Görüntüler akıyordu. Kiminden yok edilmesi mümkün olmayan derin çizgiler, lekeler oluşmuş, kimi bulanıklaşmış, kimi rengini kaybetmişti. Bazılarının sesi çıkmıyor, bazılarının görüntü ve ses senkronları tutmuyordu. Zamanı hapsetsin diye icat ettiklerimiz bile, zamana yeniliyordu bir süre sonra.Dijital bantlara aktardığımız her görüntüyü sadece bir program için ekrana değil, geleceğe de aktardığımızı düşünüyor (dijitale dönüştürülmüş her şeyin sonsuza dek yok olmayacağını varsayıyorduk en azından şimdilik), gururlanıyorduk kendi kendimize. Elhan, D. ve ben...
Bulduğumuz ve aktardığımız görüntü ne kadar eskiyse, ne kadar yer etmişse anılarımızda bir yerlere ya da biz ne kadar çok özlemişsek o görüntünün bize anımsattıklarını, o kadar büyüktü zaferimiz her defasında. Aktarma stüdyosundakilerin bu abartılı coşkumuza bakışları alaycıydı. Yaptığı işten heyecan duymayanların yüzdesi bildim bileli yüksek olmuştu çevremde; bense “amatör heyecanı” denilen klişeye sapına kadar inanmıştım her elimi attığım işte. Alay konusu olmak pahasına da olsa, memnundum bu halimden.Çok kolay değildi işimiz tabi. İyi kötü bir veri tabanı vardı. Mesela “Ajda Pekkan” diye arama yaptığınız zaman bilgisayar sisteminde, içinde Ajda Pekkan görüntüsü bulunan bütün bantların numaraları dökülüyordu ekrana. Ama ne şarkıların adı, ne de bandın hangi dakikalarında yer aldıklarına dair bir “minutaj” bilgisi vardı. Dolayısıyla her bandı tek tek izlemek gerekiyordu. Bir de yanlış veri girişleri çok fazlaydı. Mesela Ajda Tekkan yazınca da bir o kadar bant numarası bulabiliyordunuz. Muhtemelen veri kaydını tutanların yazım hatalarının sonucuydu bu. Özellikle arayıp da bulamadığımız bazı isimler için bu yüzden çok uğraşmıştık.
Arşivdeki en eski görüntüler 76-77 yıllarına aitti. Ondan öncesi ya hiç yoktu ya da çok ama çok azdı. O dönemde daha ziyade canlı yayın yapıldığı, canlı yayınlar kayıt edilmediği ya da edilse bile o günlerin bant yokluğunda silinip üzerine başka kayıt yapıldığı için, ne yazık ki daha eski görüntülere ulaşmak mümkün değildi. Olana da razıydık ama kırk yıllık bir arşivde sözgelimiHümeyra’nın “Sessiz Gemi”sinin bulunmaması anlaşılır gibi değildi.
Bu durum şarkıcıların müzikal geçmişlerini anlatacağımız bir serinin oluşturulmasında karşımıza çıkan en büyük engel olacaktı sonrasında. Hümeyra’yı anlatırken “Sessiz Gemi”yi anmadan geçemezdik, Güzin ile Baha’yı anlatırken “Gençlik Başımda Duman”ı ve benzerlerini... Ama nedense bazı şarkılar, üstelik de her birini ekranda defalarca izlediğimi hatırlıyor olmama rağmen, nedense arşivden çıkmıyordu. Bu sorunu ilkel bir yöntemle çözmekten başka çaremiz kalmayacaktı ki onu daha sonra anlatacağım.
Konar göçer bir millettik. Arşiv geleneğimiz yoktu. Devrin “vaka-nüvist”lerinin hep yabancı kökenli olması boşuna değildi. Bu durumun ülkenin en büyük yayın kuruluşuna yansıması da değeri sonradan anlaşılmış, hatta belki bugün bile tam anlaşılamamış bir arşive sahip olmasıydı belki de. Ankara Radyosunun tam arkasındaki alanda yer alan bit pazarında TRT tarafından elden çıkarılmış ne çok plak bulmuştum mesela. Üzerlerindeki “yayınlanır” ya da “yayınlanmaz” damgaları ele veriyordu bu plakların TRT arşivinden çıktığını.
Nitekim vakti zamanında bozulduğu için (ya da kimilerine göre arşivde yer açmak için, rivayet muhtelif) Sıhhiye’deki binanın arka bahçesinde yakılan bantların hikayesi bir efsane gibi anlatılıyordu radyonun koridorlarında. Radyo arşivinde hala sağlam kalan hatırı sayılır sayıdaki ses bandının dijital ortama aktarılmasına (ki doğrudan disklere kaydediliyor, dip ses alma, dijital işlemden geçirme filan söz konusu değil) ancak 2003 yılında başlanabildiği de bir sır değil.
