Yeter ki Müzik Olsun
  • Seninle Üç Dakika
  • _Giriş
  • _1975
  • _1976
  • _1977
  • _1978
  • _1979
  • _1980
  • _1981
  • Röportajlar
  • Konser Yazıları
  • _2019 Konserleri
  • _2018 Konserleri
  • _2017 Konserleri
  • _2015 Konserleri
  • _2016 Konserleri
  • _2014 Konserleri
  • Günün Şarkısı
  • Albüm / Şarkı Eleştirileri
  • Güncel
  • Yıldızlar
  • Klasikler
  • Ses Dergisi
  • Günlükler
  • _Eurovision 2011 Günlüğü
  • _Eurovision 2010 Günlüğü
  • _Nasıl TV Programı Yaptık?

AJDA PEKKAN - "AJDA" 


Ajda hep iyi bir manken oldu. Fecri Ebcioğlu’nun diktiği elbiseleri de yakıştırdı üzerine, Fikret Şeneş’in diktiği elbiseleri de. Şehrazat’ın diktiği elbiselerle de göz alıcı ve alımlıydı, Tarkan’ın diktiği elbiselerle de. Hatta zaman zaman onun için dikilmemiş elbiseleri bile ilk kez o giyiyormuş gibi göstermeyi, sunmayı becerdi, Yıldırım Gürses elbiselerinde olduğu gibi. ‘60’lardan bu yana her giydiği elbiseyle biraz daha kendinden emin, bir adım daha kendinden ileride, beğenilen, özenilen, taklit edilen ama hiç erişilemeyen oldu.


Di’li geçmiş kullandığıma bakmayın; pekâlâ biliyoruz ki hâlâ öyle. Ne çare ki eskisi gibi terziler yok artık. Var olanlar da kıdem ve yaş itibarıyla Ajda’ya söz geçirebilecek, emrivaki ya da metazori yapabilecek güçte değiller. Hâl böyle olunca da Ajda kendi müzikal seçimlerini kendi yapar oldu nicedir. Ya da “yapamaz oldu”, emin değilim. Zira Ajda’nın ezelden beri en az kendisi kadar meşhur ve kararsızlıkları, fikir değiştirmeleri, bugün “olur” yarın “olmaz” demeleri had safhaya vardı son yıllarda. Star yönetimi mühim bir şeydir ve herkesin yapabileceği bir şey değildir. Hele ki starın kendi kendisini yönetmesi hiç olacak şey değildir.


Tüm bunların sonucu olarak da Ajda’nın yıllardır beklenen yeni albümü bekleyenleri tatmin etmekten çok uzak kaldı. Beş yeni şarkı, bir farklı versiyon ve bir “cover” ya da bir parmak bal. Peki gerisi nerede? Kaç yıldır haberleri yapılan, adına varıncaya kadar açık edilen, Ajda’nın stüdyoya girip okuduğu bilinen diğer şarkılar?.. “Off the record” sohbetlerde o şarkıların Ajda’nın içine bir türlü sinmediği için birer birer elendiği konuşuluyor. Denilen o ki albümün bu hâli de içine sinmemiş aslında ama artık bir şekilde ikna edilmiş; Ajda da “En azından kapak fotoğrafları güzel oldu,” diye düşünmüş olsa gerek ki nihayet albüm çıkabilmiş.


Şaka değil; dünyada bile bir ikinci örneği verilemeyecek, verilse de kıyas kabul etmeyecek bir star Ajda. İlk kez 1964 yılında plak stüdyosuna girmiş, ondan da evvel sahneye çıkıp şarkı söylemeye başlamış. Onun emsali olabilecek Erol Büyükburç’un son yıllarını küçük restoranlarda küçük paralar karşılığı şarkı söylemek zorunda kaldığını ve uzun yıllar boyunca bir tek albüm yapamadığını düşünün misal. Vefasız, kadir bilmez, kolay unutur bir tarafımız var milletçe, bunu kabul etmemiz lazım. Buna rağmen kendini hiç unutturmamış, markasını her dönem değerli kılabilmiş tek isim Ajda. Ondan sadece dört yaş büyük Barbra Streisand’ın 2017 tarihli konserini izlediğimde sesinin ne kadar deformasyona uğradığını görüp üzülmüştüm. Ajda hâlâ taş gibi. Sesiyle de fiziğiyle de.


Dolayısıyla Ajda yapımcısından bestecisine, aranjöründen organizatörüne onunla çalışan herkes için eşsiz bir değer. Bunu hem sanatsal hem de ticari anlamda söylüyorum. “Peki yeterince değerlendirilebiliyor mu?” sorusunun cevabını ise son albümü ayan beyan veriyor.

Böyle saydırıyorum diye albümü beğenmediğimi düşünmeyin; aksine beğendim, çıktığından beri çokça da dinledim. Ama dedim ya, o “bir parmak bal” hissinden bir türlü kurtulamadım. Her defasında albüm bitmemiş, yarım kalmış hissine kapıldım. Süresinin kısalığıyla, yedi “track” olmasıyla ilgili bir şey değil bu. Bazen bir tek şarkı da doyurabilir kulağınızı. Bazen 15 şarkı doyurmaz. İşte öyle bir şey.


Albümün açılışında ve kapanışında iki farklı versiyonla yer alan “Bi’ Tık” söz ve müziği Şehrazat’a ait bir şarkı. Zaten dinlemeye başlar başlamaz Şehrazat’ın kokusunu duyuyor, duygusu alıyorsunuz. Dört dörtlük bir Ajda şarkısı. Zamansız, uzun vadeli, geniş bir melodik yapısı, Ozan Çolakoğlu imzalı şık düzenlemeleriyle modern ama klasik olmaya aday. Bangır bangır çalınıp söylenecek bir “hit” mi? Değil. Olmasın da zaten.


Yeri gelmişken söyleyeyim: Ajda’nın bu saatten sonra yeni bir “hit”e ihtiyacı yok. Bin tane var zaten geçmişten gelen. Hele bugünün “hit” anlayışına ayak uydurmasına hiç gerek yok. İki cihan bir araya gelse Ezhel dinleyen gençler “Bi’ Tık”, “İki Tık”, “Üç Tık” dinlemeyecek. Ajda bir Ezhel şeysi (yani “şarkısı” ama tırnak içinde) söylese de dinlemeyecek. Tarkan şarkıları modayken Ajda’nın bir Tarkan şarkısı söylemesi etki yaratabilirdi, yarattı da nitekim ama Tarkan şarkılarıyla Ajda şarkıları arasında bir organik bağ vardı en azından. Bugünün “hip hop”, “trip”, “trap”, “rap”, her neyse adı, o kültürle Ajda müziğinin hiçbir bağı yok. Kaldı ki kimsenin Ajda’dan böyle bir beklentisi de yok. O kendisi gibi olsun, kalsın yeter.


