Popüler müzikte bir süredir farklı ve olumlu bir sürece girdiğimizi düşünüyorum. Dijital satışın ön plana çıkması ve bu vesileyle müzik pazarında iyiden iyiye 45’lik mantığının piyasaya hâkim olması daha fazla yeni ses ve yeni yüzün kendini gösterebilmesine imkân sağlıyor. Bu yeni kuşağın enerjisi, nicedir çok sıkıldığımız ve hatta bıktığımız demode tarz ve tavırların yerini pekâlâ alabilir. Hatta almaya başladı bile.
Özay Bakır bahsi geçen yeni kuşağa iyi bir örnek. Bakır, geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketiyle dijital platformlarda satışa sunulan ilk teklisinde söz, müzik ve düzenlemesi Ender Çabuker’e ait “Kalp” adlı şarkıyla karşımıza çıkıyor.
Ender Çabuker yakın zamanda Mustafa Ceceli’nin seslendirdiği “Es”in bestecisi olarak tanınıyor ama öncesinde Özgün’ün başta “İstiklal” ve “Şeytan” olmak üzere popüler bazı şarkılarına hem besteci hem de aranjör olarak imza atmıştı. Nilüfer, Murat Dalkılıç ve Yonca Lodi de Ender Çabuker şarkıları seslendiren isimlerden bazıları. Bestecilik tarafından baktığınızda Çabuker’in, sadece “Es” ve “Edebiyat” gibi iki şarkısı üzerinden bile onun standart pop kalıplarını zorlayan, müzikalite kaygısı güden bir şarkı yazarı olduğunu fark etmek mümkün. Aranjör kimliğinde ise aynı kaygıların üzerine yenilikçi ve modern bir tavır ekleniyor.
Zaten Özay Bakır’ın Ender Çabuker’in kapısını çalması da bu yüzden olmuş. İlk bir araya geldiklerinde Çabuker ona “Kalp”i dinletmiş ve Özay kendi bestelerini bir kenara koyup bu şarkıyla çıkış yapmaya karar vermiş. Doğru da olmuş. Çünkü “Kalp” hem çok genç bir şarkı, hem de Özay Bakır’ın şarkıcılığı ve sesi ile çok iyi örtüşmüş. Uzun süredir etkisi altında kaldığımız, 80’li yıllar piyanist şantör şarkılarından bozma “nağmeli” pop şarkıları ve şarkıcılarından sonra bu şarkı katıksız pop sevenlere ferah bir nefes aldıracak gibi. Her defasında yinelemekten bıkmadığım ve maalesef Özay’da da yer yer duyduğum ‘Türkçe vurgu hataları’ çekincesini bir kenara koyarsak tabii.
Son dönemde müzik piyasasında kulağımıza çarpan en dikkat çekici işlerden biri bu. Şarkı kadar, şarkıya görsel destek veren klip de öyle. Çok doğru ve bundan sonrası için umut veren, heyecan uyandıran bir başlangıç yapan Özay Bakır’a hep beraber “Hoş geldin” diyebiliriz.
Tatildeydim. Kısa bir süreliğine de ortam değiştirmek, denizle, kumla, güneşle haşır neşir olmak, tek derdi dinlenmek ve eğlenmek olan insanlar arasında vakit geçirmek filan iyi geliyor, bilirsiniz. Tatile iş götürmek kavramı her ne kadar kabul edilemez görünse de bu benim içim geçerli değil. Aksine tatilde işime daha fazla konsantre olabiliyorum. Takıyorum kulaklıkları denize karşı. Uzanıyorum şezlonga. Her zamankinden daha fazla müzik dinliyorum. Al sana iş!
Buraya ta Nisan ayından beri yeni yazı yazmamış olmamın sebebi tabii ki sadece tatil değildi. O zamandan bu zamana sürekli devinen bir gündem vardı. Hem benim açımdan böyleydi bu, hem de memleket açısından. Mayıs ayında uzun süredir planladığım kitabı yazmaya koyulmuştum. Kitap yazmak için inzivaya çekilmeyi pek anlamlı bulmazdım evvelden. Nitekim beş yıllık bir sürede tamamladığım Eurovision kitabımı yazarken hiç öyle dünyadan elimi eteğimi çekmek gereği hâsıl olmamıştı. Aksine kimi kez her zamankinden daha fazla sosyalleşme ihtiyacı duymuştum. Röportajlar, telefon görüşmeleri vesaire… Tabii o bir dokümanter çalışmaydı ve haliyle kalemim sadece tarihe şahitlik ediyordu. Ama kurgu yazmak, yani yazıyla yoktan bir dünya kurmak, kurduğunuz dünya yaşanmış bir hayat hikayesini temel alsa bile başka türlü bir konsantrasyon gerektiriyormuş. Velhasıl değişik bir deneyim yaşıyordum ve buna kaptırmış da olmalıyım ki, dinlemem için beni bekleyen albümleri ihmal etmeye o günlerde başladım.
Derken Gezi meselesi baş gösterdi. Mayıs sonuydu...
Hep canım acırdı yıllardır. Bu şehrin, bu ülkenin nasıl parsel parsel satıldığına şahit olmanın acısıydı bu. Giderek azalan yeşil alanlara, mecliste oy çokluğuyla, el çabukluğu marifet çıkarılan düzenlemeler sayesinde ormanların imara açılmasına, gazetelerdeki çarşaf çarşaf rezidans ilanlarıyla gözümüze sokulan katliama şahit olmanın ve hiçbir şey yapamamanın acısı…
Fatih Köprüsü ilk açıldığında, Anadolu yakasından köprüye çıkan o upuzun yol boyunca bir tek yapılaşma yoktu, bilir misiniz? Yolda kalsak arabayla, kimse görmez, bizi kesseler kimsenin haberi olmaz diye ürkerdik hatta. Üç yıl boyunca o köprüden her gün geçtim ve her geçişimde bir zamanlar orman olan o alanların nasıl bir garabete dönüştüğünü seyrederek üzüldüm.
