Besteci olarak adını ilk kez 2000’li yıllarda duyduğumuz Ersay Üner, Türk popunun son on yılına damgasını vuran isimlerden biri oldu. Bu süreçte “Afedersin”, “Bebek”, “Herkes Hak Ettiği Gibi Yaşıyor”, “Mucize”, “Tatil” ve “Kızıl Mavi” gibi sayısız “hit” şarkıya imza attı ve popta ‘Demet Akalın şarkıları’ diye adlandırılan bir kulvar yarattı.
HEM HARBİ, HEM BARBIE
(Milliyet Sanat dergisi Mart 2014 sayısında yayımlanmıştır.)
“Harbi kız mı, Barbie kız mı?” diye bir argo söylem pek modaydı bir ara. Aslına bakarsanız cinsiyet ayırmaksızın çözümünü aradığımız “karakter mi, güzellik mi?” ikileminin sokak jargonundaki karşılığıydı bu. Kafiyesi uysaydı, “Harbi erkek mi, Ken erkek mi?” diye de sorulabilirdi pekala. Ne ki öyle ya da böyle, bu sorunun cevabını bulan olmadı.
SNAKEROOT – “DOWNTOWN TO GHETTO”
Gezi direnişi süresince üretilen ya da gündeme uyarlanan şarkılar arasında dikkat çekenlerden biri de Snakeroot’un “Generation Lost” adlı şarkısıydı. Birçokları gibi ben de ilk duyduğumda adını bilmediğim yabancı bir gruba ait bir şarkı diye düşünmüştüm. Bir kere “we don’t need no savior, we just need our food, that’s all (kurtacıya ihtiyacımız yok, bütün ihtiyacımız olan sadece yemeğimiz/ekmeğimiz)” gibi cümleler, İngilizce sözlü bile olsa, bizim buraların “rock” tayfasının dilinden/kaleminden çıkmış gibi durmuyordu. Solistin telaffuzu, “sound”un parlaklığı filan da iyiden iyiye şüphe bırakmıyordu dinleyende.
Kimdir nedir diye araştırdığımda ise Snakeroot’un bir Türk “rock” grubu olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldım ve şaşırdım haliyle. Grubun 2013 Ocak ayında dijital platformlarda kendi hesabına satışa sunulan “Downtown To Ghetto” adlı albümünü dinlediğimde ise şaşkınlığım daha da arttı. Başından sonuna dek, dünya standartlarında bir “rock” albümü dinledim çünkü. Olamaz mı? Olabilir. Ama bilirsiniz, yurt dışına oynayan her grubumuz/şarkıcımız bir yerden falso verir, vermiştir bugüne dek. Ya içinden olmadık bir yerden bir oryantal melodi, ses, nefes geçer (yani hiçbir şey olmazsa “world music” kategorisinden yırtma kaygısı güder), ya gitarı, davulu, ne bileyim bası kendini ele verir (“bizim oralarda bu böyle çalınır” diye bağırır) ya da yazıldığı dile hâkim olamamış sözleri, şarkı söylediği dile dili dönmemiş solistiyle arızalı durur, inandırmaz. Bütün bunların üstesinden gelebilmiş olabilsek, hiçbir zaman sektör olamamış müzik piyasasına rağmen, uluslararası popüler müzik arenasında en azından birkaç şarkıcımızın/grubumuzun at koşturuyor olması gerekirdi, tıpkı klasik müzikte ya da caz müziğinde olduğu gibi.
Evet, kabul etmeli ki dünya pazarına sunulacak kadar yetkin bir iş çıkaramamamız bir yana, çıkarsak da pazarlayamamak gibi bir sorunumuz vardı yakın zamana kadar. Neyse ki artık internet var.
Nitekim Snakeroot da buradan yürüyerek, yerli müzik sektöründe majör firmalar tarafından pek de şans verilmeyeceği aşikâr albümlerini dijital platformlar üzerinden dünyaya sunmuş. Karşılığını da almış. Grubun şarkıları ABD’nde ve Norveç, İngiltere, Belçika, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde çeşitli radyo istasyonlarında “playlist”lere girmiş, Fireworks ve Powerplay Rock & Metal Magazine adlı İngiliz müzik dergilerinde albüm kritikleri yayımlanmış. Bahis konusu ülkelerde bu tip yayın mecralarının ilgisini çekebilmek (hele ki Avrupa’nın doğusundan çıkıp gelmişseniz) ne kadar zordur, bilen bilir. Sadece bu bile Snakeroot’un kerameti konusunda merak uyandırabilir ki o kerametin ne olduğunu yukarıdaki satırlarda az çok anlatmaya çalıştım. Ama biraz daha derine inmek gerekirse…
Öncelikle sağlam şarkı sözleri... Tamamen İngiliz dilinin ve o batı kültürünün düşünce yapısı, ifade biçimleri ve tavrıyla yazılmış şarkı sözleri var bu albümde. Siz istediğiniz kadar Batı’ya yaklaşmaya çalışın, Türkçe düşünüp İngilizce yazdığınızda anlatmaya çalıştıklarınız çoğu zaman karşı tarafa geçmiyor, sakil duruyor. Benzetmek gibi olmasın ama “Foolish Casanova”dan öteye geçemiyor yapılan iş (Petek Dinçöz’ün o dinlemelere seza İngilizce şarkısından bahsediyorum, evet.) Ana dilinden başka bir dilde şarkı yazan bir şarkı yazarı için bu çok önemli bir beceri. Ve kabul edelim, hiç kolay değil. Snakeroot’un şarkıları bu meseleyi toptan halletmiş görünüyor. Üstüne solist Bülent Çallı’nın adeta bir “native speaker” kadar doğru İngilizce telaffuzunu da koyunca, işin en önemli kısmı hallolmuş gözüküyor.