“Bi’ Tık”ın hemen ardından gelen “Mümkün Değil” de aynı hattan ilerleyen ve yüzde yüz Ajda “vibe”ı veren bir şarkı. Son dönemin en yetenekli ve donanımlı müzisyenlerinden biri olan Okay Barış’ın söz ve müziğine imza attığı bu şarkının düzenlemesini Ozan Çolakoğlu yapmış.

Ajda kariyerinin ‘90’lardan bu yana süregelen kısmında söylediği şarkıları iki kategoriye ayırmak mümkün: Tam Ajda’lık şarkılar ve hiç Ajda’lık olmadığı halde Ajda'nın sesi ve söyleyiş biçimiyle iyi kötü kendine yakıştırdığı şarkılar. Maalesef ikinci kategoride daha fazla şarkı var. Çünkü tam Ajda’lık şarkı bulmak ya da yazmak, onu ‘60’lardan bu yana taşıdığı “aura”nın sınırlarından çıkmadan ama demode de kalmadan günün müziğine entegre etmek her babayiğidin harcı değil. “Mümkün Değil” de tıpkı “Bi’ Tık” gibi hem söz ve müziği hem de düzenlemesiyle bunu başarıyor.


Ne var ki peşi sıra gelen şarkı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Söz ve müziği Serdar Ortaç ve Sera Tokdemir’in ortak imzasını taşıyan, düzenlemesi Tarık İster tarafından yapılan “Sadece”, Ajda için biçilmiş kaftan bir şarkı değil. Yani bu şarkının “demo”sunu dinlemiş olsanız ve size “Kim söylesin?” diye sorsalar ilk aklınıza gelen isim Ajda olmaz hatta aklınıza gelen isimler arasında muhtemelen Ajda hiç olmaz.


Söz ve müziği Gülden’e, düzenlemesi Ozan Çolakoğlu’na ait “Ölsem Unutmam”ı ilk dinlediğimde “Tamam anladık bu ‘club’ versiyonu ama bu şarkının asıl versiyonu nerede?” diye bakındım şarkı listesine. O techno-arabeskler, “Duman”lar, “Helal Ettim”ler filan 2010’larda kalmadı mı? Belki akustik, belki de yine elektronik ama çok daha sakin bir düzenlemeyle yakıcı bir şarkı olabilecek “Ölsem Unutmam” bu haliyle sadece yorucu olmuş sanki.


Sözleri Özlem Argon’a, bestesi Reşit Gözdamla’ya ait “Bilebilirsin”i ilk duyduğum anda “Ben bu şarkıyı nereden bilebilirim?” diye sordum kendi kendime. Çok aramam gerekmedi. Şarkının nakaratı 2019 çıkışlı Işın Karaca şarkısı “Canımın Yarısı”nın nakaratıyla paralel bir melodik örgüye sahipti. Bunu Twitter’da yazınca söz konusu şarkının bestecisi Zeki Güner de dâhil olmak üzere pek çok kişi bunun bir tesadüf olacağını, Reşit Gözdamla’nın böyle bir şeye mahal vermeyecek bir besteci olduğunu söyledi. Bazen böyle talihsiz tesadüfler olabiliyor, ardında illaki bir kötü niyet aramak yersiz, bunu kabul ediyorum. Kaldı ki Alper Atakan’ın nefis düzenlemesi ve Ajda’nın sesine her zaman çok yakışmış Endülüs stiliyle albümde parlayan bir şarkı “Bilebilirsin”.


Sırada albümün tek “cover”ı “Düşünme Hiç” var. Bu şarkıyla ilgili enteresan bir anım var, yeri gelmişken anlatayım.

2019 yılında “Doksanlarca” adını verdiğimiz bir müzikli şov hazırlıyorduk. Altı gençle çalışıyoruz ve hepsi ‘90’lı yıllarda doğmuş gençler, yani bırakın ‘80’leri, ‘90’ların ilk yarısına bile yetişememişler aslında. Söyleyecekleri şarkıları ben seçiyorum ama onların tercihlerine de kulak veriyorum. Gösterideki üç kızımızdan ikisi birlikte bir şarkı söyleyecekler; biri gitar çalacak, diğeri söyleyecek. Bir şarkı seçmişler. “Çalışın gelin, bir dinleyelim,” dedim. Çalışıp geldiler, dinledik. Söyledikleri şarkı “Düşünme Hiç” ama alışageldiğimden farklı söylüyorlar. Kendilerince bir yorum mu getirdiler acaba diye şüpheye düştüm, “Siz bu şarkıyı kimden çalıştınız?” diye sordum. Çok anormal bir şey sormuşum gibi baktılar yüzüme. Adeta cehaletime şaşarak “Zeynep Bastık’tan,” dediler. Ben tabii o kadar mesafeliyim ki o sıralar Zeynep Bastık ve onun koltuklu akustik kültürüne, haberim bile yok bu şarkıyı da söylediğinden. Bu defa şaşırma sırası bana geldi çünkü gençler bu şarkıyı ilk Ajda’nın söylediğini bilmiyorlardı.


Orta okul son sınıfta pilli pikabımda Ajda’nın şeffaf plağı dönerken şeffaf yüzeyde oluşan helezonlara dalıp gitmiş, kim bilir kaç bin kez dinlemişim bu şarkıyı. Yedirir miyim Bastık Hanım’a ya da bir başkasına? Hemen uzun bir söylev verip şarkının cemaz-ül evvelini anlattım bizim gençlere tabii. İçlerinden “OK boomer!” diyorlar mıydı o sırada, artık onu bilmiyorum.