Görüntü arşivine dair efsaneler de vardı kulaktan kulağa anlatılan. Bunların en acı olanı, zamanında TRT’ye program yapmış bazı “büyük “ gazetecilerin daha sonra özel kanallara yapacakları belgeselleri ve programları hep TRT arşivinden, en hafif tabiriyle “aşırdıkları” görüntülerle yaptıklarına dair idi. Şimdilerde herhangi bir özel kanal, TRT arşivinden görüntü kullanmak isterse dakika başına epeyce yüklü bir para ödeyerek görüntü satın alabiliyor. Arşivden herhangi bir şeyi kaçamak çıkarmaksa tamamen imkansız görünüyor. Görüntü aktarmak için bile onlarca formaliteyi yerine getirmek zorundasınız. Ancak bu hep böyle değilmiş ne yazık ki.
İlk albümünü, yurt dışında yaşadığı dönemde, 1990 yılında, Şanar Yurdatapan’ın müzik direktörlüğünde kaydeden Hüsnü Arkan, 1993 yılında Ezginin Günlüğü’ne katılmıştı. Hem sesi, hem de yazdığı şarkılarla grubun on bir albümünde imzası bulunan Hüsnü Arkan, 2010 yılında, uzun yıllar sonra ilk kez bir solo albümle dinleyici karşısına çıktı.
Her ne kadar adı “Solo” olsa da, rahatlıkla bir Ezginin Günlüğü albümü gibi de dinlenilebilecek bu albümdü bu. Şahsen benim “playlist”imden o vakit bu vakit düşmüyor (ki nankör Ipod hafızasında zordur bir albümün bu kadar uzun kalabilmesi).
Şarkılarla epey mücadele eden, hatta mücadeleden de ötesi, adeta kavga eden bir şarkı söyleme stili var Hüsnü Arkan’ın. Bunu uzun yıllardır onun karakteristiği olarak benimsemişiz zaten, ne gam. Kaç zamandır biliyoruz ki Hüsnü Arkan imzasının olduğu yerde şiirli şarkı sözleri, şiirlerden bestelenmişler, zamansız, modasız, gelen geçmeyen armonik ve melodik yapılarla kurgulanmış evladiyelik şarkılar var. Nitekim “Solo” tam da böyle bir albümdü. Bundandır ki dinlemelere doyulmuyordu.
Geçtiğimiz ay içerisinde Hüsnü Arkan’ın “Mino’nun Siyah Gülü” adını verdiği yeni kitabı yayımlandı. Kitabı satın alanlar, “5 Mayıs” adlı yeni bir şarkının yer aldığı Hüsnü Arkan “single”ına da sahip oldular.
Albümün en güzel şarkılarından biri olan ve Arkan’ın Birsen Tezer’le düet söylediği “Hoş Geldin” için çekilen klip ise geçtiğimiz hafta servis edildi.
“Solo” albümünden çekilen ikinci klip bu. Şarkının hikâyesinden azade, tematik bir klip. Ülke tarihinin kara deliklerinden biri olan ve ne yazık ki bu çağ ve bu zamanda dahi süregelen, acısı hiç geçmeyen, yarası hiç kapanmayan şu veya bu sebeple “kayıp” olmuş, kaybolmuş, kaybedilmişlerin anısına çekilen klip, heykeltıraş Mehmet Aksoy’un atölyesinde ve kısmen de Heybeliada’da çekilmiş. Klip boyunca sürekli gördüğümüz heykeller de Aksoy’un “Kayıp Analar” adlı eserleri.
Yanı sıra klipte Derya Alabora ve Yetkin Dikinciler de oyuncu olarak yer alıyorlar. Ve elbette ışıklı, tertemiz ve aydınlık sesiyle su gibi duru Birsen Tezer…
Mehmet Adil Yalçın’ın yönetmenliğini yaptığı klip de, şarkı da genel geçerin hengâmesinde başka bir dünyaya aitmiş gibi duruyor. Belki de sahiden öyle. Başka bir zamanın, başka bir dilin, imlânın, başka zamanların insanlarının el sürdüğü, el verdiği, başka bir dünyanın şarkısı, şiiri, filmi aslında izlediğimiz. İyi ki de öyle. Ferah bir soluk her zaman iyi geliyor. Kulağımız, gözümüz, kalbimiz temizleniyor.
