Yeter ki Müzik Olsun
  • Seninle Üç Dakika
  • _Giriş
  • _1975
  • _1976
  • _1977
  • _1978
  • _1979
  • _1980
  • _1981
  • Röportajlar
  • Konser Yazıları
  • _2019 Konserleri
  • _2018 Konserleri
  • _2017 Konserleri
  • _2015 Konserleri
  • _2016 Konserleri
  • _2014 Konserleri
  • Günün Şarkısı
  • Albüm / Şarkı Eleştirileri
  • Güncel
  • Yıldızlar
  • Klasikler
  • Ses Dergisi
  • Günlükler
  • _Eurovision 2011 Günlüğü
  • _Eurovision 2010 Günlüğü
  • _Nasıl TV Programı Yaptık?

Sefo & Capo - "Isabelle" 


Kendime çok gülüyorum. Daha birkaç yıl öncesine kadar albümleri / şarkıları didiklediğim yazılarımda tek bir prozodi hatası için paragraflarca cümle kurmuşluğum vardı. Aman Allah’ım o ne bilmişlik! Yok orada o “aaaa” uzatılmazmış da, öbür taraftaki o “rrr” vurgulanmazmış da… Vıdı vıdı vıdı… Hele “auto-tune” denen meret tam bir felaketmiş. Duyduğum an “Geldi yine tipini…” diyormuş, kapatıveriyormuşum çat diye.

Müzik eleştirisi de ancak bu kadar işe yarar işte. Ne oldu? En prozodi hatalı, en artikülasyonu, diksiyonu bozuk şarkıcılar, en “auto-tune”lu şarkılar kazandı. Yavuz Bey hadi itiraf et, utanma; bazılarını sen de dinliyor, hatta seviyorsun şimdi.


Eh, popüler müzik de böyle bir şey. Gelen her yeni kuşak bir önceki kuşağın yaptıklarını alaşağı eder, tepki çeker, eleştirilir, öfke doğurur hatta yasaklanır, sonra paşa paşa kendini kabul ettirir. “Rock’n roll” dan başlayarak okuyun popüler müziğin hikâyesini. Hepsini anlatıyor tarih.

Şimdilerin popüler şarkılarını dinlerken çoğunlukla üç cümle ya anlıyorum ya anlamıyorum. YouTube videolarını 1.25 hatta 1.50 hızla izleyen, 15 saniyelik bir “story”nin ya da Tik Tok videosunun sonunda ne olacağını anlayıp beş saniyede bir sonrakine geçen, türlü çeşitli oyunlarda saniyelerle yarışmayı çocuk oyuncağı eden, anlık refleksleri palazlanmış bir kuşak var sonuçta. O kuşağın yaptığı ve dinlediği şarkılar bunlar. Bu şarkıların sözlerini de bir dinleyişte anlıyor haliyle.


Ben o arada sözleri aratıp buluyorum, ekrandan okuyorum ama yine anlamıyorum. Başka bir dil, başka bir ifade biçimi, bambaşka bir duyarlılık ve ruh hali. Galiba bize anlamaya çalışmak düşüyor. Müziğin, şarkının, şarkı sözünün, şarkı söylemenin, armoninin, melodinin bin yıllık kurallarına, kaidelerine, konservatuarlarına, hocalarına, akademik bıdı bıdılarına rağmen böyle bu. Hayat yeniliyor kendini. Bunun ne kadarını tekâmül, onu zaman gösterecek. Kim içinden geçtiği zamanı, içinden geçerken doğru anlatabilmiş ki?


Bir ülkenin popüler müziğinde eğilimleri her zaman orta-alt ekonomik düzey ve kültür belirler. Bir üst kültürün kendine tehdit gördüğü eğilimleri kendince temize çekme, sterilize ederek benimseme çabaları ise her zaman boşa çıkar. TRT’nin “acısız arabesk” komedyası, şahit olanların hiç unutamadığı bir ibret vesikasıdır misal: “Henüz üç yaşında bir gardaşım var, seni ondan bile kıskanıyorum.”


Daha yakın zamana kadar “creme de la creme” gece kulüplerinin, sonradan görme “beach”lerin, Bebek sahilinde turlayan üstü açık son model arabaların gözdesi popçular tahtlarını sokak çocuklarına bırakmanın inanılması ve hazmedilmesi güç hezimetiyle onların yakınına dükkân açmanın yollarını arıyor şimdi. Kolay değil. Kırmızı ışıkta durduğunda arabasının camlarını silmeye yeltenen çocuğu ya kovar ya eline üç beş sıkıştırıp savarlardı oysa. Şimdi o çocukla düet yapmanın yollarını arıyorlar. Garip bir paradoks. Onu ya da ötekini yüceltmek için yazmıyorum bunları. Durum tespiti yapıyorum sadece. Aslında söylemeye gerek yok ama bu zamanda altını çize çize söylemek gerekiyor artık: Durum tespiti yapmak, tespit ettiğin durumu onayladığın anlamına gelmez. 


Varsın Zeynep Bastık, sponsorlu koltuğunda akustiğe yatırıp çitilesin o şarkıları. Varsın Mustafa Ceceli Kanlıca sırtlarındaki stüdyosunda bir yanına Kurtuluş Kuş’u, bir yanına Burak Bulut’u alıp Esenyurt’a selam göndersin. Semicenk günün birinde Bodrum’a yerleşip köy muhtarı olmaya karar veren Funda Arar’ın Göktürk’teki villasını satın alabilir. Ziynet Sali, Demet Akalın, Hande Yener, Gülşen ve Murat Boz’la birlikte verdiği nostaljik “Şimdi 2010’lar” konserinden çıkıp Bilal Sonses’in Altın Tıklama Ödülü alacağı törene seyirci olarak katılabilir. Belki aynı gece Sefo da Açık Hava’daki sekizinci konserine çıkar; önceki yedi gece gibi o gece de “sold-out” olmuştur. Bilemeyiz.


Şimdilerde herkes Sefo’dan konuşuyor ama kimse Sefo’yla konuşmuyor, onu anladım. Sağdan saysanız iki, soldan saysanız üç röportajı var internette. Ana akım medya çok temkinlidir bu konularda. Her yeniyi hemen bağrına basmaz, genellikle geriden takip eder popüler olanı. “Bakın böyle biri var, ilginizi çekebilir,” demez de o birinde ancak toplum tarafından ilgi gördükten sonra haber değeri bulur. Buna alışkınız. Ama şu da bir gerçek ki yeni neslin müziğini yapanların da kendilerini anlatmak, tanıtmak gibi bir dertleri pek yok. Sadece şarkı çıkarıyor, yeri geldikçe de konser yapıyorlar o kadar. Kim bilir belki de anlatacak hikâyeleri yoktur. Öyle ya eskilerden kime sorsan şu orkestrada başladım, şu müzisyenlerle çalıştım, buralarda sahne yaptım filan diye anlatır da anlatır. Şimdikilerin ortak hikayesiyse şöyle: “Lisedeyken müzik dinliyordum, sonra bilgisayar aldım ve müzik yapmaya başladım. Şarkılarımı internete saldım ve bir gün bir tanesi viral oldu.”