Velhasıl Ajda da yedirmemiş şarkısını. Son yıllarda hemen herkesin sahne repertuarında yer alan, hatta yayımlandığı dönemden bile daha çok popüler olan “Düşünme Hiç”, 39 yıl sonra tekrar sahibinin sesinden bu albüme girmiş. Gerçi 2000 çıkışlı “Diva” albümünde söylemişti Ajda bu şarkıyı, onu da atlamış olmayayım ama bu düzenleme o düzenlemeden hayli farklı. Ozan Çolakoğlu çok modern, çok “cool” bir yere taşımış şarkıyı. Ajda deseniz, sadece bu şarkının bu versiyonu için bile ayakta alkışlanmalı. İnsan 37 yaşında söylediği şarkıyı 75 yaşında da aynı tondan söyleyebilir mi? Kaç tane örneği var?


Albüm “Bi’ Tık”ın “Midnight Version”ıyla kapanıyor; hani “Sunrise Version”ıyla açılmıştı ya. Gün doğumundan gece yarısına pek çabuk varıyoruz. Adeta koştuk. Hiç bir durup soluklanmadık (“slow” şarkı dinlemedik manasında) ve işin aslı, ne olup bittiğini de pek anlamadık. Canlı yayın esnasında koltuğundan yuvarlanıp düşen Gönül Yazar’a sorar ya Nükhet Duru: “Niye öyle oldu?”


Albümün Safa Gülsoy tarafından çekilmiş kapak fotoğrafları şahane. Zaten Ajda uzun süredir Safa Gülsoy’la çalışıyor ve o etkileyici konser fotoğrafları da Gülsoy’un elinden çıkıyor. Sadece objektifinden değil tabii, o yüzden “elinden” dedim. Gülsoy 2020’li yıllar Ajda illüzyonuna damgasını çoktan vurdu bile.

Fotoğraflardaki ihtişamın tasarıma yansımadığı ise aşikâr. Teknoloji marifetiyle azıcık yeteneği olan herkesin iyi kötü tasarım yapabildiği bu devirde mesleği “tasarımcı” olanlar daha yaratıcı olmak zorunda sanki. Özellikle de artık bir marka olan Ajda logosunu tasarlarken.


Bu da yazının başında bahsettiğim star yönetimi meselesinin bir diğer ayağı. Albümün kapak tasarımından kartonetine, pazarlamasından, sosyal medyada duyurulmasına dek her şey son derece sıradan (olağan) bir biçimde yürütüldü. Ajda bunu hak etmiyor. Ajda Instagram canlı yayınında, kötü ses kalitesi ve ışıkla yeni şarkılarını dinletecek biri değil. Çek profesyonel videolar, her şarkı için reklam filmi gibi kısa prodüksiyonlar yap, ne bileyim o az sayıda basılan CD’yi özel bir paketle, ambalajla satışa çıkar… Bunlar şu an uydurduğum fikirler. Çok daha fazlası olabilir. Gerekirse zarar et ama o ihtişamı yarat. Ajda bu; boru değil.


Bu arada söylemeden geçemeyeceğim: Bir reklam filmi vardı hani Cem Yılmaz’ın 2001 yılında çekilen. Yıl 2053 olmuştur, Cem Yılmaz dede olmuş, torununu parka getirmiştir. Cem Yılmaz’ın parka dikilen heykeline kuşlar pislemiştir. O sırada Ajda’yla karşılaşırlar. Taş gibidir hâlâ, aynıdır. “Merhaba merhaba Ajda Pekkan”, der ama Ajda yüz vermez. “Ne o, gerginsiniz bugün?” diye sorar Cem ama yine cevap alamaz. Ajda olanca havasıyla sabah koşusuna devam eder.

Hah işte, bu reklam gerçek oldu farkında mısınız? Ben geldim 53 yaşıma. Hâlâ Ajda dinliyor, Ajda konuşuyor, Ajda yazıyorum. Sokakta görsem “Merhaba merhaba Ajda Pekkan,” diyecek yaştayım. Desem cevap verir mi, orasını bilemem.

0
Share

SALMAN TİN - "SADE"


‘80’ler sonu ‘90’lar başlarında üniversite gençliği için gitar çok mühimdi. Bir kere içinde en ufak bir müzik hevesi taşıyanların şaşmaz ilk enstrümanıydı gitar. Bir kafede, kantinde, arkadaş ortamında iki gitar tıngırdatmak, hatta tek başına sırtında kılıfında bir gitarla sokaklarda dolaşmak bile filan insana fazladan karizma kazandırır, havalı dururdu. Hâlâ öyle mi bilmem.

Yanı sıra gitar eğlenmeye de yarardı. Sadece tek bir gitarla müzik yapılan küçük barlar vardı. Gelsin Yeni Türküler, gitsin Livaneliler… Bulutsuzluk Özlemi'nden "Evinde Gitarın Var mı?" gitarlı eğlencelerin bir çeşit milli marşıydı zaten. “Fabrika Kızı”, “El Porompompero”, “Karlar Düşer”… Yeri gelir bir ağızdan söylenir, yeri gelir kalkıp oynanırdı bile o bir tek gitarla. Hâlâ var mıdır bilmem.


Öyle midir böyle midir bilmem ama gitarın modası hiç geçmedi, o kesin. Malum, son yıllarda “akustik” müzik furyası aldı yürüdü. Öyle ki iyi kötü düzenleme yapılmış, klavyedir, kanundur, “loop”tur, kemandır çalınmış, öyle kaydedilmiş şarkılara bile yayımlanmasının üzerinden iki gün geçmeden mutlaka bir akustik versiyon konduruluyor. Bu konuda bir kanun hükmünde kararname bile yayımlanmış olabilir. “Evet, yayımlandı,” deseniz, inanırım; o derece mecburiyetten yapılıyormuş gibi görünüyor çünkü.

Bu gitar muhabbetini niye yaptığıma gelince…

Salman Tin’in ilk solo albümü “Sade (Akustik)”, geçtiğimiz günlerde yayımlandı ve adından da anlaşılacağı üzere, albümün tamamı daha önce yayımlanmış Salman Tin şarkılarının tek bir gitarla yeniden kaydedilmiş versiyonlarından oluşuyor.


