Her ne kadar durup durup bir takım kötücül genellemeler yapılıyor, ortalık “Aman da memlekette müzik bitti, ah artık doğru düzgün bir şey üretilmiyor, üretilenlerin hepsi de birbirine benziyor” türevi papağan yakınmalarından geçilmiyorsa da Türkiye’de popüler müzik tarihinin 2011 sayfasına yazılacak çok sayıda parlak iş var.
Evet belki albümler satılmıyor, firmalar ve şarkıcılar dijitalden kuruş kuruş dönen teliflerle, konserlerle ya da olmadı ek işlerle ayakta kalmaya çalışıyor ama üreten üretmeye de devam ediyor. Ve bizim bu kerameti kendinden menkul genellemeler arasında onları da harcamaya, bir kalemde silmeye hiç mi hiç hakkımız yok.
Böylesi toptancı yorumların, o hep alay konusu ettiğimiz “Nerede o eski bayramlar?” yakınmasından pek de bir farkı yok aslında. Elbette her bayram kendi zamanında güzel ve üretim açısından bakıldığında, bu yıl gayet de bayram seyran bir müzik takviminden geçtik.
İşte Can Bonomo. Bonomo’nun bu yılın Ocak ayında piyasaya çıkan ilk albümü “Meczup” belki çıkar çıkmaz kıyametler koparmadı ama yavaş yavaş kendini hissettirdi ve türün meraklıları tarafından baş tacı edildi.
İzmir kökenli bir müzisyen Can Bonomo. 17 yaşındayken İstanbul’a gelmeye karar vermiş ve üniversitede sinema-televizyon okumuş. Önce radyoculuk yapmış, sonra televizyon sektörüne de bulaşmış. Çok sayıda reklam filminde oynamış. Müzik yapım şirketi We Play’in bünyesinde, yapımcı ve müzisyen Can Saban’la birlikte iki yıllık bir uğraş sonunda ilk albümü “Meczup” ortaya çıkmış. Albümdeki sözlerin tamamı, bestelerinse büyük çoğunluğu Can Bonomo’ya ait. Birer bestede Cem Özel ve Can Saban’ın imzası var. Bir şarkıyı ise Can Bonomo ve Orçun Başaloğlu birlikte bestelemişler. Düzenlemeler ise Can Saban tarafından (iki şarkıda Ali Rıza Şahenk’le birlikte) yapılmış.
Bir kere kuralsız, hesapsız bir müziği var Bonomo’nun. Tanışmadım ama Twitter’dan takip ettiğim kadarıyla alabildiğine zeki ve komik bir genç adam ve bu durum şarkılarına da çok açık bir şekilde yansımış. Çok ciddi şeyler de söylüyor, yeri geliyor aşktan meşkten de dem vuruyor, oradan dünyanın hal ve gidişine de lafını gönderiyor. Ama hepsini aynı neşeli, dalga dubara halin bir parçasıymış gibi sezdirmeden yediriyor şarkılara. Bahsini ettiğim müzikal kuralsızlık da tam da bu noktada şaşırtıcı ve benzersiz kılıyor Bonomo’nun müziğini.
Bununla beraber, “benzersiz” sıfatını vokal tekniği için kullanmak mümkün değil. Çünkü bilerek ya da bilmeyerek, fazlasıyla Kaan Tangöze etkisinde şarkı söylüyor Can Bonomo. Özellikle şarkı sözlerinin büsbütün anlaşılmaz olduğu yerler var ki, bir hayli tadı kaçıyor. Yine de bunu bir ilk albümün yolunu bulamamışlığı, öykünmesi olarak kabul etmek ve bundan sonrasını beklemek lazım. Zira Bonomo bu kadar krediyi hak ediyor.
Albümden ilk klip “Bana Bir Saz Verin”e çekilmiş ve albümün yürümesinde bu klibin epeyce faydası olmuştu. Malum, radyolar (kendilerini televizyon mu sanıyorlar artık nedir bilinmez) klibi olmayan şarkıları pek rotasyona sokmuyorlar. Dinleyici de buna koşullandırıldı adeta. Yazık ki şarkılar ve albümler ancak kliplerle geniş kitlelere ulaşır hale geliyor.
Albüm çıkalı neredeyse bir yıl olacak ama ikinci klip “Meczup” daha geçen hafta servis edildi. Ve görücüye çıktığından bu yana sosyal medyada epeyce övgü dolu cümleye denk geldim. Klipten ziyade, şarkıyaydı övgüler. Belli ki çok kişi ilk kez dinliyor, keşfediyordu şarkıyı ve belki de Bonomo’nun müziğini.