Ağırlıklı olarak Serhat Akalın ve Bülent Çallı tarafından yazılmış on şarkının yer aldığı albümün prodüktörlüğünü Cenk Eroğlu yapmış. Bilenler bilir, Eroğlu sesi az duyulan, adı az anılan müzisyenlerimizden biridir ama yıllardır yaptığı işin en iyilerindendir. İşin prodüksiyon tarafına baktığınızda albümün hiç aksamadan, teklemeden akıp gittiğini görüyor/duyuyorsunuz zaten. Kayıtlar, “mix”ler ve ortaya çıkarılan “sound” her bakımdan olması gerektiği gibi tınlıyor. Bülent Çallı ve Serhan Akalın’ın yanı sıra Ali Evcimen, Can Turfan ve Dost Akyıldız’dan kurulu Snakeroot, dinleyenlere Def Leppard’dan Bon Jovi’ye uzanan bir çizgide, daha ziyade klasik ve melodik “rock” sularında yüzen, buna karşın “garage” gibi, “rap” ve “punk” gibi daha farklı müzikal akımlarından da beslenen, ama başından sonuna “hard” bir çizgiden yürüyen bir “rock” anlayışı vaat ediyor. Mensubu olduğum kuşak itibarıyla ben ve benim yaştakilere ya da yaşı ne olursa olsun klasik “rock”ı her daim baş tacı edenlere kendini daha kolay sevdirecek bir anlayış bu. Hele ki bitmek tükenmek bilmeyen “indie”den bunaldıysanız, soluklanacağınız yer tam da burası olabilir.
Yayımlanışının üzerinden bire yıl geçmesine karşın Snakeroot’un bu albümünü yazmak istedim. Es geçilmesin, arada kaynamasın diye. Mutlaka dinlemeli, bir köşeye koymalı. Türkiye’den dünya müzik piyasasına çıkış kapısı diye bir kapı varsa, anahtarı Snakeroot ve benzerlerinin elinde olabilir.
THE RINGO JETS – “THE RINGO JETS”
Yakın zamanda piyasaya sürülen bir başka İngilizce sözlü “rock” albümü de The Ringo Jets’in ilk albümü. Tantana Records etiketiyle öncelikle dijital platformlarda piyasaya sürülen albümün sınırlı sayıda CD baskısı da yapılmış.
Deniz Ağan, Tarkan Mertoğlu ve Lale Kardeş’ten kurulu The Ringo Jets, 2011’de yine dijital ortamda yayımladığı ilk mini-albümü “Limited Luncpack”ten sonra, 2012 yılında da “Darmdstadt Tapes” adı verilmiş bir mini-albüm daha kaydetmiş. Grubun adını taşıyan bu ilk albüm ise 2013 yılında tamamlanmış, ancak Gezi direnişi nedeniyle albümün çıkışı ertelenmiş. Buna karşın albümden yayımlanan ilk tekli olan “Spring Of War”ın klibi Gezi ruhundan yola çıkılarak çekilmiş. Sosyal medyada epeyce ses getiren bu klip, Gezi sürecinde çok açık ve net bir biçimde ortaya çıkan basın sansürü ve yandaş medya meselesine Haber Türk üzerinden ağır göndermeler içermekle kalmıyor, aynı zamanda direnişin sebebi ve polis şiddetinin bizzat sorumlusu olanları da bir kez daha ifşa ediyor.
Albümde yedi yeni şarkının yanı sıra, ilk mini-albümde yer alan “Tease” adlı şarkının yeni kaydı ve iki de “cover” var. “Cover”lardan biri özellikle The Rolling Stones versiyonuyla hafızalara kazınmış “Shake Your Hips”, diğeri ise bir The Yardbirds klasiği olan “Heart Full Of Soul”. Seçilen “cover”lardan da anlaşıldığı üzere The Ringo Jets, ‘60 ve ‘70’li yılların “rock’n roll” anlayışından beslenen bir grup. Bu anlayışın içerisinde yer yer saykodelik izler, “grunge” ve “garage” da var. Ne ki böyle söyledim diye The Ringo Jets müziğinde ‘60’ların naifliğini aramayın. Üzerine bolca (grubun kendi tabiriyle) “gürültü” ilave edin. Zira sert, yüksek enerjili ve modern bir “retro” bu.
