Organizasyon toplumu değiliz; kesin bilgi. Galiba hiçbir zaman da olamadık. Üç kişi bir araya gelsek birimiz “keşke şu ikisinden biri liderliği ele alsa da benim adıma da karar verse,” der, bir diğerimiz de “keşke şu ikisi pasif kalsa da onlara ben liderlik etsem.” Ortası yok gibi. Bu durum hayatımızın her alanında böyle işin kötüsü… En küçüğünden en büyüğüne; her arkadaşlık ilişkisinde, iş ortamlarında, sosyal ilişkilerimizde, örgüt, cemiyet, dernek faaliyetlerimizde ve dahi siyasette…
Bugünlerde sinirlerimiz çok bozuk. Haksız da sayılmayız. Evinize hırsız girse, bir de suçüstü yakalandığı halde evden çıkmamak, çalmaya devam etmek için ısrar etse, hatta bu yüzden size avaz avaz bağırsa, çocuklarınızı (Allah muhafaza) bir bir öldürse ve bu esnada kapı komşunuz da hırsıza/katile gözünüzün önünde alkış tutsa ne hissedersiniz? Akla hayale sığmıyor değil mi? Ama tam da bu durumdayız işte.
EKİP ÇALIŞMASI HER ŞEYDİR
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır.)
Yıllardır besteci, aranjör ya da “dj” olarak tanıdıklarımızın bir çok şarkıcıyı bir araya getirip, üst başlık olarak kendi adlarını kullandıkları proje albümlerini pek sevdik. Birkaç senedir Türk pop müzik piyasasında en çok bu tarz albümler iş yapıyor. Piyasanın kıdemli aranjör ve bestecilerinden Volga Tamöz’ü, stüdyosunda ikinci proje albümü için çalışırken ziyaret ettik.
Yazılarımda genellikle piyasaya yeni adım atmış şarkıcıların şarkı söyleme teknikleri üzerine bir iki kelam ediyorum. Çünkü tek başına iyi bir ses, iyi şarkılık yetmeyebiliyor. Hatta tam tersine, teknik olarak hiç de doğru bulmayacağınız bir şarkıcı, söylediği şarkıların duygusunu dinleyene o kadar doğru aktarıyor ki, doğru tekniğin ne olduğu konusunda şüpheye düşüyorsunuz. Birçok örneği var. Mesela bugünkü Sezen Aksu, Nazan Öncel, Yıldız Tilbe, Zerrin Özer ve daha niceleri teknik açıdan baktığınızda kusursuz şarkıcılar değiller. Piyasaya yeni çıkmış olsalar, belki de epeyce eleştiri konusu edilebilirdi şarkı söyleme biçimleri. Ama biz onları böylece dinliyor ve seviyoruz. Hatta her birinin seslerindeki pürüzleri, çapakları, yanlış vurguları, hecelere kendilerince yükledikleri farklı değerleri onların karakteristikleri olarak kabul ediyor, bayılıyoruz. Velhasıl bu işin bir kitabı, kuralı, kaidesi yok.
İşte Hüsnü Arkan da onlardan biri… Kendince bir şarkı söyleme biçimi ve karakteristiği var. Nerede duysak tanıyacağımız bir ses rengi var. Söylediği şarkılarla iç içe geçmiş bir tavrı, üslubu var. Belki de doğru tabir şu olabilir: Hüsnü Arkan’ın sesinin bir şiiri var.
12 Eylül sonrasının puslu günlerinde uzunca bir süre yurt dışında yaşamak zorunda kalan Hüsnü Arkan, Amsterdam’da Hezarfen adını verdiği bir grup kurmuş ve o grupla birlikte kendi şarkılarını seslendirmişti. İlk albümünü de o dönemde, 1990 yılında yayımlayan Arkan, 1993 yılında Türkiye’ye dönüp Ezginin Günlüğü’ne katıldı. Ve 2010 yılına dek Ezginin Günlüğü demek biraz da Hüsnü Arkan’ın sesi, soluğu demek oldu dinleyen, seven herkes için. O yılın Aralık ayında ise yıllar sonra tekrar bir solo albümle dinleyici karşına çıktı Arkan. Adı da “Solo” olan bu albüm, ne kadar solo olursa olsun, ister istemez Ezginin Günlüğü’nün rengini, kokusunu, tadını taşıyor, hissettiriyordu. Herkes başka bir şarkıyı sevdi belki ama ben galiba en çok Birsen Tezer’le birlikte seslendirdikleri “Hoş Geldin”i sevdim o albümde. Otuz yıl geçse de dinlenilecek, söylenilecek, sevilecek, bir şimdiki zaman klasiğidir bence o şarkı.