O kadar geriye de gitmeyeyim. Buyrun Aslantepe stadının olduğu yere. Oraya o stadı diktiler, şimdi yanına bir hastane inşaatı yapılıyor. Arkasında ise bilmem ne kent inşaatları başlamış bile. Beş yıla kalmadan oradaki ormanların nasıl yok olduğuna birlikte şahit olacağız. Tıpkı Kavacık’ta, Ataşehir denilen yerde, Kayışdağı’nda şahit olduğumuz gibi. Sonra üçüncü köprü gelecek ve o canım Karadeniz ormanları da katledilecek.
Topçu Kışlası denilen şey de bu zihniyetin ürünüydü, bunu da biliyordum. Şehrin en güzel manzaralarından birine hâkim o alanda kalmış tek yeşil bölgenin, yani Gezi Parkının yerine bir inşaat yapmak hiçbir gerekçeyle açıklanamayacak, berbat bir fikirdi.
Yıllardır giderek artan anti-demokratik uygulamalar, dayatmalar, kerameti kendinden menkul çoğunluğun azınlığa tahakkümü gibi mevzuların bir sade vatandaş olarak üzerimde yarattığı kızgınlık ve kırgınlık, Gezi Parkının talan edilme planı konusunda gösterilen ısrarcı ve zorba tavırla birlikte benim için bir infiale dönüştü. Bir anlamda Gezi meselesi bardağı taşıran son damla oldu. Yüzbinlerce kişi benim gibi düşünüyor olmalıydı ki, hep beraber sokaklara döküldük.
Olayları uzaktan, sadece ana akım medyanın dezenformasyon sağanağı altında seyredenlerin “yakıp yıkanlar, vandallar ve hatta darbe heveslileri” diye tanımladıklarından biri de bendim evet, itiraf ediyorum. Hayır, ne yaktım ne de yıktım… Bırakın vandallığı, şiddet yanlılığını bir kenara, mutfağı basmış karıncalara ilaç sıkarken bile azap çeken, yufka yürekli adamın da tekiyim. Sadece, ülkeyi yönetmek üzere halk tarafından seçilmişlerin, halkı (ya da en azından halkın bir kısmını) görmezden gelen uygulamalarına tepkimi göstermek üzere sokaktaydım. Kimse çağırmamıştı. Ben kendim gitmiştim. Ve “hükümet istifa” diye slogan da attım evet. Çünkü uygulamalarını beğenmediğiniz politikacıları istifaya davet etmek, bunu sokağa çıkarak haykırmak dünyanın demokratik hiçbir ülkesinde suç değildir. Ama bu protestoları sindirmeye, susturmaya çalışan polisin toplumsal olaylarda müdahale maksadıyla kullanılması gereken biber gazı, tazyikli su gibi araçlarını bir silah niyetine kullanması suçtur. Biber gazı fişeklerini doğrudan insanların üzerine, kalabalıkların içine atmak, tazyikli suya kimyasal maddeler karıştırmak, onları, kelimenin tam anlamıyla silah niyetine kullanmaktır. Kaldı ki karşılarındaki insanların biber gazının etkilerini azaltmak için bulundurdukları limon, mide ilacı karıştırılmış su ve toz maskelerinden başka ‘silah’ları yoktu.
Kadınlar, yaşlı amcalar, teyzeler, gençler, yazarlar, oyuncular, müzisyenler, üniversite öğrencileri… Yani öyle ağır tahrikle bile kolay kolay sokağa dökülmeyecek, aklıselim insanlar vardı etrafımda. O süreçte katıldığım her protestoda böyleydi bu. O yüzden terörist gruplarmış, bilmem ne örgütleriymiş, faiz lobisiymiş, CHP’ymiş, dış mihrakmış filan gibi deli saçması teorilere bir an bile kulak asmadım. Ben gördüğümü, şahit olduğumu bilirim. Bu insanlar sokağa dökülmüşse ve yedikleri onca biber gazına, suya, copa rağmen geri çekilmiyor, dağıtıldıktan bir süre sonra tekrar toplanıyor, görülmemiş bir dayanışmayla direniyorlarsa, bunun açıklaması eski ve ucuz komple teorileri olamazdı. Bunu biz biliyorduk, muhtemelen onlar da biliyorlardı ama işlerine gelmedi. Olan biteni uzaktan izleyenlere başka türlü lanse etmeleri gerekiyordu. Onlar da öyle yaptılar.
Direnişin yoğun bir şekilde sürdüğü bir ay boyunca bırakın müzik yazmayı, dinlemeyi bile düşünemedim. Çevremdeki herkes gibi ben de ya sokakta zaman geçiriyor ya da sosyal medya başında olan biteni takip ediyordum. Gezi direnişinden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı bu ülkede. Buna inanıyordum. Öyle de oldu nitekim. Ancak bir yandan da hayatlarımızdaki ‘olağanüstü hal’ yavaş yavaş normale dönmeye başlamıştı. Benim için de öyle oldu. Tekrar müzik dinlemeye ve yazmaya başladım.
Bu arada Gezi direnişi süresince üretilen şarkıları da es geçmemek lazım. O bir gün gülüp bir gün ağladığımız manik depresif günlerde o şarkılar kimi zaman umut, kimi zaman isyan, kimi zaman da neşe tohumları ekti içimize. Çok şarkı yapıldı, ama samimi ama hesaplı. Hatta sayıları 100’ü geçti. Kendi adıma bende en çok Nazan Öncel’in, Marsis’in ve Alpay’ın şarkılarının iz bıraktığını söyleyebilirim. Yıllardır baskılanan politik mizahın ve klişeler denizinde handiyse kendi kendini boğmuş politik müziğin yeniden ve yeni bir dille şahlanışlarına şahit olmak az şey değildi.