Salman Tin benim başından beri takip ettiğim ve şarkı yazarlığını çok beğendiğim bir müzisyen. Çok sayıda teklisi hakkında da yazmışlığım var daha evvel. Salman’in müzikte iki ayrı yolu var: Birinde tek başına, diğerinde ise KÖFN’ün iki elemanından biri. İki farklı hatta yer yer birbirine zıt müzikal arayışı birbirine karıştırmadan sürdürmek kolay değil. Sadece bunu gözlemlediğinizde bile Salman Tin’in olgun bir müzisyen olduğu fikrini edinmeniz mümkün. Yılların getirdiği bir olgunluk değil tabii kastettiğim; bazen çok yaşta da edinilebilen bir içsel deneyim, bir kazanç.


Bununla beraber “Eh o zaman ben bir dinleyeyim bakayım şu Salman Tin şarkılarını,” deseniz, genç müzisyenlerin hemen hemen tamamında olduğu gibi Salman’ın diskografisini de bir çalma listesinde toplamanız gerekiyor. Çünkü 2018’den bu yana toplamda 14 şarkısı yayımlanmış ama bunun sadece dördü bir mini-albümde (2019’da yayımlanan “Ben Garsonken”de), geriye kalan 10 şarkının hepsi birer tekli. Yanı sıra bu 10 şarkının üçünün de akustik versiyonları yine tekli olarak yayımlanmış. Yeni yayımlanan albümde ise yine bu 14 şarkıdan 12’sinin akustik versiyonu var. Bunlardan ikisi zaten akustik versiyon olarak tekli olmuş ama bu albümde yeniden, yine akustik olarak kaydedilmişler.


Kafanız karıştı değil mi? Benim de karıştı. O yüzden bu yazıya oturmadan evvel Excel’de bir tablo yapıp bir akış diyagramı çıkardım. İşin içinden ancak böyle çıktım.

Dedim ya, Salman Tin şarkılarını ben çok seviyorum. Hele ki bu albümde en sevdiklerim de en başa konulmuş: “Aptal Yaprak”, “Aşk Köpeği”, “Bayım”, arka arkaya geliyor. Ha Salman gelmiş gitarıyla oturmuş salonunuzun bir köşesinde şarkılarını söylüyor, ha açmışsınız bu albümü dinliyorsunuz. Öyle bir doğal ortam. Arada sırada detone bile oluyor, gitarı yeterince parlak tınlamıyor, ne gam! Akustiğin tabiatı da bu değil mi? En azından şarkıları şöyle derli toplu, bir arada dinlemek için iyi bir fırsat.


Dağınık diskografi sorunu maalesef Spotfiy ve türevlerinin müzisyenlere dayattığı kriterler nedeniyle kendiliğinden gelişiyor. Kimse bir müzisyenin başından sonuna ne yaptığını, nasıl geliştiğini, nereden gelip nereye gittiğini merak etmiyor. Müzisyenler de haliyle bunu artık dert etmiyor. Her hafta olmasa bile, her ay listelere girebilmek için de akustik, elektronik, “remix”, düet, Allah ne verdiyse salıyorlar dijitale. O hafta, o ay listelerde görünen bir şarkı sonrasında sanatçı sayfasında bir öğe olarak yerini alıyor. Birisi merak edecek de onları listesine atacak da dinleyecek…

Belki bu bir sorun bile değildir de dijital çağın bir gerçeğidir ve her gerçek gibi buna da alışmak, uyum sağlamak gereklidir. Yine de ne bileyim, müzik bu sonuçta; biraz daha değerli olması, değer verilmesi gerekir diye düşünüyor insan.      

0
Share

Emir Ersoy - "1977"


Kadın o kadar zeki, o kadar akıllı, o kadar komik ve kalemini o kadar iyi kullanıyor ki insan bir yerden vurmaya kalksa nereden vuracağını bilemiyor…du. “Fazla mükemmel can sıkar,” derler; arada bir defo göstermek, kusurlu hareket yapmak, yerden yere vurulmayı hak etmek lazım. Evire çevire döver, döverken daha çok severiz; öyleyiz biz.
0
Share

 Jale - "Sandık Lekesi"


Tam anlamıyla bir “stage animal”, hani nasıl diyorsunuz siz Türkçede, hımmmm evet evet bir “sahne hayvanı”dır Jale. Bakmayın siz onun öyle ufacık tefecik olduğuna, sahneye çıktığında boyu en az 1.90’dır. Sorarsınız: “Jale Abla senin gözlerin niye bu kadar keskin?” Cevaplar: “Salonun en uzak masasındaki seyirciyi de görebilmek için.”

“Jale Abla senin burnun niçin böyle hassas?”

“Salondaki seyircinin ruhunu koklayabilmek için.”

“Jale Abla senin niye başının arkasında da gözlerin var?”

“Arkadaki orkestrayla uyumu kaçırmamak için.”

Böyle uzar gider… Kuzuyken kurda dönüşür, sahneye çıktığı anda seyirciyi yutar, program bittiğinde karnını yarıp çıkmanız gerekir.


Jale sahnede sadece kendi şarkılarını söylemez; dünden ya da bugünden hangi şarkıların sevildiğini çok iyi bilir, onları da repertuarına alır. Ben bildim bileli böyle ama çok daha öncesi de var tabii. ‘70’ler sonlarından beri sahnede Jale.


Buna karşın 1986’da yayımlanan ilk albümünden bu yana ilk kez bir “cover” yayımladı. Şarkı, 20 sene kadar evvel (2002, “yirmi sene evvel” mi oldu? Zalımsın hayat!) Sezen Aksu tarafından yazılan ve Gülben Ergen tarafından seslendirilen “Sandık Lekesi”. Hoop geldik mi 2000’ler nostaljisine? Hadi bakalım, yakındır 2000’ler partileri, türlü çeşitli “cover”lar, “Ah 2000’lerde müzik ne güzeldi ne kaliteliydi,” sayıklamaları… Fitili Jale ateşliyor, gerisi şimdi 30’larına gelen 2000’ler çocuklarında.


Kıyaslamayayım kıyaslamayayım diyorum ama “cover” denen şeyin eğlencesi de en çok burada. İlla kıyaslayacaksın, kesecek ahkamlar, yapacak şakalar, espriler bulacaksın ki tadı çıksın. Açıkçası ben o iş bana kalmaz diye düşünüyordum. Gülben Hanım’ın çocukluklarına şöyle ya da böyle nüfuz ettiği bir fan kitlesi var ya hani, ne yalan söyleyeyim, Jale’yi topa tutarlar diye düşünmüştüm. Malum, fan kitleleri için hayranı oldukları sanatkâr ne söylese ne yapsa kutsal; dokunulamaz, dokunulması teklif dahi edilemezdir. Üstüne üstlük rivayet o ki Sezen Aksu bu şarkıyı Gülben Hanım’ın bizzat kişisel hikâyesinden etkilenerek yazmış. Yani Gülben Hanım “Hani bunun ilk sahibi?” diye sorulamayacak bir biçimde mülk sahibi sayılabilirmiş.