Gel zaman git zaman Arkan, bir yandan kitaplar yazmaya devam ederken (çünkü bir yazar aynı zamanda), bir yandan da yeni bir albüm için kolları sıvadı ve “Yalnız Değiliz” adı verilmiş o yeni albüm 2013 yılının Şubat ayında Ada Müzik etiketiyle piyasaya sürüldü.
Albümdeki on bir şarkının onunda besteci olarak Hüsnü Arkan’ın imzası var. Arkan kendi şarkılarının bir kısmının sözlerini de yazarken, bazı şarkılarda şairlerin mısralarından istifade etmiş her zaman yaptığı gibi. Bu albümde de Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Can Yücel’in ve Kaygusuz Abdal’ın birer şiirini bestelemiş (bu arada bu şiirlerin albüm künyesinde “söz” yerine “şiir” olarak imlenmesi, albümlerde pek de sık rastlamadığımız türden bir doğru kullanım.) Bir şarkının söz ve müziği ise Ali Saran’a ait.
Bu albümdeki şarkılar da her Hüsnü Arkan şarkısı gibi yaşamışlık, görmüşlük, sezmişlik dolu. “Yarın yok, vazgeç. Bizden sonra gelenler toplar masayı,” diyor daha ilk şarkının ilk satırlarında ve tam tabiriyle dakika bir gol bir başlıyor albüm. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor olmanın yanılgısı çarpıyor suratınıza. “Bütün başkanlara hayır,” diyor bir sonraki şarkıda, tam da bunun yüksek sesle, tekrar tekrar söylenmesi gerektiği bir zaman diliminden geçtiğimizi biliyorken. “Dağlar”da Arkan’a yaralı çığlık sesiyle Rojin eşlik ediyor. Turna görmeyen dağların sarp kayaları, binlerce kilometre ötede, rahat ve güvenli evinizde, birdenbire kesiveriyor bileklerinizi. Kan akıyor Hüsnü Arkan’ın sesinden. Beklenmedik bir şekilde şarkının Kürtçe bölümlerini Arkan, Türkçe bölümlerini ise Rojin söylüyor. Tam da burada aynılaşıyor acı, birleşiyor.
Sonra “içerideki gazelciler” için yağmura salıyor sesini Hüsnü Arkan. Bir umut, bir yeşerme… Her şeye rağmen “ne güzel” diyebilmenin, sevdanın ehli olabilmenin/kalabilmenin yolunu buluyoruz bir şarkıya sığınıp. Derken İstanbul’a gelen baharın getirdiği “Yağmurlar”la ıslanıyor, efkârlanıyoruz. Bu defa Feyza Eren eşlik ediyor Hüsnü Arkan’a. En çok eski zaman sevdalarına benziyor bu iki sesten dökülenler. Hemen ardından gelen “Süreyya” da öyle. “Bu gece aklım sende kaldı, uyuyamadım,” dediğimiz, yağmur sesinden bile hislenip, yine de inkâr ettiğimiz o sevdalar eski zamanlara ait çünkü artık. Derken bu defa Can Yücel’in mısralarından bir yaz yağmuru dökülüyor. Yağmurda bir evin sundurması, belki Ege Denizi’nin kıyısı, belki de Taksim ya da Beyazıt Meydanı… Buluşmanın, birbirini bulmanın bir yeri, bir zamanı, anı var mıdır? Kim bilir, belki de yoktur.
“Haydi Abbas vakit tamam”ı bir de Hüsnü Arkan’ın bestesiyle dinliyoruz peşi sıra. Bildik şiir bir başka tınlıyor kulağımızda bu defa. Bir bir kaybettiklerimize rağmen yalnız olmadığımızı anlatıyor bir sonraki şarkı. Sonra bir ninni tutturuyoruz. Dünyanın en masum şarkılarıdır ninniler. Öyle ya, “Allah seni bağışlasın, O’ndan başka ne isterim” cümlesi hangi şarkıda bu kadar sahici, içten durur ki başka?
Albümün sonunda kırk gün kaynamayan kazın hikâyesini anlatıyor Hüsnü Arkan, Kaygusuz Abdal’ın dizelerini müzikleyip. Kara mizahın, zekice ironinin devir, zaman, çağ geçse de yerini bulduğuna, anlamını kaybetmediğine mi uyanırsınız en çok, yoksa her devrin, zamanın, çağın aynı “kaz”ları yeniden yeniden karşımıza çıkardığına mı, artık orası sizin uyanıklığınız.
