilde müzik sektörünün içinde dirsek çürütmemiş bir isim olmasına karşın, Miya son derece profesyonel bir ilk albümle karşımıza çıkıyor. Bu her bakımdan böyle… Hem çok iyi bir şarkı yazarı ve şarkıcıyla tanışıyor, hem de gerek müzikal, gerekse teknik açıdan standartların epeyce üzerinde bir albüm dinliyoruz çünkü. Şaşırtıcı derecede iyi, hatta kusursuz.
Albümde tamamı Miya tarafından yazılmış 10 şarkı var. Murat Matthew Erdem bu şarkılardan birinin sözlerine, bir diğerinin ise müziğine katkıda bulunmuş. Erdem ayrıca 9 şarkının da düzenlemesine imza atmış (iki şarkıda Miya ile ortak.) Albümde bir de Gürsel Çelik düzenlemesi var.
Son birkaç yıldır giderek artan sayıda alternatif müzik albümü dinliyoruz. Bunların içinde Mabel Matiz gibi ana akım tekelini kırabilenler de var ama genellikle bu tür albümler büyük dinleyici kitleleriyle buluşamıyor. Bunda sektörün cilveleri kadar etkisi olan bir diğer unsur da alternatif müzik icra edenlerin “farklı olma” çabasındaki ayar kaçıklığı. Mesela ben Türkçe alternatif müzikte kelimeleri darmadağın etmeden, harfleri sağa sola çekiştirip durmadan telaffuz eden az sayıda şarkıcı ismi sayabilirim. Miya öncelikle bunun dersini veriyor. Hem duygusunun, hem de tekniğinin hakkını vererek, doğru dürüst şarkı söyleyerek de alternatif müzik yapılabiliyor işte pekala. Şarkı sözleri de ona keza. Yersiz aforizmalar, muğlak metaforlar yerine gayet anlaşılabilir cümlelerle derdini anlatıyor Miya. Üstelik bunu gayet suya sabuna dokunarak yapıyor. Kırıldığı, içine kapandığı satırlar da var şarkılarında, karşı durduğu, direndiği, eleştirdiği satırlar da. Hepsi samimi ve sahici geliyor kulağa. Üstelik şarkılar bir alternatif müzik klişesi olarak tek melodinin peşine takılıp giden cinsten değil; aksine, çıplak sesle de, düzenlemesiz de söylense kulağa yer edecek, ıslıkla çalınabilecek (böyle bir kriter var evet) besteler.
Albümde en çok “Biri Var”a bayıldığımı söylemeliyim. Son zamanlarda dinlediğim en iyi şarkı desem sanırım abartılı olmaz. Yaşadığı şehre sığamayan herkese dert ortağı olacak “Uzaklaşmalıyım”, ve aşkın saf halini açığa çıkaran “Aslında” da diğer favorilerim. “Büyüme”nin ve “Dünya”nın hakkını da yemek istemem. Aslına bakarsanız her bir şarkı o kadar sağlam duruyor ki yerinde, birini çekip öne çıkarsanız, diğerine haksızlık olur. Ağzınızın tadı bir an bile kaçmadan bir bütün olarak dinlemekten sıkılmayacağınız bir albüm desem galiba en doğru tanımı yapmış olurum. “Blues”, pop-caz, elektronik pop müzik sevenlerin bu albümü bir parça daha çabuk benimseyeceğini düşünüyorum. Bir de Ortaçgil sevenlerin. Laf aramızda, yıllardır nice isme yakıştırılan “dişi Ortaçgil” tanımlaması üzerine bu albümden sonra bir iyice düşünmemiz lazım. Özellikle de “Büyüme”yi dinledikten sonra. Albüm kitapçığını süsleyen ve her bir şarkının hikâyesini kelimenin tam anlamıyla “resmeden” Ergün Gündüz çizimleri kartonetin nasıl albümün olmazsa olmaz bir parçası haline getirilebileceğine dair az bulunur bir örnek. Bu kıymetin dijital satışta bir karşılığı yok, onu da hatırlatayım.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.