SALİM DÜNDAR & YEŞİM SALKIM - "AMA SEN YOKSUN"
Eskilere, hele ki çocukluğumuza iz sürmüşlere saygımız, sevgimiz sonsuz. Bu uğurda abartmaktan imtina edenlerden değilim. Ne ki ne söylesem abartı kaçmayacakların sayısı da az değil resmi (ya da şahsen, bizzat, öz, kişisel, bana ait, hususi) pop tarihinde/tarihimizde. Salim Dündar bunların en başında sayılacaklardan.
Başta Nükhet Duru ve Seyyal Taner olmak üzere nice “adam gibi” şarkıcının onun tekniği ve sahne duruşundan ne denli etkilenerek yol aldığı hem bilinir, hem söylenir. İspanyolca şarkıları bir İspanyol kadar, hatta daha iyi söylemesi, gündelik hayattaki mülayim görünüşlü adamın şarkı söylerken kendini kaybetmesi, delirmesi ve devleşmesi ise efsane gibi anlatılır.
Az bulunur bir ses, bir şarkıcı, kelimenin tam anlamıyla bir duayendir Salim Dündar. Onu sahnede şarkı söylerken bir kez izlemişseniz, sonrasında ne izleseniz, kimi izleseniz eksik kalır, kalmıştır bilen bilir.
Hal böyleyken ve de Dündar hayli yaş almış; yani bu eşsiz ses ve yorum tam da demini bulmuşken, benim eksik vefalı, ayran gönüllü memleketim insanı handiyse kapıları kapatmıştır nicesi gibi Salim Ağabey’e de yıllar yılı. Reva mıdır? Elbette değildir. Popülerliğin gözünü çıkarmayana ekmek yedirmez, teklif götürmez sektör bir yana, konserine, çalıştığı yere rağbet etmez, albümü çıksa alıp dinlemez, televizyona çıksa reyting bahşetmez halkım da az sabıkalı değildir söz konusu vefaysa şayet.
2010 yılınsa Selahattin Erhan’ın üstün çabalarıyla bir araya getirilen kıdemli ve daha az kıdemli şarkıcıların düetlerinden oluşan “Her Devin Devleri” (kötü bir addı, evet) albümü, olması gerekenden çok daha az ilgi gördü belki ama en azından Salim Dündar’ın yeniden keşfedilmesine neden oldu.
Salim Dündar 2011’in Mart ayında yine Selahattin Erhan imzalı ama bu defa solo bir albümle karşımıza çıktı ve böylece kariyerinin üçüncü albümünü, tam 30 yıl aradan sonra yayımlamış oldu.
Emre Plak etiketiyle ve “Sihirli Değnek” adıyla piyasaya sürülen bu albüm, geçtiğimiz günlerde bu defa DMC etiketiyle ve “Ama Sen Yoksun” adıyla yeniden yayımlandı. İçerikte de birkaç değişiklik var tabi.
Öncelikle yeni baskıya adını veren şarkı… Daha önceki baskıda Dündar’ın solo seslendirdiği bu şarkı bu defa Yeşim Salkım’la düete dönüşmüş. İyi de olmuş. Bu iki ses çok yakışmış birbirine.
Önceki baskıdaki altı şarkıya ilave olarak, bu yeni baskıya yedinci bir şarkı konmuş ki o da Salim Dündar’ın ilk kez 1972 yılında 45’lik plağa okuduğu “Bir Dost Bulamadım” adlı şarkı. Böylece “cover”sız albüm kalmasın mantığı bir kez daha hortlatılmış gerçi ama bahis konusu Salim Dündar olunca ne söylese dinleniyor; gidiyor yani.
Böyle bir adam, bir ses, bir “ekol” kolay kolay yeniden gelmez. Bir kulak kabartın, pişman olmazsınız. İşe bu klipten başlayabilirsiniz mesela.
Eski kokuyordu. Bu bina inşa edileli kaç yıl olmuştu ki ?
“TRT Ankara Televizyonu Kavaklıdere Ankara” adresine mektuplar yazar, ya bir yarışma programına yarışmacı olmak ister, ya da sevdiğimiz bir şarkıcının ekrana gelmesi için istekte bulunurduk. Sonra TRT, televizyonu, idari kadrosu, arşivi ve stüdyolarıyla Oran semtindeki bu dört başı mamur binaya taşınmıştı. Çok da geçmemişti üzerinden. Belli ki binanın eskiliği değildi duyduğum kokunun sebebi. Eski kokuyordu evet. Anılar kokuyordu, çocukluk kokuyordu. Yerin dibindeki arşiv depolarından kucaklayarak getirdiğimiz görüntü bantları, kısaca “aktarma” diye anılan stüdyonun orta yerine yığıldıkça koku artıyor, şimdiki anın gerçekliği geçmişin hayalinde bulanıklaşıyordu. Büyük bir serüvendi bu. Büyük ve heyecan verici bir serüven... Geçmişin peşine düşenlerin başlangıç noktaları hep kendi geçmişleri oluyordu. Sanırım varış noktaları da. Bunu o gün bir kez daha anlayacaktım. Günler boyunca o bantları tek tek tarar, görüntülerinden üzerinden ama hızlı ama yavaş geçerken, gözümün önünden akıp giden film şeridi, kendi geçmişimdi aslında. Her ne kadar içinde ben gözükmesem de...