İşte en çok bunun için seviyorum Hüsnü Arkan şarkılarını ben. Bir kitap bitirmiş gibi oluyorum bir Hüsnü Arkan albümünü dinleyip bitirdiğimde. Zenginleştiğimi, büyüdüğümü, doyduğumu hissediyorum. Ki bu işin sadece düşün (edebiyat/söz) tarafı. Bir de üzerinde büyüdüğümüz toprakların her köşesinden, ucundan, bucağından demlenmiş, pişmiş, tadını bulmuş müziği var ki, o da katmer katmer lezzet, alabildiğiniz kadar tat… Her iyi albümde olduğu gibi, bu albümde de çalan, söyleyen, düzenleyen her müzisyen yaptığı işin hakkını veriyor. Şüpheye düşmüyor, tereddüt etmiyor, hayal kırıklığı yaşamıyorsunuz başından sonuna dek. Eğer ki ben gibi iyi kötü bakmadan, ne var ne yok dinleyenlerdenseniz şayet, bunun ne büyük bir lüks olduğunu ilk avazda anlıyorsunuz zaten.
Burhan Şeşen’in çektiği Hüsnü Arkan fotoğrafları, Tuğba Sezer’in grafiti fotoğrafı ve Cüneyt Kırdar’ın tasarımıyla zenginleşen albüm, şarkılarıyla olduğu kadar kartonetiyle de bir sanat eseri duygusu veriyor edinene. Evet, iyi şeyler de oluyor. Bu ülkede “iyi müzik” de yapılıyor. “Yalnız Değiliz” bu tezin ispatı için eşsiz bir numune.
OCAK 2014
Su gibidir Birsen Tezer’in sesi. Saftır, pürdür, serindir. Kimi zaman gürül gürül, kimi zaman ince ince akar, dökülür. Sadece kulaklarınızı değil, kalbinizi, içinizi, ruhunuzu yıkar, temizler, ferahlatır. Çiçek gibidir Birsen Tezer’in sesi. Tazedir, güzel kokar, dokunmak istersiniz. Ve iyi hissedersiniz dinledikçe. İyiliği hissedersiniz.
Kelimenin tam anlamıyla bir “anti-star”dır Birsen Tezer. Sıradan insanların bile şöhret peşinde koştuğu, hayattaki varlığını başkaları tarafından beğenildiği ölçüde hissedebildiği şu devirde o, yaptığı işin minimum gerekliklerine bile yüz vermez. Televizyona çıkmak istemez örneğin. Röportaj vermeyi, resim çektirmeyi sevmez. Müziğiyle, sesiyle aramıza sureti, bedeni girsin istemez. Adeta reddeder tanınır olmayı. İşini yapar. Bize de onu bir “star”ı sevdiğimizden farklı sevmek düşer. Belki de en doğru, en gerçek sevmek böyle sevmektir; kim bilir?
1990 yılından beri müzik dünyasının içinde olmasına, sahneye çıkmasına rağmen, ilk kez bir Ortaçgil albümünde sesini duyduğumuzda yıl 1998’di. Sonra 2000 yılında Ortaçgil’e saygı albümü “Şarkılar Bir Oyundur”da seslendirdiği “Çığlık Çığlığa”, sahiden, sahici bir çığlık gibi doldu kulaklarımıza. Ama üzerine bir albüm koymak için 2009 yılında dek bekledi Tezer. Sonra ilk albüm “Cihan” çıktı piyasaya. 2012’de ise nihayet ikinci albüm çıkageldi. “İkinci Cihan”, 2013’ün ilk aylarında Ada Müzik etiketiyle yayımlandı.
Albümde dokuz şarkı var. Bunlardan beşinin söz ve müziği Tezer’e ait. Diğer şarkılarda ise Bülent Ortaçgil, Gürol Ağırbaş, Zafer Cımbıl, Sami Batok ve İlhan Şeşen’in imzaları var. Emre Tankal’ın hem gitar çaldığı, hem de bir şarkı hariç (iki şarkıda da Tunç Öndemir’le ortak) düzenlemeleri yaptığı albümün müzik direktörlüğünü ise Gürol Ağırbaş üstlenmiş ve Ağırbaş kendi bestesinin düzenlemesini de yapmış, ayrıca bas gitar partilerini çalmış. Yanı sıra davulda Derin Bayhan ve akustik gitarda Tunç Öndemir’den oluşan çekirdek kadroya Akın Eldes’ten Erkan Oğur’a, Ortaçgil’den Şeşen’e bir de “a plus” konuk müzisyen kadrosu eşlik etmiş. Sadece bu isimlerin yıllardır içinde var oldukları işlere attıkları imzaları referans alarak bile “İkinci Cihan”a toz kondurmamak mümkün. Nitekim dinlemeye başladığınızda da bir dakika olsun hayal kırıklığı yaşamıyorsunuz.
