Albümlerini en iyi değerlendiren isimlerden biridir Ferhat Göçer. Her albümünde mümkün olduğunca çok sayıda şarkıya klip çeker, şarkıları yeni versiyonlarla servis eder, olmadı “remix” yaptırır ve uzun süre gündemden düşürmemeyi bir şekilde başarır. Nitekim 2011 çıkışlı son albümü “Seni Sevmeye Aşığım” da Göçer’i 2013 yılı Ocak ayına dek idare etti. Geçtiğimiz günlerde ise yeni bir şarkıyla karşımıza çıktı.
Dijital tekli olarak Emre Müzik etiketiyle satışa sunulan “Yarabbim”, söz ve müziği Altan Çetin’e ait bir şarkı. Zaten işin esprisi de Altan Çetin ve Ferhat Göçer isimlerinin ilk kez bir araya geliyor olması. Neresinden baksanız enteresan bir buluşma. Bir tarafta bugüne dek hep “salon şarkıları” söyleyerek bir kariyer inşa etmiş Ferhat Göçer, diğer tarafta doksanlardan iki binlere uzanan bir çizgide Türkçe popun ritmini hızlandırmış, “Yok Yere” gibi, “Kırmızı” gibi dans şarkılarıyla bugünün popuna da ilham vermiş Altan Çetin…
Sanırım bu buluşma en çok Ferhat Göçer’in işine yaramış. Kendi adıma, uzun süredir kanıksamaya, hatta bir parça da sıkılmaya başladığım çizgisinin dışına çıkmasına hem şaşırdım, hem de bir “oh be” demekten kendimi alamadım. Şu sıralar pop müziğinde yeni bestelerinin yokluğu en çok hissedilen isimlerden biri olan Altan Çetin’in sıfır kilometre bir şarkısına bu vesileyle kavuşmak da cabası. Ozan Doğulu’nun dinamik düzenlemesi şarkıyı tam da mevsimin ruhuna uydurmuş ve “Yarabbim” böylece yaz boyu çalınacak, dinlenilecek şarkılardan biri olmuş. İki de tenkidim var bu tekliye dair. Birincisi gerçekten çok kötü, çok basit duran, azıcık Photoshop kullanan herkesin daha iyisini yapabileceği kapak tasarımı; ikincisi ise şarkının adı. Şarkının adını ilk duyduğumda ben de herkes gibi Göçer’in bir Gencebay klasiği olan “Yarabbim”i yeniden söylediğini zannettim. Bu dereceye ismiyle özdeşleşmiş bir şarkı varken ortada, bu algı karışıklığını yaratmamak adına, şarkıya başka bir isim verilmeliydi bence.
Şunu içtenlikle söyleyebilirim ki, “Yarabbim” Ferhat Göçer için yeni bir dönemin başlangıcı olabilir ve başka bir hedef kitlesini, başka bir yerden yakalayabilir. Göçer demode kalmamak, kariyer tazeleyebilmek, güncellenebilmek için bu fırsata dört elle sarılmalı ve arkasını getirmeli.
Türk popunun kilometre taşlarından Selçuk Alagöz’ün oğlu ve Rana Alagöz’ün yeğeni olan Sencer Alagöz, başka bir dalda eğitim almasına ve iş dünyasında kariyer yapmasına rağmen çocukluğundan beri aileden gelen müzik yeteneğini de hiç ihmal etmemiş. Yıllar boyu korolarda şarkı söyleyen, Alagöz orkestrasında çalan Sencer Alagöz, 2011 yılında “Mavi Sular “ adı verilmiş bir tekliyle ilk kez popüler müzik sektörüne giriş yapmıştı. 2012’de “O Kadın” adlı ilk albümünü piyasaya süren Sencer Alagöz’ün geçtiğimiz günlerde dijital platformlarda Doremint Müzik etiketiyle satışa sunulan yeni teklisi “Biz İkimiz” adını taşıyor.
