‘90’ların ikinci yarısında Türkiye’de “rock” müziğin genç
kuşağı popüler kültüre yavaş yavaş giriyor, ana akımla tanışıyordu. Önceki
kuşaktan farklı olarak bu yeni neslin müziği daha kentli, daha batılı ve daha
az protestti. Hatta kimileri hiç protest değildi; derdi sadece kendiyleydi. Belki
‘90’lar kuşağının aradığı da tam olarak buydu. Şeker şurup poptan daha sert ama
apolitik.
Teoman tam da o arayışın karşılığı olabilirdi. Oldu da… 1997
yılında yayımlanan ve kendi adını taşıyan ilk albümüyle dikkat çekti, 1998’de
yayımlanan ikinci albümü “O” ile kendi kulvarında bir stara dönüşüverdi. Bilen
biliyor, tanıyordu zaten ama mesele geniş kitlelerin, “rock” dinlemeyenlerin
ilgi alanına girmesiydi ki “O” albümündeki şarkılar bunu kısa sürede sağladı.
2000’de yayımlanan “Onyedi”nin sonraki yıllarda
kanıksayacağımız Teoman stilinin kendini iyiden iyiye gösterdiği albüm oldu. Romantik
serseri, uyumsuz, “ıssız”, tepeden tırnağa büyük şehirli genç adam şarkılarıydı
bunlar. “Onyedi” albümü neredeyse her şarkısıyla “hit” olunca ve üstüne üstlük “remix”lerden
oluşan bir kısaçalarla da desteklenince, peşi sıra gelecek albümün önünü de
açmış oldu. Teoman artık öksürse satar, dile düşerdi ama o öksürmedi. Yine her
bir şarkısı “hit” olacak “Gönülçelen” albümünü hazırladı ve albüm 2001 yılı Kasım ayında piyasaya sürüldü.
Bir önceki albümdeki gibi bu albümde de iki “cover” vardı:
Barış Manço’dan “Anlıyorsun Değil mi?” ve Özdemir Erdoğan’dan “Sevdim Seni Bir
Kere”. Her ikisi de ‘80’lerde popüler olmuş bu iki şarkı bir kuşak tarafından Teoman
şarkısı olarak bilinecek ve sevilecekti böylece. Albümdeki diğer sekiz şarkı
ise söz ve müzikleri Teoman tarafından yazılmış şarkılardı. Prodüktör olarak Murat
Akad’ın, aranjör olarak ise Teoman, Burhan Kulle, Burak Kulaksızoğlu ve Arbak
Dal’ın imzaları vardı albümde.
Hem şarkı sözleri hem de müziklerin birbiriyle bağlantısı,
bütünlüklü “sound”, bir önceki albümün, dolayısıyla da o albümün başarısının
devamını getiriyordu. Nitekim bir önceki albümün parlak işlerinden “Zampara’nın
Ölümü” de, ikinci ve son kısmıyla yer alıyordu bu albümde. Yanı sıra “İstasyon
İnsanları”, “İstanbul’da Sonbahar”, “Doktor” ve albüme adını veren “Gönülçelen”
teker teker “hit” olabilcek güçteydi ki oldular da. “Soluk Soluğa” ise Türkçe
sözlü müzikte hiç alışık olmadığımız kadar “erotik” sözleriyle Teoman’ın daha
sonra yapacağı bu tür şarkıların öncülerinden biriydi.
“Gönülçelen” albümü geçtiğimiz günlerde Murat Akad ve
Universal işbirliğiyle plak olarak basıldı. Albümü bu vesileyle tekrar
dinleyince albüm kültürünün neredeyse unutmak üzere olduğumuz tadına yeniden
vardım. Dinlediğim her bir şarkıdan ayrı mutlu oldum, ayrı yaşanmışlıklar
hatırladım. 2001 yılında çıkmış bir albümün nostaljik duygu vermesine biraz
bozulduysam da yakın bir geçmişte memlekette böylesi albümler yapılmış olmasından
haz duydum. Şu kötü zamanlar gelip geçtiğinde yine böyle albümler yapmak
isteyenlere rehber olacaklar listesine pekâlâ konulabilir “Gönülçelen”. Plak
olarak arşivlere koyabilmek çok kıymetli o yüzden.