Çünkü “iyi müzik” sadece dinlemek için var. Ne daha çok, en çok çalınmak, ne de daha çok, en çok alınmak, satılmak istiyor. Ne eğlendirmek, ne ağlatmak, ne çok “koparmak”, ne de çok dile dolaşmak kaygısında. Çünkü Birsen Tezer “iyi müzik” yapıyor.
Albümde ben en çok “Ne Tuhaf”ı sevdim. Bir şekilde “Çığlık Çığlığa”nın devamı mı desem, tamamlayıcısı mı, öyle bir tat bıraktı damağımda. Hemen ardından gelen ve sözlerini Ortaçgil’in yazdığı “Kendi Kendime” de ise Ortaçgil dünyasının yüzünü döken küçük kızı büyümüş de Birsen olmuş gibi geldi. O aşinalıkla bağlandım bu şarkıya da. Tamamen bireysel; haliyle de duygusal beğeniler bunlar. Yoksa albümün bu son iki şarkısına gelene kadar kat ettiğimiz yolda her durak tek tek görülmeyi, fark edilmeyi, kıymet verilmeyi hak ediyor.
Daha ilk şarkıda “Kim kalmış ki bu dünyada… Seni de alır bendeki ölüm,” diyen Tezer, öyle durup düşünmeden dinleyemeyeceğimiz şarkılardan geçeceğimizin haberini peşin peşin veriyor. Özellikle şarkının alıntıladığım bu satırları bana Birsen Tezer’in soyadıyla aynı adı taşıyan yazar Tezer Özlü’yü anımsattı tamamen serbest çağrışımla. Özlü’nün kısa yaşamı boyunca yaşadıkları ve yazdıklarına bilerek ya da bilmeyerek selam veriyor gibi bu şarkı. Bir taraftan da bir türkünün, bir deyişin bilgeliği, cömertliği ve de müzikal zenginliğini hissetmeniz, öyle de bir tat almanız mümkün.
Sonra ardı ardına durduran, düşündüren, dinleyenden zaman, ilgi, akıl, yürek isteyen Birsen Tezer şarkıları sıralanıyor. Bu dinleme deneyiminin özeti ise şarkılardan birinin içinde saklı: “İçinde dönüp, birikenleri atmak zamanı. Kirlenmiş çamaşırları atmak gibi sepete… Yenisini giyememek gibi pat diye.” Çıplak bedenin, çıplak ruhun, anadan doğma insanın dilinden dökülenler yani. Su gibi akan, çiçek gibi kokan bir sesin kulağınıza fısıldadıkları... Sadenin, sakinin, azın zenginliği, göz alıcılığı, ustalığı.
Kadri Karahan tarafından çekilen kapak fotoğrafları ve Emine İlkorur imzalı kartonet tasarımı albümün ikliminden renk veriyor. Öyle ki fotoğraflardaki ağacın serinlik veren gölgesi, sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen patika yolun ıslak toprak kokusu şarkılardan tütüyor zaten.
2013 yılının en iyi albümleri listelerinde adı neredeyse demirbaş olarak yazılan bu albüm, bu ülkede iyi müzik de yapıldığını, yapılmaya devam edileceğini gösteriyor bir kez daha. Hiç aşina olmasanız da Tezer’in müziğine, bir deneyin; dinleyin.
OCAK 2014
Hep söylerim; popa alternatif olanı sevmek, övmek ve desteklemek Türkiye’de müzik yazarları için handiyse doğal refleks. Bunu koşulsuz şartsız yapanlar da var. Ben onlardan olmamaya çalıştım elimden geldiği, dilimin döndüğünce. Popu da en az alternatif kadar, “rock” kadar, caz vesair kadar önemsedim ve ciddiye aldım; okuyanlar bilir. Ve şu da var ki, her türün, tarzın eğrileri ve doğruları birbirinden farklı. Pop, doğası gereği daha yapışkan, daha gündelik ve zordan değil, kolaydan, ortalamadan yana. Bundandır ki çoğunlukla popun yolu iyi müzikten geçmeyebiliyor. Ya da tam tersi; iyi müziğin yolu çoğunlukla poptan geçmeyebiliyor, bunu da kabul etmek lazım.