Albümün adının “Meczup” olması boşuna değil. Böyle bir göndermesi var Bonomo’nun şarkılarıyla dünyaya. Doğal hali de öyle. Bir hiperaktivite, bir kabına sığamama, fazla da kasmama, hatta dalgaya vurma havası veriyor sosyal medyaya yazıp çizdikleri. Konserlerde, kliplerde, evinden “online” yayımladığı internet dinletilerinde bize gösterdiği sureti de böyle. Bu kadarı rol olmasa gerek.
Müzik dünyasında 2011 yılının kazançlarından biri Can Bonomo. Huzurlarınızda “Meczup”!
NEYSE – “HOKKABAZ”
Bir süredir internette kulaktan kulağa yayılan, You Tube’da tıklanma sayısı üç haftada 25.000’e yaklaşan bir şarkı var. Şarkının adı “Hokkabaz”. Yetmişleri andıran gitar “riff”iyle akla kolayca yer eden şarkı, “lead vocal”in biraz alaturka, biraz maço, tok sesi, sağlam davul ve bas “sound”uyla dikkat çekiyor.
Neyse, Aykut Akdağ, Selim Kırılmaz ve Deniz Ünlü’den oluşan üç kişilik bir grup. Bu üç eski arkadaş, yaşadıkları semtte, Yeşilköy’de bir garajda başlamışlar birlikte çalmaya. İlk kez 2009 yılında “Yapma Meydan” adlı şarkılarını “video-klip” olarak yayımlamış olmalarına karşın, adlarını duyurmaları Babajim İstanbul Studio & Mastering’in Radyo eksen ortaklığıyla giriştiği “Be The Band” adlı müzik yarışması sayesinde olmuş.
Müzik dünyasına yeni yetenekleri kazandırma maksadı güden yarışmanın 17 Mayıs 2011 tarihinde yapılan finalinde, tüm elemeleri geçip finale kalan üç gruptan biri olan Neyse, geceyi birincilikle kapatmış. Yarışmanın şartnamesi gereği Babajim tarafından yayımlanacak ilk albümleri için o günden bugüne çalışmakta olan grubun albümden servis edilen ilk şarkısı “Hokkabaz” oldu.
Albüm çıktı çıkacak, eli kulağında. Klip şarkısı ise epeyce umut vaat ediyor. Eğer diğer şarkılar da aynı güçteyse, bizi sıkı bir “rock” grubu bekliyor demektir. 2011 bitmeden yeni ve heyecan verici bir grupla daha tanışmak, yılın bu anlamda ne kadar bereketli geçtiğinin bir başka göstergesi olacak.
Bu klibi izledikten sonra You Tube’dan bir de “Be The Band” yarışmasındaki performans videolarını izleyin. Bana hak vereceksiniz.
MODEL – “PEMBE MEZARLIK”
2011’in müzik dünyasına kazandırdıklarından biri de kuşkusuz Model oldu.
Model aslında altı şarkıdan oluşan ilk albümünü 2009 yılında yayımlamış ve çıkış şarkısı “Olmaz”la dikkatleri üzerine çekmişti ama eğlenceli “ska”lar “Olmaz” ve “Ellerinde Ellerim”, oryantal ritimli “Bu Matem Dolu Cennet”, albümün adı “Perili Sirk”e gönderme yapan atlı karınca müziği “Açılış” ve ilk Türkçe sözlü pop şarkısı “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş”un Levent Yüksel katkılı “cover”ıyla henüz yolunu bulamamış, kendi müziğine varamamış bir grup izlenimi bırakmıştı.
Neyse ki 2011’in Şubat ayında piyasaya sürülen ikinci albüm “Diğer Masallar”, dinleyici nezdinde bütün tereddütleri silip süpürecek denli sağlam bir albüm oldu. Özellikle Can Temiz imzası taşıyan şarkıların oyunlu, şiirli ama samimi ve çok bugüne, bu çağa ait duyarlılıklar taşıyan şarkı sözleri ve kulağa kolay yer eden melodileri, grubun bir anda büyücek bir adım atabilmesini sağladı ve Model yılın en gözde gruplarından biri haline geldi.
Gücünü büyük ölçüde şarkılarından alan grubun, pop dinleyen kesimle de barışık olmalarını şarkılarının melodik ve hikâyeli olmasına bağlamak mümkün. “Rock”ı daha sert, daha dolaysız sevenler için pek de hoşa gitmeyen bu durum, hiç yabancı rock müziği dinlememiş ama Türkçe “rock”ı ezber etmiş kitle için tercih sebebi oluyor.
Bununla birlikte Fatma Turgut’un ses rengi itibarıyla çok daha yırtıcı ve keskin olabilecekken, alabildiğine kırık dökük ve şarkıların üzerine çıkmaktan özellikle kaçınmış duygusu veren ölçülü bir vokal tekniği kullanmasının, tıslayan “s”lerinin ve “s” gibi tınlayan “ç”lerinin (“sürüsün gelinliğim” misal) bir karakteristik mi yoksa bir arayış mı olduğunu zaman içerisinde göreceğiz.