The Ringo Jets, albümü Milano’da, Tommaso Colliva’nın prodüktörlüğünde ve canlı kaydetmiş. Pek alışılmadık bir biçimde bas gitar kullanmayan grubun bir özelliği de her üç elemanın da şarkı söylüyor olması. Yani bir tane solist yok. Grup elemanlarının uzunca bir süredir hem canlı perfomans hem de stüdyo kaydı konusunda deneyimli olmaları albüme doğrudan yansımış. Bir ilk albümden daha fazlasını vaat ediyor bu albüm. Ben kendi adıma iki gitar bir davul kompozisyonuna bayıldığımı söyleyemem. Zira “rock” müzik demek, biraz da bas gitar demek benim indimde. Solist sesinin şarkı sözleri anlaşılmayacak derecede geride olmasına da kulağımızın pek alışık olduğu söylenemez. Ancak bunun bir batı standartı olarak tercih edilmiş olmasını da haklı buluyorum.
Albüm kapağı için John Howard tarafından çizilen illüstrasyon yine Gezi olaylarından ilham alınarak yapılmış. Tek başına kapak görseli bile dikkate değer. The Ringo Jets, Türkçe “rock”tan umudunu tamamen kesenlere ilaç gibi gelebilir.
Meraklısına not: Albümün iTunes’ta bulunan “deluxe” baskısında dijital kitapçık, “Black Coffee Blues” adlı şarkının canlı kaydedilen videosu ve “Whatever Happens” adını taşıyan bir ekstra şarkı da bulunuyor.
THE FREE LICKS – “EXIT PLAN”
The Free Licks’in 2013’ün son aylarında Monoplay etiketiyle piyasaya çıkan ilk albümü “Exit Plan” de İngilizce sözlü bir başka albüm.
Grubun tamamen İngilizce olarak hazırlanan resmi internet sitesinde biyografisinin son cümlesi mealen şöyle: “Dinleyicileri ve elindeki malzemeleri giderek artan The Free Licks, Haziran 2011 tarihinde prodüktörlüğünü de yaptığı ilk albümünü kaydetmek üzere stüdyoya girdi. Albüm yakında hazır olacak ve The Exit Plan dünyayı fethedecek. Hatta belki de Mars’tan başlayarak birkaç gezegeni daha…”
Biyografi 2011 yılında kalmış olsa da, hem bu cümleler, hem de sitenin, sosyal medya hesaplarının ve dahi albümün İngilizce olması gösteriyor ki The Exit Plan de yüzünü ülke sınırları dışına çevirmiş bir grup. Bunun böyle olmasının sebebi de grup üyelerinin müzikal geçmişinde saklı gibi. Grubun kurucusu Ekin Kışlalı, ABD ve Kanada’da geçirdiği yıllar boyunca müzikle ilgili olmuş, hem solo hem grup çalışmaları yapmış. Türkiye’ye döndükten sonra tanıştığı ve aynı müzikal anlayışta buluştuğu Cem Konuk’la birlikte de grubun temellerini atmış. Berklee mezunu olan Cem Konuk ve Ekin Kışlalı’nın ortaklığına, İngiltere’de ses mühendisliği eğitimi alan Veli Erişim Meral de dâhil olmuş daha sonra. Albüm kayıtları sırasında klavye çalan Arda Algül ise grubun dördüncü elemanı oluvermiş.
Her ne kadar albüm dediysem de, aslında beş şarkıdan oluşan bir mini-albüm “Exit Plan”. Grubun müziği yer yer farlı türlerin yakınından geçse de, bütünde “indie” izlerin daha belirgin olduğu söylenebilir. Tıpkı yukarıda bahsi geçen diğer iki grup gibi, The Free Licks de hem şarkı sözlerinin yazılması hem de o sözlerin telaffuz edilmesinde handikap olabilecek ana dil sorununu ortadan kaldırmış gibi görünüyor. Dilerim albümü yurt dışında dinleyenler de böyle düşünür. Mesela ben kendi adıma iyi niyet çıtasını fazla yükseğe çıkarmak pahasına, albüme adını veren “Exit Plan”i bir Tarantino filminde duymak isterdim.
Son olarak bu iddiada bir albüm için Özer Şahin imzalı kartonet tasarımının fazla iddiasız ve sönük kaldığını da söylemeliyim. Ha bir de, kartonet içerisinde yer alan ve Doğan Emre Yakupoğlu tarafından çekilen fotoğrafın “umutsuz ev kadınları” esprisine de anlam vermemiş olabilirim.