Çiğdem Erken’in müziği bu tezi desteklemek için verilebilecek iyi örneklerden biri. Daha ilk albümüyle gösterdi ki Çiğdem Erken hem iyi bir müzisyen, hem de iyi bir şarkı yazarı. Şarkılarının her kelimesi dolu, notalarının her vuruşu yerli yerinde ve ikisinin toplamında bir dünya görüşü, bir hayat bilgisi, bir müzikal tavır, eda var. Gelin görün ki Erken’in müziği ne ritmik, ne de yapışkan. Ve de bizzat Erken’in kendisi görsel bir obje olarak pazarlanabilirlik kriterlerine taviz vermiyor. Bu yüzden de en naif, en dile kolay dolanması muhtemel şarkısı bile ne radyolarda, ne televizyonlarda kendine yer açabiliyor. Nitekim ülkede hemen hemen tüm alternatif müzik üreten müzisyenlerin başına gelen şey onun da başına geldi ve 2011 çıkışlı ilk albümü “Kız Kafası”, neredeyse bütün müzik eleştirmenleri tarafından o yılın en iyi albümlerinden biri olarak imlenmesine rağmen, türün takipçileri dışındaki kitleye ulaşmadı. Bu bir kusur mudur, elbette değildir. Hatta sektörün popüler kanadını uzaktan izleyen bir müzisyen bundan onur bile duyabilir duruma göre. Haklıdır da. Yine de daha fazlası olsun istiyor insan. Ben bir dinleyici olarak bunu istiyorum mesela. Kentsoylu bir genç kadının/kızın her halinden iç döken o şarkılarda anlatılanların Nil Karaibrahimgil şarkılarının şımarık ve reklam sloganlı cümleleri kadar gündeme düşmemesi bu coğrafyanın kültür birikiminde neresinden baksanız koca bir ayıp.
Çiğdem Erken’in ikinci albümü “İstanbul Kızı”, 2013’ün Haziran ayında yayımlandı. Evet, talihsiz bir zamanlamaydı ve ben bile 2013 Türkiye’sinin o karmakarışık Haziran ve Temmuz’unda albüme kulak veremedim. Oysa merakla bekliyordum. Erken’in stüdyosundan gelen haberler düştükçe soysal medyaya, merakım katlanıyordu üstelik. Çünkü biliyordum, ilk albüme girmeyen daha nice şarkı vardı ki birini özellikle bu albümde duymaya hazırlanıyordum. Çünkü Çiğdem Erken çok iyi şarkı yazıyordu ve onun yazdıklarıyla ben zenginleşiyordum. Neyse ki iki aylık o karmaşık süreç sonrasında albüm nice Çiğdem Erken sever gibi benim de gündemime girdi ve hep de orada kaldı.
Albümde on şarkı var. Albüme adını veren “İstanbul Kızı”, anonim bir şarkı. Kimin yazdığı bilinmiyor ama stiline bakılırsa, ‘30’lu ya da ‘40’lı yılların kanto-operet geleneğinden çıkıp gelmiş gibi duruyor. Zaten gerek düzenlemesi, gerekse Çiğdem Erken’in yorumu da bunun altını çiziyor. Albümün sonuna konulan şarkı, bütün albüm boyunca süregelen o çok dişi, çok çetrefilli, gel-gitli ruh halinin matrak bir özeti gibi. Erken adeta kendini ti’ye alıyor ve son kertede bütün meseleyi “İstanbul Kızı” olmasına bağlıyor. Kim bilir belki “Kız Kafası” şarkılarına da böylece son noktayı koyuyor. Zira bu albüm içerik olarak bir öncekinin devamı gibi…
Ama aynı şeyi müzikal detaylar için söylemek pek doğru olmaz. Çünkü ilk albüme kıyasla “Kız Kafası” daha profesyonel bir müzikal örgüye sahip. Hem Erken’in şarkıcılık performansında, hem de şarkıların düzenleme ve icralarında belirgin bir rahatlama, bir kendinden eminlik var. Kim bilir belki bu albüm hazırlanırken ilk albüme kıyasla maddi imkânlar da daha elverişliydi; orasını bilemiyoruz. Ama maddi imkânlarla albümlerin teknik altyapıları arasında inkâr edilemez bir paralel bağ var, onu biliyoruz.
Benim çok uzun yıllar evvel sadece bir kez dinlediğim ve her nedense ve nasılsa hiç unutmadığım “Çakmak”, nihayet bu albümde kayıtlı olarak karşıma çıktı ki albümdeki favorilerimden biri o oldu kuşkusuz. Mavi bir çakmak üzerinden anlatılan yarım kalmış aşk hikâyesi çok insani ve gerçek, bu yüzden de çok etkileyici. Ama bir de “Gonca Deli” var ki, o da en az “Çakmak” kadar dokunuyor dinleyene. “Çakmak Gibi”yi de yanına koyarak bir hüzün üçlemesi de yapabilirsiniz. Tabii aynı albümde hem “Çakmak”, hem de “Çakmak Gibi” diye iki şarkı bulunması kafanızı karıştırmazsa.