Fatma Turgut, Can Temiz, Okan Işık ve Aşkın Çolak’tan kurulu Model, “Buzdan Şato” ve “Değmesin Ellerimiz”den sonra, albümden üçüncü klipi de yayımladı geçtiğimiz günlerde. “Pembe Mezarlık” gotik ve masal kaçkını öğeleriyle şarkının adının hakkını veren bir klip olmuş. Albümde “Çürüsün Gelinliğim” ve “Karadul” gibi mutlaka ön plana çıkarılması, kliple birlikte servis edilmesi gereken en az iki sağlam şarkı daha var. Umarım onlar da zamanla yolunu bulur.
(Albümden bahsetmişken söylemeden geçemeyeceğim; niyeti ve mesajı ne olursa olsun, kanser kelimesini içinde barındıran bir şarkıyı dinlemekte zorlanıyorum. Belki bu sadece çok yakınlarını ve dahi babasını kanserden kaybetmiş birisinin fazladan hassasiyetidir bilemiyorum ama “Benim Tatlı Kanserim”i ilk duyduğum andan itibaren çok rahatsız edici buldum ve sürekli dinlemeden geçtim.)
Bir sonraki albümle bu çıkışın arkasını getirebilirlerse, Model’in önümüzdeki yılların gündem teşkil eden gruplarından biri olacağı su götürmez.
1965 yılında Ordu’da doğan Gülbahar Kültür, 1979'dan bu yana Almanya’nın Bremen eyaletinde yaşıyor. Babası vakti zamanında Almanya’ya çalışmak üzere giden Türk işçilerdenmiş. Bremen Üniversitesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı ve Kültür Bilimleri bölümlerini bitirmiş ve sonrasında serbest gazetecilik, yazarlık ve yeminli tercümanlık yapmaya başlamış.
Altmışlı yıllarda başlayan furyayla yurt dışında çalışıp para kazanmaya gitmiş Türkiyelilerin orada doğmuş, büyümüş ve yetişmiş ikinci, hatta üçüncü kuşaklarının Türk pop müziğine girişi doksanlı yıllara denk gelir. Cartel, Rafet El Roman, (Ah Canım) Ahmet, Yurtseven Kardeşlerle başlayıp devam eden bu zincire iki binlerde eklenen halka ise Hadise-Atiye-Eylem üçlüsü oldu.
2008 yılı Mart ayı başında ikisi de merakla beklenen iki yeni albüm aynı günlerde piyasaya çıkmış ve her ikisi de takip eden aylar boyunca her yerde çalınmış, dinlenmişti. Bunlardan biri Demet Akalın’ın “Dans Et”i, diğeri de Gülben Ergen’in “Aşk Hiç Bitmez”iydi. İster Abdurrahman Çelebi hikâyesi deyin, ister bilişim çağında görselin işitsele zaferi… Bir gerçek var ki Demet Akalın ve Gülben Ergen tüm eksik gediklerine, defolarına ve yetmiş, seksen ve hatta doksanlardaki star algımızın epeyce dışında olmalarına/kalmalarına rağmen, bulundukları yerlere de tesadüf eseri gelmemiş, kendi meşreplerince meşru her yoldan geçerek, her kapıyı çalarak, nicesinden disiplinli bir gayretkeşlikle iki köşe başını tutmuşlardı.
Henüz albüm çıkmadan ilk şarkı “Yakar Geçerim” radyolara servis edildiğinde, Twitter’da şuna benzer bir yorum yazmıştım: “Bu yazın şarkısını Ajda Pekkan yapmış, herkese geçmiş olsun!”
Aradan bunca zaman geçtikten sonra bunu hatırlatmamın sebebi, kehanetimin doğru çıkması. Yok hayır, öyle “aman da ben nasıl da iyi bilirim bu işleri” diye bağlayacak değilim lafı; aksine genellikle yanılırım bu tip tahminlerimde. Adına popüler müzik denilen karmaşık işte kimin, neyin, nasıl, ne derece sevilip tutulacağını önceden kestirebilmek her babayiğidin harcı değildir. Bu işi meslek edinmiş prodüktörler bile ters köşeye yatar kimi zaman; kaldı ki bir gariban müzik yazarı niye yatmasın? Mesele o değil. Mesele görünen köyün kılavuz istememesi. Şöyle ki…
Bir kere Tarkan eli değmiş ne varsa kredisi yüksek oluyor dinleyici gözünde. Bunu daha önce de deneyimledik birkaç kez. Tarkan’ın Sibel Can’a verdiği B sınıfı şarkılar bile iyi iş yaptıysa, Ajda’ya verdiği haydi haydi yapacaktı, burası belliydi.
