Kalben 2021 yılında hiç boş durmadı. Hem sürekli yeni
şarkılar üretti hem de konserden konsere gezdi. Ocak ayında “Hükümsüz” dizisi
için kaydettiği “Yüksek Yüksek Tepeler” türküsünü yayımladı. Mart ayında Teoman
düeti “Robot Kozmonot” piyasaya çıktı. Nisanda ilk iki albümünden dokuz şarkıyı
canlı kayıtla yeniden seslendirdiği “Eski Yeniler” albümüyle çıktı karşımıza.
Mayısta “Şansız Mücadeleci”, temmuzda “Ne Güzel Yerlerin Var” ve yine temmuzda
“Robot Kozmonot (Karakter Remix)” teklilerini yayımladı. Eylülde “Bilmiyor
İçim”, kasımda ise bir reklam filmi için kaydettiği “Çünkü Başka Sen Yok”
teklileriyle de yılı kapattı.
Farklı bir öneri sunan, benzersiz bir stille dinleyici
karşısına çıkan müzisyenlerin işi iki kat zordur çünkü dinleyici o ilk günlerde
“Ne değişik ne enteresan,” diyerek sevdiği şarkılardan ve sesten bir süre sonra
sıkılır, “Amaaan bu da hep aynı,” demeye başlar. Örnekleri çoktur. Kalben’de
böyle bir şey olmadı ama. Müziğini kendi içinde yer yer ufak tefek yer yer
radikal değişikliklerle çeşnilendirse de şarkılarındaki özü, çekirdeği hemen
hiç değiştirmedi ve buna rağmen dinleyicinin ilgisini peşinden sürüklemeyi
başardı.
Geçtiğimiz ocak ayında yayımlanan “Eski Dünyanın Yangını”,
Kalben’in beşinci albümü. Albümden önce “Kaybolmuş” teklisi yayımlandı ve 10
gün sonra da albüm piyasaya sürüldü.
Daha önce de yazmıştım: Kalben’in kendi içindeki tekamülüne,
ruhsal ve fiziksel değişimine birlikte şahit olduk. 2017 yılında röportaj
yapmak için Cihangir’de bir kafede bir araya geldiğimizde “Ay çok heyecanlıyım
Yavuz Abi,” diyen ve gerçekten de heyecanı her halinden belli olan, sohbet
esnasında utana sıkıla bir sigara isterken mahcubiyetten elleri titreyen çekingen
genç kız, Eylül 2021’de “Bilmiyor İçim” şarkısının Kabataş Setüstü’ndeki tanıtım
partisinde pembe saçlarıyla oradan oraya uçuşuyor, kendinden emin ve çok belli
ki sahici bir özgüvenle dostlarını ağırlıyordu.
En çok Kalben’i gözlemledim o gece. “Sahici özgüven”
tabirini kullanırken emin olmak istiyordum çünkü. Aksi takdirde bu hikâye
Yeşilçam filmlerinde Filiz Akın’ın köylü kızından sosyete kızına dönüşümü
hikâyesi kadar sığ ve gerçeklerden uzak kalabilirdi.
Geçtiğimiz yıl çektiğimiz ve halen Exxen’de yayınlanmaya
devam eden “Arabeskin Âşık Kadınları” belgeselinde bir zamanlar sahneye çıkan,
şarkı söyleyen kadınların erkek egemen bir dünyanın tahakkümü altında nasıl
ufalandıklarını anlatıyorduk. Daha doğrusu bizden çok onlar anlatıyordu. Çoğunu
biliyor olsak bile dinlerken bir kez daha derinden sarsıldığımız hikâyeler.
Erkeğin istediği kadar, izin verdiği ölçüde var olabilmek. Sahnede binlerce
insan seni alkışlarken sahne arkasında bir tek erkeğin ilgisi ya da
ilgisizliğinden güç devşirmeye çalışmak. İşin ilginci, ayakta kalabilmiş,
kaybolmamışların da kendi başlarına değil, yine bir erkek himayesiyle bugünlere
gelebilmiş olmasıydı. Başka bir örnek yoktu. Bugün artık var.
Her ne kadar kendisi çok açık etmese de Kalben’in de benzer
bir hikâyeden geçip bugüne geldiği ve bir yerden sonra zincirlerini kırdığı çok
belli. Değişiminin, dönüşümünün ve kanatlarını alabildiğine özgür açabilme
sürecinin anlatılması gereken bir kıssası var. Kim bilir belki de ileride
bugünlere dair yapılacak belgesellerde anlatılacak hikâyeler de böyle hikâyeler
olacak.
Bütün bunları yazıyorum çünkü bunlar Kalben’in müziğinde
doğrudan izlerini sürebileceğiniz şeyler. Sahnede şarkı aralarında o kendine
has esprili hitabet yeteneğiyle anlattıklarında, sosyal medya paylaşımlarında
kurduğu uzun uzun cümlelerde hep var bu izler. Bırakın kadın ya da erkek
olmayı, bir insanın ruhsal ve zihinsel özgürlüğünü, cesaretini arayışına,
arayıp buluşuna şarkıların diliyle şahit olmak müthiş ilham verici.
Tabii ki hiçbir insan yaşadığı sürece her şeyi çözemiyor ve
hayatın her sırrına eremiyor. Kafasının içinde bir kara sinek her zaman kalıyor
ve mütemadiyen “vız vız vız” ediyor. “Eski Dünyanın Yangını”nda Kalben’in söze
böyle başlaması boşuna değil. Albümün açılışını yapan “Kara Sinek Senfonisi”
bizi en baştan uyarıyor.
O artık minimum enstrümanlar, minimalist düzenlemelerle
şarkı söyleyen sakin genç kız değil. Yer yer yırtıcı, yer yer öfkeli, bazen
pasif agresif bazen huzurlu, uysal bazen de alabildiğine neşeli. Bu hem
şarkıcılığında gözüküyor hem de şarkıların düzenlemelerinde. Daha ikinci
şarkıda yaylıların sakinleştirici eşliğiyle “Bugün Bana Tatil” derken,
kafasının içindeki kara sineği çıkarıp atan da kendisi.
Sonrasında “Kaybolmuş”un peşine düşüyor. Öpülmemiş kadınlar,
ağlamamış adamlar, sevilmemiş çocuklar, hiç güneşe uçmamış yüreksiz kuşlar… Her
insanda en az biri, bazen hepsinden birazı, bazen de hepsi yok mu? Bilmiyorum.