“Aaa bu şarkıyı Ebru Yaşar nasıl söyler? Feridun Düzağaç
buna nasıl izin verir?” diyenlerden değilim. Müzikte katı çizgilerle
ayrıldığını sandığımız türler arası geçişin aslında ne kadar kolay
olabildiğini, kategorilerin ne kadar yalan olduğunu gösteren her örnek başımla
beraber, kabulümdür. Tabii “cover” yaparken şarkının orijinalini perperişan
etmemek kaydıyla.
Ebru Yaşar, Feridun Düzağaç’ın 2003 çıkışlı ve her şarkısı
ayrı “hit”, “”Orijinal Alt Yazılı” albümünden “Alev Alev”i yeniden seslendirdi
ve şarkı geçtiğimiz günlerde DMC etiketiyle tekli olarak yayımlandı. Söz ve
müziği Feridun Düzağaç’a ait şarkının bu düzenlemesi Mustafa Ceceli tarafından
yapılmış.
Yazının başından beri iki kere Ebru Yaşar yazdım ve her
ikisinde de elim ister istemez önce Ebru Gündeş yazdı. Gerçi Gündeş aynı adlı
bir şarkısı var geçmişte ama bu şarkı da ona çok yakışırdı şimdi doğruya doğru. Kaldı ki o da en az Ebru Yaşar kadar bütçe ayırabilirdi bu şarkıyı satın almak için. Ben tabii bir Ebru Yaşar hayranı değilim. Gerçi 1996 yılında yayımlanan ilk
albümünün “hit” şarkısı “Bu Sahilde” herkes kadar beni de etkisi altına almıştı
o dönem. Enteresan bir sesti ve popun alıp başını gittiği o günlerde arabesk kulvarı
pek fazla genç şarkıcı çıkarmıyordu.
Sonra o genç kız büyüdü, palazlandı, “Seni Anan Benim İçin
Doğurmuş”, “Aşkımız Buraya Kadar”, “Sırtımdan Vurdu” gibi kendine ait “hit”ler
yakalayarak yerini yaptı. Şimdi bakıyorum, bugünün pop / arabesk seven gençliğinde
bir karşılığı var Ebru Yaşar’ın. Biraz çocukluklarından gelen, nostaljik bir
sevgi bu ama Ebru Yaşar 2010’larda da boş durmadığı ve kendi janrında parlak
işler yaptığı için gündemini de bir şekilde korudu öte yandan.
“Alev Alev”, Ebru Yaşar’a yeni bir gündem yaratabilir.
Şarkının yeni düzenlemesi ve yorumu belki bir başyapıt değil ama kötü de değil.
Bu “cover” vesilesiyle bir kişi bile Feridun Düzağaç şarkılarıyla tanışsa, o da
kârdır ayrıca.
Ebru Yaşar’ın sesi ve yorumunu ne kadar sevdiğinizle bağlantılı
olarak ciğerinizi de sökebilir bu versiyon, canınızı da sıkabilir, orası size
kalmış şarkının arabeskleştirilmesindeki doz bana doğru geldi. Bundan fazlası
sahiden can sıkabilir, bundan azı Ebru Yaşar’a yakışmayabilirdi.
Hâlâ onun 43 yaşında öldüğüne inanmakta zorlanıyorum. O
kadar kerli ferli, yaşını başını almış bir adam gibi gelirdi ki gözüme hep…
Belki sesinin haşmetinden, belki görüntüsünün heybetinden, bilmiyorum. İlk albümü
“Ağlama Bebeğim” 1985 yılında piyasaya çıktığında da sadece 28 yaşındaymış.
Gencecikmiş yâni.
’80 ihtilali sonrası Selda Bağcan, Cem Karaca, Zülfü
Livaneli, Edip Akbayram yani sol tandanslı müzik dinlemek büsbütün yasak değilse
de en hafif tabiriyle “sakıncalı” oldu bir süre. İhtilalin derdi en çok “komünistler”leydi
çünkü. Sol görüşlü düşüncenin tamamı “komünist”ti; “güneşli, güzel günler,” “aydınlık”,
“şafak”, “yoksulluk”, “kavga” filan gibi laflar hep komünistti.