Haksızlık etmeyeyim ama pek çoğunun anlatacağı bundan ibaret. Sefo’nun da aynen öyle olmuş. 1998 yılında Samsun’da doğan ve gerçek ismi Seyfullah Sağır olan Sefo’nun, küçük yaşlarında Ceza’yla başlayan “rap” sevdası, 50 Cent’le ve sonrasında daha “underground” isimlerle devam etmiş. Dinleye dinleye geldiği yer de bizzat bu işi yapmak olmuş. 14-15 yaşlarında yazmaya, şarkılar üretmeye başlamış. Önceleri yaptıklarını duyurabilmek için bir dolu insana “mail” atmış ama kimseden dönüş alamamış. İlk şarkısı “Yalan”ı 2018 yılında yayımlamış. 2019 yılında sosyal medya fenomenleri Ala Tokel ve Ahmet Aksöz’ün destek verdiği “Derdi Ne?” şarkısı viral olunca da onu başından beri takip edenlerin dışında bir kitlenin ilgisini çekmeyi başarmış.


Ardı ardına gelen “rap” işlerden sonra ufak ufak pop “sound”undan beslenmeler, önce “Toz Duman” sonra bir başka sosyal medya fenomeni Reynmen’le birlikte kaydettiği “Bonita” ve derken “Bilmem mi?”yle gelen büyük tanınırlık. İlkokul çocuklarının okul bahçesinde olanca sevimlilikleriyle bir ağızdan “Bilmem mi?” söyleyip eğlendikleri o video, bu karanlık günlerde hangimizin içini açmadı ki? Yılların burnundan kıl aldırmayan Altın Kelebek’i bile gidip Sefo’ya kondu bu şarkı sayesinde. Kral TV Video Müzik Ödülleri çoktan tarihe karışmamış olsaydı, oradan da payını alırdı hiç şüphe yok.


Sefo’nun aslında “Muu?” şarkısıyla başlayan pop, daha doğrusu “reggaeton” açılımı karşılığını çabuk buldu. Sonuçta “reggaeton” dediğimiz şey de “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” memleketin evvel ezel pek bayıldığı kıvrak ve ateşli Latin tonlarından, ritimlerinden devşirme. Hadi onu da geçtim, düpedüz halay ritmi be kardeşim. Bir yandan müstehzi Mahmut Tuncer şakaları yapıp bir yandan “reggaeton”a ayılıp bayılmalar da Orta Asya’dan geldi geleli Boğaz’ın hangi yakasına daha fazla meylettiğini hiç bilememiş bizlerin yüz bin milyon “bu ne yaman çelişki”sinden sadece biri.


Zaten Sefo da ister “reggaeton” deyin ister düz halay, ritmi bir yana, şarkı söyleme biçimiyle de Anadolu’nun bağrından kopup geliyor. O bağır tam olarak neresi, onu bilmiyorum. Çünkü aşina olduğumuz hiçbir aksana benzemiyor Sefo’nun aksanı. Güneydoğu değil, Kars, Azerbaycan değil, Ege değil, İç Anadolu değil ki Sefo Samsunlu ama Karadeniz hiç değil. Gerçi bu yeni aksan Sefo’nun icadı da değil. Böyle bir Müslüm Gürses edası üstüne gurbetçilerin üçüncü kuşak Almanca-Türkçe kırması sosu, belki bir parça siyahi Amerikan çeşnisi filan derken “rap-trap-hip hop-şu-bu” türevi Türkçe müzik yapanların benimsediği aksan bu oldu. Oysa videolarını izliyorum Sefo’nun; bildiğin İstanbul Türkçe’siyle konuşuyor. Şarkı söylerken niye böyle oluyor onu bilmiyorum. İçten gelen bir şey olsa gerek. Yermek için söylemiyorum; durum tespiti yapıyorum sadece (bak yine!..)


“Bilmem mi?”nin 2021 yılının ikinci yarısında damgasını vurmasından sonra 2022’yi “Affettim” teklisiyle açtı Sefo. Ardından “Bilmem mi?”nin İspanyolca versiyonu “Mirame”yi Meksikalı grup Reik ile kaydederek ilk dünyaya açılma denemesini yaptı. Peki sonuç ne oldu? “Büyük beğeni toplayan şarkı başta Meksika olmak üzere Fransa, İtalya, İspanya, Yunanistan, Norveç, Portekiz gibi birçok ülkenin listelerine ve dünya çapında yüzbinler tarafından takip edilen Global X gibi listelere üst sıralardan girdi ve kapağında yer aldı.” (Daha doğrusu almış; ben basın bülteninin yalancısıyım.)


Peşi sıra genç rapçi Revart ile Aerro prodüktörlüğünde “Yarım Kalır” şarkısını yayımlayan Sefo’nun yakın dönemde servis edilen yeni “hit”i ise “Tuzak” oldu. Şarkının ilk dinleyişte bir defada anladığım ve aklıma yer eden “mükemmel bir film tadında” cümlesi nicedir dilimde dolaşıp duruyor. Gerisini de söyleyeyim istiyorum hatta ama bir türlü oturup çalışacak fırsat bulamadım. Çünkü ezber yapmanın en iyi yolu okuduklarınızı bir mantığa oturtmak, hikâye ederek akla sokmaktır. Ama daha ilk cümleler “Gümüş gerdanında tutsaktı ben ellerinde,” olunca ne mantık kalıyor ne hikâye. “Bir mendil niye kanar?” diye sorardı Edip Cansever bir şiirinde. “Bir yapı çıldırabilir mi?” diye sorardı Tomris Uyar bir öyküsünün ilk cümlesinde. Kafa yorardık. Aynı şey mi? Belki de… Kim bilir? (Emin olun, bu da bir durum tespiti.)


Sefo geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni şarkısı “Isabelle”i ise (basın bülteninde “Isabella”, diğer her yerde “Isabelle” yazıyor) Türkiye kökenli bir aileden gelen Alman rapçi Capo ile birlikte kaydetmiş. Şarkı kulağa çok tanıdık gelen gitar tınıları ile başlayıp ele, ayağa, nerenizle ritim tutuyorsanız oraya çok tanıdık gelen ritimlerle devam ediyor. Bu tür, bu tarz müzikte şarkıların fena halde birbirine benzemesi şimdilik bir sorun değilmiş gibi gözükse de zamanla usandırır mı? Bence usandırır. Hiç 130 BPM pop sevmemişlerin en büyük argümanıydı ya: “Popta bütün şarkılar birbirine benziyor,” denirdi. Çünkü “sample”lar kardeş, “loop”lar akraba, “kick”ler “drum”lar ruh ikiziydi. Müziğe elektroniğin girmesinin bir bedeli vardı, ödenecekti. Şimdi aynı yoldan popa “alternatif” türler yürüyor.