Sonra ortalıkta bir düet lafı dolaştı ama Tarkan tıpkı Nazan Öncel’in albümündeki gibi burada da düet filan yapmamış, olsa olsa “vokal” denilebilecek bir “sesli dokunuş”la yetinmişti. Ama dedim ya Tarkan’ın sesinin (tabirimi mazur görün) ölüsü bile para ederdi havada karada. Değil “Aaaaaaa” demesi, “intro”nun üzerine öksürmesi bile yeterli olurdu. Bu memlekette pop müzik pop müzik oldu olalı gündem teşkil etmiş bir (süper müper değil artık) starlar ötesi yegane sanatkârımızla, muhtemelen gelecek kuşakların hafızasına benzer sıfatlarla kazınacak şimdilik sadece “mega” starımızın aynı şarkıda şu veya bu şekilde buluşması hiç de az şey değildi.
Tamam düetlerden/müzikal ortaklıklardan hepimize fenalıklar geldi kabul ama takdir edersiniz ki bu bir Ferhat Göçer-Petek Dinçöz ya da ne bileyim Mustafa Ceceli-Elvan Günaydın ortaklığı değil. Koskoca Ajda ve koskoca Tarkan’dan bahsediyoruz. Destur çekelim. Çekmeliydik yani. Çekmeyenler oldu; fena da yanıldılar. Tüm sayısal/fiziksel veriler (tıklanma, dinlenme, radyolarda çalınma, kulüplerde bangırdatma oranları) kadar genelin ortak fikir paydası da gösteriyor ki, 2011 yazına damgasını vuran şarkı “Yakar Geçerim” oldu.
Fark ettiyseniz “Bu şarkı Ajda’ya yakıştı mı?” sorusunun cevabını saklı tuttum yukarıdaki paragrafları yazarken. Çünkü asıl eleştirilen nokta tam da burasıydı. Ajda “ufak ufak uzarım” der mi? Ya da “pılımı pırtımı”?.. Bu zamanda “sevene zulmetmek” alaturkalığı mı kaldı? Ya da üstat Dilmener’in dört başı mamur bir Ajda hayranı olarak tek cümleyle özetlediği gibi; “Koskoca Süper Star çoluk çocuğun elinde oyuncak” mı edildi?..
Peki o zaman bir de başka bir pencereden bakalım. Ajda Pekkan’ı Ajda Pekkan yapan nedir sizce?.. Sadece şarkıları mı?.. Bence değil. Ajda Pekkan daha ilk günden beri (altmışlı yıllardan bahsediyorum) hep görüntüsüyle koşut bir şarkıcılık başarısını sürdürdü. Tam da bir “star”da olması gerektiği gibiydi her şey. Bir illüzyon gösterisiydi. Oysa o aslında “Kapı açık arkanı dön ve çık” derken de öyle bir kadın değildi. Öyle olsa, o şarkıyı söyledikten beş yıl sonra evinin kadını olup, kocasına kendi elleriyle pişirdiği kahveyi servis ederken mutlu mesut görüntülenmeyi göze alabilir miydi?
Ajda’nın hangi şarkısı ya da hangi albümü Türkiye’de popüler müziğin gidişatını değiştirdi; yeni, farklı, denenmemiş, çığır açan ve benzeri sıfatların her hangi birisine layık görüldü? Tabii ki bir çok konuda örnek ve öncü oldu ama örnek olduğu konu hiçbir zaman müzikal duruşu değildi. Hatta kim bilir belki müzikal bir duruşu da yoktu!
Mesela bahis konusu ettiğimiz “Bambaşka Biri” bugün hâlâ Demet Akalın ve türevlerinin ekmek yemesini sağlıyor. Peki Ajda o şarkının neresinde?.. Ben söyleyeyim; sadece taşıyıcısı ya da başka bir deyişle mankeni. Evet, Allah için güzel bir manken. Öyle dik duruyor, öyle yürüyor, öyle bir taşıyor ki ona biçilen şarkıları, biz onu gerçekten şarkıdaki kadın sanıyoruz. Ama aslında şarkı(lar)daki kadın Fikret Şeneş’ten başkası değil!