Kalben de vermiyor cevabını zaten, kafanızı karıştırıp öylece bırakıyor.
Hemen üstüne de sıcak sıcak retro tınılarla “Kalbim Yeniden”i servis ediyor. Hoooop
dolduk mu bir umutla yeniden? Cayır cayır “Kalbim atsa atsa atsa yeniden,”
diyor Kalben. “Bu oda yansa yansa yansa yeniden,” diyor. Tam bir konser
şarkısı. Kalabalıklarla hep bir ağızdan nasıl söyleneceğini hayal edebiliyorum.
Kalben’in Emre Aydın’la YouTube sohbetini izledim. Bu
albümdeki şarkıların hepsinin bir defada çıktığını, yazıldığını anlattı. Hem
söz hem müzik mi yoksa sadece söz ya da sadece müzik mi onu detaylandırmadı ama
bu albümde yer yer o “bir defada”lık kendini hissettiriyor. O sohbeti izlemeden
önce şunu düşünmüştüm: Hani ünlü şairlerin şiirleri bestelenir bazen. Özellikle
de vezinsiz, kafiyesiz, misal Nazım Hikmet’in olgunluk dönemi şiirleri türden
şiirler doğal olarak kolay notaya gelmez. Biraz zorlama olur hatta bazen de çok
zorlama olur öyle şarkılar. Beste şiirin hakkını veremez. Şiir içine sokulmaya
çalışılan kalıba sığmaz, taşar, dökülür. İşte tam da böyle bir şey hissetim
Kalben’in bazı şarkılarını dinlerken. “Bi’ Şeyler” bunlardan biri mesela. Sanki
önüne daha önce hiç görmediği bir şiir koymuşlar ve “Bir defada bestele
bakalım,” demişler gibi. Ya da o anda aklına gelen sözleri doğaçlama
besteliyormuş gibi. Hani kaydetmiyor olsa ikinci defa söyleyemeyecek belki de;
o kadar dağınık melodiler. “Bi’ Şeyler”in sözleri çok şey anlatıyor, çok derine
iniyor ama bunu yaparken şarkı formunun sınırlarına meydan okumaktan hiç
çekinmiyor. Belki de yukarıda bahsi geçen özgürlük arayışına bu da dâhildir,
kim bilir?
Peşi sıra gelen “İçinden Ben Çıktım” bir insanın belki on
belki yirmi belki otuz, kırk yılda yaşayacağı, yaşadığı kendisiyle hesaplaşma,
anlaşma ve barışma sürecini 4 dakika 3 saniyede anlatıveriyor anlatmasına ama o
da tıpkı bir önceki şarkı gibi sözü müziğini gölgeleyen bir şarkı. Şarkı
bittiğinde bir tek “İçinden ben çıktım” tekrarları kalıyor aklınızda.
Albüme adını veren “Eski Dünyanın Yangını” yedinci sırada
karşımıza çıkıyor. Sadece albüme adını vermiyor bu şarkı; aynı zamanda Kalben’in
albümle eş zamanlı olarak piyasaya çıkan ilk romanına da adını veriyor. 13 yıla
yayılmış bir yazım macerasından sonra romanı nihayet tamamladığında, 13
şarkılık albümüyle birlikte piyasaya sürmek istemiş Kalben ve doğrudan bir
bağlantısı olmasa da her ikisine de aynı ismi vermiş. Bunun bir tanıtım sorunu
yaratacağı konusunda kendisini ikaz edenlere de kulak asmamış Kalben. Kendisi
bilir tabii ama albümle ilgili bilgi ararken internette hep kitap bilgisiyle
karşılaştım ne çare. Albümle kitabın eşzamanlı piyasaya çıkmasıydı hep öne
çıkarılan ama misal albümün aranjörleri kimler ona hiç değinilmemişti. Ben de
bu yüzden bu yazıda aranjörlerden hiç bahsetmiyorum farkındaysanız. Bunu
özellikle yapıyorum. Önemsiz bulduğumdan değil; kendileri önemsiz bulduğundan.
Şarkıya gelince… Hoş bir folk esintisiyle başlayıp retro
sularda seyreden “Eski Dünyanın Yangını” albümün akılda kalıcı şarkılarından.
Peşinden gelen “Pişmaniye” de hem akor düzeni hem de melodik yapısıyla adeta
onun kardeşi gibi. Şarkının sözleriyse yıllar önce “Beni Kategorize Etme” diyen
Ortaçgil’e cevap verir gibi. Şarkının pişmaniyeyle ilgisi ise
“…saydım…seydim”le biten pişmanlık cümlelerinde saklı; bildiğimiz yiyecekle bir
bağlantısı yok yani.
“Düşünürüm”, albümün en melodik ve sıcak kanlı şarkılarından
biri. Tabii bu sıcaklıkta nostaljik tınıların, düzenlemenin etkisi büyük. “Kuşgözü”
ise ilk iki albümünün sularında gezen, bir yere kadar tek bir gitarla
kaydedilmiş, sakin sakin yürüyen ama sözleriyle dinleyeni dürtmekten de geri
kalamyan bir şarkı.
Sırada “Kedi” var. Albümdeki birçok şarkının aksine söz ve
müziğin birbiriyle tam olarak örtüştüğü, birinin diğerine baskın çıkmadığı bir
şarkı “Kedi”. Bir önceki şarkı gibi bu şarkıda da Kalben’in pes seslerdeki
hakimiyeti, şarkıcılığının geldiği noktayı göstermesi açısından dikkat çekici. Peşinden
gelen “Yasak”, adından da anlaşılacağı üzere, içinden geçtiğimiz döneme dair
bir şarkı. Düzenlemedeki kaotik atmosfer boşuna değil.
Albümün kapanışını “Taksi” yapıyor. Belli ki bir
yaşanmışlığın içinden çıkıp gelmiş, kişisel bir şarkı “Taksi”. Kalben’in birçok
şarkısı üzerinde kafa yormayı gerektiren metaforlar, göndermeler, değinmelerle
doludur. Çoğunlukla bütünü tam oturmaz üzerinize ama bazen bir ya da birden çok
cümlesi “bızzzzzt” yapar ciğerinizde ya da yüreğinizde. “Taksi”deki “Bu aşk
bizi birbirimizden koparacak” cümlesi gibi. Yoksa ne Roma’ya gitmişliğiniz
vardır büyük ihtimalle ne de Roma’dan İstanbul’a taksiyle gitmişliğiniz.