“Isabelle” kıpır kıpır, fıkır fıkır. Kızgın kumlardan serin sulara atlarken fonda çalsa “değiştirin şunu” demez kimse. Kaldı ki hepi topu 2 dakika 25 saniye, “değiştirin” desek bile değiştirene kadar bitiverir. Şarkının Almanca kısımlarını (dili bilenler hariç) zaten anlamıyoruz, Capo yüzümüze küfretse (ki “rap”te kuvvetle muhtemeldir malum), “yaya” deyip geçeriz. Türkçe kısımları deseniz… Yıllar yılı sıkıldığımız, yerden yere vurduğumuz saçma sapan Türkçe pop şarkı sözlerine alternatif mi arıyorsunuz? Misal, “Onu sal, yola gel, bi’ tutam karamel” cümlesinin bizi arkamızdan itip 130 BPM şarkılarda arayıp da bulamadığınız mana derinliğinin içine yuvarlaması pekâlâ mümkün olabilir. Tıpkı “Bu kız bir afet bir afet, bu kız felaket felaket,” ya da “Dedim götür beni aya,” cümleleri gibi.   


Fark ettiyseniz hiç rol yapmadım, bu tür müziği çocukluğumdan beri dinlermiş ve severmiş gibi davranmadım. Benim çocukluğumda bu tür müzik yoktu zaten, yemezdiniz. Kendisinden önce gelen diğer kuşaklarla arayı zart diye açıveren z kuşağını yakalamaya çalışmak çok kere zavallı bir çaba gibi görünebilirken sadece anlamaya çalışmak bile insanı “rahmetli” konumuna düşürebiliyor. Ve fakat x, y ya da z her neyse, bir kuşağın kendisinden önce hiçbir şey yapılmamış, yazılmamış, çizilmemiş, söylenmemiş sanması, sanmasa bile öyle saymasında, aslında tarihin bir yerinden tekrar ettiği şeyleri ilk defa yaptığına inanmasında da acıklı bir cehalet yok mu?  

Acaba bir müşterek mi bulmalı? Birbirimizi tanısak… Sever miyiz?

1
Share

TARKAN - "GEÇÇEK"


Tarkan bir şarkı yayımladı, ortalık karıştı. Niye öyle oldu? Cevabı basit aslında: Çünkü o Tarkan.

Bir kere çok uzun ara verdi. Pop müzikte bir starın bu kadar uzun ara vermesi feci riskli bir durumdur. Çünkü popüler müzik hiç yerinde durmaz, sürekli devinir, değişir. Dengesizdir, tutarsızdır, öngörülemezdir pop müzik. Siz “Dur bir evleneyim, bir de çocuk yapayım, aman çocuğumu büyüteyim, azıcık tütü giyeyim,” filan derken bir dönüp bakarsınız en iyi yaptığınız şey hiç bilmediğiniz bir şeye dönüşmüş. Ne olacak şimdi? Ayak uydursan bir dert, uydurmasan ayrı dert.

Yani Tarkan bu kadar uzun bir aradan sonra ne yaparsa yapsın ya “Nerede o eski Tarkan?” diyeceklerdi ya da “Ohooo Tarkan da çok eskide kalmış!” Zamana ayak uydurayım derken komik duruma düşmekle zamana ayak uyduramamak aynı efekti yaratır çünkü: İki uçlu otlu değnek. Üçüncü bir alternatif yok muydu peki? Vardı elbet ama zordu. En çok da bu yüzden, herkes gibi ben de bütün önyargılarım cebimde, merakla bekliyordum Tarkan’ın yeni şarkısını.


Her perşembe gecesi saatler 12’yi vurduğunda dijital platformlara boca edilen yüzlerce yeni şarkı arasından sıyrılsın diye Tarkan’a özel bir ayrıcalık tanındı. Şarkı saatler 12’yi vurmadan üç saat önce düşürüldü platformlara. Ben şahsen oturup dakika dakika bekledim bilgisayar başında. Eminim çok bekleyen oldu benim gibi. Demek ki işe yaradı. Kimileri bunun bir haksızlık olduğunu yazıp çizdi sonrasında, onları da gördüm. Bence değildi. Çünkü o kimilerinden bazıları da listelerde görünür olmak için haftada bir şarkı çıkarıyor misal. O da bir öne çıkma çabası, bir rekabet üçkağıdı (ya da pazarlama taktiği) değil mi sonuçta?


Tabii bilgisayar başındayım ya o an, şarkıyı dinledim, klibi izledim ve hemen şöyle bir baktım sosyal medyada ne yorumlar yapılıyor diye. On beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti.

“Kötü…”

“Çok kötü…”

“Tarkan bunu senden beklemezdim.”

“Tarkan’ın şarkısı büyük hayal kırıklığı…”

“Tarkan vurdu gol oldu!”

“Tarkan farkı.”

“Geççek ne abi ya?..”


Twitter’ı açınca insanda gece gezmesi sonunda mekândan çıkarken paparazzi mikrofonları ağzına dayanan ünlü psikolojisi hasıl oluyor ister istemez. Herkes ama herkes gündemdeki konuyla ilgili senin ne düşündüğünü merak ediyor o anda. Öyle bir hisse, telaşa kapılıyorsun. Acilen fikir beyan etmeli, dakika sekmemeli.

“Kötü… Çok kötü!”

“Mükemmel, süper, olağanüstü!”

Fikrini beyan ettin, kamuoyuna demecini verdin, rahatladın. Tamam. Artık seninle aynı fikirde olanlardan oluşan bir kitlen var. Gelsin beğeniler, “retweet”ler. İster ilk cümleden yürü ister ikinciden, fark etmez. Mühim olan bir kutupta durmak, yerini göstermek. Bu, şarkıdan, türküden, Tarkan’dan Markan’dan bağımsız bir durum aslında. Bu, içinde bulunduğumuz çağın delilik hâli.


“Fikir de mi beyan etmiyek yani napak?” dediğinizi duyar gibiyim. Edeceksiniz tabii; sosyal medya, en çok da Twitter bunun için var ama şu beğenme ya da beğenmeme, övme ya da yerme halleri çoktandır şirazesinden kaymış olabilir. Gerçi konumuz o değil. Elbette herkes istediğini söylesin, parmağının ucuna geleni yazsın, buna itiraz eden de evvel ahir “boomer” olsun, rahmetli Demirel’in tabiriyle “demokraaaaasi” böyle bir şey.