MART 2013
(3 Mart 2014 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
‘90’larda herkes gibi benim de bayıldığım Yılmaz Erdoğan komedi anlayışının 2010’larda geldiği Çok Güzel Hareketler Bunlar seviyesine hiç mi hiç tahammül gösteremedim. Bundandır ki Oğuzhan Koç ismi benim için Ferhat Göçer ve Gülben Ergen’e şarkı veren tiyatro oyuncusu genç çocuktan daha fazlasını ifade etmedi uzun bir süre. Hele ki Gülben Ergen’le düet yaptığı “Giden Günlerim Oldu” adlı o çok sevilen ve beğenilen ama benim pek fena bulduğum şarkının ters etkisini de koyarsak üzerine, Koç’u merak etmem, takip etmem için de bir sebep yoktu ortada.
Gel zaman git zaman Oğuzhan Koç’un aslında yola müzisyen olma hevesiyle çıkıp, kader bu ya, oyunculukla adını duyurduğunu öğrendim. O sıralarda ÇGHB’daki espri anlayışının o programdan taşıp reklamlara, sinema filmlerine ve dahi başka televizyon programlarına bulaştığını gördüm. İçinde Oğuzhan Koç’un da bulunduğu Üç Adam adlı sohbet programını da hiç tahammül edemedim haliyle. Hal böyleyken Oğuzhan’ın ilk albümüne önyargıyla yaklaşmadım desem yalan olur.
Oğuzhan Koç’un “Ben Hâlâ Rüyada” adını taşıyan ilk albümü, geçtiğimiz günlerde Esen Müzik etiketiyle yayımlandı. Bu devirde internet olgusuna rağmen nasılsa hâlâ sihirli kutu olmaya devam eden televizyonun “star” yaratma gücünün bir ispatı olarak albüm piyasaya çıkar çıkmaz bir ilk albüme gösterilen tereddütten hiç nasiplenmeden listelerde başa güreşmeye başladı. Beylik tabiriyle, gözle görünür bir biçimde “çok sattı”. Hem de öyle bir iki şarkıya sırtını dayamadan, birçok şarkısıyla birden listelere girerek…
İşin sırrını sadece sevilen bir ekran yüzü olmanın avantajına bağlamak elbette hata olur. Albümü dinlemeye başladığınızda bunu anlıyorsunuz zaten. Koç’un tam da kendi kuşağından beslenen bir dili, bir bakış açısı, bir üslubu var. Şarkıları basit armonik yapılar üzerinden yürüyor. Hani biraz gitar çalan birinin birlikte çalıp söyleyerek eşlik edeceği türden… Akılda kalıcı, dinleyeni yormayan, zorlamayan, kolay kavranan şarkılar bunlar. Üstelik arabeskten halk müziğine, poptan “rock”a her türün sevenlerine göz kırpıyor. İstiklâl Caddesini Türkiye’nin bir özeti gibi alırsak, Mis Sokak’tan Asmalı Mescit’e kadar uzanan ve uzanırken epeyce çeşitlilik gösteren beğeni ve kültür yelpazesi içinde hemen her mekânda ‘gideri olabilecek’, çalınabilecek bir şarkısı var. Düzenlemeler Alper Erinç ve (2 şarkıda da) Ozan Doğulu’ya emanet edilmiş ve böylece işin müzikal düzeyi de şansa bırakılmamış. Yan, neresinden baksanız her şey, bilerek ya da bilmeyerek doğru formüle edilmiş.
Oğuzhan Koç’un özellikle dik seslerde bir şarkıcı gibi şarkı söylemekten uzaklaşıp, bir karaoke barda arkadaşları arasında şarkı söylüyormuşçasına kontrolsüzleşmesi de sevenlerine/dinleyenlerine ayrıca samimi geliyor olabilir; onu bilemiyorum. Ama toplamda eli yüzü düzgün, hafif, uçucu, eğlenceli ve yer yer teatral bu şarkıları, düzenlemelerin de olumlu etkisiyle başından sonuna severek dinleyebilirsiniz. Böyle bakınca, ben kendi adıma albümü umduğumdan çok daha iyi bulduğumu söyleyebilirim. Özellikle albüme adını veren “Ben Hâlâ Rüyada”, çok neşeli “Yüzük”, türkü formundaki “Erzincan” ilk dinleyişte dikkat çeken şarkılar arasında. Ama albümün pop-arabesk kanadından “Her Aşk Bir Gün Biter” ve “Yanımda Olsan” adlı romantik şarkılar ön plana çıkarsa da şaşırmamak lazım.
Emre Ünal tarafından çekilen fotoğraflar ve Oğuzcan Pelit imzalı renkli, parlak bir kartonet tasarımıyla bütünlenen albüm, başından sonuna 2010’lu yıllar Türk popunun bütün eğilimlerini barındırıyor. E onu sevenler, bunu da sever/sevecek/seviyor haliyle.