Tabii bütün bu şarkıları benim yaptığım gibi tek tek, kabuğunu
kıra kıra dinlemez de albümü başından sonuna fonda çalmaya kalkarsanız bütün
şarkıların birbirine benzediğini düşünme ihtimaliniz yüksek. Zor bir albüm “Eski
Dünyanın Yangını”. Sizi öyle hemen o dakika sarıp sarmalamıyor, kulağınıza
melodilerini, sözlerini bir kerede yapıştırmıyor. Bunu bir handikap olarak nitelendirmiyorsam
da Kalben’in bir tık kendi döngüsünün içinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya
bırakabileceğini düşünmüyor da değilim.
Albümle aynı adı taşıyan roman mı? Onu daha okumadım. Kalben’in
de kabullendiğini ve röportajında söylediği bir şey var: “Bu zamanda görünür
olmak zorundasınız.” Misal, uzunca bir süre müzik üzerine yazılar yazmazsanız
artık size basın bülteni de göndermezler, imzalı kitap da lansman konseri
daveti de. Görünür olmadığınız sürece işlerine yaramazsınız. Yani yaptığınız
işi ne kadar “alternatif”, “bağımsız” ve benzeri kelimelerle tanımlarsanız
tanımlayın, oyunu “bağımlı”ların kurallarına göre oynarsınız, oynatırlar. Hoppp
döndük mü başa? “O lanet kara sinek kafamın içinde gezinecek: Vızzz vızzz vızzz…”
Bu şarkı bolluğunda, her hafta çıkan onlarca, yüzlerce yeni
şarkı, az biraz da albüm arasında ister istemez gözden kaçanlar oluyor.
Bunların arasında zamanın eğilimlerine, güncele, dolu bittiye yüz vermemiş
işler de var. Onlar uzun vadede kalıcı olacak şüphesiz. Elif Sanchez’in kendi
adını taşıyan ilk albümü de bunlardan biri.
Bakmayın siz soyadının Sanchez olduğuna. Elif, İstanbul’da
doğmuş, büyümüş.Ailesinin de müzikle
ilgili olması nedeniyle çocuk yaşlarından itibaren müzik eğitimi almaya
başlamış, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın orta bölümüne girmiş
ve lise bölümünden Üstün Başarı Ödülü ile mezun olmuş. Konservatuarda obua ve
korangle eğitimi alan Sanchez, 16 yaşından itibaren Senfoni Orkestrası’nda
çalmaya başlamış.
Üniversite eğitimine de aynı konservatuarda devam ederken
bir yandan da Bahçeşehir Üniversitesi Caz Bölümünde caz vokal öğrenimi görmüş.
Böylece Türkiye’nin önemli caz müzisyenleriyle sahneye çıkma fırsatını da
yakalamış.
Sonrasında eğitimine Amerika’da devam etmeye karar veren
Elif, hayatını müziğe adamış her gencin hayali olan Berklee College of Music’e
tam burslu olarak kabul edilmiş ve orada caz, obua, vokal ve “music business”
dallarında eğitim almış. Bu da ona uluslararası çapta tanınmış müzisyenlerle
çalışma fırsatını getirmiş. Çok önemli konser salonlarında, caz kulüplerinde
sahneye çıkmış, önemli müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer
almış.
Bütün bunlardan haberiniz var mıydı? Benim yoktu. Oysa
yurtdışında, özellikle de Amerika’da herhangi bir sanat dalında başarı
kazanmanın önündeki yegâne engel Doğu’dan gelmenizdir. Bu yaftayı ancak
olağanüstü yeteneğinizle söküp atabilirsiniz. O yüzden yurtdışında, özellikle
de Amerika’da başarı kazanmak, bütün Orta Doğulu komplekslerimizden bağımsız
olarak, sahiden önemlidir. Buna karşın böyle şeyler Türkiye’de icra ettiğiniz
müzik türü ve tanınmışlığınızla orantılı olarak dikkat çeker, yazılır, çizilir,
konuşulur ya da kimsenin umurunda olmaz.
Elif Sanchez’in hikâyesi, icra ettiği müzik türlerinde yurt
dışında varılabilecek en üst noktalara kadar uzanan başarılarla dolu. Buraya
hepsini sıralamak mümkün değil. Dedim ya, tüm bu detayların bizi ilgilendirmesi
için öncelikle onun Türkiye’de tanınır olması gerekiyordu. İşte bunun ilk adımı
da Passion Turca-Elif Sanchez iş birliğiyle atıldı. Sanchez’in kendi adını
taşıyan ilk albümü 2021 yılında Passion Turca etiketiyle yayımlandı.
Açıkça söyleyeyim: Doğası gereği tek sesli türkülerin caz,
“blues”, “rock”, şu ya da bu formlarda çalınması ve söylenmesi hiç yeni bir
fikir olmadığı gibi epeyce de suyu çıkarılmış bir yöntem. Ben kendi adıma bu
tür iddialarla yayımlanan albümlere nicedir mesafeli yaklaşıyorum. İlk aklıma
gelen de “Herhalde söze, besteye verecek paraları yoktu, onun için anonim
türküleri alıp çaldılar, söylediler”, ön yargısı oluyor. Gelin görün ki Elif
Sanchez’in albümü böyle bir albüm değil. Çünkü bu albüm için seçilen şarkılar
ya da türküler Elif Sanchez’in müzikal birikimi, tarzını ve tavrını ifade
etmesinin aracı olmuşlar. Sanchez’in “Biyografi gibi bir albüm oldu,” demesi
boşuna değil.
İstanbul’da doğmuş ama Anadolu müziğinden etkilenmiş, buna
karşın ülkenin hem doğu hem de batı sınırlarının ötesindeki müzik kültüründen
de beslenmiş, caz ve klasik müzik eğitimi almış, bir İspanyol müzisyenle
evlenerek (Sanchez soyadını havalı olsun diye almış değil yani) Latin müziğiyle
de haşır neşir olmuş bir müzisyenin yıllar içerisinde edindiği birikimin doğal
sonucu bu. Bu albüm bütün bu renklerin içinden geçtiği, hiçbir rengin bir
diğerine baskın çıkmadığı, rengarenk ve ahenkli bir gökkuşağı gibi.