Bak Demirel dedim hooop geldik mi siyasete? Gelelim çünkü asıl kıyamet orada koptu. Eğer bu şarkı ortalama bir aşk şarkısı olsaydı yine aşırı beğenmeler ve aşırı beğenmemeler arasında gidip gelecektik her zaman yaptığımız gibi. Bu da üç bilemediniz beş gün sürecekti, o kadar. Ama onu da gölgede bırakan bir şey oldu bu defa. Şarkının sözleri yeni ve daha önce görülmemiş bir başka kutuplaşma ihtimalini orta yere bırakıverdi ki biz bizim her çeşit kutuplaşma ihtimalimizi sevmiştik zaten nicedir. İstisnasız her şey ama her şey kutuplaşmamız için bir sebep olabilirdi. Fırsatı kaçırmadık, hemen bir kere daha kutuplaşıverdik. Hemen oracıkta… Yani daha şarkı çıkalı yarım saat, bir saat bile geçmemişken üstelik.


‘70’leri yaşayanlar bilir, o dönemde sokakta elinizde gazeteyle gezemezdiniz. Çünkü elinizdeki gazetenin siyasi eğilimine göre ya sağcılar ya da solcular tarafından potansiyel düşman görülüp oracıkta vurulmanız işten bile değildi. Abartı değil, oldu böyle şeyler. İşte o zamanlar elinizde bir gazeteyle sokakta gezmek neyse, şimdilerde sosyal medyada siyasi bir fikir belirtmek de aynı şey. Tek fark silahla vurulacak kadar hayati bir tehlikeyle karşılaşmamanız. Yani en azından şimdilik öyle…


Peki “Geççek”in siyasetle ne ilgisi var? “Geççek” siyasi bir şarkı mı? Aslına bakarsanız değil. Öte yandan yaşadığımız hayatta ne siyasetle ilgili değil ki? Hele ki sanat siyasetten bağımsız düşünülebilir mi? “Sen sanatçısın, sanatını yap, siyaseti siyasetçiler yapsın,” kafalarına hiç girmiyorum bile. Olmaz öyle şey! Kahvede tavla atan kasketli Osman Amca kadar “megastar” Tarkan’ın ya da şunun ya da bunun da siyaset konuşmaya, fikir belirtmeye hakkı vardır. Bunu ister doğrudan doğruya yapar, bir safta yer alır, hatta aktivist olur, isterse de kendinde saklı tutar, tarafsız olur ya da en azından öyle görünür. Bu yüzden durduğu yere göre kimi kez kızarız, küseriz, eleştiririz ya da daha çok alkışlarız, bağrımıza basarız o ayrı mesele. İçine top tüfek ya da en az onlar kadar tehlikeli katıksız önyargı girmediği sürece o da bizim fikir beyan etme hakkımız.


Ama gelin görün ki “Geççek” siyasi bir şarkı değil. Misal bir “Yiğidim Aslanım” gibi açık bir siyasi slogan, vurgu taşımıyor. Zaten şarkı bir anda öyle bir yere konulunca “rock”çılar filan kendi şarkılarını paylaşmaya başladılar: “Bakın siyasi şarkı böyle yapılır, öyle yapılmaz, biz daha siyasiyiz, en siyasi biziz,” filan diye. İyi güzel, buna bir itirazımız yok ama şarkılar kendi kaderlerini kendi tayin eder /etmiştir tarih boyunca, buna da yapacak bir şey yok. İçinden geçilen zamana, hâle, duruma göre şarkılar bazen anlamlarını aşar ve beklenmedik misyonlar üstlenebilir. O misyonu üstlensin diye yaptığınız şarkılar bazen hiçbir işe yaramaz da ummadığınız şarkılar yarar ne çare. Örnek mi? Basit bir hafif Türk müziği şarkısı olan ve yayımlandığı dönemde bile dile düşmemiş, dikkat çekmemiş “Dur Bakalım” adlı şarkının yıllar sonra neye dönüştüğünü en iyi o siyasi “rock”çı arkadaşlar bilir ama nasıl dönüştüğünü kimse bilemez. Hiçbir zaman da bilemeyecek.


Ya da zamanında sadece belli bir siyasi görüşün bayraktarlığını yaptığı herkesin malumu Ahmet Kaya şarkılarının bugün beyaz Türk’ünden türbanlısına, Kürt’ünden milliyetçisine herkes tarafından dinlenir, sevilir olmasını nasıl açıklayacağız? Benzer minvaldeki Zülfü Livaneli şarkılarının yıllar içinde herkesin birlikte söylediği türkülere dönüşmesini? Şenay’ın “Sev Kardeşim”inin sözlerinde siyasi bir mesaj var mıydı? Ne oldu da bir dönem CHP mitinglerinin vazgeçilmez şarkısı oldu? Örnekler çoğaltılabilir. Yani bir şarkının, bir görüşün, bir inanışın, bir kitlenin, bir eylemin şarkısı olması bazen yazanından, söyleyeninden ve onların maksadından bağımsız gelişir. Ondan sonra siz istediğiniz kadar “Ben o şarkıyı onun için yazmadım,” deyin, işe yaramaz. Yani Tarkan bu şarkıyı sahiden de sadece pandemi sürecinde kasılmış insanların ruh halini düşünerek yazmış da olabilir, her kelimesini çift anlamlı seçerek subliminal mesajlar vermek istemiş de olabilir. Bilemeyiz. Bunun bir önemi de yok zaten. Sonuçta bir kesim öyle anlamak istemiş ve öyle anlamak onlara iyi gelmişse şarkı kendi hikâyesini yazmış demektir. Sanat zaten tam da böyle bir şeydir.


Bunca laf ettim de hâlâ şarkı hakkında benim ne düşündüğümü yazmadım. Onu da yazayım, tam olsun:

Mahallenin bıçkın delikanlısı, kıvrak ritimlerin işveli erkeği, alaturka nağmelerin zarif beyefendisi… Tarkan bu üçgenden çıkmak için geç bile kalmıştı. Daha önce denedi ama olmadı. Bu sefer olur mu? Onu kısa vadede tahmin etmek mümkün değil. “Geççek” siyasiler tarafından bile paylaşılıp, haber programlarında tartışma konusu olmuşken Tarkan bu saatten sonra şarkının arkasında ne kadar duracak, onu görmek lazım. Misal, “Cuppa”nın arkasında hiç durmamış, anında vazgeçmişti şarkıdan.   


“Geççek, gitçek” kullanımlarına takılanlar çok ama ben hiç takılmadım. Sonuçta gündelik hayatta “geçecek, gidecek” diye konuşan kaç kişi var? Kaldı ki o kelimeler diksiyon kuralları gereği de “geçecek, gidecek” diye telaffuz edilmez, “geçicek, gidicek” diye telaffuz edilir. Aradan bir “i” harfini çıkarsanız ne olur? Kısaltma yapmış olursunuz. Sıklıkla kullandığımız “n’aber” gibi ya da “bir” yerine “bi’” dememiz gibi. Tarzan Türkçesi ve “nigga” şivesi kullanılan “rap” şeylerine, Seattle aksanlı alternatif solistlerine, arabesk “trap”in korkunç prozodilerine takılmadınız bunca zamandır da buna mı takıldınız Allah aşkınıza?