Çiğdem Erken’in şarkı yazarı olarak çok başarılı olduğu noktalardan biri de şarkıların içine serpiştirdiği hınzırlık, ironi ve espri. Albümün açılışında yer alan “Cihangir’de” tam da böyle bir şarkı mesela. Ceyl’an Ertem’in vokal yaptığı bu şarkıda Erken “geniş kanatlı omuzları” olan sevdiğine “soyun da gel, bana sarıl bu gece,” diyor demesine ama devamında “bu zar da gelmez kolay düşeşe” demeyi de ihmal etmiyor. Kadın doğasının ‘hem davet hem ret’ mekanizmasını bu kadar iyi anlatan bir başka şarkı daha dinledim dersem yalan olur. Dinlediysem de, onu kesin Aysel Gürel yazmıştır; başkası olamaz. Nitekim “Piyano”da bu hınzırlığı bir adım daha ileri götürüp “sen zaman istersen uğra, açık olsun yolların da, yeter ki sen iste, piyano çalarım ben sana” dedirtiyor “İstanbul Kızı”na Çiğdem Erken. Erkek dünyasının “pul/kelebek koleksiyonu gösterme” kabalığının yerine şahane bir kadınca önerme sunuyor anlayacağınız. Tam da o kilit cümleden sonra gelen piyano partisi ve şarkı boyunca salınan yaylılar ise kelimenin tam anlamıyla enfes. Yeri gelmişken hem bu şarkıda, hem de albümün tamamında yarattığı üstün müzikalite için aranjör Nurkan Renda’yı ne kadar tebrik etsek az.
Umay Umay’ın kendi sesinden şiiriyle başlayan “Naz”, erkek duyarlılığının hoyratlığı/vefasızlığı/gelgeçliği karşısında kadın duyarlılığının bağışlayıcılığı/vefası/kalıcılığı üzerine bir şarkı. Şarkı mı daha çok canınızı acıtır şiir mi, yoksa Umay Umay’ın maç bile anlatsa canınıza okuyacak sesi mi onu bilemem ama bu şarkıdaki “erkek cazı” tabirini de hafife almayın derim ben. Kadınsanız “hah, işte tam da bu!” diyebilir, erkekseniz “evet ya, ben bunu yapıyor olabilirim,” diyerek kendinizle yüzleşebilirsiniz zira.
Yine hınzır sözlerle bezeli “Zeus”, özellikle “şarkı yazmışım kahraman gibi, senfoni gelse çalınamaz biri” cümlesiyle taşı gediğine koyuyor. Latin sularında yüzen “Aşk Bu” ve caz kokulu “Gece” albümü bütünlerken farklı renkler de katan lirik şarkılar.
Çiğdem Erken’in şarkı yazarlığında asıl vurgulanması gereken mahareti ise sözlerin notalarla sarmaş dolaşlığı. Bir kelimeyi ya da bir notayı değiştirseniz şarkının bütünü sarsılacakmış gibi. Müzik bilerek ve enstrüman çalarak şarkı yazmanın böyle yadsınamaz bir artısı var elbette ama mesela çok sayıda oyun müziği yazmış Çiğdem Erken’i bir kenara koyun, nice tiyatro oyunun müzikleri düzeltilemez prozodi hatalarıyla doludur. Yani her zaman müzik bilmek de yetmeyebiliyor.
Albümle ilgili tek itirazım ise Mehmet Turgut tarafından çekilen kapak fotoğrafına. Hayır, kapaktaki o kadın benim tanıdığım Çiğdem Erken değil; Ayşegül kitapları serisinin çizimlerindeki pürüzsüz kadınlardan biri. Berkcan Okar’ın kapak tasarımına, seçilen renklere amenna ama o fotoğraf biraz yapay kalmış sanki.
Yıl biterken yapılan handiyse bütün değerlendirmelerde “İstanbul Kızı” müzik yazarlarının en iyiler sıralamalarına girmişti. Bu elbette bir albüm için Kral TV ve benzeri ödül törenlerinde esamisi okunmayacak bir nitelik. Ama siz yine de Kral TV’yi kapattığınız, radyolarınızı açmadığınız bir ara bu albüme bir kulak kabartın. Belki de seversiniz, kim bilir? Sevmezseniz bile hayatınızın bir elli dakikasını iyi müziğe ayırmış olursunuz, fena mı?
OCAK 2014
(27 Ocak 2014 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
2012 yılının yaz başında iki şarkılık teklisiyle dinleyici karşısına çıktı İrfan Özata. Özellikle popun erkek şarkıcılar kategorisinde yeni isimlerin bir türlü kurtulamadığı aynılaşma ve haliyle de kimliksizleşme illeti içerisinde (aynı şarkı söyleme biçimleri, benzer şekilde formüle edilmiş şarkılar ve hatta benzer dış görünüşler) dikkat çekici bir farklılığı vardı Özata’nın. Dikkat çekti de nitekim. Tekliye adını veren “Yanlış Fotoğraf”la yılın en parlak çıkış yapan isimlerinden biri oldu.