Sanchez soyadı İspanyolca konuşulan ülkelerde tıpkı Türkiye’deki
Yılmaz gibi, Öztürk gibi sıklıkla karşınıza çıkan bir soyadı ama bu Sanchez başka
Sanchez; bu Sanchez Elif Sanchez ve tıpkı ismi gibi müziği de melez.
Bir kere Elif Sanchez’in gerçekten etkileyici, dokunaklı,
yakıcı bir sesi var. Şarkı söylerken doğru tekniğin getirdiği en büyük kayıp
duygudur çoğu zaman. Nice Türkçe caz albümünde, Türk caz solistlerinde Türkçe
vurgu, Türkçe duygu yoktur bu yüzden. Yabancı dilde bir şarkıyı Türkçe
kelimelerle söyler gibidirler. Elif Sanchez bunu yapmıyor. Hatta yeri
geldiğinde türkülere mahsus ve bence gerekli gırtlak nağmelerini, oyunlarını
yapmaktan çekinmiyor. Bu da türkülerin etnik kimliğine yabancılaşmamızı
önlüyor. Bunu çok önemli ve değerli bulduğumu söylemeliyim.
Albümde dokuz şarkı var. Bunların sekizi türkü. “Ay Oğlan
Yiğit misin?” Kütahya, “Bağlamam Perde Perde” Giresun, “Giyinmiş Kuşanmış” ve
“Bulut Bulut Üstüne” Mersin yöresinden türküler. “Yemenimin Oyası” bir İstanbul
türküsü. “Küçelere Su Sepmişem”, “Quba’nın Al Alması” ve “Almanı Atdım Xarala”
ise albümdeki Azerbaycan türküleri. Söz ve müziği Meksikalı besteci ve şarkıcı
Armando Manzanero’ya ait “Contigo Aprendi” ise İspanyolca bir şarkı.
Elif Sanchez’in müziği Afrikalı kölelerin çalıştığı pirinç
tarlalarından Hazar Denizi’ne, Karadeniz’in fındık bahçelerinden Akdeniz’in
pamuk ekilen ovalarına, oradan sıcak Endülüs topraklarına uzanıyor; farklı
coğrafyalarda yaşayan insanların duygudaşlığını, ortak acılarını, sevinçlerini,
aşklarını müzik potasında harmanlıyor. Bunu yaparken ülkelerinin yerel
müziklerini uluslararası platformlara taşımış Buika, Amelia Rodriguez, Haris
Alexiou ve Loreena Mckennitt gibi isimlerden aşağı kalmayan bir müzikal
standardı yakalamayı da başarıyor.
Bu albümü mutlaka dinleyin ve şayet severseniz Elif
Sanchez’i bir konserinde sahnede canlı izlemeyi de ihmal etmeyin. Zira bu
yetkinlikte bir müzisyenin albüm performansından çok daha fazlasını bir konserde
dinlemenin bir sürpriz olmayacağı gün gibi aşikâr. Günün harala gürele güncel
müziği her yerden üzerimize boca edilirken kulak temizlemek için böyle bir
alternatif zor bulunur.
Ajda hep iyi bir manken oldu. Fecri Ebcioğlu’nun diktiği
elbiseleri de yakıştırdı üzerine, Fikret Şeneş’in diktiği elbiseleri de.
Şehrazat’ın diktiği elbiselerle de göz alıcı ve alımlıydı, Tarkan’ın diktiği
elbiselerle de. Hatta zaman zaman onun için dikilmemiş elbiseleri bile ilk kez
o giyiyormuş gibi göstermeyi, sunmayı becerdi, Yıldırım Gürses elbiselerinde
olduğu gibi. ‘60’lardan bu yana her giydiği elbiseyle biraz daha kendinden
emin, bir adım daha kendinden ileride, beğenilen, özenilen, taklit edilen ama
hiç erişilemeyen oldu.
Di’li geçmiş kullandığıma bakmayın; pekâlâ biliyoruz ki hâlâ
öyle. Ne çare ki eskisi gibi terziler yok artık. Var olanlar da kıdem ve yaş
itibarıyla Ajda’ya söz geçirebilecek, emrivaki ya da metazori yapabilecek güçte
değiller. Hâl böyle olunca da Ajda kendi müzikal seçimlerini kendi yapar oldu
nicedir. Ya da “yapamaz oldu”, emin değilim. Zira Ajda’nın ezelden beri en az
kendisi kadar meşhur ve kararsızlıkları, fikir değiştirmeleri, bugün “olur”
yarın “olmaz” demeleri had safhaya vardı son yıllarda. Star yönetimi mühim bir
şeydir ve herkesin yapabileceği bir şey değildir. Hele ki starın kendi
kendisini yönetmesi hiç olacak şey değildir.
Tüm bunların sonucu olarak da Ajda’nın yıllardır beklenen
yeni albümü bekleyenleri tatmin etmekten çok uzak kaldı. Beş yeni şarkı, bir
farklı versiyon ve bir “cover” ya da bir parmak bal. Peki gerisi nerede? Kaç
yıldır haberleri yapılan, adına varıncaya kadar açık edilen, Ajda’nın stüdyoya
girip okuduğu bilinen diğer şarkılar?.. “Off the record” sohbetlerde o
şarkıların Ajda’nın içine bir türlü sinmediği için birer birer elendiği
konuşuluyor. Denilen o ki albümün bu hâli de içine sinmemiş aslında ama artık
bir şekilde ikna edilmiş; Ajda da “En azından kapak fotoğrafları güzel oldu,”
diye düşünmüş olsa gerek ki nihayet albüm çıkabilmiş.
Şaka değil; dünyada bile bir ikinci örneği verilemeyecek,
verilse de kıyas kabul etmeyecek bir star Ajda. İlk kez 1964 yılında plak
stüdyosuna girmiş, ondan da evvel sahneye çıkıp şarkı söylemeye başlamış. Onun
emsali olabilecek Erol Büyükburç’un son yıllarını küçük restoranlarda küçük
paralar karşılığı şarkı söylemek zorunda kaldığını ve uzun yıllar boyunca bir
tek albüm yapamadığını düşünün misal. Vefasız, kadir bilmez, kolay unutur bir
tarafımız var milletçe, bunu kabul etmemiz lazım. Buna rağmen kendini hiç
unutturmamış, markasını her dönem değerli kılabilmiş tek isim Ajda. Ondan
sadece dört yaş büyük Barbra Streisand’ın 2017 tarihli konserini izlediğimde
sesinin ne kadar deformasyona uğradığını görüp üzülmüştüm. Ajda hâlâ taş gibi. Sesiyle
de fiziğiyle de.