MART 2014
(24 Şubat 2014 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
1968 doğumlu Hakan Kartal’ın müzik tutkusu küçük yaşlarda başlamış. Hem alaylı hem okullu denebilecek bir müzisyen Hakan Kartal. Yıllar boyunca bir yandan dersler alarak müzik bilgisini arttırırken, bir yandan da sahneye çıkmış; sadece solistlik değil, şarkı yazarlığı, süpervizörlük ve aranjörlük de yapmış, reklam müzikleri bestelemiş. Profesyonel olarak müzikle ilgileniyorken bile eğitim almaya devam etmek için 24 yaşında konservatuar sınavlarına girmiş ve bir dönem ara verdiği eğitimini 1996 yılında tamamlamış.
‘90’lı yılların pop furyasında yayımlanmış bir de albümü var Hakan Kartal’ın. “Söylüyorum İşte” adını taşıyan bu albüm 1993 yılında piyasaya çıkmış ve Hakan (tek isim modası vardı o zamanlar tabii) müzik piyasasında dikkat çeken yeni isimlerden biri olmuştu. Ne ki sonrasında müziğe başka alanlarda ve sahnede devam ederken yeni bir albüm yayımlamadı. Hakan Kartal’ın ikinci albümü “The Entertainer”, geçtiğimiz günlerde Sekiz Müzik etiketiyle piyasaya sürüldü.
Sahnede 50 farklı dilde şarkılar söyleyen, farklı ülkelerin müziklerini kendince yorumlayan Hakan Kartal’ın bu yeni albümü, adından da anlaşılacağı gibi, sahnede yaptıklarının kısa bir özeti gibi aslında. “Entertainer” kelimesi Türkçede “eğlendirici” gibi “hafif” bir anlam içerdiğinden midir nedir, tam olarak karşılığını bulamadı. Hangi sahne “sanatçı”mıza bu tabiri yakıştırsak, memnun olmaz sanırım. Değil ki kendine yakıştırsın ve hatta albümüne isim yapsın… Oysa hiç de hafife alınacak bir iş değildir “entertainer” olmak ve her sahneye çıkanın, şarkı söyleyenin de harcı değildir üstelik. Hakan Kartal’ı hiç sahnede izlemiş değilim; o yüzden albüm isminin ne çapta bir iddia taşıdığı konusunda bir fikrim yok henüz. Yine de hem kulağa hoş geldiğini, hem de merak uyandırıcı bir etki yarattığını söyleyebilirim.
Albümde dokuz şarkı var. İlk iki şarkı Grup Gündoğarken diskografisinden “Hayallerimi Bırak” ve “Ankara’dan Abim Geldi” adlı İlhan Şeşen besteleri. Bu iki tanıdık, hatta eski dost şarkıyı Kartal’ın kendine has sesi ve şarkı söyleme biçimiyle dinleyerek albüme başlıyor, hemen ardından da bir başka eski dostla, Zeki Müren’in “Beklenen Şarkı”sıyla alaturka sularına yelken açıyoruz. Diğer şarkılar ise sırasıyla bir Bosna halk şarkısı, bir Napoliten, bir Romanya halk şarkısı, bir Rus çingene şarkısı, bir Kenya halk şarkısı. Albümün kapanışında ise Makedonya halk şarkılarından oluşan bir potpuri var. Neresinden baksanız enteresan bir albüm repertuarı… Başından sonuna dinleyince ister istemez bir konser, bir sahne programı etkisi yaratıyor; çünkü o mantıkla kotarılmış. Bir dramatik tenordan bu tarz şarkılar dinlemek (özellikle İtalyan tenorlar bu konseptte albümler yapar malum) müzik zevkinizin skalasında yer tutuyorsa, bu albümü sevmek için pek çok nedeniniz var demektir. Değilse bile, gündelik pop-“rock”-alternatif türevleri arasında kaybolurken, başka bir bahçede biraz zaman geçirmek hiç de fena bir tecrübe olmayabilir.
Albüm elbette kusursuz değil. Bu tarz bir albümde daha ihtişamlı, daha kalabalık orkestralı, senfonik düzenlemeler duymak isterdim mesela ben kendi adıma. Bu bir (muhtemelen ekonomik) tercih belki ama bu haliyle düzenlemeler modern ve popüler de gelmiyor kulağa. ’80 ve ‘90’lar müzikal anlayışı (özellikle de ritimler) hâkim daha ziyade.
ŞUBAT 2014
(17 Şubat 2014 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Esra Berkman 1980 doğumlu. Görece genç yaşına rağmen konservatuarda eğitimini aldığı kanun çalgısı üzerine tezler, makaleler yazmış, hem akademik anlamda, hem de icracı olarak tam tabiriyle ‘müzik kariyerini kanuna adamış’ bir müzisyen. Bu çalgının Türk müziğinde kullanıldığından farklı bir biçimde de çalınabildiğini öğrenince Ermeni müzisyen Haçatur Avetisyan’ın çalışmaları üzerine Ermenistan’da araştırmalar yapan Berkman, kanun stilini modernize eden ve kanun-piyano çalgıları için hem özgün eserler yazıp hem de uyarlamalar yapan Avetisyan’ın oluşturduğu repertuardan yola çıkarak 2008 yılında kanun-piyano ikilisini kurmuş. Farklı piyanistlerle ikili olarak hem repertuar çalışmalarına devam edip, hem de konserler veren Berkman 2011 yılından itibaren piyanist Nazlı Işıldak’la birlikte çalışmaya başlamış.