Denilebilir ki, başından beri Ajda Pekkan’ın bir bütün olarak elbiseyi güzel taşıma kaygısı, elbisenin kendisinden daha önemli oldu. Nitekim üzerinde en kötü elbise bile güzel durdu bu yüzden. Çünkü onun derdi kendini en güzel, en genç, en hayranlık uyandırıcı, en popüler kılacak elbiseleri giymekti. O elbiseleri kimin, nasıl yarattığı hiç önemli değildi. Bundan kırdı geçti birlikte çalıştığı herkesi. Bir Fikret Şeneş’i küstürdü, bir Şehrazat’ı… Elli bin yeni söz yazarı (buna ben de dahilim), besteci ve aranjör denedi, bugün beğendiğini yarın hiç beğenmedi; üç gün birlikte can ciğer kuzu sarması çalıştığını, dördüncü gün kapının önüne koyuverdi. Çünkü o “ne yazık ki çerçeve değil; resim arıyor”du! (Ajda’nın bütün hayatını özetleyen bu tuhaf cümlenin Serdar Ortaç’ın kaleminden çıkmış olmasındaki paradoksu ne kadar yazsam bitmez, o ayrı.)
Şimdi elli yıla yaklaşan müzik yolculuğu boyunca müzik adına duyduğu tek tük kaygı da hep kendine baktığı aynada görmüş bir “star”dan bahsediyoruz. Bu kadın altmış beş yaşından sonra neden bu minvalde kaygılara bulansın ki? Ne yapmasını bekliyoruz mesela? Bir caz albümü (ki mutlaka şahane yapar yapsa)? Zuhal Olcay, Bülent Ortaçgil ayarında kalburüstü bir şeyler? Opera aryaları ve klasik “balad”lar dolusu bir albüm?.. Hadi hepsinden geçtim; o çok sevdiğimiz yetmişli, seksenli yılların Ajda’sına geri dönse?..
Ajda’nın istediği bunların hiç biri değil. O bugünün Kral Tv’nin Top 20 listesinde Demet Akalınlarla, Hande Yenerlerle, Gülşenlerle yarışmak istiyor. Ve yarışıyor da nitekim. Nasıl mı?.. Bir Tarkan bestesiyle tabii ki! Bu kadar basit.
Eğer bugün Ajda’nın “Yakar Geçerim”i söylemesini eleştireceksek, o zaman starımız şahanemizin tam da Fransalara gidip gelmelere doyamadığı, yurt dışına açılıp açılıp sarı saçları ve yapma çilleriyle geri döndüğü, gözümüze Batılıdan da Batılı gözüktüğü günlerde plak yaptığı “Kaderimin Oyunu”nu, “Dert Bende”yi ne yapacağız?
İlk kez tamamen yerli bestelerden oluşturulan ve “jazzy” bir “sound” yakalamak için özellikle Garo Mafyan’la çalışılan 1982 çıkışlı “Sen Mutlu Ol” albümündeki aynı adlı şarkı ve hemen ardından gelen zır arabesk “Felek”i nereye koyacağız?
Ya o ayılıp bayıldığımız “Ajda ‘90” albümündeki onca şahane şarkı arasında bir anlamsızlık abidesi gibi duran “Hayırdır İnşallah” (nam-ı diğer “Ne ala Mualla”) neyin nesiydi? Ondan daha da anlamsız “Sarıl Bana”yı, “Tazem”i ve daha nicelerini duymadık, dinlemedik mi?
Yani Ajda bunu ilk kez yapmıyor sizin anlayacağınız. Çünkü onun dert ettiği duruş, müzikal bir duruş değil. Popülerin tam ortasında durmak istiyor. Ve biz de onu orada seviyoruz zaten. Gerisi yersiz “aman hiç beğenmedim”cilikten öteye geçmiyor.
Bütün bunları üst üste koyduğunuzda, yukarıda bahsettiğim nedenlerden dolayı defalarca kalıp değiştirmiş, son dakikaya kadar da son halini alamamış “Farkın Bu”, tek bir şarkısıyla bile başarıya ulaşmış bir albümdür. Ajda’nın yaşına geldiğinde , peşi sıra sürüklediği neredeyse bir insan ömrü kadar uzun bir kariyere rağmen, yenilenip, yeni kalıp, ayakta durabilen ve torunu yaşındakilerle aşık atabilen ikinci bir “star” çıkarsa günün birinde, Ajda’nın hatalarını o zaman tartışmaya başlayabiliriz. Ama şimdilik averaj Ajda’da!
“Yakar Geçerim”in gözle görülür başarısını ve (fazla geç kalmadan üzerine gidildiği takdirde) en az üç “hit” daha çıkarabilme potansiyelini bir kenara koyar ve bir bütün olarak albümü ele alırsak, bambaşka bir tablo çıkıyor karşımıza.
“The Best Of Ajda”yla doksanlı yılları tam da son dönemecinde, kıl payı kârda kapatan Ajda’nın, iki binlerin başından beri derli toplu bir albüm çıkaramadığı ortada. “Farkın Bu” ne yazık ki bu genellemeyi değiştirmeyecek bir çalışma olmuş.