Aslına bakarsanız sektör için çok da yeni bir isim değildi İrfan Özata. Üniversitede müzik öğretmenliği eğitimi alan, saksafon ve flüt çalan Özata yıllardır birçok şarkıcıya hem sahnede hem de albümlerde çalmış, vokal yapmıştı. Ancak bu kez hem şarkıcı, hem de şarkı yazarı olarak çıkıyordu karşımıza. Teklideki iki şarkının sözleri Gökhan Şahin’e, besteleri İrfan Özata’ya aitti.
İrfan Özata’nın ilk albümü “Hayat Okulu”, geçtiğimiz günlerde Funorg Yapım etiketiyle yayımlandı. Albümde on bir şarkı var. İkisi, daha önce teklide yer alan şarkılar, dokuz şarkıyı ise ilk kez dinliyoruz.
Her şeyden önce ağırlıklı olarak genç bir ekibin elinden çıkmış bir albüm bu. Mesela düzenlemelerde Serkan Ölçer, Altuğ Öncü, Enver Günen, Caner Anar, Metehan Köseoğlu ve Erman Mete gibi daha önce adlarını albümlerde çok sık görmediğimiz müzisyenlerin imzaları var. Nispeten daha kıdemli sayabileceğimiz Bahadır Tanrıvermiş, Ulaş Önal ve Ozan Bayraşa’nın yanı sıra bir şarkının düzenlemesini de İsmail Tunçbilek yapmış. Bir şarkı ise İrfan Özata tarafından aranje edilmiş. Bu saydığım isimlerin bazıları albüme enstrümanist ya da besteci olarak da katkı sağlamışlar. Yine albümde iki bestesi olan Umut Ahmet Beceren de daha önce duymadığımız bir isim. Çalan ve vokal yapan başka genç isimler de var. Yani neresinden baksanız hep aynı isimlerin etrafından dönen popüler müzik piyasasında pek sık rastlamadığımız türden bir müzisyen dayanışması, bir taze kan var bu albümde. Sadece bu ayrıntı bile bu albümü önemsemek için yeterli sebep aslında.
Albümde altı şarkı sözünü Gökhan Şahin yazmış. Daha önce başta “Evli Mutlu Çocuklu” olmak üzere popüler olmuş birçok şarkıya söz yazarı olarak imza atan Şahin, farklı ve incelikli, yer yer esprili bir kalem. Doğrusu teklideki iki şarkının da getirdiği beklentiyle işin özellikle esprili ve eğlenceli tarafının daha baskın olacağını düşünüyordum ben. Aksine, daha romantik ve ağır bir albüm bu… Oysa İrfan Özata’nın pozitif enerjisi yüksek bir sesi ve şarkı söyleme biçimi var. Ve son dönem pop piyasasında yeterince ağır romantik solist dinledik/dinliyoruz. Ben olsam “Zalim Kader” edebiyatına ya da “ben sana hasret en sana vurgun, ağlarken bu yerlerde” gibi cümlelere hiç girmezdim mesela. Buna karşın ilk klip şarkısı olarak seçilen “Tuhaf Geliyor” ve albüme adını veren “Hayat Okulu” başta olmak üzere “Yalnızlıktan Üşüyorum” gibi, “Ağlatan Gülmez” gibi türün sevenlerini memnun edecek bir dolu şarkı var albümde.
En önemlisi de farklı aranjörlerin ellerinden çıkmış düzenlemelerin bütünde çok temiz, akustik ve bir parça ‘90’lar Sezen Aksu – Levent Yüksel çizgisini anımsatan bir müzikal tadı tutturması. Şarkı sözlerinde de çıtayı bir parça yükseltirse, Özata’nın o çizginin bugünlerdeki temsilcisi olması işten bile değil.
Oktay Bingöl’ün çektiği fotoğraflar ve 1MM Tasarım ofisi tarafından yapılmış grafik tasarımla siyah beyaz bir kartonet ve renkli bir kitapçıkla piyasaya sunulan albüm, 2013’de yayımlanmış en dikkat çekici ilk albümlerden biri olarak 2014’de de ilgi görmeyi hak ediyor.