Stüdyonun kapısı gıcırtıyla açıldı bir kez daha. Bir kucak dolusu bant daha yürüyerek içeri girdi, yığının önüne doğru ilerledi. Bu D. olmalıydı. O kadar ufak tefekti ki onca bandı kucağına nasıl sığdırıp, ta arşivden buraya dek nasıl taşıdığına bir türlü akıl erdiremiyordum. Üstelik bugün bu onun arşiv ve aktarma arasındaki bilmem kaçıncı seferiydi. Bantları, içlerinde bulundukları kalın muhafaza kutularına rağmen, en ufak bir dokunuşta zarar göreceklermişçesine dikkatle,usulca yere bıraktı. İstifi birkaç hareketle düzeltti. Sonra o çok yürekten gülüşüyle bana doğru dönüp “Al bakalım kardeşim, benden bu kadar. Bundan sonra sıra sende,” dedi. Kısacık kesilmiş, yer yer kır düşmüş saçları, alnına ve dudak kıvrımlarına yılların acısı ve tatlısıyla çizilmiş çizgileri saklamaya gerek görmezcesine makyaj değmemiş yüzü ve cin gibi bakan gözleriyle tam bir “çocuk kadın”dı D. Eskiyi sevenler doğuştan kardeşti. D. ve biz de öyle. Henüz tanışalı bir ay bile olmamıştı ama kırk yıllık dost gibiydik.
Elhan eski model makinelere “Ampex” bantları takmayı, sonra o makinede dönen bandı ileri geri sardırarak izlerken, aradığı görüntüyü bulunca, önünde duran dijital bant kayıt cihazını çalıştırıp görüntüyü dijital banda aktarmayı nasıl yapacağını kolayca kavramış, elinin altındaki cihazları yıllardır kullanıyormuş gibi rahat komuta etmeye başlamıştı bile. Arşivden çıkarılmış bantlar birer birer eski makinelere takılıp çıkarıldıkça, önce başa, sonra geriye sarılıp teker teker elden geçirildikçe, doldurduğumuz dijital bantların sayısı artmaya başlayacaktı. Çocukluğum doluyordu bantlara. Başka başka şehirlerde, başka başka evlerde, mevsimler değişir, saatler dönüp dururken, hayat akarken, ben büyürken, evin bir köşesindeki siyah beyaz camda durmaksızın devinen görüntüler şimdi, bugün, aktarma stüdyosunun renkli monitörlerinden şahane bir rüya gibi dökülüyordu.
Yazarken istediği şekli veriyordu hayata insan. Yazma gücünü kendinde bulanların en büyük mükafatı da buydu belki. Anılar da, anılarda kalanlar da sizin hatırladığınız kadar düşerken kaleminize, eksikleri hep aslında o anıları yaşarken değil, sonradan edindiğimiz deneyimler tamamlıyordu. Bu yüzden geçmişe dair anlatılan hiçbir şey aslında sadece geçmişi anlatmıyor, anlatamıyordu. Bilerek ya da bilmeyerek, ben de öyle yapmayacak mıydım zaten ? Kotarmaya çabaladığımız program bilinen en eski ve en demode televizyon tekniklerinden biriyle paketlenip sunulmasın diye, içinde bizden bir iz olsun diye, o iz, izleyen herkese dokunsun diye ölçüp tartarak, eleyip dokuyarak bulduğumuz kurgu ve o kurgunun bir parçası olacak sunuşlarda kullanacağım metin tekniği, ama bilinçli ama değil, tamamen bu temelin üzerine inşa edilecekti. Şarkıcıları anlatan kadın (ki o Elhan olacaktı), hepsine derin bir hayranlık duyuyor, her birini çok seviyor ve onların kariyerlerini kendi hayranlık anıları üzerinden anlatıyordu izleyenlere. Bana çok benzese de, tam olarak ben bile değildim aslında.