Ne müziğin sesini kısabilirsiniz, ne de düşüncelerin… Nitekim
çok geçmeden “protest” tavırlı şarkılar yeniden gösterdi yüzünü plaklarda… 1985
yılında Edip Akbayram, Mahzuni’den, Selda Bağcan, Livaneli’den şarkılar
koyarken albümlerine, Livaneli de Theodorakis’le birlikte “Güneş Topla Benim
İçin” diyordu. Cem Karaca henüz Türkiye’ye dönememişti. Tam da o sıralarda
çıktı Ahmet Kaya’nın ilk albümü “Ağlama Bebeğim”. Önce Livaneli’nin müziğine
benzetti herkes şarkılarını. Ondan mıdır bilinmez, gözlüklü bir fotoğrafının
illüstrasyonunun yer aldığı kaset kapağı başka bir illüstrasyonla değiştirildi
ikinci baskıda.
İhtilalin vaat ettiği “huzur ve güven ortamı” gelmiş miydi
memlekete sahiden? Yoksa zamanında şiirler, şarkılarla anlatılmış acılarımız,
dertlerimiz, kusurlarımız, eksikliklerimiz devam ediyor muydu? Belki de
artmıştı. Yeni şarkılar anlatacaktı onları da ama artık yeni bir dile, yeni bir
üsluba ihtiyaç vardı. O sloganlar, metaforlar, klişeler eskimiş, devrimi
tamamlamıştı.
Ahmet Kaya ilk iki albümünde onlardan beslenen yeni bir ses gibi
görünse de, 1986 yılında yayımlanan “Şafak Türküsü”ve yine aynı yıl bitmeden
piyasaya çıkan “An Gelir” adlı albümleriyle birlikte o yeni dilin ve yeni
üslubun öncüsü oluverecekti. Protest müzik, artık Anadolu poptan değil,
arabeskten el alıyordu. O halde başka bir ad bulmalıydı bu türe. Dünyanın en
saçma tabirlerinden biri olan “özgün müzik” yakıştırması böyle doğdu.
Ahmet Kaya külliyatından bugüne bir şarkı seçerken doğrusu
bir hayli zorlandım. O kadar çok bende yer etmiş, hayatımın bir dönemine eşlik
etmiş şarkısı var ki… Fakat galiba ben Ahmet Kaya’nın ‘80’li yıllarını, daha
doğrusu 1993’e kadar yayımladığı albümleri, o albümlerdeki şarkıları daha çok
sevdim. Yâni Ahmet Kaya denilince benim aklıma “Giderim”, “Kum Gibi”, “Nereden
Bileceksiniz” filan gelmiyor öncelikle. “Öyle Bir Yerdeyim ki” geliyor mesela, “Hani
Benim Gençliğim?”, “Şafak Türküsü”, “Gökyüzü”, “Sevgi Duvarı”, “Suskun” ve o
döneminden başka başka bir sürü şarkı geliyor. Ne çare o yıllarda televizyona
çıkarılmadığı için de o döneme ait doğru düzgün görüntüsü yok.
“Hani Benim Gençliğim?” Ahmet Kaya’nın 1987 yılında
yayımlanan “Yorgun Demokrat” adlı albümünün açılış şarkısıydı. Sözleri Yusuf
Hayaloğlu tarafından yazılan, bestesi Ahmet Kaya tarafından yapılmıştı. Tüm
albümün düzenlemesini ise Ahmet Kaya’nın uzun yıllar birlikte çalışacağı Osman
İşmen yapmıştı.
Denilebilir ki Ahmet Kaya’nın sesini belirli bir kitlenin
dışına da duyurabilen şarkılardan biri oldu “Hani Benim Gençliğim?” Belki
herkesin “penceresiz kaldığı”, “uçurtmasının tel örgülere takıldığı” anlar, zamanlar
vardı hayatında. Daha 18 yaşındaydım ama benim vardı mesela. Bu şarkıyı dinler
dinler, ağlardım o yüzden.
Sonrası malum. Bugün Ahmet Kaya şarkıları toplumun her
kesiminden, farklı yaşayış biçimleri, siyasi görüş ve müzik beğenilerine sahip
insanların az sayıdaki ortak paydasından biri. Demek ki neymiş? Müziğin etkisi siyasetler
üstüymüş. Kalbe dokunan kalırmış.