Gelelim yazının asıl konusuna…
Geçenlerde önceden hesap edilmemiş, ani bir tatil planıyla ailece kendimizi Ege sahillerine attık. İçinden deniz geçen bir şehirde yaşadığım halde, denizi ne çok ihmal ettiğim dank etti kafama öncelikle. Suya bakmanın, yakın olmanın, denizi koklamanın, kuma dokunmanın, güneşe yüz sürmenin iyileştirici, onarıcı, yapıcı etkisini hissettim önce. Sonra hem tatil yaptım, hem iş.
Müzik sektöründe boşuna “yaza damgasını vuran şarkı” klişesi dolanıp durmuyor senelerdir. Bazı şarkılar yazın dinlensin, yazlık yerlerde çalınsın diye yapılıyor ya da mevcutlar arasından bazıları seçilip bu payeye layık görülüyor, bu mertebeye çıkarılıyor. Sonra siz istediğiniz kadar kulaklığınızı takıp, kendi yaz “playlist”inizi döndürseniz de müzik çalarınızda, gezdiğiniz sokakta, bindiğiniz teknede, gittiğiniz barda, yemek yediğiniz lokantada “yaza damgasını vuran şarkı”lara maruz kalıyorsunuz. Ben de kaldım. Gittiğim yerde bir hafta boyunca kulaklıksız gezdiğim her dakika onları dinledim; daha doğrusu dinlemek zorunda kaldım.
Gözlemim şudur ki bu yaz belirgin bir şarkıdan ziyade, belirgin şarkıcıların birden fazla şarkısı yaza damga vurma eylemi içerisinde. Şayet yurt dışından gelmiş bir turist olsaydım, Türkiye’de sadece 10 şarkıcının var olduğuna kolayca ikna olabilirdim. Çünkü sadece onların şarkıları çalıyordu etrafta. Tarkan, Demet Akalın, Gülşen, Hande Yener, Murat Dalkılıç, Hande Yener, Burcu Güneş, Ajda Pekkan, Mustafa Ceceli ve Soner Sarıkabadayı. Bu 10 şarkıcının muhtelif şarkıları, ama öncelikle son klip şarkıları günün neredeyse 24 saati çalındı kulağıma. Arada tek tük başka şarkıcılardan, başka şarkılar da duydum tabii ama onlar genellemeye giremeyecek kadar seyrek idi. Tatil için çok “sosyetik” ve çok “trendy” yerleri tercih etmediğimi de hesaba katarsanız, orta sınıf yazlık eğlence anlayışının bu 10 şarkıcının etrafında döndüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. En azından bu yaz böyleydi bu.
Tabii bir de nerede olursanız olun, bir şekilde karşınıza çıkacak türküler ve oyun havalarını, halayları ve de özellikle “Ankara’nın Bağları”nı bu listenin arkasına ekleyebilirsiniz. Gerçi onlar ne yaz ne kış ayırt ediyor, ne de eski-yeni… Her biri birer klasik adeta. Memleketin neresine giderseniz gidin, bir “Misket”in, bir “Roman”ın, bir “Ankara Havası”nın, bir “Horon”un ve dahi bir “Halay”ın olmadığı yerde, eğlence eksik kalıyor. Bunca yıldır mekânlarda çalarım ya da çalmasam da bulunurum, “Misket”le kollaru havaya kaldırmamış, “Roman”la ceketi belinde Adnan Şenses’e dönüşmemiş erkek, “Mezdeke” ya da “Rakkas”ı duyduğu anda beyniyle bedeni arasında iletişimi koparmamış kadın görmedim. “Halay” ise kadın erkek topluca şuur kaybı sebebi; yöresi fark etmiyor. Ha ‘yok ben ille de çok alternatif bir tipim’ derseniz, tüm bunlardan azade, steril mekanlara, tatil yerlerine gitmeniz gerekiyor ki “rocker”lığınıza ya da “classical”lığınıza zeval gelmesin. Tatil için gittiğiniz yerde şayet varsa, “rock” barlardan kafanızı çıkarmaz ya da bir tekne tutup, açık denizde kaptana gece gündüz klasik müzik çaldırmazsanız, bu akıbetten kaçış yok. Hem “yaza damgasını vuran şarkılar”a, hem de ilimizden yöremizden türküler ve oyun havalarına metanet göstermek durumundasınız. Bir de kulaklık çaresi var işte. İcat edenden Allah razı gelsin.
Ben de hem tatil, hem iş hesabı, hem de yukarıda bahsi geçen yaz işkencesinden kaçış babında yine kulaklıklarımla bir yaz aşkı yaşadım bir hafta boyunca.
Bu arada yazlık şarkıcıları ve şarkıları “işkence” diye tanımlarken, onları hakir gördüğüm kanısına varılmasını da istemem. Bugüne dek yazdıklarımla çelişmek olur bu ki yazılarımı okuyanlar bilir, popu önemserim. Burada işkence konusu olan şey, barından teknesine her yerde aynı seslerin aynı şarkılarla dönüp duruyor olması. Yoksa bir popçu için yazlık şarkı çıkarmak da bir başarıdır, onu yok saymıyorum.
Yukarıda bahsi geçen sebeplerden ötürü, tatil dinlemelerimde daha önce üzerine fazla düşemediğim albümlere kulak verdim en çok. Bunların içinde en çok Miya’nın albümünü sevdim. Öyle çok sevdim ki, bir süre sonra benim için olay teknik dinleme safhasından çıkıp, keyfi dinleme noktasına geldi. Uçsuz bucaksız denizin göz alabildiğine mavisiyle içime dolan sonsuzluk, sınırsızlık, özgürlük duygusuna Miya’nın şarkıları nasıl güzel eşlik etti anlatamam. Zaten o dinlemelerden sonra hemen oturup albümle ilgili bir yazı kaleme aldım. Otelin terasında, püfür püfür esen rüzgâra ve boylu boyunca sahilin ışıl ışıl gece manzarasına karşı döktüm albümle ilgili hislerimi yeni bir Word belgesine.