“Biz İkimiz”, söz ve müziği Sencer Alagöz’e ait bir şarkı. Alagöz kendi yazdığı şarkıları seslendirmeyi tercih eden bir müzisyen. Yani aileden gelen yetenek sadece şarkıcılıkta değil, bestecilikte de kendini göstermiş. Tekli için gönderilen basın bülteninden öğreniyoruz ki Sencer Alagöz bu şarkıyı, hem matematik, hem de sanatın çeşitli dallarında kullanılan “altın oran”ı kullanarak yapmış. Bunun teknik açıklamasını işin ehillerine bırakmak lazım. Kendi adıma ben bu ifadenin bir pop şarkısı için kullanıldığına ilk kez şahit olduğumu söylemeliyim.
Oranını bir kenara bırakırsak, bu hareketli ve eğlenceli pop şarkısının, Sencer Alagöz’ün bugüne kadar bize sunduğu şarkılar arasında en iyisi olduğunu söyleyebiliriz. Burak Buluç’un düzenlemede kullandığı popüler ritimler ve alaturka renk sazları, şarkının kulağa kolay yerleşmesini sağlıyor. Zaten melodik yapı da buna müsait. Sencer Alagöz’ün şarkıcılık anlamında da önceki çalışmalarına göre daha başarılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ne var ki şarkının çok kullanılmış, çok eskitilmiş, klişe cümlelerle dolu sözleri için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Söz konusu olan pop müzik de olsa, dinleyenlerin artık daha orijinal, daha çarpıcı şarkı sözlerine kulak kabarttıkları bir gerçek. Bu dezavantaj şarkıyı güncel popun birinci ligine çıkmaktan alıkoyacak gibi görünüyor; umarım yanılan ben olurum.
Popüler müzikte bir süredir farklı ve olumlu bir sürece girdiğimizi düşünüyorum. Dijital satışın ön plana çıkması ve bu vesileyle müzik pazarında iyiden iyiye 45’lik mantığının piyasaya hâkim olması daha fazla yeni ses ve yeni yüzün kendini gösterebilmesine imkân sağlıyor. Bu yeni kuşağın enerjisi, nicedir çok sıkıldığımız ve hatta bıktığımız demode tarz ve tavırların yerini pekâlâ alabilir. Hatta almaya başladı bile.
Özay Bakır bahsi geçen yeni kuşağa iyi bir örnek. Bakır, geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketiyle dijital platformlarda satışa sunulan ilk teklisinde söz, müzik ve düzenlemesi Ender Çabuker’e ait “Kalp” adlı şarkıyla karşımıza çıkıyor.
Ender Çabuker yakın zamanda Mustafa Ceceli’nin seslendirdiği “Es”in bestecisi olarak tanınıyor ama öncesinde Özgün’ün başta “İstiklal” ve “Şeytan” olmak üzere popüler bazı şarkılarına hem besteci hem de aranjör olarak imza atmıştı. Nilüfer, Murat Dalkılıç ve Yonca Lodi de Ender Çabuker şarkıları seslendiren isimlerden bazıları. Bestecilik tarafından baktığınızda Çabuker’in, sadece “Es” ve “Edebiyat” gibi iki şarkısı üzerinden bile onun standart pop kalıplarını zorlayan, müzikalite kaygısı güden bir şarkı yazarı olduğunu fark etmek mümkün. Aranjör kimliğinde ise aynı kaygıların üzerine yenilikçi ve modern bir tavır ekleniyor.
Zaten Özay Bakır’ın Ender Çabuker’in kapısını çalması da bu yüzden olmuş. İlk bir araya geldiklerinde Çabuker ona “Kalp”i dinletmiş ve Özay kendi bestelerini bir kenara koyup bu şarkıyla çıkış yapmaya karar vermiş. Doğru da olmuş. Çünkü “Kalp” hem çok genç bir şarkı, hem de Özay Bakır’ın şarkıcılığı ve sesi ile çok iyi örtüşmüş. Uzun süredir etkisi altında kaldığımız, 80’li yıllar piyanist şantör şarkılarından bozma “nağmeli” pop şarkıları ve şarkıcılarından sonra bu şarkı katıksız pop sevenlere ferah bir nefes aldıracak gibi. Her defasında yinelemekten bıkmadığım ve maalesef Özay’da da yer yer duyduğum ‘Türkçe vurgu hataları’ çekincesini bir kenara koyarsak tabii.