Esra Berkman ve Nazlı Işıldak ya da nam-ı diğer Kanun-Piyano İkilisi’nin ilk albümü “Uyanış”, geçtiğimiz günlerde Kalan Müzik etiketiyle yayımlandı. Yeri gelmişken söylemeliyim; iyi ki Kalan Müzik var. Böylesi sıfır ticari kaygılı çalışmaları, albümleri dinleyiciye ulaştırabilen iki firma ya var ya yok çünkü müzik piyasamızda.
Bu albüm her şeyden önce çok ciddi bir akademik çalışmanın ürünü… Zaten bu süreç albüm kitapçığında ayrıntılı bir biçimde anlatılıyor/açıklanıyor. Ancak bunun da ötesinde kitapçıkta bir cümle var ki, yapılan işin özeti gibi: “Kanun-piyano İkilisi, kuruluşundan günümüze dek verdiği pek çok konserle, Türkiyeli dinleyiciler için yeni bir deneyim olan kanun-piyano çalgılarının birlikte ürettikleri tınıları paylaşmış ve Türk bestecilere kanun ve piyano için eserler üretmeleri yönünde ilham vermeyi amaçlamıştır.”
Sahiden de öyle. Dinleyici için ciddi bir yeni deneyim bu. Ben kendi adıma kapak fotoğrafının albüm içeriğinde klasik müzik olduğu hissi uyandırmasına rağmen, sığ bir dinleyici ön yargısıyla, alaturka eserlerin icra edildiği, “Ud ile Nostalji”, “Kanun İle Seçme Eserler” gibi, Unkapanı stüdyolarında bir gün içerisinde üretilen ticari seri albümlerin bir benzeriyle mi karşı karşıyayım diye düşünmedim değil. Neyse ki hem arka kapaktaki eser isimleri, hem de Kalan Müzik etiketi yine de bir dinlemem gerektiğini söylüyordu bana. İyi ki de dinlemişim. Çünkü ne o, ne de bu; gerçekten başka türlü bir şey.
Öncelikle kanun, o bizim bildiğimiz alaturka kanun gibi tınlamıyor hiç. Arp desem, lir desem onlar da değil ama, başka türlü işte. Piyanoyla kanunun ahbaplığı ise daha da şaşırtıcı… Çok taze, çok ferah, çok da dokunaklı üstelik… İcra edilen eserler ise bizim müzik kulağımıza çok ama çok yakın; handiyse tanıdık. Ben ki içinde insan sesi olmayan müziği ancak kitap okurken tercih edenlerdenim; bu albümü evire çevire dinlemekten hiç sıkılmadım, sıkılmıyorum. Çünkü usta icracılarının elinde kanun ve piyano sözsüz eserlerde saklı sözler söylüyor, sanki aralarında sohbet ediyorlar gibi. Öyle dolduruyorlar kulağı.
Bir de sahiden bazı çağdaş Türk bestecileri kanun-piyano için eserler üretmişler Esra Berkman’ın bu çalışmaları sonrasında ki bu da müziğimiz için önemli bir kazanç olmuş.
Başından sonuna şeker şurup akıp giden bu değerli albüm için keşke daha özenli bir kitapçık hazırlansaymış. Küçük puntolu yazılarla çok fazla bilgi çok az sayfaya sığdırılmış ve bilgiler çok akademik bir dille yazılmış çünkü. Oysa bu tür müziğe hiç ilgisi olmayanların da ilgisini çekebilecek bu albümün önemi, daha açık ve sade bir dille, daha kolay okunabilir bir şekilde kaleme alınsa ve kitapçık öyle tasarlansaydı çok daha faydalı olurdu.
ŞUBAT 2014
(10 Şubat 2014 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
‘80’li yıllarda MFÖ, Yeni türkü, Ezginin Günlüğü ve Bulutsuzluk Özlemi’nin açtığı yoldan yürüyen ve “rock”tan, türküye uzanan farklı formatlarda özgün ve alternatif işler yapan bir dolu grup türemiş ve o günlerde değeri tam bilinmese de Türkçe popüler müzikte ‘90’lar ve sonrasında da etkisi hissedilecek ciddi bir yeni yol açılmıştı. Kumdan Kaleler de bu gruplardan biriydi. Kumdan Kaleler’i dinleyen ve takip edenlerin adına aşina olduğu Tuna Kiremitçi ise sonrasında yazar/köşe yazarı olarak adından söz ettirdi. Hatta öyle oldu ki kendi adını taşıyan ilk solo albümü “Kendi Halinde”yi yaptığında, “Kiremitçi de şarkıcı oldu,” diyenler çoğunluktaydı. Aradan epey bir zaman geçti ve benzer yorumları geçtiğimiz günlerde yine gördüm. Çünkü Tuna Kiremitçi bu defa da Atlas grubunun solisti olarak şarkı söylüyordu. Kiremitçi’nin okul arkadaşlarıyla birlikte hayata geçirdiği Atlas projesinin ilk albümü “Selam Yabancı”, geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketiyle yayımlandı.