Eskileri seven herkesin, bir aşağı bir yukarı aynı kuşaklarda yetişmiş, aynı şarkıları dinlemiş, aynı filmleri izlemiş, aynı çocuk oyunlarını oynamış, sonra azar azar büyürken, yaş alırken hayattan, aynı dünya haline şahit olmuş insanların toplamı olacaktı o kadın. Toplamı ve biraz da abartılı bir tiplemesi. Bütün o şen şakrak halleri, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve doğuştan “prozac” yutmuş haliyle bu tiplemenin çıkış noktası da Elhan’ın bizzat kendisi olacaktı aslında. Peki TRT buna hazır mıydı ? Onu zaman gösterecekti. Yazının ikinci bölümünü buradan okuyabilirsiniz. (DEVAM EDECEK)
Popüler müzik kategorisinde memleketin gelmiş geçmiş en iyi şarkıcılarından biri Nükhet Duru’dur. Sadece bir şarkıcı değil, bir şarkı anlatıcısı, eşsiz bir yorumcu, göz kamaştırıcı bir sahne yıldızıdır. Ne çare ki sahnede o parmak ısırtan performansını albümlerine yansıtmakta, albümleri için yorumculuğunun hakkını verecek şarkılar arayıp bulmakta hep biraz telaşlı, biraz aceleci davranmış, kimi kez hata yapmıştır.
Yetmişlerden bu yana popüler müzikte adı büyükler arasında sayılır; hiç bir zaman köşesine çekilmemiş, özel hayatını işine tercih etmemiş, zamanın gerisine düşmemiş, sahne enerjisinden, vokal performansından bir nebze kaybetmemiştir evet ama müzikal anlamda çok şey denemesine, her dala konmasına rağmen ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilmiştir.
Çünkü Nükhet Duru aynı yoncanın yapraklarından biri olmasına karşın, ne Ajda, ne Sezen ne de Nilüfer’le aynı kefeye konulabilir. O, stili ve müziği modaya, devre, döneme, iklime, coğrafyaya ve bilumum dış etkene göre değişmemesi gereken şarkıcılardandır. Daha kariyerinin en başında söylediği şarkılarla, duruşuyla, görüntüsüyle bir klasik olmuştur.
Devirsiz, dönemsiz, yaşsız, zamansızdır ya hani klasikler… Nükhet Duru öyledir. Hem insan hali, hem şarkıcılığıyla. Dolayısıyla şarkıları da öyle olmalıdır/olmalıydı. Bütün o arayışlar aslında boşunaydı. Nitekim bencileyin kör kütük hayranları, ne saçını kömür karasından başka renge boyatmasını, ne topuzunu açmasını, ne taytlar, tunikler giyip “Aman Tanrım bidi bidi bidi bidi” diye diye doksanlar gençliğine ayak uydurmasını, ne televizyonda rokfor soslu bonfile pişirip üreme sağlığı sohbeti yapmasını sindirebildik içimize. Hepsini yakıştırıyordu Allah için, sorun o değildi. Sorun onun kendini güncel, olağan ve bunların doğal sonucu olarak da sıradan kılma çabasıydı. Yakışmayan buydu.
2011 yılında hem şahane iki şarkının yer aldığı “single”ı, hem Plaza Otel çalışması, hem de artık sadece şarkı söylediği televizyon programı ve elbette saçlarını tekrar siyah yapmasıyla tutkulu hayranlarının yüreğine serin sular serpen Nükhet Duru, yılın sonlarına yaklaştığımız şu günlerde bütün bu iyiye gidişi taçlandıran yeni bir haberle ortaya çıktı.
2012’de yayımlanacak yeni albümü için Selim Atakan’la çalışıyordu. Bir çok şarkı hazırdı bile. Hatta bir tanesini bayram münasebetiyle katıldığı televizyon programında Atakan’ın piyanosu eşliğinde canlı canlı seslendirerek müjdenin “spoiler”ını da vermişti.
Selim Atakan ismini bilenler iyi bilir zaten ama bilmeyenlere şu kadarcık hatırlatma yeter sanırım; Yeni Türkü’nün kurucularından ve uzun yıllar boyunca Yeni Türkü müziğinin iki can damarından biri. Selda Bağcan, Esin Afşar, Alpay gibi çok önemli isimlerle çalışmış, sayısız sinema filmini ve tiyatro oyununu müziklemiş, “Destina”, “Çember”, “Hançer”, “Mamak Türküsü” gibi bir kuşağın hayatında derin izler bırakmış şarkılar bestelemiş, çok kıymetli, çok özel bir müzisyen.
Nükhet Duru, 1989 yılında yayımlanan ve kariyerinin yüz akı albümlerinden biri olan “Benim Yolum”da yine Selim Atakan’la çalışmış ama sadece kaset formatında basılan ve bir geçiş dönemine denk gelen o şahane albüm ne yazık ki kıymeti bilinmeyenlerden olmuştu.