Dolayısıyla Ajda yapımcısından bestecisine, aranjöründen
organizatörüne onunla çalışan herkes için eşsiz bir değer. Bunu hem sanatsal
hem de ticari anlamda söylüyorum. “Peki yeterince değerlendirilebiliyor mu?”
sorusunun cevabını ise son albümü ayan beyan veriyor.
Böyle saydırıyorum diye albümü beğenmediğimi düşünmeyin;
aksine beğendim, çıktığından beri çokça da dinledim. Ama dedim ya, o “bir
parmak bal” hissinden bir türlü kurtulamadım. Her defasında albüm bitmemiş,
yarım kalmış hissine kapıldım. Süresinin kısalığıyla, yedi “track” olmasıyla
ilgili bir şey değil bu. Bazen bir tek şarkı da doyurabilir kulağınızı. Bazen
15 şarkı doyurmaz. İşte öyle bir şey.
Albümün açılışında ve kapanışında iki farklı versiyonla yer
alan “Bi’ Tık” söz ve müziği Şehrazat’a ait bir şarkı. Zaten dinlemeye başlar
başlamaz Şehrazat’ın kokusunu duyuyor, duygusu alıyorsunuz. Dört dörtlük bir
Ajda şarkısı. Zamansız, uzun vadeli, geniş bir melodik yapısı, Ozan Çolakoğlu
imzalı şık düzenlemeleriyle modern ama klasik olmaya aday. Bangır bangır
çalınıp söylenecek bir “hit” mi? Değil. Olmasın da zaten.
Yeri gelmişken söyleyeyim: Ajda’nın bu saatten sonra yeni
bir “hit”e ihtiyacı yok. Bin tane var zaten geçmişten gelen. Hele bugünün “hit”
anlayışına ayak uydurmasına hiç gerek yok. İki cihan bir araya gelse Ezhel
dinleyen gençler “Bi’ Tık”, “İki Tık”, “Üç Tık” dinlemeyecek. Ajda bir Ezhel
şeysi (yani “şarkısı” ama tırnak içinde) söylese de dinlemeyecek. Tarkan
şarkıları modayken Ajda’nın bir Tarkan şarkısı söylemesi etki yaratabilirdi,
yarattı da nitekim ama Tarkan şarkılarıyla Ajda şarkıları arasında bir organik
bağ vardı en azından. Bugünün “hip hop”, “trip”, “trap”, “rap”, her neyse adı,
o kültürle Ajda müziğinin hiçbir bağı yok. Kaldı ki kimsenin Ajda’dan böyle bir
beklentisi de yok. O kendisi gibi olsun, kalsın yeter.
“Bi’ Tık”ın hemen ardından gelen “Mümkün Değil” de aynı
hattan ilerleyen ve yüzde yüz Ajda “vibe”ı veren bir şarkı. Son dönemin en
yetenekli ve donanımlı müzisyenlerinden biri olan Okay Barış’ın söz ve müziğine
imza attığı bu şarkının düzenlemesini Ozan Çolakoğlu yapmış.
Ajda kariyerinin ‘90’lardan bu yana süregelen kısmında söylediği
şarkıları iki kategoriye ayırmak mümkün: Tam Ajda’lık şarkılar ve hiç Ajda’lık
olmadığı halde Ajda'nın sesi ve söyleyiş biçimiyle iyi kötü kendine yakıştırdığı
şarkılar. Maalesef ikinci kategoride daha fazla şarkı var. Çünkü tam Ajda’lık
şarkı bulmak ya da yazmak, onu ‘60’lardan bu yana taşıdığı “aura”nın
sınırlarından çıkmadan ama demode de kalmadan günün müziğine entegre etmek her
babayiğidin harcı değil. “Mümkün Değil” de tıpkı “Bi’ Tık” gibi hem söz ve
müziği hem de düzenlemesiyle bunu başarıyor.
Ne var ki peşi sıra gelen şarkı için aynı şeyi
söyleyemeyeceğim. Söz ve müziği Serdar Ortaç ve Sera Tokdemir’in ortak imzasını
taşıyan, düzenlemesi Tarık İster tarafından yapılan “Sadece”, Ajda için
biçilmiş kaftan bir şarkı değil. Yani bu şarkının “demo”sunu dinlemiş olsanız
ve size “Kim söylesin?” diye sorsalar ilk aklınıza gelen isim Ajda olmaz hatta
aklınıza gelen isimler arasında muhtemelen Ajda hiç olmaz.
Söz ve müziği Gülden’e, düzenlemesi Ozan Çolakoğlu’na ait “Ölsem
Unutmam”ı ilk dinlediğimde “Tamam anladık bu ‘club’ versiyonu ama bu şarkının
asıl versiyonu nerede?” diye bakındım şarkı listesine. O techno-arabeskler, “Duman”lar,
“Helal Ettim”ler filan 2010’larda kalmadı mı? Belki akustik, belki de yine
elektronik ama çok daha sakin bir düzenlemeyle yakıcı bir şarkı olabilecek “Ölsem
Unutmam” bu haliyle sadece yorucu olmuş sanki.
Sözleri Özlem Argon’a, bestesi Reşit Gözdamla’ya ait “Bilebilirsin”i
ilk duyduğum anda “Ben bu şarkıyı nereden bilebilirim?” diye sordum kendi kendime.
Çok aramam gerekmedi. Şarkının nakaratı 2019 çıkışlı Işın Karaca şarkısı “Canımın
Yarısı”nın nakaratıyla paralel bir melodik örgüye sahipti. Bunu Twitter’da
yazınca söz konusu şarkının bestecisi Zeki Güner de dâhil olmak üzere pek çok
kişi bunun bir tesadüf olacağını, Reşit Gözdamla’nın böyle bir şeye mahal
vermeyecek bir besteci olduğunu söyledi. Bazen böyle talihsiz tesadüfler
olabiliyor, ardında illaki bir kötü niyet aramak yersiz, bunu kabul ediyorum.