Geceleri kafayı yastığa koyduğumda, genellikle kulağımda Çiğdem Erken oldu. Dinlemekte ve yazmakta geciktiğim albümlerden biriydi. Bazı albümler özel ilgi ister dinleyiciden. “İstanbul Kızı” benim için öyleydi, onun için bekliyordu bir köşede. Tatil iyi fırsat oldu, onu da yazacak kadar hazmettim böylece. Albümle ilgili yorumu elbette yazıya saklıyorum.
Mabel Matiz’in “Sultan Süleyman”ı da başucu şarkılarımdan biriydi tatil boyunca. Döndüre döndüre dinledim. Bu arada maruz kaldığım televizyon ekranlarında Mabel’in “Zor Değil” klibini gördüm defalarca. Onun ana akıma sızabilmiş olmasından ziyadesiyle memnun oldum. TT Net verilerine bakılırsa “Aysel’in” albümünde “Firuze”den sonra en çok dinlenilen “Sultan Süleyman” olmuş. Umarım bu veriyi de gözden kaçırmadan şarkıya bir klip çekerler. Çünkü tatilde bir kez daha gördüm ki klibi olmayan şarkının bileni az oluyor. Çalanı ve dinleyeni de öyle. Şu bizim meşhur kısır döngümüz!..
Birkaç yeni “rock” grubu da dinlediklerim arasındaydı. Yeni “rock” gruplarının ortak özelliği, ilk dinleyişte ayırt edilebilecek, farklı ve çarpıcı bir “sound” yakalayamamaları oluyor ne yazık ki. Bir önceki kuşağın “rock” grupları ekseriya yabancı “rock” müzisyenleri ve gruplarına öykünürdü. Şimdikilerde ise daha ziyade Türk “rock” piyasasından besleniyorlar sanki. Ya bir Duman etkisi, ya bir Mor ve Ötesi benzerliği… Öyle ki, üç beş yeni grubun şarkılarını karıştırıp dinleseniz, solistin sesi dışında birbirinden ayrıştırılabilen bir fark bulabilmek kolay değil. Yani onlar hakkında yazı yazmak için sadece dinlemek yeterli olmuyor. Üzerlerinde çalışmak, grubun alt yapısını, grup üyelerinin geçmişlerini, birbirleriyle ilişkilerini, ilgi alanlarını, varsa felsefelerini filan deşmek, bunun için sıkı bir internet okuması yapmak, ardından müziklerine konsantre olup, daha önce dinlediğiniz tüm grupları bir kenara koyarak, sadece o gruba odaklanarak albüm hakkında yazmak filan epeyce çaba gerektiriyor. Bu nedenle bu ilk dinlemeler sadece bir öncü fikir edinmek adına işe yarıyor. Detaylı dinlemeler için tatil uygun değil.
Henüz yazmadığım Hüsnü Arkan ve Birsen Tezer albümlerini de ihmal etmedim tatilde. Birsen Tezer’in “Kendi Kendime” şarkısını her dinlediğimde Ortaçgil dinlemeyi daha çok özledim. Telefonumun müzik listesine Ortaçgil albümünü atmamış olmam bağışlanamaz bir hataydı. “Denize Doğru”nun tam yeri, tam zamanıydı çünkü.
Bir de ana akım poptan Işın Karaca’nın yeni albümüne ve Sina’nın ilk albümüne kulak verdim. Onları da yazacağım zaten önümüzdeki günlerde.
Keyfi dinlemelerim arasında ise aylardır vazgeçemediğim “Hayat Gibi” albümüyle Toygar Işıklı ve yeni takıntım “İsyanım Budur”la Doğa vardı. Her ikisi de daha önce yazdığım albümler olduğu için onları artık iş gibi görmeden dinleyebiliyorum. O ikisini daha uzun süre de dinlerim gibi geliyor. Yakında yanlarına bir de Mirkelam’ın yeni albümü “Denizin Arka Yüzü”nü koyacağım. Onunla ilgili yazım da Milliyet Sanat dergisinin Ağustos sayısında çıkacak.
Herkes tatilde ne yediğini, ne içtiğini, neleri gezdiğini anlatır, ben de neler dinlediğimi anlattım. Bunu “Tatilde Ne Dinleyelim?” başlıklı bir yazı olarak da okuyabilirsiniz. Arada Gezi’ye de dokundum ama bu aralar yolu Gezi’den geçmeyen hiçbir şey yok memlekette; olacak o kadar. Kaldı ki o konuda ne yazsam, daha fazlası içimde kalır. Az bile yazdım.
Benim tatilim bitti. Darısı Ağustos başı itibarıyla ayağı hâlâ deniz suyuna değmemişlerin başına!
(Milliyet Sanat dergisi Haziran 2013 sayısında ve 23 Haziran 2013 tarihli Milliyet Gazetesi Pazar ilavesinde yayımlanmıştır.)
Aysel Gürel güzeldi. Kırış kırış olmuş yüzü, çökmüş avurtları, dökülmüş saçları, yaşını gizleyemeyen bedeniyle güzel... Ondan yaşça çok daha küçüklerin bile botokslanmış, doku enjekte edilmiş, gerdirilmiş yüzleri, sağlıklı beslenmiş, diyetlerden diyet, detokslardan detoks beğenmiş vücutları vardı. Ama o hepsinden daha güzeldi. Çünkü onun yüzünü dolduran kocaman bir gülüşü, bayramlık gözlerinde cin gibi bakışları, bedenine sığmayan bir yaşam enerjisi ve en önemlisi de pırıl pırıl, ışıl ışıl bir zekâsı vardı. “Yüzümdeki çizgilerin her birisi bir şiir, şimdi söyleyin bana, bana yaşlı mı denir?” demişti son yazdığı şarkı sözlerinden birinde. Güzelliğinin sırrını böyle ele vermişti belki de.