Yine bir Selim Atakan bestesi olan “Dağınık Yatak” ve Yeni Türkü’den sonra bu defa Nükhet Duru’nun sesinde şahlanan “Destina”, o albümün unutulmazlarındandır. Dolayısıyla tecrübe edilmiştir. Nükhet Duru ve Selim Atakan işbirliği ballı kaymak sonuç vermektedir/vermiştir. Bir kez daha vermemesi için hiçbir sebep yoktur.
Nükhet Duru benim için “Hem sever, hem döver,” der. Bunca yıldır müzik yazarım. Kimse için bu kadar uzun uzadıya kalem oynatmışlığım yoktur. Takdir edersiniz ki, kasapla sevdiği etin hikâyesidir aslında vuku bulan.
Bu kez dövdüm mü bilmiyorum ama çok sevdim, orası kesin. Hem dinlediğim şarkıyı, hem de şarkının peşinden sürüklediği yeni projeyi, ortaklığı. Bir de siz dinleyin bakın. Ama dinlerken bugünün lisanına, bugünün melodik ve ritmik algısına, güncelin, modanın kaide ve kurallarına sırtınızı dönün. Kendinizi şiirin ve müziğin zamansızlığına, sınırsızlığına, uçsuz bucaklığına teslim edin. Piyanonun başındaki kadının ağzından çıkan her kelimeyi yaşayan gözlerine, mimiklerine, sesinin titreşimlerine kapılın. Nükhet Duru ancak öyle dinlenir zira.
Son birkaç yıldır dakika başı yeni bir saç rengi ve yeni bir albümle karşımıza çıksa da, henüz kredisini tamamen kaybetmediğinden midir gözümde nedir, her defasında bir merakla dinleyemeye oturuyorum Hande Yener’i. Galiba hepsinden daha çok “Belki bu defa aklı başına gelmiştir. Belki bu defa olmuştur,” ümidi ağır basıyor bu merakta.
Her ne kadar durup durup bir takım kötücül genellemeler yapılıyor, ortalık “Aman da memlekette müzik bitti, ah artık doğru düzgün bir şey üretilmiyor, üretilenlerin hepsi de birbirine benziyor” türevi papağan yakınmalarından geçilmiyorsa da Türkiye’de popüler müzik tarihinin 2011 sayfasına yazılacak çok sayıda parlak iş var.
Evet belki albümler satılmıyor, firmalar ve şarkıcılar dijitalden kuruş kuruş dönen teliflerle, konserlerle ya da olmadı ek işlerle ayakta kalmaya çalışıyor ama üreten üretmeye de devam ediyor. Ve bizim bu kerameti kendinden menkul genellemeler arasında onları da harcamaya, bir kalemde silmeye hiç mi hiç hakkımız yok.
Böylesi toptancı yorumların, o hep alay konusu ettiğimiz “Nerede o eski bayramlar?” yakınmasından pek de bir farkı yok aslında. Elbette her bayram kendi zamanında güzel ve üretim açısından bakıldığında, bu yıl gayet de bayram seyran bir müzik takviminden geçtik.
İşte Can Bonomo. Bonomo’nun bu yılın Ocak ayında piyasaya çıkan ilk albümü “Meczup” belki çıkar çıkmaz kıyametler koparmadı ama yavaş yavaş kendini hissettirdi ve türün meraklıları tarafından baş tacı edildi.
İzmir kökenli bir müzisyen Can Bonomo. 17 yaşındayken İstanbul’a gelmeye karar vermiş ve üniversitede sinema-televizyon okumuş. Önce radyoculuk yapmış, sonra televizyon sektörüne de bulaşmış. Çok sayıda reklam filminde oynamış. Müzik yapım şirketi We Play’in bünyesinde, yapımcı ve müzisyen Can Saban’la birlikte iki yıllık bir uğraş sonunda ilk albümü “Meczup” ortaya çıkmış. Albümdeki sözlerin tamamı, bestelerinse büyük çoğunluğu Can Bonomo’ya ait. Birer bestede Cem Özel ve Can Saban’ın imzası var. Bir şarkıyı ise Can Bonomo ve Orçun Başaloğlu birlikte bestelemişler. Düzenlemeler ise Can Saban tarafından (iki şarkıda Ali Rıza Şahenk’le birlikte) yapılmış.