Son dönemde müzik piyasasında kulağımıza çarpan en dikkat çekici işlerden biri bu. Şarkı kadar, şarkıya görsel destek veren klip de öyle. Çok doğru ve bundan sonrası için umut veren, heyecan uyandıran bir başlangıç yapan Özay Bakır’a hep beraber “Hoş geldin” diyebiliriz.
Tatildeydim. Kısa bir süreliğine de ortam değiştirmek, denizle, kumla, güneşle haşır neşir olmak, tek derdi dinlenmek ve eğlenmek olan insanlar arasında vakit geçirmek filan iyi geliyor, bilirsiniz. Tatile iş götürmek kavramı her ne kadar kabul edilemez görünse de bu benim içim geçerli değil. Aksine tatilde işime daha fazla konsantre olabiliyorum. Takıyorum kulaklıkları denize karşı. Uzanıyorum şezlonga. Her zamankinden daha fazla müzik dinliyorum. Al sana iş!
Buraya ta Nisan ayından beri yeni yazı yazmamış olmamın sebebi tabii ki sadece tatil değildi. O zamandan bu zamana sürekli devinen bir gündem vardı. Hem benim açımdan böyleydi bu, hem de memleket açısından. Mayıs ayında uzun süredir planladığım kitabı yazmaya koyulmuştum. Kitap yazmak için inzivaya çekilmeyi pek anlamlı bulmazdım evvelden. Nitekim beş yıllık bir sürede tamamladığım Eurovision kitabımı yazarken hiç öyle dünyadan elimi eteğimi çekmek gereği hâsıl olmamıştı. Aksine kimi kez her zamankinden daha fazla sosyalleşme ihtiyacı duymuştum. Röportajlar, telefon görüşmeleri vesaire… Tabii o bir dokümanter çalışmaydı ve haliyle kalemim sadece tarihe şahitlik ediyordu. Ama kurgu yazmak, yani yazıyla yoktan bir dünya kurmak, kurduğunuz dünya yaşanmış bir hayat hikayesini temel alsa bile başka türlü bir konsantrasyon gerektiriyormuş. Velhasıl değişik bir deneyim yaşıyordum ve buna kaptırmış da olmalıyım ki, dinlemem için beni bekleyen albümleri ihmal etmeye o günlerde başladım.
Derken Gezi meselesi baş gösterdi. Mayıs sonuydu...
Hep canım acırdı yıllardır. Bu şehrin, bu ülkenin nasıl parsel parsel satıldığına şahit olmanın acısıydı bu. Giderek azalan yeşil alanlara, mecliste oy çokluğuyla, el çabukluğu marifet çıkarılan düzenlemeler sayesinde ormanların imara açılmasına, gazetelerdeki çarşaf çarşaf rezidans ilanlarıyla gözümüze sokulan katliama şahit olmanın ve hiçbir şey yapamamanın acısı…
Fatih Köprüsü ilk açıldığında, Anadolu yakasından köprüye çıkan o upuzun yol boyunca bir tek yapılaşma yoktu, bilir misiniz? Yolda kalsak arabayla, kimse görmez, bizi kesseler kimsenin haberi olmaz diye ürkerdik hatta. Üç yıl boyunca o köprüden her gün geçtim ve her geçişimde bir zamanlar orman olan o alanların nasıl bir garabete dönüştüğünü seyrederek üzüldüm.
O kadar geriye de gitmeyeyim. Buyrun Aslantepe stadının olduğu yere. Oraya o stadı diktiler, şimdi yanına bir hastane inşaatı yapılıyor. Arkasında ise bilmem ne kent inşaatları başlamış bile. Beş yıla kalmadan oradaki ormanların nasıl yok olduğuna birlikte şahit olacağız. Tıpkı Kavacık’ta, Ataşehir denilen yerde, Kayışdağı’nda şahit olduğumuz gibi. Sonra üçüncü köprü gelecek ve o canım Karadeniz ormanları da katledilecek.