Müzikle ilgisi sadece şarkı söylemekten ibaret olmayan, şarkı da yazan Tuna Kiremitçi, başından beri çok etkileyici, dikkat çekici, sesi akıllarda kalan bir şarkıcı olmadı ama bu defa başka türlü bir şarkı söyleme tekniğiyle çıkıyor karşımıza. Daha “cool” ve daha “rock’n roll” bir stil bu. İlk dinleyişte bir parça “old school” Amerikan “rock” şarkıcılarının parodisini yapar gibi geliyor kulağa. Gırtlağını kullanış biçimi, sesini yırtışı filan öyle tınlıyor çünkü. Zaten şarkılar da o minvalden ilerliyor. Bugünün gençliğinin dinlediği ve sevdiği Türkçe “rock” çizgisinin biraz dışında, daha orta yaşlı, daha olgun ve daha Amerikan bir tarz. Belki bu anlamda Yüksek Sadakat’in yanına konulabilecek bir grup Atlas. Özellikle de “İçelim Öyleyse”yi, Yüksek Sadakat’in “Haydi Gel İçelim”inin yanına koyabilmek çok mümkün.
Ancak şu da var ki, yıllar öncesinden gelen arkadaşlıklarını yıllar sonra bir albüme dönüştüren grubun bu ilk albümü hiç de ilk albüm gibi tınlamıyor. Her şey o derece yerli yerine oturmuş. Tuna Kiremitçi, Burak Aldinç, Selim Öztunç, Can Yalım ve Hasan Köseoğlu’nun ortak enerjisiyle ortaya çıkan müzik, icralar ve kayıt çok profesyonel ve yetkin.
Albümde daha önce Müslüm Gürses tarafından seslendirilmiş enteresan bir “rock” aranjmanı da var. “Temple Of The King”in Tuna Kiremitçi tarafından yazılan sözlerle Türkçeye adapte edilmiş versiyonu sadece sözleri değil, düzenlemesiyle de Türk usulü geliyor kulağa. Gürses’in albümünde pek fazla ön plana çıkmayan “Affet” adlı bu şarkı, bu albümün en büyük kozu gibi görünüyor. Bunun dışındaki dokuz parçanın söz ve müzikleri Tuna Kiremitçi tarafından yazılmış. İlk klip şarkısı olarak seçilen “Tabanca” da çıkış için doğru seçim. “Selam Yabancı” albüme sıkı bir açılış yapıyor. Kiremitçi’nin Bu İşte Bir Yalnızlık Var adlı romanın filminde de kullanılan “Bana Sebepsin”, hemen ardından gelen “Biçare”, dinlendikçe kendini sevdirecek şarkılardan. Sözleriyle dikkat çeken “Barbar” da öyle… Aylin Aslım’ın gruba eşlik ettiği “Canavar” benim favorilerim arasında değil. “İçelim Öyleyse” ve “Aferin Bize” ise albümde en kolay dile dolanabilecek şarkıları gibi duruyor. Benim albümde en sevdiğim şarkı ise “Rüzgâr” oldu.
Amerikan “rock” grubu ritüellerini sonuna kadar yaşatan kapak fotoğrafı bir yana, Evren Arasıl tarafından çekilen kartonet içerisindeki fotoğrafların pek göz alıcı olduğu söylenemez. Sedef Heper Özaşkınlı tarafından tasarlanan Atlas logosu ne kadar iyiyse, Ozan Bekdikli ve Melek B. Yılmaz’ın elinden çıkmış kartonet tasarımı (kapak hariç) o derece alelade.
Atlas, Türkçe “rock” müzikte bir boşluğu doldurur, yeni bir öneri olur mu? Belki hayır ama bu kulvardaki kalabalığın arasında daha parlak, daha temiz ve daha profesyonel göründüğünü ve sadece bu nedenle bile kendine şimdiden farklı bir yer edindiğini söyleyebilmek mümkün.