Evet şarkının bir iki yerinde Tarkan da yer yer “rap”çiler gibi Türkçe’yi eğip bükmüş, bazı yerlerde sözler hiç oturmamış, bunu da belli ki bilakis yapmış, bir nevi olta atmış “rap”sever gençliğe. Bunu çok gereksiz buldum, doğruya doğru. Öte yandan bir evvelki paragrafta bahsettiğim üç köşeden ibaret Tarkan imajının dışına çıkmış, bunu da görmek lazım. Cilve yapmıyor, nağme yapmıyor, “vibrato” yapmıyor. Mahalledeki kıza laf atmıyor, aile büyüklerinin elini saygıyla öpmüyor, göbek atıp gerdan kırmıyor. Dördüncü bir köşe açıyor kariyerinde. Mahallenin sırt sıvazlayan, umut veren, destek olan güzel abisine oynuyor. Bunu yaparken de bilgeliğe, bilgiçliğe soyunmuyor haliyle konumu (ya da donanımı) gereği. Bir popstar olduğunun bilincinde çünkü. Birdenbire Bülent Ortaçgil’e dönüşecek hâli yok.


Şarkının Ozan Çolakoğlu tarafından yapılmış düzenlemesi de gayet yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Dünyada popüler müzik her koldan ilerlemeye devam ederken, Adele'inki gibi "old school" bir "sound" bile olaylar yaratır, milyonlar satarken bizim memlekette günün popüler müziği sadece "rap", "trap", "R&B", "hiphop"tan ibaretmiş, ötesi hep demodeymiş gibi algılanıyor, yazılıp çiziliyor. Bizim çabuk sevip çabuk vazgeçen çocuk ruhumuz, ayran gönlümüz ve bir türlü kendisi olamamış, hep nereye çekilirse oraya gitmiş beğeni kriterlerimizde son durum bu. Allah'tan Ozan Çolakoğlu doğru bildiğini yapan müzisyenlerden.  


Kuşkusuz “Geççek” Tarkan’ın en iyi şarkısı değil. Genç yaşlarından itibaren “iyi şarkı” kategorisine rahatlıkla koyabileceğimiz “Kış Güneşi”, “Biz Nereye?”, “Beni Anlama”, “Sevdanın Son Vuruşu” gibi şarkılar söylemiş, kimilerini de yazmış, bestelemiş biri Tarkan. Öte yandan Tarkan “Kıl Oldum Abi”, “Hepsi Senin mi?”, “Şımarık” gibi şarkılarla da Tarkan oldu. Zamanında her biri çok ama çok eleştirildi, yeni nesil bilmez. Onlar da kötü bulundu, ucuz bulundu, basit bulundu kimilerince. Tartışma programlarında değil belki ama köşe yazılarında tartışıldı, “Müzik nereye gidiyor, Türkçe nereye gidiyor?” soruları, ciddi endişeler, karamsar kaygılar havada uçuştu. Sonuçta ne oldu? Bugün hâlâ o şarkıları dinliyor, dinlerken eğleniyoruz. “Geççek” de o kategoriye girer ya da girmez, onu zaman gösterir, o ayrı. Peki biz nicedir moraller bunca kurşun gibi ağırken, asaplar bu kadar bozuk, sinirler bu kadar laçkayken “Geççek”le niye azıcık da olsun eğlenemiyor, neşelenemiyor, mutlu olamıyoruz? Beğenmeyenler beğenenleri ıslak odunla dövsün mü, iyi bulanlar kötü bulanları alnının çatından vursun mu? Nasıl yapalım?     

0
Share

KALBEN - "ESKİ DÜNYANIN YANGINI"


Kalben 2021 yılında hiç boş durmadı. Hem sürekli yeni şarkılar üretti hem de konserden konsere gezdi. Ocak ayında “Hükümsüz” dizisi için kaydettiği “Yüksek Yüksek Tepeler” türküsünü yayımladı. Mart ayında Teoman düeti “Robot Kozmonot” piyasaya çıktı. Nisanda ilk iki albümünden dokuz şarkıyı canlı kayıtla yeniden seslendirdiği “Eski Yeniler” albümüyle çıktı karşımıza. Mayısta “Şansız Mücadeleci”, temmuzda “Ne Güzel Yerlerin Var” ve yine temmuzda “Robot Kozmonot (Karakter Remix)” teklilerini yayımladı. Eylülde “Bilmiyor İçim”, kasımda ise bir reklam filmi için kaydettiği “Çünkü Başka Sen Yok” teklileriyle de yılı kapattı.


Farklı bir öneri sunan, benzersiz bir stille dinleyici karşısına çıkan müzisyenlerin işi iki kat zordur çünkü dinleyici o ilk günlerde “Ne değişik ne enteresan,” diyerek sevdiği şarkılardan ve sesten bir süre sonra sıkılır, “Amaaan bu da hep aynı,” demeye başlar. Örnekleri çoktur. Kalben’de böyle bir şey olmadı ama. Müziğini kendi içinde yer yer ufak tefek yer yer radikal değişikliklerle çeşnilendirse de şarkılarındaki özü, çekirdeği hemen hiç değiştirmedi ve buna rağmen dinleyicinin ilgisini peşinden sürüklemeyi başardı.

Geçtiğimiz ocak ayında yayımlanan “Eski Dünyanın Yangını”, Kalben’in beşinci albümü. Albümden önce “Kaybolmuş” teklisi yayımlandı ve 10 gün sonra da albüm piyasaya sürüldü.


Daha önce de yazmıştım: Kalben’in kendi içindeki tekamülüne, ruhsal ve fiziksel değişimine birlikte şahit olduk. 2017 yılında röportaj yapmak için Cihangir’de bir kafede bir araya geldiğimizde “Ay çok heyecanlıyım Yavuz Abi,” diyen ve gerçekten de heyecanı her halinden belli olan, sohbet esnasında utana sıkıla bir sigara isterken mahcubiyetten elleri titreyen çekingen genç kız, Eylül 2021’de “Bilmiyor İçim” şarkısının Kabataş Setüstü’ndeki tanıtım partisinde pembe saçlarıyla oradan oraya uçuşuyor, kendinden emin ve çok belli ki sahici bir özgüvenle dostlarını ağırlıyordu.


En çok Kalben’i gözlemledim o gece. “Sahici özgüven” tabirini kullanırken emin olmak istiyordum çünkü. Aksi takdirde bu hikâye Yeşilçam filmlerinde Filiz Akın’ın köylü kızından sosyete kızına dönüşümü hikâyesi kadar sığ ve gerçeklerden uzak kalabilirdi.