Bir kere kuralsız, hesapsız bir müziği var Bonomo’nun. Tanışmadım ama Twitter’dan takip ettiğim kadarıyla alabildiğine zeki ve komik bir genç adam ve bu durum şarkılarına da çok açık bir şekilde yansımış. Çok ciddi şeyler de söylüyor, yeri geliyor aşktan meşkten de dem vuruyor, oradan dünyanın hal ve gidişine de lafını gönderiyor. Ama hepsini aynı neşeli, dalga dubara halin bir parçasıymış gibi sezdirmeden yediriyor şarkılara. Bahsini ettiğim müzikal kuralsızlık da tam da bu noktada şaşırtıcı ve benzersiz kılıyor Bonomo’nun müziğini.
Bununla beraber, “benzersiz” sıfatını vokal tekniği için kullanmak mümkün değil. Çünkü bilerek ya da bilmeyerek, fazlasıyla Kaan Tangöze etkisinde şarkı söylüyor Can Bonomo. Özellikle şarkı sözlerinin büsbütün anlaşılmaz olduğu yerler var ki, bir hayli tadı kaçıyor. Yine de bunu bir ilk albümün yolunu bulamamışlığı, öykünmesi olarak kabul etmek ve bundan sonrasını beklemek lazım. Zira Bonomo bu kadar krediyi hak ediyor.
Albümden ilk klip “Bana Bir Saz Verin”e çekilmiş ve albümün yürümesinde bu klibin epeyce faydası olmuştu. Malum, radyolar (kendilerini televizyon mu sanıyorlar artık nedir bilinmez) klibi olmayan şarkıları pek rotasyona sokmuyorlar. Dinleyici de buna koşullandırıldı adeta. Yazık ki şarkılar ve albümler ancak kliplerle geniş kitlelere ulaşır hale geliyor.
Albüm çıkalı neredeyse bir yıl olacak ama ikinci klip “Meczup” daha geçen hafta servis edildi. Ve görücüye çıktığından bu yana sosyal medyada epeyce övgü dolu cümleye denk geldim. Klipten ziyade, şarkıyaydı övgüler. Belli ki çok kişi ilk kez dinliyor, keşfediyordu şarkıyı ve belki de Bonomo’nun müziğini.
Albümün adının “Meczup” olması boşuna değil. Böyle bir göndermesi var Bonomo’nun şarkılarıyla dünyaya. Doğal hali de öyle. Bir hiperaktivite, bir kabına sığamama, fazla da kasmama, hatta dalgaya vurma havası veriyor sosyal medyaya yazıp çizdikleri. Konserlerde, kliplerde, evinden “online” yayımladığı internet dinletilerinde bize gösterdiği sureti de böyle. Bu kadarı rol olmasa gerek.
Müzik dünyasında 2011 yılının kazançlarından biri Can Bonomo. Huzurlarınızda “Meczup”!
NEYSE – “HOKKABAZ”
Bir süredir internette kulaktan kulağa yayılan, You Tube’da tıklanma sayısı üç haftada 25.000’e yaklaşan bir şarkı var. Şarkının adı “Hokkabaz”. Yetmişleri andıran gitar “riff”iyle akla kolayca yer eden şarkı, “lead vocal”in biraz alaturka, biraz maço, tok sesi, sağlam davul ve bas “sound”uyla dikkat çekiyor.
Neyse, Aykut Akdağ, Selim Kırılmaz ve Deniz Ünlü’den oluşan üç kişilik bir grup. Bu üç eski arkadaş, yaşadıkları semtte, Yeşilköy’de bir garajda başlamışlar birlikte çalmaya. İlk kez 2009 yılında “Yapma Meydan” adlı şarkılarını “video-klip” olarak yayımlamış olmalarına karşın, adlarını duyurmaları Babajim İstanbul Studio & Mastering’in Radyo eksen ortaklığıyla giriştiği “Be The Band” adlı müzik yarışması sayesinde olmuş.
Müzik dünyasına yeni yetenekleri kazandırma maksadı güden yarışmanın 17 Mayıs 2011 tarihinde yapılan finalinde, tüm elemeleri geçip finale kalan üç gruptan biri olan Neyse, geceyi birincilikle kapatmış. Yarışmanın şartnamesi gereği Babajim tarafından yayımlanacak ilk albümleri için o günden bugüne çalışmakta olan grubun albümden servis edilen ilk şarkısı “Hokkabaz” oldu.
Albüm çıktı çıkacak, eli kulağında. Klip şarkısı ise epeyce umut vaat ediyor. Eğer diğer şarkılar da aynı güçteyse, bizi sıkı bir “rock” grubu bekliyor demektir. 2011 bitmeden yeni ve heyecan verici bir grupla daha tanışmak, yılın bu anlamda ne kadar bereketli geçtiğinin bir başka göstergesi olacak.
Bu klibi izledikten sonra You Tube’dan bir de “Be The Band” yarışmasındaki performans videolarını izleyin. Bana hak vereceksiniz.