ŞUBAT 2014
(3 Şubat 2014 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
2006 yılında yayımlanan ilk albümü “Afili Yalnızlık” ile ciddi bir çıkış yakalamıştı Emre Aydın. Yayımlandığı dönem itibarıyla farklı ve yeniydi ve çok sevilmişti bu yüzden. Kabul etmeli ki Türkçe “rock” müziğin pop-alaturka-arabesk çizgisine yakınlaşması ve acıklı, ağlamaklı içeriğe kapılarını sonuna kadar açmasında o albümün payı büyüktür. Zakkum, Gripin ve benzerleri… Bugün artık böyle bir kategori var ve bu müziğin “rock” olup olmadığı tartışmalarını bir yana koyarsak (ki bence değil) çok sayıda benzer iş yapılıyor. Bundan mıdır bilinmez, Emre Aydın’ın ikinci albümünü ilki kadar sevmemiştim ben. Keza 2013’de yayımlanan “Beni Biraz Böyle Hatırla” teklisini de öyle. Ne var ki özellikle “Soğuk Odalar” şarkısı, benim gibi düşünenleri şaşırtacak derecede sevildi, ilgi gördü. Aydın’ın daha ilk albümle kendi kemik kitlesini oluşturduğu ve bundan sonra ne yaparsa yapsın o kitleyi memnun edeceği de böylece teyit edilmiş oldu.
Emre Aydın’ın üçüncü albümü “Eylül Geldi Sonra”, 2013’ün son günlerinde 565 Yapım ve DMC ortaklığıyla yayımlandı.
Albümde on şarkı var. Bunlardan ikisi tanıdık. Biri Nazan Öncel’den “Geceler Kara Tren”, bir diğeri ise Sezen Aksu’dan “Belalım”. İlki hem tarz, hem üslup, hem de müzikal açıdan Emre Aydın diskografisine uyum sağlayan ve yakışan bir “cover” olmuş ama “Belalım” için aynı şeyi söylemek biraz zor. Ben Emre Aydın olsam “Belalım” gibi sözleri itibarıyla dişi, müzikal yapısı itibarıyla ise otantik bir şarkıyı albüme alırken iki kere düşünürdüm. Nitekim düzenleme, özellikle ritim yürüyüşü orijinal “Belalım”ın ruhuna ihanet etmiş gibi.
Albümün kalanı ise Emre Aydın şarkılarını sevenleri gayet memnun edecek, hatta bir parça ilk albümün kokusunu hissettirecek türden. Açılış şarkısı “Akşamlarda Parmak İzlerin”, İsrailli müzisyen Shimon Buskila’nın bir şarkısına Emre Aydın’ın yazdığı Türkçe sözlerle “Eyvah” ve hemen ardından gelen “Bitti Tebrikler”, neresinden baksanız önümüzdeki yaza kadar bu türün müptelalarını ziyadesiyle oyalayacak, Emre Aydın’ı gündemden düşürmeyecek şarkılar olarak öne çıkıyor. Bu üç şarkının ticari avantajı bir yana, “Eylül”ün albümün bütünü içerisinde en sevdiğim şarkı olduğunu söyleyebilirim. Ne ki daha orta yaşlı, haliyle Emre Aydın “fan” kitlesini belki ilk etapta vurmayacak bir şarkı “Eylül”.
Nazan Öncel şarkılarının tadında tınlayan “Ses Ver”, ilk Emre Aydın albümüne yakın duran “Artık Özlemek İstemiyorum” ve “Buralar Yalan”, özellikle düzenlemesiyle dikkat çeken “Sen Gitme”yi de üzerine koyarsak, bir Emre Aydın albümünden bekleyeceklerimiz ne varsa, bu albüm hepsini karşılıyor. Hatta bütüne baktığımızda ikinci albümden daha fazla ses getirebileceğini söylemek de mümkün.
Mustafa Ceceli ve İsveçli müzisyen ve prodüktör Mats Valentin’in elinden çıkmış düzenlemeler, albümün kendi müzikal kurgusu içerisinde olabildiğince iyi; bunu da söylemeliyim.
Tabii bir çekinceyi de göz ardı etmemek lazım… Bu türden ve tarzdan yavaş yavaş sıkılmaya başlamış olabiliriz. Udun, neyin, yaylıların giderek ön plana çıktığı, davulun ve gitarların alabildiğine geriye çekildiği, sözlerin hep yalnızlık, ayrılık, acı üzerine kurgulandığı, melodilerin hep yürek dağladığı Emre Aydın şarkıları bir dördüncü albümde daha aynı etkiyi yaratır mı bilemem. Belki Emre Aydın biraz bizi şaşırtmalı ve kendi açtığı kulvardan çark edip, alternatif yollara sapmalı. Eğer derdi sadece kısa günün kârını yakalamak değilse, bu onun için bir gereklilik gibi gözüküyor artık.
ŞUBAT 2014
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
Nebahat Çehre tramplene çıkan basamaklardan birine oturdu. Ellerini de dizlerinin üzerinde kenetledi. Serçe parmağında altın bir halka ...
-
(1984'ten Bugüne) Sezen Aksu'nun yeni albümünün piyasaya çıktığı bugünlerde, Türk popunun efsane albümlerinden "Sen Ağlama&q...
-
"ALO? HER GECE GEZENLERLE Mİ GÖRÜŞÜYORUM?" “Herkesi zalim kendini alim hissetmen bile normal.” Şarkı bu cümleyle başladığı için...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...