(27 Mayıs 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Oğuz Taktak, Tolga Özbey, Bülent Kabaş, Levent Özer ve Orkun Tunç’tan kurulu Rashit en son 2010 yılında “Dinozor” adlı mini albüm ile karşımıza çıkmıştı. Bundan tam 20 yıl önce kurulan; yani neresinden baksanız memleketin en uzun ömürlü “punk-rock” grubu olan Rashit’in, “İnsan Neslinin Sonu” adı verilmiş yeni albümü geçtiğimiz günlerde Ada Müzik etiketiyle yayımlandı.
Rashit, bilinen “punk-rock” klişeleri üzerinden yürüyerek çıktığı yolda, şarkı sözlerini ülke güncel müziğinin lügatine hiç girmemiş kelimeler ve el değmemiş mevzularla bezerken, müzikal anlamda da yükselen bir ivme yakaladı yıllar içerisinde. Müziğini ve sözünü, hayata bakışının, politik duruşunun ve düşünüşünün içinden geçirerek sunmak/söylemek her babayiğidin harcı değil. Hem inandırıcı, hem istikrarlı olmanız beklenir sizden çünkü. Rashit bunu başarabilen sayılı gruptan biri. “Bir televizyon kanalına sinirlenip giydirelim, bir de Kenan Evren’den Pinochet çıkarırız; olur sana politik sos” mantığında bir omurgasız muhalefet, ilhamını Cihangir sohbetlerinden alan hesaplı nokta vuruşları değil bahsettiğim; bütün bütüne okuyana/kulak verene ve tabii ki anlayana başka türlü düşünme, bakma, görme pratiği yaşatan, algı değiştiren, sınır geçiren cümleler üzerinden örneklenmiş farklı bir yaşam biçimi.
Sadece bu nedenle bile çok daha fazla sayıda insanın kulak kesilmesi gereken bir grup olan Rashit’in yıllardır alternatif başlığı altında kalıyor ve kendi kemik kitlesine hitap ediyor olması hep adaletsiz geliyordu bana. Hele ki “rock” müzik bu kadar ana akıma çekilmiş iken. Neyse ki bu albümde başka bir şey olmuş. “İnsan Neslinin Sonu”, bir yarısında başka bir dinleyici kitlesini de yakalayabilecek şarkılar barındırıyor.
Mesela Nazan Öncel düeti “Kancalar” böyle bir şarkı. 70’lerin popüler televizyon dizilerinden Kaygısızlar’ın (The Persuaders) John Barry imzalı tema müziğinden Tolga Özbey’in yazdığı sözlerle, bambaşka bir şarkı çıkarmış Rashit. 60’lardan “In Your Green Eyes”ın Türkçe versiyonu “İki Gölge” ise Göksel-Rashit düetiyle bir 2010’lu yıllar aranjmanına dönüşmüş ki, bu şarkı da alışageldiğimiz Rashit müziğinin çok dışında aslına bakarsanız. Yine 60’lardan Love’ın “Alone Again Or” adlı şarkısı ise bugün yazılmış sözleriyle albümün Rashit usulü aranjmanı olmuş. Bir de albümün açılışında karşımıza çıkan ve orijinali bir Göktürk ezgisi olan “Nogay Marşı”nın Rashit versiyonu “Hep Yokluğa” var. Bu şarkıların her biri belki sadık Rashit dinleyicilerine ilk dinleyişte “N’oluyoruz?” dedirtecek şarkılar ama enteresan bir biçimde bir yandan Rashit müziğini daha popüler olmaya yaklaştırırken, bir yandan da albümün bütünü içerisinde eğreti durmuyor, yer buluyorlar. Kendi adıma yadırgamadığımı, hatta sevdiğimi söylemeliyim. “Kişisel Cehennemim”, “Büyük Yarış”, “Savaş Boyaları” gibi şarkılarda Rashit’in yaşadığımız hayatlara ve dünya üzerinde olup bitene baktığı yerden siz de bakıyor, zihninizi açıyorsunuz. Öğretilmiş utanma duygusunun insanı sakat bırakan yanlarını sorgulayan “Gecenin Günahı Yok” ve “Çıplak Görüşme”, adeta birbirini tamamlayan şarkılar. Bir de “Lunatik Sanrılar” var ki, satır satır okumalık/dinlemelik, hatta etüt etmelik. Bu arada albüme adını veren şarkının, albümün sonuna “hidden track” olarak yerleştirildiğini de söyleyeyim. Albüm kapağındaki kafatası röntgeni esprisini albümünü daha önce çıkaran Bedük kullandı ve haliyle espri bozuldu. Bundan mıdır bilinmez, bundan önceki albümlerinde hep çok yaratıcı tasarımlar sunmuş Rashit’in bu albüm kapağı pek sıra işi olmuş. Mazruf durumu kurtarıyor, o ayrı.
(20 Mayıs 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
İlk albümü 2005 yılında piyasaya sürülen, son olarak 2011 yılında tekli olarak yayımlanan “Hep Bana” ile dinleyici karşısına çıkan Sadık Karan’ın dördüncü albümü “Yeni”, geçtiğimiz günlerde Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle yayımlandı.
Sadık Karan ilk albümünde alaturka müziğe daha yakın görünüyordu. Bu albümden “Bak Gidersem Dönmem”le iyi bir çıkış yakaladı. İkinci albümüne adını veren “Aman” ise tam bir pop “hit”iydi ve epeyce ses getirdi. İkinci albümüyle birlikte genellikle kendi yazdığı şarkıları seslendiren Karan, bu kulvarda eli yüzü düzgün ama iddiasız işler yaparak yoluna devam etti. Fazla iddia kadar iddiasızlık da risk içerir biliyorsunuz. Onun, sesi ve fiziğinin avantajıyla kendini popüler müzik içerisinde başka bir yerde konumlandırabileceğine dair düşüncemi yüzüne karşı dile getirdiğimde, “Ben o değilim,” olmuştu cevabı. Pop-star olmayı değil, kendi yazdığı şarkıları söyleyen, istediği müziği yapan, kendi gibi görünen bir müzisyen olmayı tercih ediyordu, buna çabalıyordu. İddiasızlığı da bu yüzdendi. Nitekim bu son albümünde de bunun altını daha kalın çizgilerle çiziyor.