Topçu Kışlası denilen şey de bu zihniyetin ürünüydü, bunu da biliyordum. Şehrin en güzel manzaralarından birine hâkim o alanda kalmış tek yeşil bölgenin, yani Gezi Parkının yerine bir inşaat yapmak hiçbir gerekçeyle açıklanamayacak, berbat bir fikirdi.
Yıllardır giderek artan anti-demokratik uygulamalar, dayatmalar, kerameti kendinden menkul çoğunluğun azınlığa tahakkümü gibi mevzuların bir sade vatandaş olarak üzerimde yarattığı kızgınlık ve kırgınlık, Gezi Parkının talan edilme planı konusunda gösterilen ısrarcı ve zorba tavırla birlikte benim için bir infiale dönüştü. Bir anlamda Gezi meselesi bardağı taşıran son damla oldu. Yüzbinlerce kişi benim gibi düşünüyor olmalıydı ki, hep beraber sokaklara döküldük.
Olayları uzaktan, sadece ana akım medyanın dezenformasyon sağanağı altında seyredenlerin “yakıp yıkanlar, vandallar ve hatta darbe heveslileri” diye tanımladıklarından biri de bendim evet, itiraf ediyorum. Hayır, ne yaktım ne de yıktım… Bırakın vandallığı, şiddet yanlılığını bir kenara, mutfağı basmış karıncalara ilaç sıkarken bile azap çeken, yufka yürekli adamın da tekiyim. Sadece, ülkeyi yönetmek üzere halk tarafından seçilmişlerin, halkı (ya da en azından halkın bir kısmını) görmezden gelen uygulamalarına tepkimi göstermek üzere sokaktaydım. Kimse çağırmamıştı. Ben kendim gitmiştim. Ve “hükümet istifa” diye slogan da attım evet. Çünkü uygulamalarını beğenmediğiniz politikacıları istifaya davet etmek, bunu sokağa çıkarak haykırmak dünyanın demokratik hiçbir ülkesinde suç değildir. Ama bu protestoları sindirmeye, susturmaya çalışan polisin toplumsal olaylarda müdahale maksadıyla kullanılması gereken biber gazı, tazyikli su gibi araçlarını bir silah niyetine kullanması suçtur. Biber gazı fişeklerini doğrudan insanların üzerine, kalabalıkların içine atmak, tazyikli suya kimyasal maddeler karıştırmak, onları, kelimenin tam anlamıyla silah niyetine kullanmaktır. Kaldı ki karşılarındaki insanların biber gazının etkilerini azaltmak için bulundurdukları limon, mide ilacı karıştırılmış su ve toz maskelerinden başka ‘silah’ları yoktu.
Kadınlar, yaşlı amcalar, teyzeler, gençler, yazarlar, oyuncular, müzisyenler, üniversite öğrencileri… Yani öyle ağır tahrikle bile kolay kolay sokağa dökülmeyecek, aklıselim insanlar vardı etrafımda. O süreçte katıldığım her protestoda böyleydi bu. O yüzden terörist gruplarmış, bilmem ne örgütleriymiş, faiz lobisiymiş, CHP’ymiş, dış mihrakmış filan gibi deli saçması teorilere bir an bile kulak asmadım. Ben gördüğümü, şahit olduğumu bilirim. Bu insanlar sokağa dökülmüşse ve yedikleri onca biber gazına, suya, copa rağmen geri çekilmiyor, dağıtıldıktan bir süre sonra tekrar toplanıyor, görülmemiş bir dayanışmayla direniyorlarsa, bunun açıklaması eski ve ucuz komple teorileri olamazdı. Bunu biz biliyorduk, muhtemelen onlar da biliyorlardı ama işlerine gelmedi. Olan biteni uzaktan izleyenlere başka türlü lanse etmeleri gerekiyordu. Onlar da öyle yaptılar.