Bugün Ahmet Kaya’nın doğum günü. İyi ki yaşamış. Ruhu şâd
olsun.
Ceren Gündoğdu müzik kariyerinin ilk ödüllerini 2014 ve 2015
yıllarında Liselerarası Müzik Yarışması’nda kız solist dalında kazandığı
birincilikle almış. 2015 yılında ayrıca beste dalında da üçüncü olmuş. Bir halk
müziği ustası olan Zafer Gündoğdu’nun kızı olması sebebiyle zaten müziğin içine
doğmuş ve üniversite eğitimini sosyoloji üzerine alırken de müzik çalışmalarına
devam etmiş.
Genç yaşında epeyce deneyim kazanmakla yetinmeyip konservatuarda
önce piyano, sonra da müzikal – tiyatro bölümlerinde eğitim almış. 2011-2013
yılları arasında ise Devlet Tiyatrosu’nun bir hayli ses getiren Sidikli
Kasabası Müzikali’nde rol alarak müzikal eğitimini perçinlemiş.
Tabii bu dönemin bütün genç müzisyenleri gibi onun da adının
duyulmasında YouTube için kaydettiği “cover” videoların payı olduğu
söylenebilir. 2018 yılında Bak Ne Söylicem adlı YouTube kanalı için kaydedilen “Creep”,
daha sonra dijital platformlarda tekli olarak da yayımlanmış ama Ceren Gündoğdu’nun
ilk teklileri, ondan önce piyasaya sürülen “Kardan Adam”, “Tepetaklak” ve bir
yıl öncesinde videosu yayımlanan “Âni” adlı şarkılar.
2019 yılında EMI Müzik’le çalışmaya başlayan Ceren Gündoğdu’nun
bu firmadan “Ben Hep Seni Sevdim” ve “Sağım Solum Aşk” adlı teklileri
yayımlandı. Bir süre önce de Vera ile birlikte kaydettiği “Bozuk Para” ile
çıktı dinleyici karşısına. Yeni teklisi “Kayıp” ise geçtiğimiz günlerde yine
EMI Müzik etiketiyle piyasaya sürüldü.
Diğer şarkılarında olduğu gibi bu şarkısında da söz ve
müziği kendisi yazmış Ceren Gündoğdu. Aranjörlüğünü ve prodüktörlüğünü ise Arel
Koray Nalbant yapmış. Akustik tavırlı, sakin “soft” şarkılar yazıyor Ceren
Gündoğdu. Tamamen batı formunda, armonileri sağlam, kendine has bir tavrı olan,
olgun şarkılar bunlar.
Eğitimli ve donanımlı bir müzisyen olduğunu biyografisini
okumamış olsanız bile tahmin ediyorsunuz şarkılarını dinlerken. Ne var ki tek
kusur da aynı yerden kendini gösteriyor. Onun kuşağının büyük kısmında kendini
gösteren bir kusur bu. Sesli harflerin hemen hepsini eziyor ve Türkçe
şarkılarda çoğunlukla İngilizce vurgular kullanıyor.
Bu bir moda ve bu tarz şarkı söyleyenlerin de seveni çok,
onun farkındayım ama bu kadar doğru şarkı yazabilen ve sesini bu kadar iyi
kullanabilen bir müzisyenin kalbe de dokunabilmesi, kelimelerinin duygusunu da aktarabilmesi
şahane olurdu diye düşünmeden edemiyorum.
Nebahat Çehre
tramplene çıkan basamaklardan birine oturdu. Ellerini de dizlerinin üzerinde
kenetledi. Serçe parmağında altın bir halka ve üzerinde sallanan renkli, iri
taşlar gözümüzü aldı. Gerçekten orijinal yapılı bir yüzüktü. İlgi çektiğini
anlayınca dizlerinin üzerindeki ellerini çözdü. Serçe parmağını gerip, bize
doğru uzattı. Yeşilli, mavili, kahverengili taşlar güneşin altında pırıl pırıl
parlıyordu.
“Nasıl? Güzel değil
mi?” dedi. “Hayranlarımdan bir fabrikatör hediye etti. 1000 liraya almış.”
Sanırsınız yukarıda anlatılanlar 2008-2010 yılları arasında
yaşanıyor da yüzüğü gösteren Nebahat Çehre değil; bizzat Firdevs Yöreoğlu.