5 şarkının yer aldığı bu mini-albümde tüm sözler ve müzikler Sadık Karan’a ait. 3 şarkının düzenlemesini Emirhan Cengiz, diğer ikisininkini ise Mert Ali İçelli yapmış. Başından sonuna dek sakin sularda yüzen bir albüm bu. Yüksek tempo, popüler ritimler ve elektronik altyapı içermiyor; aksine alabildiğine akustik. Neyse ki artık 2000’lerde değiliz ve böylesi albümler hem sektör içinde, hem de dinleyici saflarında kendine yer bulabiliyor.
Bir çocuk saflığı ve naifliği ile “Beni yordu, pis bu şehir,” diyen 30’lu yaşlarındaki adamın büyük şehre ve şehrin yapay insan ilişkilerine karşı hissettiği yabancılaşma duygusunu, eğer ki İstanbul benzeri bir metropolde birkaç yıl geçirmiş iseniz, tanıdık bulmamak mümkün değil. Hani tam da yetişmeniz gereken bir randevunuz varken, trafik keşmekeşinde kaldığınızda sıkı bir küfür sallarsınız ya bazen… İşte Sadık Karan o küfrü tersine çeviriyor bu şarkıyla. Sinirlenmeden, sakin sakin, hatta umudunu da yitirmeden “Kalk Gidelim” diyor. Türk popunun ortalama seyrinde pek alışık olduğumuz türden şarkı sözleri değil bunlar. Sonrasında “Kağıt Kesiği” ve “Sen Unut”la romantik sularda yüzüyor, “Saldım Yakasını” ile kendini iyileştiriyor Sadık Karan. Son olarak da daha hafif ve daha hareketli “Toz Duman” ile adeta 2005 yılına, ilk çıkış şarkısına bir selam gönderiyor ve alaturka temalı bu şarkıyla tamamlıyor albümü. İlk klip şarkısı olarak seçilen “Kalk Gidelim” zaten yeterince yerini buldu. Şimdilerde klibi çekilmekte olan “Sen Unut” ise benim albümdeki favorim.
Karan’ın kendi çizgisinde giderek yukarı tırmanmakta olan şarkı yazarlığına diyecek yok ama şarkıcılık tekniği açısından bu albümde beni rahatsız eden noktayı da söylemeden geçemeyeceğim. İlk ve son şarkıda Karan’ın yorumunda çok belirgin bir teatral tavır ve hecelerin üzerine yüklenen alaycı vurgular var. Umarım bunu bir karakteristiğe dönüştürmez; zira kulağa hoş geldiği söyleyebilmek çok zor.
Kariyeri boyunca eli yüzü düzgün işlere imza atmış, doğru düzgün bir müzisyen, popüler müzik piyasasının değil, kendi koyduğu kuralların peşinden gitmeye devam ediyor bu albümle. Albümün kartoneti ve kapak fotoğrafları da içeriği kadar sade, iddiasız ama şık.
(13 Mayıs 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Kurucusu ve solisti olduğu Karmate adlı grupla birlikte beş yıla yakın bir süre içinde iki albüm yapan ve sayısız konser veren Resul Dindar’ın ilk solo albümü “Divane”, geçtiğimiz günlerde Esen Müzik etiketiyle yayımlandı.
Resul Dindar, Artvin Hopa doğumlu ve hayatının 25 yılını doğduğu yerde geçirmiş. Yaptığı müziği üstünkörü bir genelleme ile ‘Karadeniz müziği’ diye adlandırmak mümkün. Ancak ayrıntılara girdiğinizde, aynı başlık altında sıralayabileceğimiz birçok isimden farklı bir tavra ve tarza sahip olduğunu fark ediyorsunuz.
Karadeniz müziğinin mahalli sanatçıların ve TRT repertuarındaki türkülerin çerçevesinden çıkıp ana akım popüler müzik içerisinde yer bulmasının ucu ‘90’lı yıllara uzanıyor. Fuat Saka ve Volkan Konak’la başlayan rüzgâr, Kazım Koyuncu’yla görülmemiş bir ivme kazandı ve irili ufaklı şarkıcı ve gruplarla bugün de devam ediyor. Doğu-Güney Doğu, İç Anadolu ve hatta Trakya bölgelerinin halk müziklerinin nasıl bir deformasyona uğratıldığına yıllar içinde şahit olduk ama bereket ki Karadeniz müziği (Davut Güloğlu ve birkaç türevini bir kenara koyarsak) bu deformasyondan fazla payını almadı; kendi naif ve doğal dokusunu, müzikal yapısını korumayı nispeten başardı. Bunda yukarıda saydığım isimlerin de payı büyüktü elbette. Karmate de bu doğrultuda çalan ve söyleyen bir gruptu. Görünen o ki Resul Dindar bu ilk solo albümünde de otantik Karadeniz müziğine sadık kalarak yoluna devam ediyor.