“Diva” felaketinden sonra “Sen İste”yle tekrar yol almaya başlayan Ajda, “Cool Kadın”da sadece birkaç şarkılık sükse yapmış, albümün tamamı dişe dokunur çıkmamıştı. “Aynen Öyle” nispeten daha derli toplu dursa da, tam da Ajdalık Şehrazat şarkılarının (muhtemelen yine Ajda’nın isteği doğrultusunda yapılmış) fazla sentetik düzenlemeleri, müzikal açıdan tatsız bir albüm çıkarmıştı ortaya.
Kuşkusuz ki gelecekte iki binlerin Türk popu bahis konusu edilirken “Sen İste”, “Vitrin”, “Aynen Öyle” ve “Flu Gibi” başta olmak üzere, bu albümlerden bir çok şarkı da listeye girecek; ama yine de bu albümlerin hiç biri “Süper Star” serisinin ilk üç albümünden biriyle bile denk olamayacak, bunu da kabul etmek lazım. İşte “Farkın Bu” da aynı kararsız ve yarım yamalak yoldan gitmişe gibi görünüyor.
Bu albümdeki şarkıları iki ayrı kategoride toplamak mümkün. Öncelikle “Yakar Geçerim”in öncü olduğu “bugünün popu” kategorisi. “Arada Sırada”, “Hadi Gel” ve “Özetle” bu başlığın altına alınabilecek diğer şarkılar. Bu dört şarkı da başka bir kaygı taşımaksızın, doğrudan doğruya bugünün dinleyicisi yakalamak maksadıyla albüme konulmuş, bu çok belli.
Bir Sinan Akçıl bestesi olan ve aslında çıkış şarkısı yapılması düşünülürken neden sonra vazgeçilen “Arada Sırada”, üç versiyonla albüme girdiğine göre, albümü kotaranların beklentisini yüksek tutmuş bir şarkı olsa gerek. Haksız da sayılmazlar. O kadar yapışkan bir melodisi var ki şarkının, nakarat bölümünün bir türlü akmayan, dile takılan şarkı sözlerine rağmen, “hit” olması neredeyse kesin gibi. (Tam da bu satırları yazdığımın ertesi günü Sinan Akçıl’ın Twitter’da (imlâsını değiştirmeden alıntılıyorum) “ARADA SIRADA''sarkısını aynı albumun çıkış sarkısından daha cok sahiplenen Turk halkına tesekkur ederim..sevgiler..” yazması konusunda bir yorum yapmamak için kendimi zor tuttuğumu bilmenizi isterim.)
“Arada Sırada”nın Ajda’ya, Ajda’nın da bu şarkıya kattığı hiç bir şey yok. Sözgelimi Ziynet Sali de söylese dile düşermiş bu şarkı. Hatta Ajda’nın doksanların başında her nasılsa kapıldığı ve artık kurtulmuş görünse de, bulduğu her fırsatta tekrar ortaya çıkardığı şu boğum boğum gırtlak nağmelerinden, o abartılı Ebru Gündeş soslarından arınsa, daha bile etkili bir şarkı haline gelebilirmiş.
“Hadi Gel” ise tam tersine, çok sıradan bir Serdar Ortaç şarkısı olabilecekken, Ajda’nın sesinde dikkat çekici ve akılda kalıcı bir hale dönüşüyor. Ne ki bu şarkının sözleri tam anlamıyla deli saçması. Evet, Serdar Ortaç şarkılarında hiçbir zaman edebi mısralar aramadık, hatta yeri geldi onu böyle de kabul ettik ama “Yürekte yara küsmeden” ne demektir Allah aşkınıza? “Olası gözyaşı”nı geri istemek nasıl bir şeydir? Peki bir insan nasıl “servet” olur?.. Bu ve buna benzer, neredeyse her cümlede başka türlü bir akıl durgunluğu (dumur) yaşatan tanımlar, tabirler, ifadelerle dolu bir şarkı “Hadi Gel” (“Biraz erkek olalım” kısmına hiç girmiyorum farkındaysanız). Hani o sözlerinden dolayı eleştirilip duran “Yakar Geçerim” var ya, gayet masum kalıyor “Hadi Gel”in yanında inanın.
Albüm piyasaya çıkmadan ve son halini almadan çok önce Ajda Pekkan bu şarkıyı bir televizyon programında ENBE Orkestrası eşliğinde “playback” yaparak söylemiş, sonra Serdar Ortaç, henüz izni için imza bile vermediği şarkısının televizyonda seslendirilmesinden rahatsız olunca bir takım gel-gitler yaşanmıştı. Şarkının albüme girmeyeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Ancak iş sonradan tatlıya bağlanmış olacak ki şarkı albüme girdi ama epeyce geri plana itilmiş olarak. “Single” olarak çıksa “Resim” kadar olmasa da ona yakın ses getirebilecek “Hadi Gel”in bu albümde pek şansı yok gibi gözüküyor.