Direnişin yoğun bir şekilde sürdüğü bir ay boyunca bırakın müzik yazmayı, dinlemeyi bile düşünemedim. Çevremdeki herkes gibi ben de ya sokakta zaman geçiriyor ya da sosyal medya başında olan biteni takip ediyordum. Gezi direnişinden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı bu ülkede. Buna inanıyordum. Öyle de oldu nitekim. Ancak bir yandan da hayatlarımızdaki ‘olağanüstü hal’ yavaş yavaş normale dönmeye başlamıştı. Benim için de öyle oldu. Tekrar müzik dinlemeye ve yazmaya başladım.
Bu arada Gezi direnişi süresince üretilen şarkıları da es geçmemek lazım. O bir gün gülüp bir gün ağladığımız manik depresif günlerde o şarkılar kimi zaman umut, kimi zaman isyan, kimi zaman da neşe tohumları ekti içimize. Çok şarkı yapıldı, ama samimi ama hesaplı. Hatta sayıları 100’ü geçti. Kendi adıma bende en çok Nazan Öncel’in, Marsis’in ve Alpay’ın şarkılarının iz bıraktığını söyleyebilirim. Yıllardır baskılanan politik mizahın ve klişeler denizinde handiyse kendi kendini boğmuş politik müziğin yeniden ve yeni bir dille şahlanışlarına şahit olmak az şey değildi.
Gelelim yazının asıl konusuna…
Geçenlerde önceden hesap edilmemiş, ani bir tatil planıyla ailece kendimizi Ege sahillerine attık. İçinden deniz geçen bir şehirde yaşadığım halde, denizi ne çok ihmal ettiğim dank etti kafama öncelikle. Suya bakmanın, yakın olmanın, denizi koklamanın, kuma dokunmanın, güneşe yüz sürmenin iyileştirici, onarıcı, yapıcı etkisini hissettim önce. Sonra hem tatil yaptım, hem iş.
Müzik sektöründe boşuna “yaza damgasını vuran şarkı” klişesi dolanıp durmuyor senelerdir. Bazı şarkılar yazın dinlensin, yazlık yerlerde çalınsın diye yapılıyor ya da mevcutlar arasından bazıları seçilip bu payeye layık görülüyor, bu mertebeye çıkarılıyor. Sonra siz istediğiniz kadar kulaklığınızı takıp, kendi yaz “playlist”inizi döndürseniz de müzik çalarınızda, gezdiğiniz sokakta, bindiğiniz teknede, gittiğiniz barda, yemek yediğiniz lokantada “yaza damgasını vuran şarkı”lara maruz kalıyorsunuz. Ben de kaldım. Gittiğim yerde bir hafta boyunca kulaklıksız gezdiğim her dakika onları dinledim; daha doğrusu dinlemek zorunda kaldım.
Gözlemim şudur ki bu yaz belirgin bir şarkıdan ziyade, belirgin şarkıcıların birden fazla şarkısı yaza damga vurma eylemi içerisinde. Şayet yurt dışından gelmiş bir turist olsaydım, Türkiye’de sadece 10 şarkıcının var olduğuna kolayca ikna olabilirdim. Çünkü sadece onların şarkıları çalıyordu etrafta. Tarkan, Demet Akalın, Gülşen, Hande Yener, Murat Dalkılıç, Hande Yener, Burcu Güneş, Ajda Pekkan, Mustafa Ceceli ve Soner Sarıkabadayı. Bu 10 şarkıcının muhtelif şarkıları, ama öncelikle son klip şarkıları günün neredeyse 24 saati çalındı kulağıma. Arada tek tük başka şarkıcılardan, başka şarkılar da duydum tabii ama onlar genellemeye giremeyecek kadar seyrek idi. Tatil için çok “sosyetik” ve çok “trendy” yerleri tercih etmediğimi de hesaba katarsanız, orta sınıf yazlık eğlence anlayışının bu 10 şarkıcının etrafında döndüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. En azından bu yaz böyleydi bu.