Geçtiğimiz yıl çektiğimiz ve halen Exxen’de yayınlanmaya devam eden “Arabeskin Âşık Kadınları” belgeselinde bir zamanlar sahneye çıkan, şarkı söyleyen kadınların erkek egemen bir dünyanın tahakkümü altında nasıl ufalandıklarını anlatıyorduk. Daha doğrusu bizden çok onlar anlatıyordu. Çoğunu biliyor olsak bile dinlerken bir kez daha derinden sarsıldığımız hikâyeler. Erkeğin istediği kadar, izin verdiği ölçüde var olabilmek. Sahnede binlerce insan seni alkışlarken sahne arkasında bir tek erkeğin ilgisi ya da ilgisizliğinden güç devşirmeye çalışmak. İşin ilginci, ayakta kalabilmiş, kaybolmamışların da kendi başlarına değil, yine bir erkek himayesiyle bugünlere gelebilmiş olmasıydı. Başka bir örnek yoktu. Bugün artık var.

Her ne kadar kendisi çok açık etmese de Kalben’in de benzer bir hikâyeden geçip bugüne geldiği ve bir yerden sonra zincirlerini kırdığı çok belli. Değişiminin, dönüşümünün ve kanatlarını alabildiğine özgür açabilme sürecinin anlatılması gereken bir kıssası var. Kim bilir belki de ileride bugünlere dair yapılacak belgesellerde anlatılacak hikâyeler de böyle hikâyeler olacak.


Bütün bunları yazıyorum çünkü bunlar Kalben’in müziğinde doğrudan izlerini sürebileceğiniz şeyler. Sahnede şarkı aralarında o kendine has esprili hitabet yeteneğiyle anlattıklarında, sosyal medya paylaşımlarında kurduğu uzun uzun cümlelerde hep var bu izler. Bırakın kadın ya da erkek olmayı, bir insanın ruhsal ve zihinsel özgürlüğünü, cesaretini arayışına, arayıp buluşuna şarkıların diliyle şahit olmak müthiş ilham verici.

Tabii ki hiçbir insan yaşadığı sürece her şeyi çözemiyor ve hayatın her sırrına eremiyor. Kafasının içinde bir kara sinek her zaman kalıyor ve mütemadiyen “vız vız vız” ediyor. “Eski Dünyanın Yangını”nda Kalben’in söze böyle başlaması boşuna değil. Albümün açılışını yapan “Kara Sinek Senfonisi” bizi en baştan uyarıyor.


O artık minimum enstrümanlar, minimalist düzenlemelerle şarkı söyleyen sakin genç kız değil. Yer yer yırtıcı, yer yer öfkeli, bazen pasif agresif bazen huzurlu, uysal bazen de alabildiğine neşeli. Bu hem şarkıcılığında gözüküyor hem de şarkıların düzenlemelerinde. Daha ikinci şarkıda yaylıların sakinleştirici eşliğiyle “Bugün Bana Tatil” derken, kafasının içindeki kara sineği çıkarıp atan da kendisi.

Sonrasında “Kaybolmuş”un peşine düşüyor. Öpülmemiş kadınlar, ağlamamış adamlar, sevilmemiş çocuklar, hiç güneşe uçmamış yüreksiz kuşlar… Her insanda en az biri, bazen hepsinden birazı, bazen de hepsi yok mu? Bilmiyorum. Kalben de vermiyor cevabını zaten, kafanızı karıştırıp öylece bırakıyor. 


Hemen üstüne de sıcak sıcak retro tınılarla “Kalbim Yeniden”i servis ediyor. Hoooop dolduk mu bir umutla yeniden? Cayır cayır “Kalbim atsa atsa atsa yeniden,” diyor Kalben. “Bu oda yansa yansa yansa yeniden,” diyor. Tam bir konser şarkısı. Kalabalıklarla hep bir ağızdan nasıl söyleneceğini hayal edebiliyorum.


Kalben’in Emre Aydın’la YouTube sohbetini izledim. Bu albümdeki şarkıların hepsinin bir defada çıktığını, yazıldığını anlattı. Hem söz hem müzik mi yoksa sadece söz ya da sadece müzik mi onu detaylandırmadı ama bu albümde yer yer o “bir defada”lık kendini hissettiriyor. O sohbeti izlemeden önce şunu düşünmüştüm: Hani ünlü şairlerin şiirleri bestelenir bazen. Özellikle de vezinsiz, kafiyesiz, misal Nazım Hikmet’in olgunluk dönemi şiirleri türden şiirler doğal olarak kolay notaya gelmez. Biraz zorlama olur hatta bazen de çok zorlama olur öyle şarkılar. Beste şiirin hakkını veremez. Şiir içine sokulmaya çalışılan kalıba sığmaz, taşar, dökülür. İşte tam da böyle bir şey hissetim Kalben’in bazı şarkılarını dinlerken. “Bi’ Şeyler” bunlardan biri mesela. Sanki önüne daha önce hiç görmediği bir şiir koymuşlar ve “Bir defada bestele bakalım,” demişler gibi. Ya da o anda aklına gelen sözleri doğaçlama besteliyormuş gibi. Hani kaydetmiyor olsa ikinci defa söyleyemeyecek belki de; o kadar dağınık melodiler. “Bi’ Şeyler”in sözleri çok şey anlatıyor, çok derine iniyor ama bunu yaparken şarkı formunun sınırlarına meydan okumaktan hiç çekinmiyor. Belki de yukarıda bahsi geçen özgürlük arayışına bu da dâhildir, kim bilir?  


Peşi sıra gelen “İçinden Ben Çıktım” bir insanın belki on belki yirmi belki otuz, kırk yılda yaşayacağı, yaşadığı kendisiyle hesaplaşma, anlaşma ve barışma sürecini 4 dakika 3 saniyede anlatıveriyor anlatmasına ama o da tıpkı bir önceki şarkı gibi sözü müziğini gölgeleyen bir şarkı. Şarkı bittiğinde bir tek “İçinden ben çıktım” tekrarları kalıyor aklınızda.

Albüme adını veren “Eski Dünyanın Yangını” yedinci sırada karşımıza çıkıyor. Sadece albüme adını vermiyor bu şarkı; aynı zamanda Kalben’in albümle eş zamanlı olarak piyasaya çıkan ilk romanına da adını veriyor. 13 yıla yayılmış bir yazım macerasından sonra romanı nihayet tamamladığında, 13 şarkılık albümüyle birlikte piyasaya sürmek istemiş Kalben ve doğrudan bir bağlantısı olmasa da her ikisine de aynı ismi vermiş. Bunun bir tanıtım sorunu yaratacağı konusunda kendisini ikaz edenlere de kulak asmamış Kalben. Kendisi bilir tabii ama albümle ilgili bilgi ararken internette hep kitap bilgisiyle karşılaştım ne çare. Albümle kitabın eşzamanlı piyasaya çıkmasıydı hep öne çıkarılan ama misal albümün aranjörleri kimler ona hiç değinilmemişti. Ben de bu yüzden bu yazıda aranjörlerden hiç bahsetmiyorum farkındaysanız. Bunu özellikle yapıyorum. Önemsiz bulduğumdan değil; kendileri önemsiz bulduğundan.