Kaldı ki Alper Atakan’ın nefis düzenlemesi ve Ajda’nın sesine her
zaman çok yakışmış Endülüs stiliyle albümde parlayan bir şarkı “Bilebilirsin”.
Sırada albümün tek “cover”ı “Düşünme Hiç” var. Bu şarkıyla
ilgili enteresan bir anım var, yeri gelmişken anlatayım.
2019 yılında “Doksanlarca” adını verdiğimiz bir müzikli şov
hazırlıyorduk. Altı gençle çalışıyoruz ve hepsi ‘90’lı yıllarda doğmuş gençler,
yani bırakın ‘80’leri, ‘90’ların ilk yarısına bile yetişememişler aslında. Söyleyecekleri
şarkıları ben seçiyorum ama onların tercihlerine de kulak veriyorum.
Gösterideki üç kızımızdan ikisi birlikte bir şarkı söyleyecekler; biri gitar
çalacak, diğeri söyleyecek. Bir şarkı seçmişler. “Çalışın gelin, bir
dinleyelim,” dedim. Çalışıp geldiler, dinledik. Söyledikleri şarkı “Düşünme Hiç”
ama alışageldiğimden farklı söylüyorlar. Kendilerince bir yorum mu getirdiler
acaba diye şüpheye düştüm, “Siz bu şarkıyı kimden çalıştınız?” diye sordum. Çok
anormal bir şey sormuşum gibi baktılar yüzüme. Adeta cehaletime şaşarak “Zeynep
Bastık’tan,” dediler. Ben tabii o kadar mesafeliyim ki o sıralar Zeynep Bastık
ve onun koltuklu akustik kültürüne, haberim bile yok bu şarkıyı da
söylediğinden. Bu defa şaşırma sırası bana geldi çünkü gençler bu şarkıyı ilk
Ajda’nın söylediğini bilmiyorlardı.
Orta okul son sınıfta pilli pikabımda Ajda’nın şeffaf plağı
dönerken şeffaf yüzeyde oluşan helezonlara dalıp gitmiş, kim bilir kaç bin kez
dinlemişim bu şarkıyı. Yedirir miyim Bastık Hanım’a ya da bir başkasına? Hemen
uzun bir söylev verip şarkının cemaz-ül evvelini anlattım bizim gençlere tabii.
İçlerinden “OK boomer!” diyorlar mıydı o sırada, artık onu bilmiyorum.
Velhasıl Ajda da yedirmemiş şarkısını. Son yıllarda hemen
herkesin sahne repertuarında yer alan, hatta yayımlandığı dönemden bile daha
çok popüler olan “Düşünme Hiç”, 39 yıl sonra tekrar sahibinin sesinden bu
albüme girmiş. Gerçi 2000 çıkışlı “Diva” albümünde söylemişti Ajda bu şarkıyı,
onu da atlamış olmayayım ama bu düzenleme o düzenlemeden hayli farklı. Ozan Çolakoğlu
çok modern, çok “cool” bir yere taşımış şarkıyı. Ajda deseniz, sadece bu
şarkının bu versiyonu için bile ayakta alkışlanmalı. İnsan 37 yaşında söylediği
şarkıyı 75 yaşında da aynı tondan söyleyebilir mi? Kaç tane örneği var?
Albüm “Bi’ Tık”ın “Midnight Version”ıyla kapanıyor; hani “Sunrise
Version”ıyla açılmıştı ya. Gün doğumundan gece yarısına pek çabuk varıyoruz. Adeta
koştuk. Hiç bir durup soluklanmadık (“slow” şarkı dinlemedik manasında) ve işin
aslı, ne olup bittiğini de pek anlamadık. Canlı yayın esnasında koltuğundan
yuvarlanıp düşen Gönül Yazar’a sorar ya Nükhet Duru: “Niye öyle oldu?”
Albümün Safa Gülsoy tarafından çekilmiş kapak fotoğrafları şahane.
Zaten Ajda uzun süredir Safa Gülsoy’la çalışıyor ve o etkileyici konser
fotoğrafları da Gülsoy’un elinden çıkıyor. Sadece objektifinden değil tabii, o
yüzden “elinden” dedim. Gülsoy 2020’li yıllar Ajda illüzyonuna damgasını çoktan
vurdu bile.
Fotoğraflardaki ihtişamın tasarıma yansımadığı ise aşikâr. Teknoloji
marifetiyle azıcık yeteneği olan herkesin iyi kötü tasarım yapabildiği bu
devirde mesleği “tasarımcı” olanlar daha yaratıcı olmak zorunda sanki.
Özellikle de artık bir marka olan Ajda logosunu tasarlarken.
Bu da yazının başında bahsettiğim star yönetimi meselesinin
bir diğer ayağı. Albümün kapak tasarımından kartonetine, pazarlamasından,
sosyal medyada duyurulmasına dek her şey son derece sıradan (olağan) bir
biçimde yürütüldü. Ajda bunu hak etmiyor. Ajda Instagram canlı yayınında, kötü
ses kalitesi ve ışıkla yeni şarkılarını dinletecek biri değil. Çek profesyonel
videolar, her şarkı için reklam filmi gibi kısa prodüksiyonlar yap, ne bileyim
o az sayıda basılan CD’yi özel bir paketle, ambalajla satışa çıkar… Bunlar şu
an uydurduğum fikirler. Çok daha fazlası olabilir. Gerekirse zarar et ama o ihtişamı
yarat. Ajda bu; boru değil.
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim: Bir reklam filmi vardı
hani Cem Yılmaz’ın 2001 yılında çekilen. Yıl 2053 olmuştur, Cem Yılmaz dede
olmuş, torununu parka getirmiştir. Cem Yılmaz’ın parka dikilen heykeline kuşlar
pislemiştir. O sırada Ajda’yla karşılaşırlar. Taş gibidir hâlâ, aynıdır. “Merhaba
merhaba Ajda Pekkan”, der ama Ajda yüz vermez. “Ne o, gerginsiniz bugün?” diye
sorar Cem ama yine cevap alamaz. Ajda olanca havasıyla sabah koşusuna devam
eder.