Öyle de Firdevs’lik bir hareket aslında ama Ses dergisi muhabirinin saniyesi
saniye okuyucuya aktardığı bu anlar, 1964 yılında Nebahat Çehre’yle havuz
başında yapılan bir röportajda yaşanıyor. Olay havuz başında cereyan ettiği
içinde genç Nebahat haliyle mayosuyla poz veriyor derginin fotoğrafçısına, o
sıralar kilo aldığından yakınmayı da ihmal etmeden.
Henüz üç yıllık film artisti Nebahat Çehre’nin röportajda
anlattığı asıl derdi ise fazla kiloları değil; sinemadaki talihsizliği.
“Ben şansız bir
yıldızım. Çünkü çok fırsat kaçırdım. Eğer önüme çıkan fırsatları kullanmayı
bilseydim, durumum daha başka türlü olabilirdi. Türkan Şoray’ı meşhur eden
Otobüs Yolcuları daha önce oynamam için bana teklif edilmişti. Gecelerin
Ötesi’nde gene ben oynayacaktım. Bir türlü olmadı işte. Kıskanmak gibi olmasın
ama Semra (Sar)’ın benden ne farkı var? Söyler misiniz?.. Vücudum derseniz çok
şükür yerinde. Halk derseniz, seviyor. Günde 70’e yakın mektup da alıyorum
hayranlarımdan. Fakat ben bu kozlarımı bir türlü gerektiği gibi kullanamıyorum.
Bu yüzden de kızıyorum hakkımın yenilmesine.”
Genç kız hiç de haksız sayılmaz. 1959 ve 1960 yıllarında
katıldığı güzellik yarışmalarıyla adını duyuran, şöhreti yakalayan ve 1961
yılında Yeşilçam’a transfer olan Nebahat, bir türlü şeytanın bacağını
kıramamıştır. Mesela ilk filmi Yaban Gülü’nde ikinci derece rollerden
birindedir ve başrolde 1954 plaj güzeli Leyla Sayar oynamaktadır. Türkan Şoray,
Filiz Akın, Fatma Girik gibi genç artistler alıp başını gitmişken, 1963’te Ses
dergisinin yarışmasıyla tanınan Ajda Pekkan ve Hülya Koçyiğit sinemaya
başrollerle başlayıp kısa sürede yıldız olmuşken Nebahat hâlâ yardımcı rollerde
oynamaktadır.
“Bugüne kadar birtakım prensiplere sadık kalarak yaşadım.
Fakat onların bana bir şey kazandırmadıklarını, bilakis kaybettirdiklerini
görüyorum,” der aynı röportajda ve artık prensiplerine sadık kalmayacağını
gösteren ilk hamleyi de oracıkta yapar. Kendine rakibe olarak belirlediği Sevda
Ferdağ’a “diss” atar. “4 kilo atarsam eski formumu bulurum. Ama söz aramızda,
bu halimle de Sevda’dan iyiyim.”
Yazının başındaki yüzük gösterme meselesinin ve Nebahat’in Sevda
Ferdağ için söylediği bu sözlerin ne kadarı gerçek, orası meçhul. Şimdilerde “off
the record” deniyor ama o zamanın adabında “söz aramızda” demiş kızcağız; yâni
yazılmayacağını düşünerek bir laf etmiş aslında. E o yıllarda röportajların
kaydedilerek değil not tutarak yapıldığı da düşünülürse, magazin gazeteciliğinin
abartı payını da göz önüne almak lazım.
Öyle ya da böyle, Sevda Ferdağ bu lafın altında kalır mı?
Kalmaz ve birkaç hafta sonra yine Ses dergisine zehir zemberek açıklamalarda
bulunur. Yine o abartı payıyla soslanmış röportaj, “Güzellik Kim Nebahat Kim?”
başlığıyla çıkar.
“Ben kendimi Nebahat Çehre ile mukayese bile etmem. Bir kere
Nebahat’in boyu kısa olduğu gibi vücut ölçüleri idealden uzak. Hem vücudum hem
yüzüm ondan güzel. O, fotojenik de olmadığı için pek az film çevirebiliyor.
Nebahat Çehre 4 değil 14 kilo verse yine benim sinemada çıktığım yere erişemez.