Tabii bir de nerede olursanız olun, bir şekilde karşınıza çıkacak türküler ve oyun havalarını, halayları ve de özellikle “Ankara’nın Bağları”nı bu listenin arkasına ekleyebilirsiniz. Gerçi onlar ne yaz ne kış ayırt ediyor, ne de eski-yeni… Her biri birer klasik adeta. Memleketin neresine giderseniz gidin, bir “Misket”in, bir “Roman”ın, bir “Ankara Havası”nın, bir “Horon”un ve dahi bir “Halay”ın olmadığı yerde, eğlence eksik kalıyor. Bunca yıldır mekânlarda çalarım ya da çalmasam da bulunurum, “Misket”le kollaru havaya kaldırmamış, “Roman”la ceketi belinde Adnan Şenses’e dönüşmemiş erkek, “Mezdeke” ya da “Rakkas”ı duyduğu anda beyniyle bedeni arasında iletişimi koparmamış kadın görmedim. “Halay” ise kadın erkek topluca şuur kaybı sebebi; yöresi fark etmiyor. Ha ‘yok ben ille de çok alternatif bir tipim’ derseniz, tüm bunlardan azade, steril mekanlara, tatil yerlerine gitmeniz gerekiyor ki “rocker”lığınıza ya da “classical”lığınıza zeval gelmesin. Tatil için gittiğiniz yerde şayet varsa, “rock” barlardan kafanızı çıkarmaz ya da bir tekne tutup, açık denizde kaptana gece gündüz klasik müzik çaldırmazsanız, bu akıbetten kaçış yok. Hem “yaza damgasını vuran şarkılar”a, hem de ilimizden yöremizden türküler ve oyun havalarına metanet göstermek durumundasınız. Bir de kulaklık çaresi var işte. İcat edenden Allah razı gelsin.
Ben de hem tatil, hem iş hesabı, hem de yukarıda bahsi geçen yaz işkencesinden kaçış babında yine kulaklıklarımla bir yaz aşkı yaşadım bir hafta boyunca.
Bu arada yazlık şarkıcıları ve şarkıları “işkence” diye tanımlarken, onları hakir gördüğüm kanısına varılmasını da istemem. Bugüne dek yazdıklarımla çelişmek olur bu ki yazılarımı okuyanlar bilir, popu önemserim. Burada işkence konusu olan şey, barından teknesine her yerde aynı seslerin aynı şarkılarla dönüp duruyor olması. Yoksa bir popçu için yazlık şarkı çıkarmak da bir başarıdır, onu yok saymıyorum.
Yukarıda bahsi geçen sebeplerden ötürü, tatil dinlemelerimde daha önce üzerine fazla düşemediğim albümlere kulak verdim en çok. Bunların içinde en çok Miya’nın albümünü sevdim. Öyle çok sevdim ki, bir süre sonra benim için olay teknik dinleme safhasından çıkıp, keyfi dinleme noktasına geldi. Uçsuz bucaksız denizin göz alabildiğine mavisiyle içime dolan sonsuzluk, sınırsızlık, özgürlük duygusuna Miya’nın şarkıları nasıl güzel eşlik etti anlatamam. Zaten o dinlemelerden sonra hemen oturup albümle ilgili bir yazı kaleme aldım. Otelin terasında, püfür püfür esen rüzgâra ve boylu boyunca sahilin ışıl ışıl gece manzarasına karşı döktüm albümle ilgili hislerimi yeni bir Word belgesine.
Geceleri kafayı yastığa koyduğumda, genellikle kulağımda Çiğdem Erken oldu. Dinlemekte ve yazmakta geciktiğim albümlerden biriydi. Bazı albümler özel ilgi ister dinleyiciden. “İstanbul Kızı” benim için öyleydi, onun için bekliyordu bir köşede. Tatil iyi fırsat oldu, onu da yazacak kadar hazmettim böylece. Albümle ilgili yorumu elbette yazıya saklıyorum.