Hah işte, bu reklam gerçek oldu farkında mısınız? Ben geldim
53 yaşıma. Hâlâ Ajda dinliyor, Ajda konuşuyor, Ajda yazıyorum. Sokakta görsem “Merhaba
merhaba Ajda Pekkan,” diyecek yaştayım. Desem cevap verir mi, orasını bilemem.
‘80’ler sonu ‘90’lar başlarında üniversite gençliği için
gitar çok mühimdi. Bir kere içinde en ufak bir müzik hevesi taşıyanların şaşmaz
ilk enstrümanıydı gitar. Bir kafede, kantinde, arkadaş ortamında iki gitar
tıngırdatmak, hatta tek başına sırtında kılıfında bir gitarla sokaklarda
dolaşmak bile filan insana fazladan karizma kazandırır, havalı dururdu. Hâlâ
öyle mi bilmem.
Yanı sıra gitar eğlenmeye de yarardı. Sadece tek bir gitarla
müzik yapılan küçük barlar vardı. Gelsin Yeni Türküler, gitsin Livaneliler… Bulutsuzluk Özlemi'nden "Evinde Gitarın Var mı?" gitarlı eğlencelerin bir çeşit milli marşıydı zaten. “Fabrika Kızı”, “El Porompompero”, “Karlar Düşer”… Yeri gelir bir ağızdan
söylenir, yeri gelir kalkıp oynanırdı bile o bir tek gitarla. Hâlâ var mıdır
bilmem.
Öyle midir böyle midir bilmem ama gitarın modası hiç
geçmedi, o kesin. Malum, son yıllarda “akustik” müzik furyası aldı yürüdü. Öyle
ki iyi kötü düzenleme yapılmış, klavyedir, kanundur, “loop”tur, kemandır
çalınmış, öyle kaydedilmiş şarkılara bile yayımlanmasının üzerinden iki gün
geçmeden mutlaka bir akustik versiyon konduruluyor. Bu konuda bir kanun
hükmünde kararname bile yayımlanmış olabilir. “Evet, yayımlandı,” deseniz,
inanırım; o derece mecburiyetten yapılıyormuş gibi görünüyor çünkü.
Bu gitar muhabbetini niye yaptığıma gelince…
Salman Tin’in ilk solo albümü “Sade (Akustik)”, geçtiğimiz günlerde
yayımlandı ve adından da anlaşılacağı üzere, albümün tamamı daha önce
yayımlanmış Salman Tin şarkılarının tek bir gitarla yeniden kaydedilmiş
versiyonlarından oluşuyor.
Salman Tin benim başından beri takip ettiğim ve şarkı
yazarlığını çok beğendiğim bir müzisyen. Çok sayıda teklisi hakkında da
yazmışlığım var daha evvel. Salman’in müzikte iki ayrı yolu var: Birinde tek
başına, diğerinde ise KÖFN’ün iki elemanından biri. İki farklı hatta yer yer
birbirine zıt müzikal arayışı birbirine karıştırmadan sürdürmek kolay değil. Sadece
bunu gözlemlediğinizde bile Salman Tin’in olgun bir müzisyen olduğu fikrini
edinmeniz mümkün. Yılların getirdiği bir olgunluk değil tabii kastettiğim; bazen
çok yaşta da edinilebilen bir içsel deneyim, bir kazanç.
Bununla beraber “Eh o zaman ben bir dinleyeyim bakayım şu
Salman Tin şarkılarını,” deseniz, genç müzisyenlerin hemen hemen tamamında
olduğu gibi Salman’ın diskografisini de bir çalma listesinde toplamanız
gerekiyor. Çünkü 2018’den bu yana toplamda 14 şarkısı yayımlanmış ama bunun
sadece dördü bir mini-albümde (2019’da yayımlanan “Ben Garsonken”de), geriye
kalan 10 şarkının hepsi birer tekli. Yanı sıra bu 10 şarkının üçünün de akustik
versiyonları yine tekli olarak yayımlanmış. Yeni yayımlanan albümde ise yine bu
14 şarkıdan 12’sinin akustik versiyonu var. Bunlardan ikisi zaten akustik versiyon
olarak tekli olmuş ama bu albümde yeniden, yine akustik olarak kaydedilmişler.
Kafanız karıştı değil mi? Benim de karıştı. O yüzden bu
yazıya oturmadan evvel Excel’de bir tablo yapıp bir akış diyagramı çıkardım.
İşin içinden ancak böyle çıktım.
Dedim ya, Salman Tin şarkılarını ben çok seviyorum. Hele ki
bu albümde en sevdiklerim de en başa konulmuş: “Aptal Yaprak”, “Aşk Köpeği”,
“Bayım”, arka arkaya geliyor. Ha Salman gelmiş gitarıyla oturmuş salonunuzun
bir köşesinde şarkılarını söylüyor, ha açmışsınız bu albümü dinliyorsunuz. Öyle
bir doğal ortam. Arada sırada detone bile oluyor, gitarı yeterince parlak
tınlamıyor, ne gam! Akustiğin tabiatı da bu değil mi? En azından şarkıları
şöyle derli toplu, bir arada dinlemek için iyi bir fırsat.
Dağınık diskografi sorunu maalesef Spotfiy ve türevlerinin
müzisyenlere dayattığı kriterler nedeniyle kendiliğinden gelişiyor. Kimse bir
müzisyenin başından sonuna ne yaptığını, nasıl geliştiğini, nereden gelip
nereye gittiğini merak etmiyor. Müzisyenler de haliyle bunu artık dert etmiyor.
Her hafta olmasa bile, her ay listelere girebilmek için de akustik, elektronik,
“remix”, düet, Allah ne verdiyse salıyorlar dijitale. O hafta, o ay listelerde görünen
bir şarkı sonrasında sanatçı sayfasında bir öğe olarak yerini alıyor. Birisi
merak edecek de onları listesine atacak da dinleyecek…
Belki bu bir sorun bile değildir de dijital çağın bir
gerçeğidir ve her gerçek gibi buna da alışmak, uyum sağlamak gereklidir. Yine
de ne bileyim, müzik bu sonuçta; biraz daha değerli olması, değer verilmesi
gerekir diye düşünüyor insan.