En büyük rejisörler en kuvvetli filmlerde bu yaz beni oynatıyorlar.”
Bu karşılıklı “diss”leşme çok ses getirmez ve kısa sürede
unutulur gider. Zaten bir süre sonra Nebahat Çehre ismi gazete ve dergi manşetlerine
fırtınalı bir aşk hikâyesiyle çıkmaya başlayacaktır. Daha ilk filmini
çevirirken tanıştığı, filmin yönetmeni Atıf Yılmaz’ın asistanı ve onunla
birlikte filmin senaryosunu da yazmış olan Yılmaz Güney’le Nebahat’in yolu 1964
yılında bir kez daha kesişir.
Kamalı Zeybek filminde başrolleri paylaşan
Nebahat Çehre ve Yılmaz Güney arasında alevlenen aşk evliliğe kadar gidecek, ama
bu arada araya Yılmaz Güney’in evlilik dışı kızı ve kızının annesi girecek ve
Çehre – Güney ilişkisi başından sonuna dek basına epeyce malzeme olacaktır.
Sinemada daha sonraları ‘dört yapraklı yonca’ diye
adlandırılacak ekürinin arasına giremese de, Yeşilçam denince ilk akla gelen
kadın yıldızlarından biri olmasa da 1975 yılına kadar film çevirmeye devam eder
Nebahat Çehre.
Daha kariyerinin başında Atıf Yılmaz gibi, Metin Erksan gibi iyi
yönetmenlerle çalışma fırsatı yakalamış, Yılmaz Güney’le birlikte çevirdiği
filmlerle sinema kariyerini perçinlemiş olsa da oyunculukta asıl çıkışını
yapmasına henüz uzun yıllar vardır. Yeşilçam’daki star sistemi, kast düzeni,
ayak oyunları, birçok yıldızı oyunun dışına itmektedir zaten. O da çaresiz,
birçok dönemdaşı gibi o günlerde para kazanmanın ve ayakta kalmanın çok daha
kolay yolu olan şarkıcılığa yönelir.
Halk yıllardır beyaz perdede gördüğü yıldızları (şarkı
söyleyebilse de söyleyemese de) kanlı canlı sahnede izlemeye bayılmaktadır.
Gazinocular her gün yeni bir Yeşilçam yıldızını sahneye çıkarmanın
telaşındadır bu nedenle. Nebahat Çehre de gelen tekliflere epeyce direndikten
sonra Zeki Müren’in cesaretlendirmesiyle kararını değiştirir ve Ali Erköse’den
musiki dersleri almaya başlar.
O günlerde yine Ses dergisine verdiği röportajda sahneye
çıkmanın nedenini şöyle açıklar:
“Bugüne kadar yapılan tekliflere karşı
direndim. Ama ortada şöyle bir gerçek var. Türk sinemasında üç tane kadın
oyuncu var. Sinema tamamen o üç yıldıza çalışıyor. Bizlerse işin hamalıyız.
Bunca zaman sinemada kalıp iyi şeyler yapmak için direndim ama ortaya çıkan
filmler meydanda. Bu durumda sahneye hayır demenin, hayır demekte direnmenin
yersizliğini anladım.”
Musiki dersleri bir ay sürer. Bu bir aylık sürede Ali Erköse,
Nebahat Çehre’ye 14 şarkı öğretir. Nebahat, beşi tuvalet, sekiz kostüm
diktirerek sahne hazırlıklarını tamamlar. Gecede 7500 lira yevmiyeyle
Ankara’daki Lunapark Gazinosu’nda ilk kez şarkıcı olarak halkın karşısına
çıkacaktır.
Sinemadan sahneye geçenlerin sahne maceraları genellikle
kısa sürer. Bu furyadan halk çabuk sıkılır ve şarkı söyleyemeyen sinema
artistleri birer ikişer elenirken, geriye sadece söyleyebilenler kalır. Nebahat
Çehre’nin bunlardan biri olacağı ise daha sahneye çıktığı ilk gece, 1 Ağustos
1970 gecesi anlaşılmıştır.