Şarkıya gelince… Hoş bir folk esintisiyle başlayıp retro sularda seyreden “Eski Dünyanın Yangını” albümün akılda kalıcı şarkılarından. Peşinden gelen “Pişmaniye” de hem akor düzeni hem de melodik yapısıyla adeta onun kardeşi gibi. Şarkının sözleriyse yıllar önce “Beni Kategorize Etme” diyen Ortaçgil’e cevap verir gibi. Şarkının pişmaniyeyle ilgisi ise “…saydım…seydim”le biten pişmanlık cümlelerinde saklı; bildiğimiz yiyecekle bir bağlantısı yok yani.

“Düşünürüm”, albümün en melodik ve sıcak kanlı şarkılarından biri. Tabii bu sıcaklıkta nostaljik tınıların, düzenlemenin etkisi büyük. “Kuşgözü” ise ilk iki albümünün sularında gezen, bir yere kadar tek bir gitarla kaydedilmiş, sakin sakin yürüyen ama sözleriyle dinleyeni dürtmekten de geri kalamyan bir şarkı.


Sırada “Kedi” var. Albümdeki birçok şarkının aksine söz ve müziğin birbiriyle tam olarak örtüştüğü, birinin diğerine baskın çıkmadığı bir şarkı “Kedi”. Bir önceki şarkı gibi bu şarkıda da Kalben’in pes seslerdeki hakimiyeti, şarkıcılığının geldiği noktayı göstermesi açısından dikkat çekici. Peşinden gelen “Yasak”, adından da anlaşılacağı üzere, içinden geçtiğimiz döneme dair bir şarkı. Düzenlemedeki kaotik atmosfer boşuna değil.

Albümün kapanışını “Taksi” yapıyor. Belli ki bir yaşanmışlığın içinden çıkıp gelmiş, kişisel bir şarkı “Taksi”. Kalben’in birçok şarkısı üzerinde kafa yormayı gerektiren metaforlar, göndermeler, değinmelerle doludur. Çoğunlukla bütünü tam oturmaz üzerinize ama bazen bir ya da birden çok cümlesi “bızzzzzt” yapar ciğerinizde ya da yüreğinizde. “Taksi”deki “Bu aşk bizi birbirimizden koparacak” cümlesi gibi. Yoksa ne Roma’ya gitmişliğiniz vardır büyük ihtimalle ne de Roma’dan İstanbul’a taksiyle gitmişliğiniz.


Tabii bütün bu şarkıları benim yaptığım gibi tek tek, kabuğunu kıra kıra dinlemez de albümü başından sonuna fonda çalmaya kalkarsanız bütün şarkıların birbirine benzediğini düşünme ihtimaliniz yüksek. Zor bir albüm “Eski Dünyanın Yangını”. Sizi öyle hemen o dakika sarıp sarmalamıyor, kulağınıza melodilerini, sözlerini bir kerede yapıştırmıyor. Bunu bir handikap olarak nitelendirmiyorsam da Kalben’in bir tık kendi döngüsünün içinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakabileceğini düşünmüyor da değilim.            


Albümle aynı adı taşıyan roman mı? Onu daha okumadım. Kalben’in de kabullendiğini ve röportajında söylediği bir şey var: “Bu zamanda görünür olmak zorundasınız.” Misal, uzunca bir süre müzik üzerine yazılar yazmazsanız artık size basın bülteni de göndermezler, imzalı kitap da lansman konseri daveti de. Görünür olmadığınız sürece işlerine yaramazsınız. Yani yaptığınız işi ne kadar “alternatif”, “bağımsız” ve benzeri kelimelerle tanımlarsanız tanımlayın, oyunu “bağımlı”ların kurallarına göre oynarsınız, oynatırlar. Hoppp döndük mü başa? “O lanet kara sinek kafamın içinde gezinecek: Vızzz vızzz vızzz…”

0
Share

ELİF SANCHEZ - "ELİF SANCHEZ"


Bu şarkı bolluğunda, her hafta çıkan onlarca, yüzlerce yeni şarkı, az biraz da albüm arasında ister istemez gözden kaçanlar oluyor. Bunların arasında zamanın eğilimlerine, güncele, dolu bittiye yüz vermemiş işler de var. Onlar uzun vadede kalıcı olacak şüphesiz. Elif Sanchez’in kendi adını taşıyan ilk albümü de bunlardan biri.


Bakmayın siz soyadının Sanchez olduğuna. Elif, İstanbul’da doğmuş, büyümüş.  Ailesinin de müzikle ilgili olması nedeniyle çocuk yaşlarından itibaren müzik eğitimi almaya başlamış, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın orta bölümüne girmiş ve lise bölümünden Üstün Başarı Ödülü ile mezun olmuş. Konservatuarda obua ve korangle eğitimi alan Sanchez, 16 yaşından itibaren Senfoni Orkestrası’nda çalmaya başlamış.

Üniversite eğitimine de aynı konservatuarda devam ederken bir yandan da Bahçeşehir Üniversitesi Caz Bölümünde caz vokal öğrenimi görmüş. Böylece Türkiye’nin önemli caz müzisyenleriyle sahneye çıkma fırsatını da yakalamış.


Sonrasında eğitimine Amerika’da devam etmeye karar veren Elif, hayatını müziğe adamış her gencin hayali olan Berklee College of Music’e tam burslu olarak kabul edilmiş ve orada caz, obua, vokal ve “music business” dallarında eğitim almış. Bu da ona uluslararası çapta tanınmış müzisyenlerle çalışma fırsatını getirmiş. Çok önemli konser salonlarında, caz kulüplerinde sahneye çıkmış, önemli müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer almış.


Bütün bunlardan haberiniz var mıydı? Benim yoktu. Oysa yurtdışında, özellikle de Amerika’da herhangi bir sanat dalında başarı kazanmanın önündeki yegâne engel Doğu’dan gelmenizdir. Bu yaftayı ancak olağanüstü yeteneğinizle söküp atabilirsiniz. O yüzden yurtdışında, özellikle de Amerika’da başarı kazanmak, bütün Orta Doğulu komplekslerimizden bağımsız olarak, sahiden önemlidir. Buna karşın böyle şeyler Türkiye’de icra ettiğiniz müzik türü ve tanınmışlığınızla orantılı olarak dikkat çeker, yazılır, çizilir, konuşulur ya da kimsenin umurunda olmaz.


Elif Sanchez’in hikâyesi, icra ettiği müzik türlerinde yurt dışında varılabilecek en üst noktalara kadar uzanan başarılarla dolu. Buraya hepsini sıralamak mümkün değil. Dedim ya, tüm bu detayların bizi ilgilendirmesi için öncelikle onun Türkiye’de tanınır olması gerekiyordu. İşte bunun ilk adımı da Passion Turca-Elif Sanchez iş birliğiyle atıldı. Sanchez’in kendi adını taşıyan ilk albümü 2021 yılında Passion Turca etiketiyle yayımlandı.