MODEL – “PEMBE MEZARLIK”
2011’in müzik dünyasına kazandırdıklarından biri de kuşkusuz Model oldu.
Model aslında altı şarkıdan oluşan ilk albümünü 2009 yılında yayımlamış ve çıkış şarkısı “Olmaz”la dikkatleri üzerine çekmişti ama eğlenceli “ska”lar “Olmaz” ve “Ellerinde Ellerim”, oryantal ritimli “Bu Matem Dolu Cennet”, albümün adı “Perili Sirk”e gönderme yapan atlı karınca müziği “Açılış” ve ilk Türkçe sözlü pop şarkısı “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş”un Levent Yüksel katkılı “cover”ıyla henüz yolunu bulamamış, kendi müziğine varamamış bir grup izlenimi bırakmıştı.
Neyse ki 2011’in Şubat ayında piyasaya sürülen ikinci albüm “Diğer Masallar”, dinleyici nezdinde bütün tereddütleri silip süpürecek denli sağlam bir albüm oldu. Özellikle Can Temiz imzası taşıyan şarkıların oyunlu, şiirli ama samimi ve çok bugüne, bu çağa ait duyarlılıklar taşıyan şarkı sözleri ve kulağa kolay yer eden melodileri, grubun bir anda büyücek bir adım atabilmesini sağladı ve Model yılın en gözde gruplarından biri haline geldi.
Gücünü büyük ölçüde şarkılarından alan grubun, pop dinleyen kesimle de barışık olmalarını şarkılarının melodik ve hikâyeli olmasına bağlamak mümkün. “Rock”ı daha sert, daha dolaysız sevenler için pek de hoşa gitmeyen bu durum, hiç yabancı rock müziği dinlememiş ama Türkçe “rock”ı ezber etmiş kitle için tercih sebebi oluyor.
Bununla birlikte Fatma Turgut’un ses rengi itibarıyla çok daha yırtıcı ve keskin olabilecekken, alabildiğine kırık dökük ve şarkıların üzerine çıkmaktan özellikle kaçınmış duygusu veren ölçülü bir vokal tekniği kullanmasının, tıslayan “s”lerinin ve “s” gibi tınlayan “ç”lerinin (“sürüsün gelinliğim” misal) bir karakteristik mi yoksa bir arayış mı olduğunu zaman içerisinde göreceğiz.
Fatma Turgut, Can Temiz, Okan Işık ve Aşkın Çolak’tan kurulu Model, “Buzdan Şato” ve “Değmesin Ellerimiz”den sonra, albümden üçüncü klipi de yayımladı geçtiğimiz günlerde. “Pembe Mezarlık” gotik ve masal kaçkını öğeleriyle şarkının adının hakkını veren bir klip olmuş. Albümde “Çürüsün Gelinliğim” ve “Karadul” gibi mutlaka ön plana çıkarılması, kliple birlikte servis edilmesi gereken en az iki sağlam şarkı daha var. Umarım onlar da zamanla yolunu bulur.
(Albümden bahsetmişken söylemeden geçemeyeceğim; niyeti ve mesajı ne olursa olsun, kanser kelimesini içinde barındıran bir şarkıyı dinlemekte zorlanıyorum. Belki bu sadece çok yakınlarını ve dahi babasını kanserden kaybetmiş birisinin fazladan hassasiyetidir bilemiyorum ama “Benim Tatlı Kanserim”i ilk duyduğum andan itibaren çok rahatsız edici buldum ve sürekli dinlemeden geçtim.)
Bir sonraki albümle bu çıkışın arkasını getirebilirlerse, Model’in önümüzdeki yılların gündem teşkil eden gruplarından biri olacağı su götürmez.
1965 yılında Ordu’da doğan Gülbahar Kültür, 1979'dan bu yana Almanya’nın Bremen eyaletinde yaşıyor. Babası vakti zamanında Almanya’ya çalışmak üzere giden Türk işçilerdenmiş. Bremen Üniversitesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı ve Kültür Bilimleri bölümlerini bitirmiş ve sonrasında serbest gazetecilik, yazarlık ve yeminli tercümanlık yapmaya başlamış.
Altmışlı yıllarda başlayan furyayla yurt dışında çalışıp para kazanmaya gitmiş Türkiyelilerin orada doğmuş, büyümüş ve yetişmiş ikinci, hatta üçüncü kuşaklarının Türk pop müziğine girişi doksanlı yıllara denk gelir. Cartel, Rafet El Roman, (Ah Canım) Ahmet, Yurtseven Kardeşlerle başlayıp devam eden bu zincire iki binlerde eklenen halka ise Hadise-Atiye-Eylem üçlüsü oldu.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.