Ses dergisi muhabiri Taner Atilla o geceyi başından
sonuna dek takip eder ve şu satırları kaleme alır:
Nebahat Çehre’de gözle
görülür, beş duyu ile hissedilir bir tutukluk vardı. Ama bu tutukluk işin
sadece şov kısmında kalıyordu. Nebahat Çehre alaturka şarkıları gerçekten çok
başarılı bir şekilde söylüyordu. İlk gece alkışlar yüzünden üç kere sahneye
çıkmak zorunda kaldı, tam dokuz şarkı söyledi. Dakikalarca alkışlanan ve çok
kişinin ‘sinemadan sahneye geçenlerin en iyisi’ dedikleri Nebahat Çehre,
kuliste sevinç gözyaşları döküyordu.
Bu arada dokuz şarkı gözünüze az gibi görünmesin zira
gazinolarda kadrolar kalabalık olduğu için assolist ve solist altı dışındakiler
kendilerine verilen 15-20 dakikalık süre içinde genellikle 5-6 parça anca
söyler ve sahneden inerlerdi.
Diğer Yeşilçam yıldızları gibi Nebahat Çehre de gazino
kadrolarında önceleri solist altının, bazen de assolistin altında sahneye çıkar,
bir dönem assolist de olur. Sahne macerası aralıklarla da olsa ‘80’lerin başına
kadar devam eder. İlk ve tek plak kaydı için de o sıralarda stüdyoya girer.
Ali Kocatepe, sahibi olduğu 1 Numara Plakçılık etiketiyle
yayımlayacağı konsept bir albüm hazırlamaktadır. “Gazino 1 Numara” adını
verdiği bu albümde çeşitli şarkıcıların kayıtları, Halit Kıvanç’ın anonsları ve
alkış efektleriyle dinleyiciye bir gazino atmosferi yaşatmayı planlamıştır.
Plaktaki gazinonun kadrosunda ise Kamuran Akkor, Nükhet Duru, Gökben ve Ertan Anapa
gibi yıldızların yanı sıra, ismi bilinmeyen Senem ve Çetin ikilisi ve Şeyma
adında bir solist ve o günlerde gazino sahnelerinin ve film setlerinin gözde
yıldızlarından Suna Yıldızoğlu vardır. Kadro iki Yeşilçam yıldızıyla tamamlanır:
Daha önce 45’lik plaklar yayımlamış Selma Güneri ve o güne dek şarkı kaydetmek
için hiç stüdyoya girmemiş Nebahat Çehre.
Bu plak için Nebahat Çehre’nin seslendirdiği şarkı ise ilk
kez 1978 yılında Tülay Özer tarafından plak yapılan, sonrasında Ferdi Özbeğen
tarafından da seslendirilen “Büklüm Büklüm” adlı Sezen Aksu bestesidir. Bu
alaturka formdaki şarkı, alaturkayı başarıyla icra ettiğini gazino sahnesinde yıllardır
ispat etmiş Nebahat Çehre için biçilmiş kaftandır. Zor bir şarkıdır öte yandan,
geniş bir ses aralığı gerektirir ama Çehre şarkının altından başarıyla kalkar. Sonuç
o kadar iyidir ki bu şarkı plağa B yüzünün ilk şarkısı olarak konulur.
Bu plak hâlâ koleksiyonerlerin arşivlerinde kalmış,
maalesef bugünlere ulaşamamış bir albüm. Dijital platformlarda bulmak mümkün
değil. 2009 yılında Odeon Müzik’le giriştiğimiz “Şöhretler Gazinosu” projesinde
sinema ve tiyatro yıldızlarının Odeon arşivinde var olan plak kayıtlarını bir
araya getirmek düşüncesiyle yola çıkmıştık. Proje şekillenirken benim aklıma bu
kayıt da geldi. Odeon hesabına yapılmamıştı ama belki izinlerini alıp bu albüme
koyabilirdik. Aşk-ı Memnu’nun ortalığı kasıp kavurduğu o günlerde Nebahat Çehre
oyunculuğuyla zirvedeyken geçmişte kalmış şarkıcılığını anımsatmak ilginç
olabilirdi. Nitekim izinler alındı ve bu şarkı da bu sayede bugünlere ulaşmış
oldu.