18 şarkıdan oluşan albümde yazanı, derleyeni belli türküler de var, anonim eserler, türkü formunda besteler de. Lazca, Hemşince de var, Gürcüce de. Bütün bir Karadeniz sahilinden ilhamını almış, kimileri yıllardır şu veya bu şekilde kulaklarımızda kalmış şarkılar bunlar. Mesela açılış şarkısı “Sen Bu Yaylaları Yaylayamazsın”, TRT günlerinde Kamil Sönmez’den, Süreyya Davulcuoğlu’ndan nasıl dinlediysek, yine öyle çıkıyor karşımıza. Ve sonra bütün albüm böyle akıyor. Yersiz modernizasyon ve sentez çabalarına girmeden, katıksız haliyle, nasıl olması gerekiyorsa öyle tınlıyor Karadeniz’in hırçın dalgasından, sert poyrazından, ağır yağmurlarından ve koyu yeşilinden müziklenmiş şarkılar. Ve Resul Dindar, sonradan öğrenilmiş, taklit edilmiş değil; has ve doğal Karadeniz şivesiyle sesini veriyor şarkılara. İşin en iyi tarafı, benzer işlerde kulağımıza kulağımıza sokulan ve bir süre sonra bıkkınlık vermeye başlayan kemençe sesinin bu albümde tam da dozunda kullanılmış olması. Çünkü bu albüm Gürcistan sınırına kadar da gidiyor ve yer yer kulağınıza akordeon, mızıka, tulum, hatta buzuki ve lavtanın eşsiz sesleri de dokunuyor. Ve tüm bunlar otantiğe zarar vermeyen bir çoksesliliği bütünlüyor.
Türkü denilen şey bir halkın içinden geçtiği zamanlara şahitliğinin dökümleri aslında. Yaşanan ne varsa, acısıyla sevinciyle, derdiyle, coşkusuyla dillenip türkü oluyor; dilden dile kuşaktan kuşağa dolaşıyor. Buradan baktığınızda Çernobil felaketinin Karadeniz bölgesinde bıraktığı izleri, acıları anlatan “Kanser Belası” bir modern zaman türküsü olarak albümde beni en çok etkileyen şarkı oldu. Bir idam mahkûmunun ağzından yazılmış “Hapishane” de öyle. Yanı sıra “Dedikodu” gibi, “İzzet Dayı” gibi Karadeniz insanın dillere destan hınzırlığının ve muzırlığının izlerini taşıyan türküler de yok değil.
Başından sonuna epeyce doyurucu bir Karadeniz müziği ziyafeti bu albüm. Hatta ortalama albüm standartlarına nispetle epeyce uzun olması kulakta biraz peklik yapmıyor da değil. Türün meraklıları yine de sıkılmadan dinleyecektir; ona şüphe yok.
(6 Mayıs 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Aydilge 2006 yılından bu yana 3 albüm ve 4 tekli yayımladı. Dördüncü albümü “Yalnızlıkla Yaptım” ise geçtiğimiz günlerde Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle piyasaya sürüldü. Başından beri ağırlıklı olarak kendi yazdığı şarkıları söylemeyi tercih eden Aydilge, sayı hesabıyla da görüldüğü üzere üretken bir şarkı yazarı ve müzisyen. Yayımlanmış iki de kitabı var; yani aynı zamanda bir yazar. Yanı sıra radyo programcılığı ve dergi editörlüğü de yapıyor.
Hem bu kadar üretken, hem de faal olmak, hayatta söyleyecek sözü olmak demek aslında. Böyle bir derdi varsa, bunun için farklı mecralara akmaktan, başka başka kapıları zorlamaktan ve açmaktan yorulmuyor insan.
Aydilge’nin yeni albümünde 9 şarkı ve bir de “Intro” var. Daha önce tekli olarak yayımlanan “Sorma” ve “Akıllı Bir Deli” dışındaki tüm şarkılar ilk kez dinleyiciye sunuluyor. Yine kendi şarkılarını yazmış ve söylemiş Aydilge. Bazı şarkılarda Aydilge’nin yanı sıra Cem Sarıoğlu, Alen Konakoğlu, Atakan Ilgazdağ ve Faika Sarp’ın da imzalarını görüyoruz. Düzenlemeleri ve kayıtları Alen Konakoğlu yapmış, “Intro” ve “Sorma”nın düzenlemeleri ise Atakan Ilgazdağ’a ait. Görünen o ki Aydilge kendi kafadar ekibini kurmuş ve zaten bu da albüme müzikal bütünlük olarak yansımış.
İlk albümünden bu yana yol aldığı çizgide, bir parça daha popüler müziğe yaklaşmış Aydilge şarkıları dinliyoruz albüm boyunca. Şarkı sözlerinin merkezde durduğu, melodik şarkılar bunlar. “Yine Ben Âşık Oldum”, “İstanbul”, “Akıllı Bir Deli” ve “Demode”, albümün eğlenceli ve esprili şarkıları. Bunların içinde “Yine Ben Âşık Oldum”un ticari açıdan birkaç adım önde olduğu söylenebilir. İsim şarkısı “Yalnızlıkla Yaptım” bence albümün en iyilerinden biri. Bir müzikal şarkısı tadı veren “Aşk Acı Sever” de ilk dinleyişte dikkat çekiyor. “Haberin Yok” hem slogan sözleri, hem de kolay dile düşen tekrarlarıyla avantajlı gözüküyor. “Intro”nun hemen ardından gelen “Aşk Paylaşılmaz” albüme dramatik ve bir parça da depresif bir açılış yapıyor; belki sıralamadaki yeri burası olmayabilirdi. Çok seven oldu gerçi ama “Sorma”nın Aydilge versiyonu benim favorilerim arasında değil; şarkının Ayşegül Aldinç tarafından seslendirilen ilk versiyonuyla zamanında kurduğum duygusal bağ ile ilintili bir tutuculuk olabilir bunun sebebi belki de, bilemiyorum.