Söz ve müziği Onur Baştürk’e ait “Özetle” ise diğer üçünün arasında en genç duran, buna karşın en zayıf kalan şarkı. Melodiye değil, ritme yüklenmiş bu şarkının dans edilen, eğlenilen mekânlarda çalınma ihtimali yüksek evet ama öyle kolay eşlik edilebilecek, ezbere alınıp, birlikte söylenecek bir şarkı değil. Keşke Ajda bu şarkının nakarata doğru yürüyen bölümlerini böyle Ferhat Göçer janrından bir pes bir dik söylemek yerine sadece pesten ama adeta fısıldar gibi, seksi bir sesle söyleseydi. Çok başka bir etki yaratılabilirdi sanki.
Albümdeki bir diğer kategori ise eski Ajda şarkılarını hatırlatan, daha ziyade seksenlerdeki Ajda’nın rüzgârını estiren dört şarkı; “Farkın Bu”, “Yine Tek”, “Heves” ve “Asla”. Zaten “Heves” dışındaki diğer üç şarkının üçü de yabancı şarkılar üzerine yazılan Türkçe sözlerle oluşturulmuş (eskiden “aranjman” adı verilen yöntem) “cover”lar. Ajda’nın her dönem, her devirde şarkıcı olarak en iyi olduğu alan tam da bu zaten. Özellikle “Farkın Bu”, adeta “Süper Star ‘83” albümünden arta kalmış gibi duruyor, gerek şarkının melodik yapısı, gerekse Ajda’nın vokal tekniği açısından.
Yakın ya da uzak çevremden, albümü dinleyen, bilen hemen herkesten edindiğim izlenim, “Yine Tek”in açık ara önde olduğunu gösteriyor. Hareketli “hit”ler bir yana konulursa, “Yine Tek” sahiden de farklı bir etki bırakıyor dinleyende. Bu şarkı da “Sen Mutlu Ol”dan çıkıp gelmiş gibi. O albümdeki Garo Mafyan düzenlemelerinin tadı çok belirgin hissediliyor. Ajda’nın Doğulu olmaktan da, Batılı olmaktan da vazgeçmemiş yorumu ise en çok bu şarkıya cuk oturuyor.
“Asla” diğer ikisine göre daha yeni duran, doksanlar civarında gezinen bir “cover”. Ciddi bir şarkıcılık performansı gerektiren, enteresan bir melodik yürüyüşü var bu şarkının ama haliyle Ajda haydi haydi üstesinden geliyor. Her ne kadar Nazan Öncel’in yazdığı Türkçe sözler, Öncel’den beklenecek kadar şaşırtıcı olmasa da, “Asla”, albümün çıtasını yükselten şarkılar arasında rahatlıkla sayılabilir.
Söz ve müziği Muraz Aziret imzası taşıyan “Heves” ise, klasik Ajda tarzının izinden giderken biraz daha “Cool Kadın” albümüne yakın duran, biraz “Vitrin”, biraz “Amazon” etkisi hissedilen bir şarkı. “Başıma taç olsun, canıma yoldaş olsun,” başta olmak üzere klişeler üstü şarkı sözleri ise hayal kırıklığı yaratıyor. Keşke biraz daha özen gösterilseymiş.
Albümün bence en kötü şarkısı ise bu iki kategoriye de dâhil edilemeyecek tek şarkı olan “Ucuz Roman”. Ne Ajda’ya, ne de Yüksek Sadakat’e yakışıyor bu “Ucuz Roman”. Adeta zorla yapılmış gibi. Hani Ajda’nın “rock” söyleme hevesi deseniz, şarkının “rock”la da pek bir ilgisi yok. Enerjisi düşük, gidişi yoran, niye başlayıp niye bittiği belli olmayan, sıradanın da altında seyreden bir şarkı bu. Albüm sıralamasında “Ucuz Roman”ın hemen ardından “Arada Sırada”nın Seda Sayan versiyonunun gelmesi de bir başka ironi (Aslında Sinan Akçıl ve Tolga Kılıç versiyonu ama, stili “ver Seda Sayan söylesin” ya, o bakımdan).
Yeri gelmişken, “ay çok şahane bir şarkı bulduk, hadi dinleyicilere versiyonlardan versiyon beğendirelim” mantığıyla “Arada Sırada”nın suyunu çıkarmaktansa, başka birkaç şarkıya daha farklı versiyon yapılsa daha iyi olabilirmiş. “Yine Tek”in hareketli bir versiyonu hiç de fena olmazmış mesela.
Albümde çok sayıda aranjörle çalışılmış. Ozan Çolakoğlu, Volga Tamöz, Sinan Akçıl, Emrah Karaduman, Selim Çaldıran, Tolga Kılıç ve albümün müzik direktörlüğünü de yapan Cem İyibardakçı. Her biri üzerine düşeni hakkıyla yapmış olsa da, müzikal bütünlüğün önündeki en büyük handikap galiba bu çok çeşitlilik olmuş.