Neyse ki şarkıların mülkiyeti ne söyleyeninde ne yazanında… Zaten bizzat Gülben Ergen’in kendisi dâhil, kimsenin de Jale’nin bu şarkıyı söylemesi konusunda gıkı çıkmamış, kimse yadırgamamış. En azından internette yazılan yorumlardan ben öyle anladım.


E zaten şöyle de bir durum var: Gülben Ergen 2002 yılında neresinden baksanız toy bir şarkıcı. Seren Serengil, Pınar Eliçe ve en önemlisi de tabii ki Hülya Avşar klasmanından yırtmaya çalışıyor. Nitekim bir sonraki albümde Demet Akalın’ı rakip alacak kendine ama henüz vakit var. Bu bakımdan “Sade ve Sadece” alaturka-poptan popa geçiş hattında duran bir albüm. Bu vesileyle şarkıyı o albümden yeniden dinleyince basbayağı henüz şarkıcı olamamış, sesini nasıl kullanacağını bilememiş, sönük bir Gülben Ergen duydum. Şarkı bir şeyler anlatıyor ama Gülben orada değil; dümdüz yürüyor, biraz da yol kazasız belasız bitsin diye bekliyor gibi.


Haliyle Jale de almış şarkıyı, içine duygu iniş çıkışlarını, coşkusunu, neşesini, hüznünü katmış, bir de aşinası, hatta yakın ahbabı olduğunuz o Jale vurgularını serpmiş üzerine… Düzenlemeyi yapan Hasan Çiçek de 2000’ler ruhunun (Ah nerede o 2000’ler?) sokaklarından ayrılmadan, azıcık da stadyum efektinde vokallerle güncellemiş şarkıyı. “Rap”, “trap”, “R&B”, “synth-pop” dolaylarından çalmayan düzenlemeye güncel demiyorlar artık ama yani bu şarkı da o yola gelmezdi sanki. İyi ki getirmeye çalışmamışlar.


Bu şarkının ilginç bir yanı da Jale’nin ilk kaydettiği “cover” olmasının yanı sıra Sezen Aksu ve Jale isimlerini yıllar sonra yan yana getirmesi. Bilen bilir, 1987 Altın Güvercin Yarışması’nda Jale “Çok Geç” adlı Sezen Aksu şarkısıyla yarışmış ve yarışmadan sonra basılan kasette kalan bu şarkı, Jale kariyerindeki tek Sezen Aksu şarkısı olmuştu. “Çok Geç”i yıllar sonra Jale’nin değil de Ebru Polat’ın yeniden seslendirmesiyse benim gibi şarkıyı çok sevenler için atlatması zor bir travmaydı. Allah beterinden saklasın!

“Sandık Lekesi” malum, sandıkta bekleyen çeyizlerin, dantellerin mantellerin üzerinde oluşan sarı lekelere verilen ad. Ara sıra çıkarıp havalandırmak lazım. Jale de öyle yapmış. İyi yapmış. Yakışmış, yakıştırmış.

0
Share

Hande Yener - "Sahte"


Hande Yener geçenlerde “Cumartesi Sürprizi” adlı televizyon programına verdiği röportajda, bir yıl kadar önce kanser tedavisi gördüğünü açıkladı. Haberi görünce, şöyle bir kaldım, durdum, düşündüm. Hayat kimse için kolay değil. Allah’ın her günü kendimizi, yaşadıklarımızı, bulunduğumuz yerleri, aman da ne kadar çok eğlendiğimizi filan insanlara fotoğraflar ve videolar yoluyla gösterirken aslında çok insani bir şeyi kaçırıyoruz: Üzüntüyü, sıkıntıyı, derdi paylaşmayı… Yıllar sonra dönüp baktığımızda “Aslında o gün nasıl da canım yanıyordu,” diyeceğimiz ne çok neşeli, güzel, afili fotoğraf biriktiriyoruz kim bilir. Kimse bilemez. Çünkü paylaşmıyoruz. En “no filter” fotoğrafımız bile aslında (bir bakıma) “sahte”.  


Konuyla ilgisi yok, zaten Hande Yener de en çok annesi öğrenmesin diye saklamış hastalığını. Yine de zaman zaman bir insanı üzecek, kıracak cümleler kurarken, onun aslında neler yaşadığını bilmiyor oluşumuzun çok can sıkıcı bir tarafı var ve buradan bakınca, hayatta hep temkinli cümleler kurmak lazım diye düşünüyor insan.


Hande Yener’in yeni şarkısı “Sahte”, sözleri Berksan’a, müzik ve düzenlemesi Misha’ya ait bir şarkı. Onlar bir ekipler artık, bunun farkındayız. Nitekim “Sahte” de bu ekibin büyük yüzdeyle beraber kotardığı 2020 çıkışlı “Carpe Diem” albümünün bir uzantısı gibi. O albüme dair olumlu ya da olumsuz genel fikirleri bu şarkı için de yinelemek mümkün bu yüzden. İyi prodüksiyon, havalı düzenleme, kendini bulmuş bir Hande ve fakat arızalı şarkı sözleri.


Aslında sahte seven “Beni sahte sevme,” diyen mi? Sevişirken bazen orada olmama halinin itirafı bunu getiriyor akla. Yoksa karşı taraf sahte sevdiği için mi kopuyor hatlar? Bir soğukluk var, o belli; yani en azından “Böyle soğumaktan haberim yoktu,” derken kastedilen o olsa gerek. “Birbirimizden böyle soğuyacağımızı tahmin edemezdim,” demek istemiş muhtemelen ama belli ki söz cümleleri müzik cümlelerine sığmamış. Sadece o kısımdaki ifade bozukluğu değil mesele; şarkı boyunca köşeli sözler yuvarlanmıyor, akmıyor ve elde bir tek “Beni sahte sevme, sana bir gün böyle,” cümleleri kalıyor. Gerisine eşlik etmek zor ki bu da şarkının “hit” olabilmesinin önündeki en büyük engel.