OCAK 2014
(20 Ocak 2014 tarihinde Milliyet sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Kıvılcım Ural, bir dönemin efsane grubu Mavi Işıklar’da gitaristlik yapmış Fikret Ural’ın kızı. Bu nedenle müzikle iç içeliği çocukluktan başlamış. Ama o başka şeyler de denemiş. Edebiyatla, fotoğraf sanatıyla, dramatik yazarlıkla haşır neşir olmuş, dizilerde, reklam filmlerinde, kliplerde boy göstermiş. Tüm bu süreçte bir yandan da şarkılar yazmayı sürdürüyormuş. Kıvılcım Ural’ın on iki şarkısını bir araya getiren ilk albümü “Rüya Raporları”, geçtiğimiz günlerde Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle yayımlandı.
Her şeyden önce “cesur” bir albüm bu... Evet, tırnak içinde cesur… Bir süredir kendi şarkılarını yazıp, kendi hikâyelerini anlatan, bunu yaparken ana akım popun kurallarına hiç mi hiç yüz vermeyen ve şarkıcılığından ziyade müzisyenliği ile dikkat çeken yeni bir kuşağın müzik dünyasına sunduklarını duyuyor, dinliyoruz. Bundan hoşnutuz da üstelik. Ama Kıvılcım Ural çıtayı bir parça daha yükseltmiş ve müziğini alabildiğine çıplak haliyle kaydetmiş (şarkıların birinin içinden geçen “cesur olana çıplaklık” lafı boşuna değil.) Öyle ki albümde ritim bile yok. Sadece gitar, piyano ve tef var. Dünyada örnekleri çok olsa da, şıkır şıkır, fıkır fıkır müziğin baştan bir-sıfır galip geldiği bu topraklarda böyle bir işe kalkışmak az kişinin gösterebileceği bir cesaret; bunu kabul etmek lazım.
Öte yandan bu durum haliyle albümün algılanmasını da zorlaştıracaktır. Çünkü ilk dinleyişte bir bütünün parçaları gibi duran şarkıları birbirinden ayırt etmek, aralarındaki melodik farkı sindirebilmek biraz zor. Bunda Kıvılcım Ural’ın vokal tekniğinin de payı var. Genellikle aynı ses aralığının içerisinde, aynı vurgular, aynı duygu ve aynı tamperamanla şarkı söylüyor Ural. Neyse ki bütün kırık döküklüğüne, bir parça kaygısız, boş vermiş tavrına rağmen en karamsar şarkıda bile içinden umut çıkarabileceğiniz bir enerjisi var sesinin. Bana biraz ‘80’lerin Tracy Chapman’ı, Tanita Tikaram’ı, hatta Suzanne Vega’sı gibi tınladı yer yer. Ki bu saydıklarım da kendi şarkılarını yazan, beylik tabiriyle “kadın ozan” diye nitelendirilen nevi şahsına münhasır müzisyenlerdi.
Albümün düzenlemelerini Kıvılcım Ural ve Kreş grubundan tanıdığımız Serkan Ferat birlikte yapmış. Ferat iki şarkının bestesine de katkıda bulunmuş, ayrıca kayıtlarda gitarları da çalmış. Albümün bütününde hissedilen keyfe keder müzikal tavırda Ural ve Ferat ortaklığının etkisi olduğu âşikar. Zira tarz farkına rağmen Kıvılcım Ural şarkılarını Kreş şarkılarının yanına koysanız dokularının tuttuğunu görmeniz/duymanız çok mümkün. Ya da en azından Kreş müziğini seven bir dinleyici olarak ben öyle hissettim.
Albümde en çok “Kapat Gözlerini”ye takıldım ben. “Adım Adım” ve “Yağmurlar Altında”nın yolu cazdan geçen melodik oyunlarını, “Selami”nin espirisini, “Aşk”ın aşkı tarif ediş biçimini de sevmedim desem yalan olur.
Albümün alkışı hak eden bir başka ayrıntısı da kartonetinin zengin görselliği. Boğaç Dalkıran ve Çiğdem Boru tarafından çekilen fotoğraflar ve Nilşah Ağaoğlu’nun nefis kartonet tasarımı, albümü daha dinlemeye başlamadan Kıvılcım Ural’ın şarkılarında gizli oyuncaklı dünyasının kapılarını açıyor size. Bir yandan neşeli ve eğlenceli bir pop albümü yanılgısı da yaratıyor olabilir ama bu albümde o eğlenceyi bulup çıkarmak dinleyene kalıyor.
OCAK 2014
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
(1984'ten Bugüne) Sezen Aksu'nun yeni albümünün piyasaya çıktığı bugünlerde, Türk popunun efsane albümlerinden "Sen Ağlama&q...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
"BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
-
Bir sayım günüydü. Eve hapis olmuştuk. Sayım memuru ha geldi ha gelecekti. Anneannem, içi saman dolu boz ala boz renkli misafir odası ko...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...