2010 yılı ocak ayında o günlerde Pal FM’de devam eden radyo
programım için Nebahat Çehre’yle bir telefon röportajı yapmıştık; daha doğrusu
Elhan yapmıştı. Bu vesileyle o kaydı da arşivimden çıkarıp dijital alemlere
salmak istedim. Meraklısı aşağıdaki videodan dinleyebilir.
Çehre'nin bu
röportajda ve başka birçok röportajında da itiraf ettiği gibi müziğe devam
etmemekle hata yaptığını düşünüyorum ben de. Plak yapan Yeşilçam yıldızlarının
hepsini dinlemiş biri olarak tıpkı Ses dergisi muhabiri gibi ben de onun şarkıcılık
işinde Yeşilçam’ın en iyisi olduğunu söyleyebilirim, sadece elimizdeki tek
kaydını dinleyerek bile. Ah işte o yıllarda Nebahat Çehre’nin karşısına Firdevs
Yöreoğlu çıksaydı ve “Aptallık etme, sen Nebahat Çehre’sin, sesinin kıymetini bil!”
deseydi şimdi bu pişmanlığı yaşamıyor olurdu belki de.
Nebahat Çehre “Büklüm Büklüm”ü bir kez de televizyonda
seslendirdi. Çok emin değilim, bu konuda kesin bilgi de bulamadım ama saç,
makyaj ve dekordan yola çıkarsak, 1980’i 1981’e bağlayan yılbaşı gecesi olma ihtimali
yüksek. Görüntünün temiz kaydını umarım ve dilerim TRT Arşiv bir gün karşımıza
çıkarır.
Peki 1980 yılında bu plak yayımlandıktan sonra ne oldu?
Nebahat Çehre çeşitli röportajlarında plağın üç ay liste başı olduğunu söylese
de işin aslı pek öyle değil. Yanlış hatırlıyor olsa gerek. Plak öyle aman aman
bir ilgi görmedi yayımlandığı günlerde. Zaten arabesk dışındaki plakların pek
fazla satılmadığı bir dönemdi. Doğrusu bu ya, yıllardır film de çevirmediği
için Nebahat Çehre de eskisi kadar popüler değildi. Neyse ki 1985 yılında
Kahreden Gençlik adlı filmle, 10 yıl aradan sonra sinemaya döndü ve sahneyi
tamamen bıraktı. Beş filmde oynadıktan sonra dört yıllık bir ara daha verdi ve 1992’de
rol aldığı Yedikuleli Mihriban dizisi ile birlikte de televizyon kariyeri
başladı.
Denilebilir ki 2004 tarihli Haziran Gecesi dizisi bir
kuşağın Nebahat Çehre’yi yeniden keşfetmesini sağladı. 2008’de başlayan Aşk-ı Memnu ise
Nebahat Çehre kariyerinin zirvesi oldu. Muhteşem Yüzyıl’daki Valide Sultan rolü
de en az Kumru Aydın ve Firdevs Yöreoğlu kadar güçlü bir kadın karakter olunca
ve bu üç rol de ayrı ayrı Nebahat Çehre ile özdeşleşince, kendi yaş skalasındaki
güçlü kadın rollerinin yegâne yıldızı olduğu gerçeği su götürmez hale geldi.
Hayatın bize ne zaman ne getireceğini hiç bilemeyiz ya... Yirmili yaşlarında kıymetinin bilinmediğinden yakınan genç kız, altmış yaşından sonra daha önce hiç olmadığı kadar popüler oluvermişti işte.
Her
ne kadar kendisi bu kalıba sokulmaktan rahatsız olduğunu her fırsatta dile
getirse de dizi yapımcılarının da dediği gibi hakikaten “alternatifi yok.”
Çünkü o beden dili, o asalet, o dik duruş ve o incelikli oyunculuk kolay
bulunabilen şeyler değil.
Şarkısını yazmak üzere çıkmıştım yola ama yazı ister istemez
mini bir Nebahat Çehre biyografisine dönüştü. Yazının sonunu da sürprizli
bağlayayım o vakit. 2017’de Cenk Eren’in Bostancı Gösteri Merkezi’nde verdiği
konserde Nebahat Çehre uzun yıllar sonra ilk kez sahneye çıkıyor ve “Büklüm
Büklüm”ü Cenk Eren’le birlikte seslendiriyor. Arşivlik bu video da bu yazının noktası
olsun.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.