Burasını geçersek, elimizde “so ‘80’s” bir düzenleme, ona keza ‘80’lere göndermeli bir klip var ki işin bu kısmı dinlerken ve izlerken beni gayet eğlendirdi.Bu ritimler, bu elektronik sesler, bu yürüyüşler bir kuşak için ne kadar modernse bir kuşak için de o kadar nostaljik aslında. Eh, bir şarkıyla iki kuşağa birden aynı anda hitap etmek de fena bir şey değil. Buna karşın “Sahte” eğer bir albüm şarkısı olsaydı; bence A1 olmazdı.     

0
Share

 


“Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime,” diye bir türkü var, bilirsiniz. Zamanında radyodan televizyondan duya duya nasıl işlemişse bilinçaltıma artık, “Hadi bize bir bayram şarkısı söyle,” deseler ilk bunu söylerim hiç tereddütsüz. Neyse ki durup dururken “Hadi bize bir bayram şarkısı söyle,” diyecek manyak arkadaşlarım yok. Ve fakat “Bayramda ne dinleyelim?” diye soran olursa hem soru hem de cevap daha makul olur zannımca.


Size bir bayram listesi yaptım. Bir nevi karışık kaset doldurdum. Arabanızın kasetçalarında mı dinlersiniz eşe dosta bayram ziyaretine giderken yoksa halk plajında kiralık şemsiyenin gölgesindeki kiralık şezlonga uzanıp “walkman”inizde mi dinlersiniz, orası size kalmış.

0
Share

Onurr – “Ağlak Disko”


“Rakçıydı popçu oldu,” dediler, döve döve bitiremediler. Zaman geçti, bütün rakçılar “synth” mynth ayağına popçu oldu, fark etmediler.

Onurr çıtayı yükseltmiş, meydan okumuş, “buyurun buradan yakın,” demiş. Yeni bir albüm yapmış, adını “Ağlak Disko” koymuş. Kelimenin tam manasıyla albüm yani; birbiriyle hem akraba ve benzer hem bağımsız ve özgür, benzersiz birer birey olabilmiş 10 şarkı var içinde. Bütünlüklü, bağlantılı, hikâyeli, melodili şarkılar. Bazen elektro gitar cayırdatmadan da “rock’n roll” olunabilir, ne haber?   


İsterdim ki alayım elime CD kartonetini, her şarkının sözünü kelime kelime takip edeyim dinlerken. Şarkıların trafiğine karışayım, yön levhalarını takip edeyim, yeni caddeleri, sokakları sindire sindire öğreneyim. Maalesef ki artık navigasyon çağındayız. “Yok, oradan gitme buradan git, bak en popüler olacak şarkı bu, önce onu dinle, sen o güzel kafanı yorma, bu şarkının, bu albümün kategorisi bu, onu şu benzerlerinin arasında bulabilirsin,” filan diyor sürekli robotik bir ses. Belki ben kaybolmak istiyorum, sana ne!

O yüzden navigasyonu kapatmak, şarkıları Onurr’un bize sunduğu sırayla dinlemek lazım. Çünkü bir albümde şarkıların sıralamasının bile anlattığı bir şey vardır bazen. Bir dünyanın kapıları açılır, bir süre orada kalınır ve çıkılır. Üç dakikada beş dakikada, çalma listelerinin arasından boy göstermeye çalışarak olmaz o işler.


“Ağlak Disko”, tamamı Onurr tarafından yazılmış, söylenmiş, düzenlenmiş ve kaydedilmiş şarkılardan oluşuyor. Pandeminin kısıtlayan, hapseden, asosyalleştiren bununla beraber bir miktar da insanın kendi kendisine soru sorup cevap aramasına neden olan o tuhaf ruh halinde üretmiş bu şarkıları Onurr. Kendi ifadesine göre “kendisi için” yazmış bu şarkıları. İnsan en yalın, en sahi, en katışıksız, en saf cümleleri kendine kurar zaten. Sonra dur şu kelime şunu üzmesin, bu kelime öbürünü kızdırmasın, aman o kelimeyi küçümsemesinler derken ele güne karşı çıkardığı cümleler hep temkinli, ondandır ki eksik kalır. Ben de müzik eleştirisi yazıyorum ya, oradan biliyorum.


Ben bu melodi işini çok önemsiyorum. Hâlâ “beat”e değil, besteye inanıyorum. Şarkı sözünün bir yerinden şiirin ruhu hortlasın, öbür yerinden gündelik dilin zekice kullanımı pırtlasın ama öyle ya da böyle söz etrafı kirletmesin, üstümüze kusmasın istiyorum. Bin yıllık heykel çok kıymetli, bin yıllık şiir, resim, roman, sinema filmi çok kıymetlidir de bin yıllık şarkı neden “demode” olur hiç anlamam. Bin yıl öncesi gibi şarkı yazın demiyorum kimseye elbette ama binanın temeli harçla, şarkı formunun temeli melodiyle, sözle atılır. Bunun dışında yapılanlar bence şarkı değildir ki o kadarını Veli Göçer de yapar.      


Niye bu biçim söylev ve demeçlerde bulunuyorum? Çünkü Onurr’un şarkıları tam da bu düşüncelerimin elinden tutuyor, beni haklı çıkarıyor, burnumu büyütüyor. Demek ki mevcut zamana ve zemine rağmen hâlâ “şarkı” yazılabiliyor. İş ki yazacak birikiminiz ve cesaretiniz olsun. Yoksa adım gibi eminim ki Onurr mevcut “Top 50”lerin en tepesine oturacak sinsilikte “şey”ler de yazabilecek kadar matematik ve kimya bilen bir insan. Havayı koklamak için burnunu sadece evinin penceresinden dışarı çıkarmıyor, bir küçücük fıçıcık yerküremizin uluslararası hava sahasına da sokuyor. Bunu sadece internetle, uydu alıcısıyla filan mı yoksa bizzat gidip gelerek mi yapıyor, orasını bilmem.