Açıkça söyleyeyim: Doğası gereği tek sesli türkülerin caz, “blues”, “rock”, şu ya da bu formlarda çalınması ve söylenmesi hiç yeni bir fikir olmadığı gibi epeyce de suyu çıkarılmış bir yöntem. Ben kendi adıma bu tür iddialarla yayımlanan albümlere nicedir mesafeli yaklaşıyorum. İlk aklıma gelen de “Herhalde söze, besteye verecek paraları yoktu, onun için anonim türküleri alıp çaldılar, söylediler”, ön yargısı oluyor. Gelin görün ki Elif Sanchez’in albümü böyle bir albüm değil. Çünkü bu albüm için seçilen şarkılar ya da türküler Elif Sanchez’in müzikal birikimi, tarzını ve tavrını ifade etmesinin aracı olmuşlar. Sanchez’in “Biyografi gibi bir albüm oldu,” demesi boşuna değil.


İstanbul’da doğmuş ama Anadolu müziğinden etkilenmiş, buna karşın ülkenin hem doğu hem de batı sınırlarının ötesindeki müzik kültüründen de beslenmiş, caz ve klasik müzik eğitimi almış, bir İspanyol müzisyenle evlenerek (Sanchez soyadını havalı olsun diye almış değil yani) Latin müziğiyle de haşır neşir olmuş bir müzisyenin yıllar içerisinde edindiği birikimin doğal sonucu bu. Bu albüm bütün bu renklerin içinden geçtiği, hiçbir rengin bir diğerine baskın çıkmadığı, rengarenk ve ahenkli bir gökkuşağı gibi.

Sanchez soyadı İspanyolca konuşulan ülkelerde tıpkı Türkiye’deki Yılmaz gibi, Öztürk gibi sıklıkla karşınıza çıkan bir soyadı ama bu Sanchez başka Sanchez; bu Sanchez Elif Sanchez ve tıpkı ismi gibi müziği de melez.   


Bir kere Elif Sanchez’in gerçekten etkileyici, dokunaklı, yakıcı bir sesi var. Şarkı söylerken doğru tekniğin getirdiği en büyük kayıp duygudur çoğu zaman. Nice Türkçe caz albümünde, Türk caz solistlerinde Türkçe vurgu, Türkçe duygu yoktur bu yüzden. Yabancı dilde bir şarkıyı Türkçe kelimelerle söyler gibidirler. Elif Sanchez bunu yapmıyor. Hatta yeri geldiğinde türkülere mahsus ve bence gerekli gırtlak nağmelerini, oyunlarını yapmaktan çekinmiyor. Bu da türkülerin etnik kimliğine yabancılaşmamızı önlüyor. Bunu çok önemli ve değerli bulduğumu söylemeliyim.


Albümde dokuz şarkı var. Bunların sekizi türkü. “Ay Oğlan Yiğit misin?” Kütahya, “Bağlamam Perde Perde” Giresun, “Giyinmiş Kuşanmış” ve “Bulut Bulut Üstüne” Mersin yöresinden türküler. “Yemenimin Oyası” bir İstanbul türküsü. “Küçelere Su Sepmişem”, “Quba’nın Al Alması” ve “Almanı Atdım Xarala” ise albümdeki Azerbaycan türküleri. Söz ve müziği Meksikalı besteci ve şarkıcı Armando Manzanero’ya ait “Contigo Aprendi” ise İspanyolca bir şarkı.


Elif Sanchez’in müziği Afrikalı kölelerin çalıştığı pirinç tarlalarından Hazar Denizi’ne, Karadeniz’in fındık bahçelerinden Akdeniz’in pamuk ekilen ovalarına, oradan sıcak Endülüs topraklarına uzanıyor; farklı coğrafyalarda yaşayan insanların duygudaşlığını, ortak acılarını, sevinçlerini, aşklarını müzik potasında harmanlıyor. Bunu yaparken ülkelerinin yerel müziklerini uluslararası platformlara taşımış Buika, Amelia Rodriguez, Haris Alexiou ve Loreena Mckennitt gibi isimlerden aşağı kalmayan bir müzikal standardı yakalamayı da başarıyor.


Bu albümü mutlaka dinleyin ve şayet severseniz Elif Sanchez’i bir konserinde sahnede canlı izlemeyi de ihmal etmeyin. Zira bu yetkinlikte bir müzisyenin albüm performansından çok daha fazlasını bir konserde dinlemenin bir sürpriz olmayacağı gün gibi aşikâr. Günün harala gürele güncel müziği her yerden üzerimize boca edilirken kulak temizlemek için böyle bir alternatif zor bulunur.

0
Share
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımda


Photo Profile

Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci

2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.

Daha Fazla



Takip Et

  • Instagram
  • YouTube
  • Twitter
  • Facebook

Bu Hafta Çok Okunanlar

  • "Sen Ağlama" Efsanesi
    (1984'ten Bugüne) Sezen Aksu'nun yeni albümünün piyasaya çıktığı bugünlerde, Türk popunun efsane albümlerinden "Sen Ağlama&q...
  • Portre: KÖFN ve Salman Tin
    Şortları ve beyaz çorapları ve şapkalarıyla iki genç adam Yoğurtçu Parkı’nın basketbol sahasında çalarmış ve söylermiş gibi yapıyorlar. Klib...
  • KÖFN Röportajı
    Aralık ayı geldi. Müzikte 2022 yılının en iyileri, en popülerleri ve en çok satanları bugün yarın listelenmeye başlanır. Bu listelerin hepsi...
  • Dinlediklerim
    CEYLAN ERTEM – “ÇAREM BENİM” Ceylan Ertem “cover” yapılmadık şarkı bırakmamaya ant içmiş gibi. Bu yıl başından beri sadece iki yeni şarkıs...
  • "Senin Bana Borcun Var"
    Seher Çelik – “Hayat” Bayılıyorum Şehrazat’a… Müdanasız tavrına, dobralığına, lafını tak tak söylemesine, kafası kızdığında karşısındaki bab...

Arşivden

  • Suna Yıldızoğlu Röportajı
    Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
  • İzlediklerim Ocak 2012
    ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
  • Oya Bora Röportajı
    "Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
  • Dinlediklerim
    MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...
  • Açık Hava Dar Geldi!
    NÜKHET DURU & TİMUR SELÇUK “BİZİM ŞARKILARIMIZ” KONSERİ, HARBİYE AÇIK HAVA, 27 AĞUSTOS 2014 Bu başlığı atabilmek için tam otuz yıl bek...
Copyright © 2019 Yeter ki Müzik Olsun

Created with by Beauty Templates | Distributed by Gooyaabi Templates