Bir de atlanmaması gereken önemli bir husus var. Herkesin bildiği üzere altmışlı yıllarda ve yetmişlerin bir kısmında şarkı kayıtları stüdyolarda canlı çalan enstrümanlar eşliğinde, bir defada yapılırdı. Sonra teknoloji geliştikçe enstrümanlar önceden kaydedilmeye, şarkıcılar bu “playback”lerin üzerine söylemeye başladı. Şimdilerdeyse hepsi birbirinden ayrı yapılıyor desem yeridir. Yani bırakın şarkıcının bir şarkıyı bir kerede baştan sona okumasını, her bir kelimesini başka bir gün söylemesi dahi mümkün. Nitekim bu rahatlığı, kolaycılığı, hileyi (artık adına ne derseniz deyin), kullanmayan yok gibi. Peki sizce Ajda’nın buna ihtiyacı var mı?
Yani Ajda stüdyoya girip dört dakikalık bir şarkıyı “playback” üzerine (elbette birkaç provadan sonra) bir defada söyleyemeyecek bir şarkıcı mı? Bence değil. Hatta şu an ülkede bunu yapabilecek yeterlilikteki sayılı şarkıcıdan biri. Ama her nedense Ajda’nın vokal kayıtları hep kesik kesik, kopuk kopuk. Belli ki kesilmiş, yapıştırılmış, “edit”lenmiş, hatta belki de “Pro Tools”lanmış (bir çeşit ses düzeltme programı).
Aslında bu problem son birkaç yıldır yayımlanan tüm albümlerde var ama doğrusu bu ya, Ajda’ya yakışmıyor. Ben Ajda Pekkan olsam, girer bir defada okur ve sesimin üzerinde bu kadar çok oynanmasına, ruhunu, duygusunu kaybedip mekanikleşmesine izin vermezdim naçizane.
Bir hayli “Photoshop”lanmış olmasına karşın, Ajda’nın şahane göründüğü Nihat Odabaşı imzalı kartonet resimleri ve genel olarak kartonetin tüm tasarımı gayet şık ve albenili. “Yakar Geçerim”in klibinde albüm kapak resimlerinin görselliğine gönderme yapılması ise görsel bütünlük açısından son derece yerinde bir tercih. Ajda tam da görmek istediğimiz gibi. Yaşsız, kusursuz, çok çarpıcı ve hatta eni konu seksi.Belki “Farkın Bu” gibi iddialı bir ismin içini doldurmayacak bu albüm. Belki “Farkın Ne?” sorusunun Ajda kariyerindeki karşılığı olmayacak. Ama kabul etmeli ki Ajda’nın bu albüme kadar gelmiş kariyeri de öyle böyle değil. En iyilerinizi yolun çok başında yapmışsanız, sonra ne yapsanız dudak bükülür, kolay hazmedilmez. Yine de yazının başında saydığım nedenlerden ötürü, bu albüm görevini yerine getirmiş, 2011’i de Ajda dinleyerek, (dinlemesek bile) Ajda konuşarak geçirmemizi sağlamıştır. Kim bilir belki de Ajda’nın farkı aslında budur!
Selen Servi’nin ilk albümü 2010 yılının Ekim ayında piyasaya çıkmıştı. Daha önce adını hiç duymadan ilk albümüyle karşılaştıklarım her zaman daha çok ilgimi çeker ya, bu albümü de bir merakla dinlemişliğim de vardır. Adını daha önce hiç duymamış olsam da, pek öyle yeni yetme bir ses gibi tınlamayan bu genç kadının şarkıları da tok duruyor, sadece beş şarkı ve üç versiyondan oluşan bu “mini-albüm”, tartışılabilecek kusurlarına karşın, dinleyende iyi bir işle karşı karşıya olduğu duygusu uyandırmayı başarıyordu. Bu bir yeni yetme albümü değildi; orası çok belliydi. Peki kimdi bu Selen Servi?
Candan Erçetin ilk albümünü 1995 yılında yayımlamıştı. 1986 yılı Eurovision temsilcimiz Klips ve Onlar topluluğunun bir üyesi olarak tanıdığımız, sayısız reklam cıngılından sesine aşina olduğumuz bu genç kadının o günlerin anlayışında epeyce geç kalmış gibi gözüken bu ilk albümü büyük ilgi görmüş, Candan Erçetin ismi herkesin hafızasına özellikle o şahane “Umurumda Değil” şarkısı ve kırmızı elbisesiyle sandalyeye ters oturduğu, tek plan çekilmiş klibiyle kazınmıştı.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.