Nitekim “Ağlak Disko” en çok bu sınır ötesi müzikal altyapısıyla kulak yakalıyor. Küçük bir melodi cümlesiyle kırk saatlik elektronik müzik üretebilirsiniz, bu genellikle kolay ve hesaplı olur; üreteni de tüketeni de yormaz. Ancak büyük büyük melodi cümleleriniz ve içinde de dolu dolu kelimeleriniz varsa elektronik müziği işlemek o kadar da kolay değildir. “Nedir ki, bilgisayarla yapılıyor alt tarafı,” deyip geçmeyin. Onurr’un hemen her şarkısı başından sonuna beklenmedik müzikal sürprizler barındırıyor, şarkıların bir yarısı diğer yarısını kopyalamıyor, dinleyiciye yol üzerinde oyunlar oynuyor, tuzaklar kuruyor, hinlikler yapıyor.       

Misal, kendi sesini de bir enstrüman ya da daha doğrusu bir elektronik ses, bir “sample” gibi kullanmış yer yer Onurr. “Auto-tune”dan içi çıkmış bir dinleyici olmama rağmen bunu sevmediğimi söyleyemem. Maria Callas pürüzsüzlüğünde bir vokal (hani bin yıllık şarkıları seviyorum ya ben) bu dokunun içinde kelebek gibi kalabilirdi. Olmazdı yani.


Albümdeki sekiz şarkıyı ilk defa duyuyoruz, iki şarkı ise tanıdık. Daha önce İrem Derici’nin seslendirdiği “Güz Dönümü” ve Gülşah Kömür’ün tekli olarak yayımladığı “Çok mu Zor?” tanıdık şarkılar. Okuduğum yorumlara bakılırsa albümü dinleyenler en çok “Deniz Tuzu”na yükselmiş. Ona da okey ama ben galiba en çok “Acemi Gönlü”yü sevdim. Bir de bayağı rakı masalık “Schade”yi ki rakı masalık şarkılara zaafım bir sır değil (içinde darbuka ve ud olmasa bile.)


Albümün adı “Ağlak Disko” ya, orada diyalektik bir yaklaşım var aslında, orası belli. Ancak bu vesileyle son zamanlarda “disko” kelimesinin albüm adı içinde kullanımındaki hata üzerine yeri gelmişken ahkam kesmek isterim. “Funk” başka bir şey “disko” başka bir şey. Biraz Donna Summer, Ottowan, Boney M. filan dinleyin; ben şahsen bizzat kendim oralardan yetiştim, New York’taki değil ama Etiler’deki “Studio 54”te filan dans ettim, bir şey diyorsam vardır bir bildiğim.

Misal albümün çıkış şarkısı olarak seçilen “Muamma”, temizinden bir disko şarkısı. Albümün bütününde de 2020’ler ritim anlayışının zaten içine bir şekilde sızmış olan ’70 sonu ’80 başı disko ritmi yâd ediliyor edebince, adabınca. “Funk” başka bir şey, tamam mı Zeynep?


“Muamma” demişken, şarkının içinde geçen “Gönderdiğin çorap bana hiç olmadı aslında,” cümlesini öpüp başıma koymak istedim dinlerken. Düşünün oradan Haluk Levent bar bar bağırıyor “Gönderdiğim çoraplar ayağına oldu mu?” diye, Onurr gayet sakin ve fakat kendinden emin, “Olmadı”, diyor. İşte gelenekselle modernin çatışması, işte romantizm ve gerçekçilik, işte dün ve bugün. Bazen saçma sapan tınlayan bir cümlenin içinden beş kitap dolusu felsefe çıkar ki sanat diye buna diyorlar zaten. (Bunu yapmak için de elektro gitar cayırdatmanız şart değil ayrıca.)


Laf karıştı, ne diyordum? Albümün açılışında yer alan “Alemde Seyr-i” ve “Yorgun Sevda”yı da favorilerim arasında sayabilirim. E zaten geriye de ne kaldı? Baştan sona iyi albüm işte, daha da ince detay yazsam okumuyorsunuz biliyorum. Klavyemin tuşları silindi, kısa yazacağım artık.

Şaka maka tebrikler Onurr. Epeydir bir müzisyenle el ele tutuşup onunla onun dünyasında bir seyre çıkmayı özlemiştik. En çok da bunun için teşekkürler.

0
Share

Sertab Erener - "Ateşle Barut"


“Evergreen”in İngilizce kelime anlamı “yaprak dökmeyen ağaç”. Ayrıca “unutulmaz” gibi mecazi bir manası da var. İngilizce öğrenmeden çok önce Barbra Streisand’ın aynı adlı şarkısı sayesinde öğrenmiştim bu bilgiyi. “Love ageless and evergreen” diyordu şarkı sözlerinde.

Sertab Erener için de “ageless and evergreen” diyebilir miyiz? Belki durup dururken böyle bir şey demek aklıma gelmezdi ama son projesinin adını “Her Dem Yeşil” koyarak bizzat Sertab aklıma getirdi bu teşbihi. Kaldı ki teşbih yapmak da teşbih kelimesini kullanmak da bizatihi bizim işimiz; z kuşağının işi olacak değil ya.


Peki nedir “Her Dem Yeşil”? Sertab’ın 30 yıllık kariyerinden seçilmiş 30 şarkıdan oluşan bir albüm projesi. Şarkıların seçkiye girebilmesi için bir tek kriter konmuş: “Her dem yeşil” kalabilmiş olmaları. Size bir şey söyleyeyim mi? Şarkılar her halükârda kalır zaten, kalmıştır. Mesele onları seslendiren şarkıcı kalabiliyor mu otuz yıl, kırk yıl, elli yıl yaprak dökmeden? Yüzü kırışmadan, sesi çatallaşmadan, vücudunun şekli bozulmadan demiyorum, dikkatinizi çekerim. Tüm bunlar insan olmanın doğal ve kaçınılmaz sonucu. Yüzü kırışsa, sesi çatallaşsa, vücudunun şekli bozulsa da üretebilir. Ürettikçe “her dem yeşil” (ya da “ageless anda evergreen”) kalabilir.


Sertab’ın “Her Dem Yeşil” projesinde ilk yayımlanan şarkı “Sakin Ol” oldu. Artık hangileriyse o seçilen 30 şarkı, şimdilik bilmiyoruz ama tüm bu şarkıları bir senfoni orkestrasıyla filan düzenleyip söyleyebilmek de mümkündü, Sertab’ın opera eğitiminden gelme şanına da yakışırdı, o ayrı ama görünen oydu ki Sertab öyle yapmamıştı. “Bakın benim şarkılarım ne kadar da klasik,” demek yerine, “Bakın benim şarkılarım 30 yıl geçse de ne kadar da modern,” demeye getiriyordu. Nitekim popüler bir şarkıcı olma yolunda attığı ilk adımın ilk şarkısı “Sakin Ol”, yeni düzenlemesiyle bugünün müziğine kafa tutuyordu.