Buraya kadar her şey yerli yerinde. Birbirine benzeyen şarkılarla sıkmayan, dinleyiciye şarkı atlatmayan bu albüm bence bir tek noktada tekliyor; o da Aydilge’nin şarkıcılık tekniği. Çocuk yaşlarında sanat müziği korosunda başlayan şarkıcılık serüveninde Aydilge, ilk albümünden beri duyduğumuz üzere sesini geniş bir yelpazede kullanabilen, bu anlamda esnek ve tamperamanlı bir şarkıcı. Ne var ki özellikle bu albümde belirginleşen bir şekilde yer yer çıktığı tiz tonlarda nazal tınılar duyuluyor ve bu durum her kulağa hoş gelmeyebiliyor. İsmini hatırlayamadığım için beni bağışlasın; bir müzik yazarının Aydilge’yi çizgi filmlerden aşina olduğumuz Japon şarkıcılara benzetmesi boşuna değil. Bunu bir kusur değil, bir karakteristik olarak görmek/duymak da mümkün tabii ama Aydilge rahatlıkla daha tok ve daha dolgun şarkı söyleyebilecek bir ses aralığına sahip ve bu stilde ısrar zaman içerisinde onun için bir dezavantaja dönüşebilir. Albüm fotoğraflarını çeken Evren Arasıl, kapak fotoğrafında nefis bir kare yakalamış ve Lö Designer’ın tasarımı da bu kareyi taçlandırmış. Son zamanlarda gördüğüm en iyi kapak tasarımı desem sanırım abartmış olmam.
(29 Nisan 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Uzun yıllardır müzik piyasasının içinde olan Can Gox (ya da gerçek adıyla Can Gürsun), sınırlı bir çevrede tanınıyor ve seviliyor iken, Kaybedenler Kulübü filminin “soundtrack”iyle geniş bir kitlenin dikkatini çekti. Can Gox’un “Yalnızım Ben” adı verilmiş ilk albümü, geçtiğimiz günlerde EMI Müzik etiketiyle yayımlandı.
‘60’larda icat edilen, ‘70’lerin ilk yarısında zirve yapan Anadolu pop akımı, ‘80’lerde hem nitelik hem de nicelik olarak inişe geçmişti. Popüler Türk müziği kavramının içini tam anlamıyla doldurabilen tek türdü Anadolu pop ve ‘90’larda giderek etkisini yitiren bu akımın boşluğunu ucuz Türkçe pop doldurmaya başlamıştı. İşte o ara, fırsattan istifade ortaya çıkan Haluk Levent, peşi sıra Kıraç ve türevleri, ’60 ve ‘70’lerde bu türde yapılmış şahane işlerin kötü taklitleri, kopyaları oldular. Elinden daha iyisi gelenler olmadı mı oldu; ama hep alternatif kaldılar, ana akımda varlık gösteremediler.
Uzun yıllar sonra orijinal Anadolu popun çizgisine, deneyselliğine ve yüksek müzikal standardına bu kadar yaklaşan ve dahası bunu yaparken alternatif müziğin soğuk ve elitist raflarında dinleyici beklemek yerine popüler müziğin sıcak ve hareketli raflarında yer bulabilme şansını yakalayan Can Gox’un bu ilk albümünü en çok bu nedenle ayrı bir yere koymak gerekiyor.
Albüme dikkat kesilmek için başka nedenler de var. Mesela hem sesi hem fiziğiyle akılda kalıcı, farklı ve karakteristiği olan bir şarkıcı görmeyeli, duymayalı çok oldu. Müzik piyasasında yıllardır herkes ve her şey birbirinden ürüyor/türüyor gibi. Mesela Barış Manço, görünümüyle de, şarkılarıyla da, tavrı ve tarzıyla da hep tekti ve tek kaldı. Cem Karaca ona keza. Örnekler çoğaltılabilir. Can Gox’da da böylesi bir kendine özgülük hissediliyor. İlk bakışta dikkatinizi çekecek ve aklınızda kalacak bir görünüşü var. Sesi ve tekniği yer yer Cem Karaca’yı andırıyor ama asla taklit gibi değil. Müziğinde ‘70’ler Anadolu popun izleri belirgin ama üzerine farklı ve orijinal çeşniler de katılmış, kopyalanıp yapıştırılmamış bir izinden gitme bu.
9 şarkıdan oluşan albümde bildik iki türkü, “Drama Köprüsü” ve “Haydar Haydar”, Erdem Tarabus imzalı düzenlemeleri ve Can Gox’un yorumuyla dikkat çekiyor. Özellikle “Haydar Haydar”ın, Tanju Okan’dan bir başkasının sesine bu kadar yakışacağını düşünemezdim. Albümdeki diğer şarkılarda ise besteci ve söz yazarı olarak Can Gox’un yanı sıra Erdem Tarabus ve Gülce Duru’nun imzası var. Kaybedenler Kulübü filminin müziklerinde sesini ilk kez duyduğumuz Gülce Duru, bu albümde de bir şarkıda Can Gox’a eşlik ediyor. Yakında solo albümünü yayımlayacak olan Duru’nun da farklı sesi ve stiliyle çok parlak bir çıkış yapacağını ön görmek zor değil. Şiirlerinden alıntı yapmanın her nedense ve nasılsa “suç” haline geldiği bugünlerde, Ömer Hayyam’ın bir şiirini Can Gox bestesiyle dinliyoruz bu albümde. “Dal Goncayı Bir Sabah” adını taşıyan bu şarkıyı dinlemek ve paylaşmak da bir zaman sonra “suç” kapsamına girer mi, onu bilemiyoruz.
Albümün çıkış şarkısı “Sorma” ve isim şarkısı “Yalnızım Ben”in yanı sıra, “Gölge” ve “Rüzgâr” da ilk dinleyişte kulağı yakalıyor. “Asla Bırakma”da Can Gox, Gülce Duru ile düet yaparken sesini bambaşka bir şekilde kullanıyor ve şarkıların soliste değil, solistin şarkıya hizmet etmesi gerektiğinin handiyse dersini veriyor. “İnanmazsın”da kullanılan Hammond org ise ‘70’ler Anadolu popuna gülümseten bir selam çakıyor. Sayamadığım kadar çok ilk albüm dinledim son aylarda. Çok azı hakkında bu kadar net ve şüphesiz cümleler kurabildim. Bu albümü dinleyin. Can Gox’un müzik piyasasına bir bakıp çıkanlardan olmayacağını hemen fark edeceksiniz.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.