Kadın o kadar zeki, o kadar akıllı, o kadar komik ve
kalemini o kadar iyi kullanıyor ki insan bir yerden vurmaya kalksa nereden
vuracağını bilemiyor…du. “Fazla mükemmel can sıkar,” derler; arada bir defo
göstermek, kusurlu hareket yapmak, yerden yere vurulmayı hak etmek lazım. Evire
çevire döver, döverken daha çok severiz; öyleyiz biz.
Tam anlamıyla bir “stage animal”, hani nasıl diyorsunuz siz
Türkçede, hımmmm evet evet bir “sahne hayvanı”dır Jale. Bakmayın siz onun öyle
ufacık tefecik olduğuna, sahneye çıktığında boyu en az 1.90’dır. Sorarsınız: “Jale
Abla senin gözlerin niye bu kadar keskin?” Cevaplar: “Salonun en uzak
masasındaki seyirciyi de görebilmek için.”
“Jale Abla senin burnun niçin böyle hassas?”
“Salondaki seyircinin ruhunu koklayabilmek için.”
“Jale Abla senin niye başının arkasında da gözlerin var?”
“Arkadaki orkestrayla uyumu kaçırmamak için.”
Böyle uzar gider… Kuzuyken kurda dönüşür, sahneye çıktığı
anda seyirciyi yutar, program bittiğinde karnını yarıp çıkmanız gerekir.
Jale sahnede sadece kendi şarkılarını söylemez; dünden ya da
bugünden hangi şarkıların sevildiğini çok iyi bilir, onları da repertuarına
alır. Ben bildim bileli böyle ama çok daha öncesi de var tabii. ‘70’ler
sonlarından beri sahnede Jale.
Buna karşın 1986’da yayımlanan ilk albümünden bu yana ilk
kez bir “cover” yayımladı. Şarkı, 20 sene kadar evvel (2002, “yirmi sene evvel”
mi oldu? Zalımsın hayat!) Sezen Aksu tarafından yazılan ve Gülben Ergen
tarafından seslendirilen “Sandık Lekesi”. Hoop geldik mi 2000’ler nostaljisine?
Hadi bakalım, yakındır 2000’ler partileri, türlü çeşitli “cover”lar, “Ah 2000’lerde
müzik ne güzeldi ne kaliteliydi,” sayıklamaları… Fitili Jale ateşliyor, gerisi
şimdi 30’larına gelen 2000’ler çocuklarında.
Kıyaslamayayım kıyaslamayayım diyorum ama “cover” denen
şeyin eğlencesi de en çok burada. İlla kıyaslayacaksın, kesecek ahkamlar,
yapacak şakalar, espriler bulacaksın ki tadı çıksın. Açıkçası ben o iş bana
kalmaz diye düşünüyordum. Gülben Hanım’ın çocukluklarına şöyle ya da böyle nüfuz
ettiği bir fan kitlesi var ya hani, ne yalan söyleyeyim, Jale’yi topa tutarlar
diye düşünmüştüm. Malum, fan kitleleri için hayranı oldukları sanatkâr ne
söylese ne yapsa kutsal; dokunulamaz, dokunulması teklif dahi edilemezdir.
Üstüne üstlük rivayet o ki Sezen Aksu bu şarkıyı Gülben Hanım’ın bizzat kişisel
hikâyesinden etkilenerek yazmış. Yani Gülben Hanım “Hani bunun ilk sahibi?” diye
sorulamayacak bir biçimde mülk sahibi sayılabilirmiş.
Neyse ki şarkıların mülkiyeti ne söyleyeninde ne yazanında…
Zaten bizzat Gülben Ergen’in kendisi dâhil, kimsenin de Jale’nin bu şarkıyı
söylemesi konusunda gıkı çıkmamış, kimse yadırgamamış. En azından internette
yazılan yorumlardan ben öyle anladım.
E zaten şöyle de bir durum var: Gülben Ergen 2002 yılında neresinden
baksanız toy bir şarkıcı. Seren Serengil, Pınar Eliçe ve en önemlisi de tabii
ki Hülya Avşar klasmanından yırtmaya çalışıyor. Nitekim bir sonraki albümde
Demet Akalın’ı rakip alacak kendine ama henüz vakit var. Bu bakımdan “Sade ve
Sadece” alaturka-poptan popa geçiş hattında duran bir albüm. Bu vesileyle şarkıyı
o albümden yeniden dinleyince basbayağı henüz şarkıcı olamamış, sesini nasıl
kullanacağını bilememiş, sönük bir Gülben Ergen duydum. Şarkı bir şeyler
anlatıyor ama Gülben orada değil; dümdüz yürüyor, biraz da yol kazasız belasız bitsin
diye bekliyor gibi.
Haliyle Jale de almış şarkıyı, içine duygu iniş çıkışlarını,
coşkusunu, neşesini, hüznünü katmış, bir de aşinası, hatta yakın ahbabı
olduğunuz o Jale vurgularını serpmiş üzerine… Düzenlemeyi yapan Hasan Çiçek de
2000’ler ruhunun (Ah nerede o 2000’ler?) sokaklarından ayrılmadan, azıcık da
stadyum efektinde vokallerle güncellemiş şarkıyı. “Rap”, “trap”, “R&B”, “synth-pop”
dolaylarından çalmayan düzenlemeye güncel demiyorlar artık ama yani bu şarkı da
o yola gelmezdi sanki. İyi ki getirmeye çalışmamışlar.
Bu şarkının ilginç bir yanı da Jale’nin ilk kaydettiği “cover”
olmasının yanı sıra Sezen Aksu ve Jale isimlerini yıllar sonra yan yana
getirmesi. Bilen bilir, 1987 Altın Güvercin Yarışması’nda Jale “Çok Geç” adlı
Sezen Aksu şarkısıyla yarışmış ve yarışmadan sonra basılan kasette kalan bu
şarkı, Jale kariyerindeki tek Sezen Aksu şarkısı olmuştu. “Çok Geç”i yıllar
sonra Jale’nin değil de Ebru Polat’ın yeniden seslendirmesiyse benim gibi
şarkıyı çok sevenler için atlatması zor bir travmaydı. Allah beterinden
saklasın!
“Sandık Lekesi” malum, sandıkta bekleyen çeyizlerin,
dantellerin mantellerin üzerinde oluşan sarı lekelere verilen ad. Ara sıra
çıkarıp havalandırmak lazım. Jale de öyle yapmış. İyi yapmış. Yakışmış,
yakıştırmış.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.