“Sakin Ol”un yeni halini şarkı yayımlanmadan çok önce, konserinde izlemiş, akıllıca bir iş diye düşünmüştüm. Bir tek neye takıldım? “Her Dem Yeşil” tabirinin bana çağrıştırdığı ferah, aydınlık, parlak, pozitif havanın taban tabana zıttı, koyu karanlık, havasız, boğucu bir havası vardı bu yeni düzenlemenin. Gerçi son dönemin güncel müziği de tam olarak bu kelimelerle anlatılabilirdi: Koyu karanlık, havasız, boğucu.


Neyse ki projenin geçtiğimiz günlerde yayımlanan ikinci şarkısı “Ateşle Barut”, bu havayı dağıtıyor. (Bu ‘geçtiğimiz günlerde’ lafı da boşa düştü yeni düzende; ‘geçtiğimiz hafta,’, ‘iki hafta önce’, ‘üç cuma önce’ filan demek lazım.) Proje kronolojik sırayla mı gidecek bilmiyorum ama bildiğiniz gibi “Ateşle Barut” da Sertab’ın ilk albümünden bir şarkıydı.


Ben o vakitler Garo Mafyan’ın “Abone” kasetiyle hayatımıza giren ‘90’lar düzenleme ve “sound” estetiğini hiç beğenmiyordum (ukalaydım, evet.) “Bu şarkıyı Onno düzenlemiş olsa ne biçim olurdu,” filan diye ahkam kesiyordum. Dahası “Yalnızlık Senfonisi”nin Garo Mafyan düzenlemesiyle ‘piç edildiğini’ söyleyecek kadar da biliyordum bu işleri, nereden biliyorduysam artık. Ne çare Onno’yla Sezen kanlı bıçaklıydı o ara. Kaldı ki "Ateşle Barut"un bestesi Garo Mafyan’ındı, elbette kendisi düzenleyecekti, bana mı sorsalardı. Neyse… İşte “Ateşle Barut” bir şekilde Aysel Gürel’in ateşli sözleri, Garo Mafyan’ın fingirdek melodisi ve Sertab’ın henüz şarkının ruhu kadar şuh olamayacak derecede genç, pürüzsüz sesiyle gönlümüzü fethetmişti.


30 yıl sonra şarkının düzenlemesi Ozan Yılmaz tarafından yapılmış ve Ozan Yılmaz şarkıyı bulunduğu yerden çekip çıkarıp bugüne getirmiş, bugünün müziğinin tam ortasına getirip bırakmış. Zaten biliyoruz, görüyoruz ya da duyuyoruz ki adam yetenekli. Şarkı da bu biçim çekip çıkarmalara, bugünlere gelmelere teşneymiş ki sonuç şahane olmuş.


Sertab’ın sesi hâlâ pürüzsüz ama şarkının ruhu kadar şuh olamayacak derecede genç değil artık. O da bunun farkında ola ola, tadını çıkara çıkara, bütün anlamışlığı, olmuşluğu, oturmuşluğuyla yeniden yazmış hikâyeyi. Hooop döndük mü yine “ageless and evergreen” mevzuuna.

Bir şeyi anlamadım, sorsam söylerler mi bilmem. Şarkının “rap” kısmı malum, bir dörtlüktü. Yeni versiyonu yayımlandığı gece dinlediğimde o kısma bir dörtlük daha ilave edildiğini duydum. Hatta okuduklarıma göre bu yeni dörtlüğü Sezen yazmıştı. Ancak şarkının yeni yüklenen resmi “lyric video”sunda o dörtlük yok. Spotify’da dinledim, orada var, videoda yok. Niye yok?


Sözün kısası, “Her Dem Yeşil”, fikren güzel bir projeyken, hayata geçirilme aşamasında da güzel ilerleyecek gibi görünüyor. En azından bir sonraki şarkı ne olacak, nasıl bir oyunbazlıkla karşımıza çıkacak filan derken, e 30 şarkı, neresinden baksanız bir yıl, iki yıl gider. Sertab da böyle böyle fikirler, projelerle kolay kolay yaprak maprak dökmeden öyle devam eder, demişti dersiniz.

0
Share
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımda


Photo Profile

Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci

2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.

Daha Fazla



Takip Et

  • Instagram
  • YouTube
  • Twitter
  • Facebook

Bu Hafta Çok Okunanlar

  • Bir Mendil Niye Kanar Sefo?
    Sefo & Capo - "Isabelle"  Kendime çok gülüyorum. Daha birkaç yıl öncesine kadar albümleri / şarkıları didiklediğim yazılarımda...
  • KÖFN Röportajı
    Aralık ayı geldi. Müzikte 2022 yılının en iyileri, en popülerleri ve en çok satanları bugün yarın listelenmeye başlanır. Bu listelerin hepsi...
  • Buna "Hit" Deniyor
      KÖFN - "Bir Tek ben Anlarım"  Yakın zamana kadar popüler müzik dinleyicisi için öncelik şarkıcıdaydı. İyi bir şarkıcı, etkileyic...
  • Bu Yazının Sahibi Benim!
    “Aman sakın ha şarkılarınızı noterden tasdikletmeden filanca kişiye dinletmeyin!”
  • Sıla Meyhanede
    Sıla - "Şarkıcı" Onu ilk tanıdığımızda Mardin’in sarı sıcak topraklarından tütüyordu sesi: “Can perperişan, eşim dostum uyansın!” ...

Arşivden

  • Suna Yıldızoğlu Röportajı
    Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
  • İzlediklerim Ocak 2012
    ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
  • Oya Bora Röportajı
    "Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
  • Dinlediklerim
    MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...
  • Açık Hava Dar Geldi!
    NÜKHET DURU & TİMUR SELÇUK “BİZİM ŞARKILARIMIZ” KONSERİ, HARBİYE AÇIK HAVA, 27 AĞUSTOS 2014 Bu başlığı atabilmek için tam otuz yıl bek...
Copyright © 2019 Yeter ki Müzik Olsun

Created with by Beauty Templates | Distributed by Gooyaabi Templates