Mabel Matiz’in “Sultan Süleyman”ı da başucu şarkılarımdan biriydi tatil boyunca. Döndüre döndüre dinledim. Bu arada maruz kaldığım televizyon ekranlarında Mabel’in “Zor Değil” klibini gördüm defalarca. Onun ana akıma sızabilmiş olmasından ziyadesiyle memnun oldum. TT Net verilerine bakılırsa “Aysel’in” albümünde “Firuze”den sonra en çok dinlenilen “Sultan Süleyman” olmuş. Umarım bu veriyi de gözden kaçırmadan şarkıya bir klip çekerler. Çünkü tatilde bir kez daha gördüm ki klibi olmayan şarkının bileni az oluyor. Çalanı ve dinleyeni de öyle. Şu bizim meşhur kısır döngümüz!..
Birkaç yeni “rock” grubu da dinlediklerim arasındaydı. Yeni “rock” gruplarının ortak özelliği, ilk dinleyişte ayırt edilebilecek, farklı ve çarpıcı bir “sound” yakalayamamaları oluyor ne yazık ki. Bir önceki kuşağın “rock” grupları ekseriya yabancı “rock” müzisyenleri ve gruplarına öykünürdü. Şimdikilerde ise daha ziyade Türk “rock” piyasasından besleniyorlar sanki. Ya bir Duman etkisi, ya bir Mor ve Ötesi benzerliği… Öyle ki, üç beş yeni grubun şarkılarını karıştırıp dinleseniz, solistin sesi dışında birbirinden ayrıştırılabilen bir fark bulabilmek kolay değil. Yani onlar hakkında yazı yazmak için sadece dinlemek yeterli olmuyor. Üzerlerinde çalışmak, grubun alt yapısını, grup üyelerinin geçmişlerini, birbirleriyle ilişkilerini, ilgi alanlarını, varsa felsefelerini filan deşmek, bunun için sıkı bir internet okuması yapmak, ardından müziklerine konsantre olup, daha önce dinlediğiniz tüm grupları bir kenara koyarak, sadece o gruba odaklanarak albüm hakkında yazmak filan epeyce çaba gerektiriyor. Bu nedenle bu ilk dinlemeler sadece bir öncü fikir edinmek adına işe yarıyor. Detaylı dinlemeler için tatil uygun değil.
Henüz yazmadığım Hüsnü Arkan ve Birsen Tezer albümlerini de ihmal etmedim tatilde. Birsen Tezer’in “Kendi Kendime” şarkısını her dinlediğimde Ortaçgil dinlemeyi daha çok özledim. Telefonumun müzik listesine Ortaçgil albümünü atmamış olmam bağışlanamaz bir hataydı. “Denize Doğru”nun tam yeri, tam zamanıydı çünkü.
Bir de ana akım poptan Işın Karaca’nın yeni albümüne ve Sina’nın ilk albümüne kulak verdim. Onları da yazacağım zaten önümüzdeki günlerde.
Keyfi dinlemelerim arasında ise aylardır vazgeçemediğim “Hayat Gibi” albümüyle Toygar Işıklı ve yeni takıntım “İsyanım Budur”la Doğa vardı. Her ikisi de daha önce yazdığım albümler olduğu için onları artık iş gibi görmeden dinleyebiliyorum. O ikisini daha uzun süre de dinlerim gibi geliyor. Yakında yanlarına bir de Mirkelam’ın yeni albümü “Denizin Arka Yüzü”nü koyacağım. Onunla ilgili yazım da Milliyet Sanat dergisinin Ağustos sayısında çıkacak.
Herkes tatilde ne yediğini, ne içtiğini, neleri gezdiğini anlatır, ben de neler dinlediğimi anlattım. Bunu “Tatilde Ne Dinleyelim?” başlıklı bir yazı olarak da okuyabilirsiniz. Arada Gezi’ye de dokundum ama bu aralar yolu Gezi’den geçmeyen hiçbir şey yok memlekette; olacak o kadar. Kaldı ki o konuda ne yazsam, daha fazlası içimde kalır. Az bile yazdım.
Benim tatilim bitti. Darısı Ağustos başı itibarıyla ayağı hâlâ deniz suyuna değmemişlerin başına!
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.